Son 40 yıldır, başını teknokratların çektiği burjuva propaganda çevrelerinde bir “bilimsel-teknik devrim” teranesi sürdürülüyor. Görünüşünü bilgisayar ve son yıllarda kimi sanayi dallarında kullanılmaya başlanan robotlarda bulan bu “devrim”e, işçi sınıfının niteliğini değiştirmeden, kapitalizmin çelişmelerini yok etmeye kadar pek çok keramet yüklendi, yüklenmeye devam ediliyor.
Kapitalizmde, bilim ve teknoloji bilgisinin burjuvazinin tekelinde olması ve emekçilerin cehaletinden yararlanan egemen sınıfın propagandacıları, kapitalizmin yıkıcı çelişmelerinin sonucu olarak ortaya çıkan her türden melanete “bilgisayar” reçetesi yazıyorlar. İşsizlik mi? Bunun nedeni bilgisayar teknolojisindeki gelişmelerdir! Sendikasızlaştırma mı; nedeni robotların işçinin yerine ikame edilmesidir! Ücretlerin genel düzeyinin düşmesi mi; teknolojik gelişmenin kaçınılmaz sonucudur vb. vb.
Son 10 yılda “yeni” bir “dünya düzeni” kurma sevdasına düşen emperyalistler; bir yandan işçi sınıfının niteliğinin değiştiğini, artık işçi sınıfının orta sınıf olduğunu, robotların işçinin yerine ikame edilmesiyle işçinin üretim için vazgeçilmez olmasının ortadan kalktığını propaganda ediyorlar. Öte yandan, işsizliğin en gelişmiş ülkelerin bile başlıca sorunu haline gelmesiyle birlikte burjuva propagandacılar; teknolojik gelişme ve bilgisayarların sanayide yaygın bir biçimde kullanılmasını işsizliğin nedeni olarak yeni ortaya çıkmış bir unsur olarak öne sürüyorlar. Onlar bilgisayarın, yeni bir icat olarak işçinin yerini aldığını, eskiden makineler ne kadar gelişmiş olursa olsun, işçiye olan ihtiyacı ortadan kaldırmadığını ama şimdi bilgisayarın pek çok işçinin işine son vermesinin yeni bir gelişme olduğunu söylüyorlar. Bu gelişmenin sadece işçi sınıfının nicel erimesi sonucunu değil, aynı zamanda, giderek canlı işgücü ihtiyacını da ortadan kaldıracağını, dolayısıyla işçisi, işçi sınıfı olmayan bir burjuva dünyanın olabileceğini öne sürüyor ve teknolojinin gelişmesinden ideolojik sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar.
Bu teoriye ilk sarılanlar da dönek Marksistler oldu. Kruşçevciler teknolojik gelişmenin doğrudan, sınıf mücadelesi olmadan komünizme götüreceğini öne sürerek, proletarya diktatörlüğünün gereksizliğine bahane yaratırken, Euro-komünistler ise; işçi sınıfının orta sınıf olduğunu, gelişen teknolojinin işçi sınıfı ile mühendis, doktor gibi küçük burjuvalarla arasındaki farkı kaldırdığını, işçilerin de “beyaz yakalı” olduğu tezine sarılıp, kapitalizmi aklayan sonuçlar çıkardılar.
Son on yıl içinde, dizginlerinden boşalan emperyalist-kapitalist sömürü, sosyalizmin yenilgisi karşısında tam bir zafer sarhoşluğu ile devrim ve sosyalizm davasının artık sona erdiğini, kapitalizmin ebedi bir barış ve demokrasi dünyası kuracağını ilan etti. Ama daha zaferinin tadını çıkaramadan sistemin çelişkileri öylesine açık bir biçimde ortaya çıktı ki; sistemin savunucuları tezlerine yeni payandalar imal etmek zorunda kaldılar. Bir yandan işsizliğe karşı çıkmanın bilim ve teknolojiye karşı çıkmak anlamına geldiğini söyleyerek, kapitalizme ve işsizliğe karşı mücadele edenleri gelişmeye karşı tutucular olarak suçlarken, öte yandan aslında işsizlik olmadığını, ama kalifiye olmayan işgücünün iş bulamadığını, yoksa kalifiye işgücü ihtiyacı olduğunu propaganda ettiler, ediyorlar da.
Özellikle ülkemizde hükümetler, milyonlarca işsizin bilincini çarpıtmak için, göstermelik “meslek kursları” düzenleyip, işsiz yığınları hem moral olarak istismar etti, hem de onların ellerindeki son bir kaç kuruşu da, bir işe yaramayan sertifikalar vererek aldı.
TEKNOLOJİK İLERLEME DAHA ÇOK KALİFİYE İŞGÜCÜNE Mİ İHTİYAÇ DUYAR?
İşsizlik sorunu ile kapitalizmin kaçınılmaz ilişkisini gizlemek isteyen emperyalist propagandacılar, gelişen teknolojinin daha çok kalifiye işgücüne ihtiyaç duyduğunu, işsizlik gibi görünenin aslında “meslek sahibi” olmayan kesimlerin sorunu olduğunu, bir mesleğe sahip olanların işsizlik gibi bir sorunu olmadığını iddia ediyorlar.
İlk bakışta burjuva ideologlar haklı gibi görünürler. Öyle ya; makineler giderek daha gelişiyor, daha komplike hareketleri yapacak mekanizmalarla donanıyor. Öte yandan makineler ve üretilen mallarda elektronik donanımların daha çok yer tutması, bu sistemlerin kavranmasının mekanik sistemlerden daha güç olması vb. gibi nedenler göz önüne alındığında, bunların imalatında ya da bu komplike makinelerin üretiminde çalışan işçilerin daha bilgili, ellerinin daha uz olması gerekir diye düşünülür. Kapitalizmin propagandacıları da bu uzaktan bakışı derinleştirmek için teknolojinin yeni ürünlerini iyice gizemli bir havaya sokarak lanse etmeye özen gösterirler. Örneğin kendi aralarında konuşurken bilgisayarı “en aptal makine” olarak tanımlarlar, ama yığınlara yönelik propagandada bilgisayarın aklı, zekâsı bulunduğu, kendi kendisine bilgi üretip kararlar verebileceği imajını vermeye özen gösterirler. Bu imaj, “bilim kurgu” roman, öykü ve filmlerle güçlendirilir. Örneğin yaratıcısına başkaldırıp denetimi altına alan, kendi kendine düşünüp karar verebilen bilgisayarların “başrol oyuncusu” olduğu “sanat yapıtları” propagandacıların safsatalarına inanmayı kolaylaştıracak bir kültür ortamı da yaratır. Bu ortamda artık işçi ve emekçi sınıfından gelip yeni iş arayanlara bilgisayar vb. gibi yeni teknoloji alanında bir mesleğe sahip olmadığı için hayıflanmak kalır. Marangoz, tornacı, kaynakçı, makinist, kalıpçı, dökümcü, dokumacı, boyacı, elektrikçi vb. meslekten işsiz yığınlarına ukala kahve politikacıları yukarıdan bakıp yeni dönemde geçerli bir meslek öğrenmediği için onları suçlayıcı bir konuşma yapabilir.
Ortalık öyle bir sis perdesiyle örtülmüştür ki; iş bulamayan işçi; “işsiz kalmamın nedeni gerçekten kalifiye işçi olmamam, ‘günümüzde geçerli bir mesleğe’ sahip olmamam mı?” sorusuna düşünmeden “evet” demek için koşullandırılır.
Soruna biraz daha yakından bakılırsa; son on ya da otuz yılda gelişen elektronik ve bilgisayar teknolojisinin ortaya çıkardığı bir özellik olarak sunulan kalifiye işgücü ihtiyacının büyük bir yalan olduğu açıkça görülecektir.
Şöyle ki;
Tek başına herhangi bir makineye sahip olmadan, sadece el aletleriyle çalışan bir marangoz, örneğin bir kapıyı yapabilmek için, bir tomruktan hızarla tahta biçmesini, bu tahtaları rende ile düzeltmesini, matkapla delik açmasını, fitil yapmasını, üstelik bu tahta üstünde yaptığı değişikliklerin parçalar bir araya geldiğinde bir kapıyı oluşturacak bir biçimde önceden tasarlanmasını, nihayet çivileme vb. tüm işleri kendisinin yapması gerekirdi. Dolayısıyla bu marangozun bir kapı yapmanın bütün bilgisine ve işi en seri biçimde yapacak el hünerine de sahip olması gerekirdi.
Bu bilgi ve hünerin elde edilmesi için daha çocuk yaştan itibaren, bir marangozun yanında uzun yıllar çıraklık yapılırdı. Ve iyi bir marangoz bir işgününde bir ya da iki kapı yapabilirdi.
Bir ürünü baştan sona bir kişinin imal etmesi yerine, aynı ve değişik mesleklerden kişilerin elbirliği etmesiyle marangoz başına yapılan günlük kapı sayısı artar. Örneğin 5 kişilik bir marangoz grubu, günde 25 kapı yapabilir ama marangozlar artık tam bir marangoz sayılmaz. Çünkü birisi iyi hızarcıdır, biri iyi rende yapar, diğeri iyi fitil açar, bir diğerinin işi sadece delik açmak ve ahşap çivi yapmaktan ibarettir. Sonuncusu ise parçaları birleştirerek kapıyı monte eder. Böylece iş sürecinde, tek marangozun, bir kapının bütün bilgi ve kapı yapma hünerine sahip olması gereksiz hale gelir. Bugünkü söyleyişle tek bir marangozun kapı yaptığı zamana göre elbirliğinde “kalifiyelik” azalmıştır, ama yine de marangozlar ahşap üzerinde dolaysız bir biçimde el aletleriyle çalışmakta olup, bu yüzden de alet kullanmanın bilgi ve becerisine sahip olmak durumundadır.
Sanayi devriminden sonra ise, durum tamamen değişmiştir. Buhar makinesi tarafından çevrilen şerit hızarların, planya, matkap, freze vb. makinelerin devreye girmesi, eskisine göre üretimi devasa boyutlarda artırmakla kalmamış, aynı zamanda işçiyi de el aletinden kurtarmıştır. İş aletinin bir makine tarafından kullanılması, işçinin hüner sahibi olma zorunluluğunu da ortan kaldırmış, sadece bir makine kullanıcısı ya da denetçisi durumuna getirmiştir. Bu yüzden de işçi belirli bir işe bağlı kalmak zorunda değildir. Eğer bugün işçiler, uzun yıllar aynı tezgâha bağlı olarak çalışıyorlarsa; Marx’in deyimiyle bu, “işverenlerin kötü niyetindendir”. Çünkü makinenin sanayiye girdiği günden bu yana, bir işçiden, ya da bir işçi grubundan boşalan bir iş bir başka işçi ya da işçi grubu tarafından doldurulabilir. Nitekim vardiya sistemi bunun en açık kanıtıdır ve gündüz bir işçi grubunun yarım bıraktığı iş, gündüz vardiyasının hiç bir yardımı olmaksızın sürdürülebilmektedir.
Marx, sanayi devrimi sonrası işçisinin iş karşısındaki durumunu şöyle açıklıyor:
“… Makineler, bütünüyle, hep birlikte ve uyum içerisinde çalışan çok yönlü bir sistem meydana getirdiğine göre, buna dayanan elbirliğinin de, çeşitli işçi gruplarının farklı türdeki makineler arasındaki dağılımını gerektirir. Ama makinenin kullanılması, manifaktürdeki gibi belli bir adamın belli bir göreve sürekli olarak bağlı kalması biçimindeki bu dağılımın katılaşması zorunluluğunu ortadan kaldırır. Sistemin bütününün devinimi, işçiden değil de makineden doğduğu için, iş kesintiye uğramaksızın, her an, herhangi bir kimsenin değişmesi mümkündür. Fabrikatörlerin 1846-1848 başkaldırıları sırasında yürürlüğe koydukları vardiya sistemi, bunun en çarpıcı kanıtıdır. En sonu makine üstünde çalışmanın genç insanlara kazandırdığı hızlılık salt makine üzerinde çalışmak üzere özel bir sınıfın eğitilmesi zorunluluğunu ortadan kaldırır. Yalnızca çırakların yaptıkları işler, bir ölçüde fabrikada makine tarafından da görülebilir ve zaten son derece basit olmaları nedeniyle de bu can sıkıcı işleri yüklenenlerin sık sık değiştirilmeleri olanağı da vardır.
Teknik deyimiyle eski işbölümü sistemi, makine tarafından tahtından indirilmesine karşın, manifaktürden devralınan geleneksel bir alışkanlık olarak sürüklenir gider. Ve daha sonra emek-gücünün sömürülme aracı olarak sermaye tarafından daha iğrenç bir şekilde sistemleştirilir ve yerleştirilir. Bir ve aynı aleti yaşam boyu kullanmanın verdiği uzmanlık, şimdi bir ve aynı makineye yaşam boyu hizmet etmenin verdiği uzmanlık halini alır. Makine, işçiyi ta çocukluğundan başlayarak, parça makinenin bir kısmı haline sokmak amacıyla kötüye kullanılmıştır. Böylece işçinin kendisinin yeniden-üretim masrafları büyük ölçüde azaldığı gibi, aynı zamanda, tümüyle fabrikaya ve dolayısıyla kapitaliste olan çaresiz bağımlılığı da tamamlanmış olur.” (Karl Marx, Kapital, C.1, sf. 433-434)
Marx’ın da açıkça ifade ettiği gibi, iş aletinin işçinin elinden çıkıp makinelerin eline geçmesi, başka bir söyleyişle işçinin hünerinin makinenin eline geçmesi işçiyi makinenin bir parçası, bir eklentisi haline getirir. Makine kullanımı çabukça öğrenildiğinden ayrı bir eğitimi gerektirmez ve bu yüzden de bir işçinin yerine bir başka işçiyi geçirmek kolaylaşır. Ayrıca, Makine sistemi, erkek işçilerin işten çıkarılarak yerine daha ucuz işgücü olarak kadın ve çocukların istihdamını olanaklı kılar. Ve tabii kapitalistin, nispeten yüksek ücretli eski işçilerin işine son vererek yerine işsiz yığınlardan düşük ücretli işçi alma imkânını da iş aletlerini kullanacak kadar gelişmiş makineler sağlar.
Aynı yerde Marx, makine ve işçi arasındaki ilişkiyi çok daha somut olarak şöyle ifade eder:
“Aletle birlikte işçinin onu kullanma becerisi de makineye geçer. Aletin iş yapma olanağı insanın emek-gücünün sınırlı olanaklarından kurtulur. Böylece manifaktürde işbölümünün dayandığı teknik temel yıkılmış olur. Manifaktürü nitelendiren uzmanlaşmış işçiler arasındaki kademeleştirmenin yerini, otomatik fabrikaya, makineyi kullananlar tarafından yapılan her türlü işin bir ve aynı düzeye indirilmesi ve eşitlenmesi eğilimi alır; parça işçiler arasında yapay olarak yaratılmış olan farklılaşmaların yerine, yaş ve cinsiyet gibi doğal farklılıklar geçer.”
Sanayi devrimiyle birlikte, iş aletini kullanma becerisinin makineye geçmesi manifaktürün değişik işler yapan işçi grupları arasındaki organik elbirliğini de değiştirir. Makineleri kullanan işçiler ve işçi grupları arasında organik elbirliği kalkar ama tıpkı işin eşitlenmesi gibi, elbirliği de basit emirliğine dönüşür. Bu basit elbirliği ve makinenin fabrikada yarattığı kışla disiplini, fabrikada çalışanları Marx’in deyimiyle “denetçiler”, “gözetçiler” ile “işçiler” olmak üzere “iki ayrı sınıfa” ayırır. İşçi sınıfını birleştiren ve onun niteliğini belirleyen makinenin beceriyi devralmasıyla işin eşitlenmesi ve yine makinenin gerçekleştirdiği basit elbirliğidir.
Sanayi devrimi öncesinde üretim bilgisi şu veya bu ölçüde de olsa el emeğinin sahi-bindeydi. İlk kez makine üretim bilgisini el emeğini sahibinden kopararak onu “sermayenin el emeği üstündeki kudreti” haline getirdi.
Kısacası kapitalist üretim, sadece bir iş süreci değil aynı zamanda bir artık-değer yaratma süreci olduğu için, iş araçlarını kullanan işçi değil, işçiyi kullanan iş araçlarıdır ve bu tersine dönüş fabrika sisteminde ete kemiğe bürünür. Bu yüzdendir ki; kapitalist üretimin işçiyi makinenin bir parçası haline getirdiği sadece Marx ve Marksistler tarafından değil, kapitalist ekonomiciler tarafından da kabul edilen bir gerçektir.
Bütün bu söylenenlerden ne çıkar?
Kapitalizm öncesi kendi üretim araçlarına ve üretim bilgisine sahip olan emekçi, makinenin üretim sürecine katılmasıyla, iş aletinden ve işin bilgisinden ayrılmak zorunda kalır. Yani kalifiye işçi olarak nitelenen özel bir beceri isteyen işleri yapan işçiyi sanayinin genel ihtiyacı olmaktan çıkarır ve eğitimli eğitimsiz her nitelikte işgücünü kapitalist işgücü pazarının bir unsuru haline getirir.
Burada, sanayi işçilerinin, tornacı, dökümcü, marangoz, elektrikçi, makinist, tesviyeci, tekstilci, emayeci, motorcu, boyacı vb. adlar altında istihdam edildiğini, dahası hemen her işçiye sonunda …cı, …cu eki olan bir meslek yakıştırılıp bir ömür boyu belki de tek bir makinenin başında oturtulduğu iddiası karşımıza çıkabilir.
Gerçekten de, dün de bugün de fabrika işçilerinin hemen tümü yaptığı işi bir meslek gibi kullanırlar. Dahası kapitalistler, daha işçiyi işe alırken elektrikçi, kaynakçı, boyacı, dokumacı vb. gibi bir meslekten olduğu için işe alır ve herhangi bir mesleği olmayanlara da “düz işçi” der. Hatta çoğu zaman iş arayanlar arasında rekabetin kışkırtılması için sınavlar açılır. Dolayısıyla herhangi bir uzmanlık isteyen işe eleman alınıyor havası verilir. Ama çoğu zaman işçilerin de şikayet ettiği gibi, elektrikçi olan bir işçinin makine bakımcısı, boyacı ya da nakliyeci olarak çalıştırıldığı nadir olan uygulamalardan değildir.
Elbette her makine için bir kullanma bilgisi ve alışkanlığı gerekir; bu yüzden de bir işçinin şu ya da bu işi yapması için bir süre geçer, ama bu süre asla “kalifiye” kavramının karşılığı olacak bir eğitim ve beceri edinme süresi gibi uzun ve zahmetli değildir. Tersine, bir kaç günden bir kaç aya uzayan süre içinde her işçi önündeki en komplike makineyi öğrenebilir. Dahası; fabrikada belirli bir eğitim ve teknik birikim isteyen karmaşık sistemli mekanik makinelerin, elektrik ve elektronik donanımların bakım ve tamir işlerini yapan kalifiye işçiler de vardır. Ama asıl sınıfın kitlesini oluşturan, doğrudan üretim sürecinde yer alan işçiler için böyle bir özel eğitim hiç bir biçimde gerekmemektedir.
Toplumun giderek genel eğitim seviyesinin yükselmesi, çok sayıda çırak okulu, sanat ve teknik orta öğrenim kurumunun kurulmuş olması ve işgücü piyasasına yoğun bir “eğitimli” işgücü akını olması burjuvaziye alacağı işgücünü eğitim görmüşler arasından seçme imkânı tanıması da, makineli üretimin vasıflı, kalifiye işgücüne ihtiyaç duyduğu sanısını uyandırmaktadır. Ama yılarca okullarda teorik ve pratik ders görmüş bir genç işçinin girdiği işyerinde bu bilgilerin bir işe yaramadığını görmesi ve giderek hayal kırıklığına uğraması, “Bunun için mi bunca yıl okudum?” diye hayıflanması kapitalistin değil ama milli eğitimin, burjuva toplumunun bir sorunudur.
Az çok teknik eğitim veren her okulda, öğrenciye ilk olarak eğe tutması öğretilir. Ve ilk ödev herkesin bir çekiç yapmasıdır.
Bir çelik külçe, çeşitli türden eğe ve bir mengene verilir öğrenciye. Öğrenci eğe ile külçeyi yontarak, bir çekice benzetir, sonra bir matkapla delik açılır ve öğrenci bu deliği eğe ile istenen genişlikte büyütür. Sonra daha karmaşık aletleri yapması öğretilir. Eğe kullanmasını öğrenmek uzunca bir zaman alır. Aşağı yukarı her iş, el aletleriyle yaptırılır. Ama öğrenci okulu bitirip, örneğin tesviyeci olarak bir fabrikaya girdiğinde yaptığı iş, bir ya da bir kaç elektrik motoru tarafından tahrik edilen büyük bir torna, planya, freze tezgahı ya da bunların bir kaçının birbiriyle bağlı olduğu komplike tezgahın bazı düğmelerine basmak, belki bir kadran üstünde bir göstergeyi kendisine verilen rakamlara getirmekten ibarettir. Bütün işi akşama kadar, bir kaç basit hareketi yineleyip durmaktır; ertesi gün, daha ertesi gün, haftalar, aylar, yıllar boyunca aynı hareketleri yineleyip duracaktır. Ve ister istemez genç işçi, “Bunun için bunca yıl okula gitmeye, sınavlara hazırlanmaya ne gerek vardı, bu makineyi kullanmayı, hiç meslek eğitim almadan da birkaç haftada öğrenirdim.” diye düşünecektir. Gerçekten de kapitalistin işçiden istediği, örneğin bir alüminyum külçesinden kenar kalınlığı şu kadar milimetre olan bir eğe, matkap, testere vb. gibi el aletleriyle yapması değildir. Tersine böyle bir silindiri yapma “becerisine” sahip makineleri vardır kapitalistin. İşçi, belki kimi ölçüleri vererek, basit bir kaç hareketi yineleyerek, makinenin çalışmasını denetlesin yeterlidir. Kısacası kapitalist, işçiden hüner istememektedir; hüner makine-sindedir, işçi makinenin temposuna uygun kimi basit hareketleri sür git tekrarlama enerji ve sabrını göstersin, onun için yeterlidir.
Marx’tan yukarıya aldığımız uzun pasajlar kuşkusuz sanayi devriminin henüz ilk yüzyılı içindeki makinelerin gerçekleştirdiği devrimin işçi sınıfı üstündeki etkileridir. Yani makineler çok kaba, ilk mucitler kuşağının tasarladığının çok ilerisinde değillerdir. Ama Marx’m yaşadığı yüzyılın sonları teknolojide çok önemli hamle yıllarıydı. Termodinamik ve elektromanyetizmada atılan adımlar, önce benzinli ve dizel motorun, sonra da elektrik motorunun bulunması, çok işlevli makinelerin kullanım alanlarını akıl almaz boyutlarda genişletti. Ucuz enerji kaynakları ve enerjinin daha yüksek bir verimlilikte kullanılması makine kullanımını olağanüstü yaygınlaştırırken, aynı zamanda iş aletlerinin yeni teknolojik buluşlarla geliştirilmesini teşvik etti. Makine girdiği her alanda daha çok işçiyi işsizler ordusuna kattı ve işçinin hünerini elinden alarak onu daha çok makinenin parçası haline getirdi.
Bilim ve teknolojideki gelişmeler, yıldan yıla makinelerin daha az emek ve malzemeyle yapılmasını getirdi.
“Makinenin üretimi için harcanan emeğin, bu makinenin kullanılmasıyla erini aldığı emekten daha az olması ilkesi” (Marx)
Adeta bir doğa yasası gibi işledi ve makineli üretim el emeğini sadece ileri kapitalist ülkelerde değil, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde bile bir kalıntı haline getirdi.
BİLGİSAYAR VE KALİFİYE İŞGÜCÜ
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında elektronikte gerçekleşen yeni buluşlar, mikro-chips, entegre devreler, transistorlar, bu buluşların devamı olarak ortaya çıkan bilgisayar ve bunların sanayide kullanılmasının hızla yaygınlaşması, hatta kimi sanayi dallarında robot adı verilen, bilgisayarlar tarafından yönlendirilen makinelerin sanayide kullanılması, 18. yüzyıldaki sanayi devriminden sonra en yığınsal ölçülerde işçileri fabrikalardan sürmesine vesile oldu. “İnsana benzer” hareketler yapabilen makinelerin ortaya çıkması ve önceki on yıllarda işçilerin yaptığı işlerin makineler tarafından yapılır hale gelmesi, sadece işsizliği kronikleştiren bir etken olmadı, aynı zamanda tarih bilincinden yoksun aydınların ve burjuva propagandacıların işçi sınıfının dağılan, yok olan bir sınıf olduğu, ya da günümüz teknolojisinin daha kalifiye işçiye ihtiyaç duyduğu, Marx’ın dünyayı değiştirme misyonu yüklediği “eşitleşmiş” işçinin, proleterin bugünün sanayisi tarafından tasfiye edildiği vb. doğrultusunda teoriler üretilmesine vesile de oldu.
Gerçekten de 20. yüzyılın ikinci yarısı, önceki yüzyılların bütün bilgi ve teknolojisinin üstünde yükselen, makinenin hızla yaygınlaştığı ve yüzyılın başında ancak bilimkurgunun konusu olan makinelerin yapılmasına sahne oldu. Makinelerin gelişmesine paralel olarak kitle halinde işçi kıyımlarına sahne oldu. Öyle ki, bazı ülkelerde zaman zaman fiilen çalışan işçi sayısında bile önemli düşmeler görüldü. Son on yılda ise; İşsizlik kronik bir hal alarak en gelişmiş ülkelerde de, “ekonomik bir gerekliliği” aşarak sosyal bir soruna dönüştü.
Yeni makineler büyüleyiciydi. Muhasebeden en karmaşık makinelerin dizaynına kadar kısa bir süre önce pek çok uzmanın bir arada çalışarak, uzun çabalar sonucu elde edebildiği sonuçlar, kompüterlerle akıl almaz bir hızla, bir kaç teknisyen tarafından gerçekleştiriliyordu. Koca bir fabrika, dev makineler bir bilgisayar ünitesi tarafından, yine bir kaç görevlinin denetiminde başarıyla yönetilebiliyordu. Üstelik bilgisayar, kısa zamanda, nispeten kolayca elde edilebilir ve çok amaçlı olarak kullanılan bir makine haline gelmişti. Sanayi ve hizmetlere yayıldıkça da buralarda pek çok işçinin fazla işgücü pazarına sürülmesine neden olmuştu.
Bütün kontrol mekanizması, bilinen daktilonun biraz daha gösterişli halinden başka bir duygu uyandırmayan bir klavye olan bilgisayar, kendisine yüklenen gizemli yetenekler ve sunduğu gerçek sınırsız olanaklarla dönemin adeta simgesi oldu. Doğrusu, çoktan beri gelecek vaat eden kuramlar geliştirmek imkânını yitirmiş burjuvazi ve aydınları için bilgisayar yeni bir mitos kahramanı olacak tüm olanakları sunuyordu. Bilgisayar, burjuvazi için, hem bütün kötülüklerin sorumlusu, hem de”parlak bir geleceğin” dayanağı olabilirdi. Ve bilgisayarın sunduğu olanakları tersinden yorumlayarak bu teknoloji harikasını işçi sınıfının mücadelesine karşı kullanmayı ilk akıl edenler, yine dönek Marksistler oldu. Burjuvazinin doğrudan temsilcileri, ideologları ve propagandacıları bu dönek Marksistlerin açtığı yoldan yürüdüler. Ustalıkta onlara yetişemeseler de, iletişim araçlarını kullanmada başarılı bir sınav vererek, popüler bir bilgisayar kültürü yaratmayı becerdiler. Ortaçağın dünya görüşünün şeytan ve meleğe yüklediği bütün nitelikler burjuvazinin karşı-ütopyacıları, ideologları ve propagandacıları tarafından ileri teknoloji ürünü makinelere, bilgisayarlara yüklendi. Böylece, yüz-iki yüz yıl önce yenilgiye uğramış, öznel idealizmin en pespaye tezleri, bilgisayara atfedilen nitelikleri kanıtlamak, ya da bu görüşleri doğrulamak için bilgisayarın yarattığı olanaklar kullanılarak, yeniden formüle edilip meta piyasasına sürüldüler.
Hemen bütün burjuva propaganda odaklarının ve dönek Marksistlerin yaklaşımlarının başlıca motif ve tezlerinin kanıtı olarak kullanılan bilgisayarın ve bilgisayardan kalkarak öne sürülen iddiaların tümüne bir dergi yazısı içinde yanıt vermenin olanaksızlığı ortada. Bu yüzden de bilgisayardan kalkarak öne sürülen tezleri bu yazının konusu olan “kalifiye işgücü” ile bilgisayar arasındaki ilişki ile sınırlayacağız.
İddia, bu yazı içinde de yeri geldikçe değinildiği gibi, özet olarak şöyle: Eskiden sanayi de makineleri işçiler yönlendiriyordu. Dolayısıyla da fabrikalarda çok sayıda işçi çalışıyordu. Ve sanayinin büyümesi daha çok sayıda işçiyi fabrikalara çekiyordu. Yani teknolojik gelişim ile işçi sayısının artması arasında doğru bir orantı vardı. Son yarım yüzyılda ise; ileri teknoloji ürünü makineler kalifiye işçiye ihtiyaç duyan ve giderek daha az canlı işgücüne ihtiyaç duyan makinelerdir. Bu yüzden de kronik bir işsizliğin ortaya çıkması kaçınılmazdı, işsizliğin böylesi büyük boyutlara varmasının nedeni işsizlerin vasıflı (kalifiye) bir işgücüne sahip olmamaları ve bilgisayarların yönettiği bir makine olmaktan öte bir özelliği olmayan, robotların canlı işgücünün yerini almasıdır?
Bu yazı içinde söylenenlerden de açıkça anlaşılacağı gibi, burada ilk karşı çıkılacak tez, eski denilen ve sanayi devrimiyle başlayıp 1960’lara kadar gelen süreçte teknolojik gelişmenin işçileri işinden etmeyen bir işleyişe sahip olduğudur. Oysa gerçekte tam tersi olmuştur. Teknolojideki her ilerleme, çalışan işçilerin önemli bir kısmını fabrikalardan kopararak sokağa atmıştır. Bu yüzdendir ki Marx, makine ile işçinin çelişkisinin altını kalın çizgilerle çizer:
“Emek aracı makine şeklini alır almaz, bizzat işçinin rakibi olur. Makine aracılığı ile sermayenin kendi kendini genişletmesi, o zamandan beri, geçim araçları bu makine tarafından tahrip edilen işçilerin sayısı ile doğru orantılıdır… Demek oluyor ki, kapitalist üretim tarzının, işçiye karşı, bütünüyle emek araçlarına ve ürüne kazandırdığı bağımsız ve yabancılaşmış nitelik, makine aracılığı ile tam bir uzlaşmaz çelişki halini almaktadır. İşte bunun için, makinenin ortaya çıkışıyla birlikte, ilk kez işçi, emek aracına karşı şiddetle başkaldırmaktadır.” (K. Marx, Kapital C.l, s.4421
Marx’ın öne sürdüğü bu çelişmeyi, bir işadamı ve buharlı çekicin mucidi olan Nasmyth, 1 851 ‘de, şu sözlerle doğruluyor: “Bizim modern mekaniği geliştirmemizin başlıca özelliği, kendi kendine hareket eden makine-aletlerin sisteme katılmasıdır. Şimdi artık her makine işçisinin hatta çocuğun yapabileceği şey, bizzat çalışmak değil, güzel güzel işleyen makineye göz-kulak olmaktır. Salt hünerlerine dayanan işçiler sınıfına artık gerek kalmamıştır. Eskiden her makinistin yanında dört çocuk çalıştırırdım, yeni mekanik düzenlemeler nedeniyle yetişkin işçi sayısını 1.500’den 750’ye indirdim. Böylece kârım oldukça artmış oldu.”
Nasıl ki, ücretli işçi ile makinenin çatışması ilk makinelerin üretime sokulmasıyla başlamışsa; işçinin makineye karşı düşmanca tutumunun tarihi de ilk makinelerin üretime sokulmasına kadar gider. Makinelerin üretime sokulmasıyla, işçilerin kitleler halinde sokağa atılması, ücretli işçinin gözünde makineyi düşman haline getirmiştir.
Daha 17. yüzyılda, Almanya’da işçiler, kurdele dokuma tezgahına karşı ayaklanmışlar, bu makinelerin kullanılmasının yasaklanmasına kadar mücadeleyi sürdürmüşler. Yel değirmeniyle çalıştırılan bıçkı makineleri İngiliz işçileri tarafından tepkiyle karşılanmış, 1758’de su gücüyle çalışan yün kırpma makinesinin üretime sokulmasıyla sokağa atılan 100 bin işçi, makineleri ateşe vermişlerdi. 19. yüzyılın başlarında İngiltere’de buharlı makinelere karşı girişilen makine tahribi olayları bütün Avrupa’ya yayılan Luditte hareketini yaratmıştı. Ancak, sınıf hareketi henüz çocukluk çağındadır ve,
“İşçilerin, makine ile sermayeyi birbirinden ayırt etmeleri ve saldırılarını maddi üretim araçlarına değil, bunların kullanılış tarzına yöneltmeyi öğrenmeleri için hem zaman hem de deneyime gereksinimleri vardı.” (Marx)
Kısacası, makinelerin işçileri işinden etmesi 20. yüzyılın ikinci yarısındaki teknoloji harikası makinelerin özel bir marifeti değildi. Tersine makine, tarih sahnesine çıktığı günden bu yana fabrikadan işçiyi sürmeye devam etmektedir. Gelişme ne kadar hızlı ve yaygınsa, işçilerin sokağa atılması da o ölçüde hızlı ve yaygın bir biçimde yaşanmıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren işçiler, kendilerini sokağa atanın makineler değil, makinenin kapitalist kullanımı olduğunu fark etmeye başlamışlar ve kapitalist sömürü sistemini yıkmak için mücadeleye atılmışlardır. İşçilerin kendileri için bir sınıf olarak davranmaya başlamaları, kapitalist sömürüye karşı birleşmeleri makineler karşısında da işçileri güçlendirmiştir. Bu mücadele Ekim Devrimi’yle taçlanmıştır.
Bir yandan 20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük savaşın insan ve üretim araçlarını önemli ölçüde tahrip etmesi kapitalist ülkelerde yetişkin işgücü ihtiyacını artırmış; öte yandan sosyalizmin başarıları ve kapitalist ülkelerde sendikaların sınıf mücadeleci bir çizgi izleyerek kapitalistlerin işçi sınıfına saldırılarını püskürtmesi ve sonuç olarak kitlesel işten çıkarmaları nispeten engellemesi gibi nedenler, gelişen teknoloji ve yeni makinelerin artık işçileri sokağa atmadığı kanısını uyandırmıştır.
Burjuvazi, son yıllarda “sosyalizmi yenilgiye uğratmanın” verdiği cesaretle, eski anılarını yeniden canlandırmıştır. İşçilerin kazanılmış haklarına saldırırken, teknolojinin imkânlarını kullanarak da işçilerin iş güvencesini ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Ama makinenin kapitalist kullanımının üstünü örterek işçilerin sokağa atılmasının nedeni olarak kendi başına hiç bir karar verme yetisi olmayan bilgisayarları ve robotları göstermeye çalışmaktadır, işçilerin gelecekte iş bulma umudunu yok etmemek, genç kuşakları sisteme karşı muhalefetten alıkoymak için de, sadece vasıfsız işçilerin iş bulamadığı yalanını bir devlet politikası haline getirmektedir.
Örneğin; geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de, bırakalım her köşede biten “bilgisayar kurslarını” bizzat devletin kendisi bile gençlere yönelik “meslek edindirme kursları” açmıştır. Ama verilen sertifikaların kimseye bir yararı olmamış, sonuçta devlet sessizce bu kampanyaya son vermek zorunda kalmıştır. Dahası bugün sokaklar “diplomalı işsizlerde dolup taşmaktadır ve iş arayanların önemli bir kısmı belirli bir dalda oldukça “iyi” bir eğitim görmüş olanlardır. Bir işte çalışanların çok önemli bir bölümü de, eğitim gördüğü dalda değil de, iş bulabildiği dalda, yeni bir “meslek” edinmiş olanlardır.
Öte yandan, ileri teknoloji ürünü makinelerin üretime sokulduğu işyerleri ve iş kollarında kapitalistin kalifiye işçiler aradığını gösteren hiç bir kanıt yoktur. Tersine en ince işlerin yapıldığı işyerleri ve işkollarında bile bugün, o alanda özel eğitim görmemiş, günümüzün ucuz işgücünü oluşturan genç kız ve erkekler çalışmaktadır. Ve bu, henüz evlerinden koparılan gençler, bir kaç aylık eğitimle üretim bantlarının “usta” işçileri olmaktadırlar. Çünkü en gelişmiş makine demek, iş saatini en verimli ve olanaklarını sonuna kadar kullanabilme yeteneğindeki makine demektir. Dolayısıyla insan müdahalesine en az ihtiyaç duyan makinedir.
Demek ki bilgisayarın ve öteki ileri teknoloji ürünü makinelerin sanayide yaygın bir biçimde kullanılması ne kapitalizmin niteliğinin değiştiğini gösterir ne de bu makinelerin kullanılmasıyla bugün uluslararası bir nitelik kazanmış olan, kitlesel işçi kıyımının doğrudan ilgisi vardır. Tersine kapitalizm, savunma kalkanını yok ettiği (sosyalizmin itibar yitirmesi, sendikaların işlevsizleştirilmesi, sınıfın örgütsüzleştirilmiş olması) işçi sınıfına bu cepheden de saldırmaktadır.
Nasıl ki; işçi sınıfının bir sınıf olarak burjuvazinin karşısında, sosyalizm için savaştığı, sosyalizmin başarı ve prestij kazandığı dönemde makineler işçileri sokağa atamadıysa; bugün de atamaz. Yeter ki, işçi sınıfı sınıf olarak burjuvazinin karşısında direnme ve mücadele etme yeteneğini göstersin. Yok vasıflı işgücüymüş, yok hünermiş, yok ileri teknoloji ürünü makineler sınıfın niteliğini değiştiriyormuş, bunların tümü, burjuva üretim sistemin onmaz hastalıklarının üstünü örtmeye yarayan safsatalardır.
TEMMUZ 1993