Türk-İş’te “Değişen” Ve Değişmeyen

7-13 Aralık tarihinde yapılan Türk-İş’in 16. Genel Kurulu’nda yönetim değişti. Bu değişim kimilerince, “40 yıllık saltanatın yıkılması”, “sola kayma”, “radikal bir değişim”, “yapısal bir değişim” vb. olarak nitelendirildi. Buradan kalkarak işçi sınıfı içinde pembe hayaller yayılmaya başlandı.
İşçi sınıfı ve emekçi halkın sorunlarının tartışılıp çeşitli çözüm önerilerinin üretildiği, bunların gerçekleşmesi için somut kararların alındığı bir Genel Kurul olmaktan uzak olan Türk-İş Genci Kurulu, 40 yıllık gelenek çerçevesinde bir seçim Genel Kurulu olmanın ötesine geçemedi. Tanışmalar kişiler düzeyinde yoğunlaşırken, kimse ilkeler temelinde bir sendikal anlayış ve muhalefet ortaya koyamadı. En azından böyle bir platform oluşturulamadı. Sorun neredeyse “Şevket Yılmaz gitsin, Bayram Meral gelsin”e dönüştü. Son güne kadar kesin listelerin belli olmadığı Genel Kurul’da, seçim sonucu Bayram Meral’in başkanlığındaki liste kazandı. Meral’in listesindeki diğer yöneticiler, Genel Sekreter Şemsi Denizer, Genel Mali Sekreter Enver Toçoğlu, Genel Eğitim Sekreteri Salih Kılıç ve örgütlenme Sekreteri Sabri Özdeş olarak belirlendi. Genel Kurul öncesi Değişim Grubu içinde yer alan Belediye-İş, Türk-İş aidatının TES-İş tarafından ödenmesi üzerine “vefa borcu” olarak, Faruk Barut’un desteklediği listede Denizer’in karşısında aday oldu.
Türk-İş eski yönetiminde yer alıp da yeniden seçilen tek kiji SSK’da görevini ihmalden dolayı
Bakan Moğoltay tarafından görevden alman ve savcılıkça hakkında ceza davası açılan Demiryol-İş Genel Başkanı Enver Toçoğlu’ydu.
Genel Kurul öncesi külislerde Bayram Mceral’in başkanlığında Denizelin sekreterliği ve Toçoğlu’nun güçlendirilmesi biçiminde formüle edilen yönetimin oluşturulmasında AAFLI parmağının kesin olduğu söyleniyordu. Hele İlk günlerde Moğoltay ve Halil Tunç’un SSK’dan dolayı Toçoğlu üzerine yüklenmeleri bazı delegeler tarafından Toçoğlu’nun işi bitti şeklinde yorumlanırken, AAFLl çevreleri seçim sonuçlarından emindi. Görüştüğümüz bazı “uzmanlar” Değişim Listesinin delinmeden çıkacağını, hatta Şevket Yılmaz’ın liste oluşturmakta zorlanacağını belirttiler. Ki, 29 delegeye sahip Belediye-İş, Yılmaz’ın listesinde yer almasaydı büyük olasılıkla Şevket Yılmaz aday dahi olmayabilirdi.
Her iki liste karşılaştırıldığında, genel başkanlar arasında da bir nitelik farkı olmadığı gibi, diğer adaylar arasında da uzun boylu fark yoktur. Hatta Şevket Yılmaz’ın listesinde Hikmet Alcan’ı saymazsak üç “solcu” aday bulunurken, Meral’in listesinde “domokrat” olarak nitelendirilen yalnız Sabri özdeş vardı.
Meral’in listesinde yer alan Türk Metal’den gelme Salih Kılıç’ın, Hüseyin Karakoç karşısında 4 oy farkla seçilmesi sürpriz olurken, Yılmaz’ın listesine oy veren sağ eğilimli delegelerin Fuat Alan ve Hüseyin Karakoç’a oy vermediği gözlendi.
Şevki Yılmaz’ın listesi kazansaydı, bugünkü yönetimi alkışlayanlar, büyük olasılıkla, yine yönetimdeki değişimden söz edecekti. Çünkü her iki listede de Yılmaz ve Toçoğlu dışındaki adaylar “yeniydi.” Diğer bir ifadeyle yönetimde dört değişiklik hangi liste kazanırsa kazansın gerçekleşmiş olacaktı.
Ancak üzerinde durulması ve yanıtlanması gereken soru, böyle bir değişikliğin gerçekte bir “yapısal değişiklik” olup olmadığı, köklü değişikliğin ne anlama geldiği ve tabandaki değişim isteğinin tepedeki değişikliğe tekabül edip etmediği, yeni yönetimle eski yönetim arasındaki sendikal-siyasal anlayıştaki farklılığın ne olduğudur.
Meydana gelen bu değişiklikle, Türk-İş’te 40 yıllık saltanatın yıkılıp yıkılmadığını ve radikal bir değişimin gerçekleşip gerçekleşmediğini belirlemek, böyle bir tespit yapabilmek için öncelikle kuruluşundan itibaren Türk-İş’in ve O’nu ayakta tutan belli başlı bir kaç büyük sendikanın, kısaca da olsa, siyasal-sendikal anlayış ve pratiklerine bakılması zorunludur.
Başını Yıldırım Koç’un çektiği bazı çevrelerin ısrarla, “Türk-İş’in kuruluşunda Amerika’nın rolünün bulunmadığı veya abartılmaması gerektiği” söylemlerine karşın, Türk-İş’in kuruluşunda Amerikan İş Federasyonu temsilcisi I. Brown’un faaliyetleri yeterince açık. Açık ve belgelenen diğer bir şey ise I. Brown’un CIA ajanı olduğudur.
Daha Türk-İş kurulmadan, zamanın hükümeti, Türkiye’deki sendikal harekete anti-komünist bir öz kazandırabilmek için, Amerika ve Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu’ndan yardım ister, bunun üzerine Ankara’daki “Marshall Planı” temsilcileri ve Amerikan Elçilik görevlileri hükümet yetkilileriyle görüşerek, 19 Ocak 1951’de İstanbul Sendikalar Birliği’ni ziyaret eder ve bir konfederasyon kurulması halinde “Marshall Planı” çerçevesinde mali yardım yapılacağını söyler. Aynı yılın mayıs ye aralık aylarında AFL Temsilcisi İstanbul’daki sendika yöneticileriyle iki kez görüşerek kurulacak konfederasyonun Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu’na girmesi koşuluyla mali yardım yapılacağı önerisini tekrarlar ve iki sendikacıyı. Amerika’ya davet eder. Amerika’nın yanı sıra Belçika ve Fransa’nın faşist sendikacıları da, Konfederasyon kurulurken kendi tüzük ve programlarının örnek alınması için yoğun çaba gösterirler.
AFL-CIO Temsilcisinin ilgisi sadece kuruluş çalışmalarıyla sınırlı kalmaz. 6 Eylül 1952’de İzmir’de yapılan ilk Genel Kurul’a da IGFTU temsilcisiyle beraber katılır. “Parayı veren düdüğü çalar” hesabı, parayı veren Amerikan Gizli Servis örgütlerinin Türk-İş ve Türkiye’deki sendikal hareketle ilişkileri daha da artarak günümüze kadar gelir. Son Genel kurul çalışmaları ve “Değişim Grubu”nun oluşumunda çeşitli odakların açık müdahalesi bunun en iyi kanıtıdır.
Önceleri Çalışma Bakanlığı aracılığıyla yapılan AAFLI (Asya Afrika Hür Çalışma Enstitüsü) ve AID (Uluslararası Kalkınma Ajansı) yardımları, daha sonraları doğrudan Türk-İş’e yapılmaya başlandı. Yapılan bu maddi yardımların yanı sıra binlere varan sendikacı “eğitim” amacıyla Amerika’ya götürüldü.
Günümüzde, Türk-İş Araştırma Müdürlüğü, Uluslararası İlişkiler Müdürlüğü, Basın Merkezi ve Kadın İşçiler Bürosu’nun giderlerinin büyük bölümü AAFLI tarafından karşılanmakta ve AAFLI’nın emperyalist ideoloji doğrultusunda yürüttüğü sendikal eğilimden geçirdiği insan sayısı bir çığ gibi büyümekledir. 1972-1980 arası 4263 kişi CIA tezgahından geçerken, 1981-1991 arasında bu sayı 18660’a ve toplam rakam 22.923’e ulaşmıştır.
2821 sayılı Sendikalar yasası, herhangi bir sendikanın bir siyasi partiyle ilişki kurmasını, ondan maddi yardım almasını yasaklarken, CIA bağlantılı AAFLI’dan maddi yardım alınmasına hâkim sınıflar her nedense ses çıkarmıyorlar.
1982’dc Türkiye’ye gelen AAFLI Direktörü M. Paladino (ki aynı zamanda CIA görevlisidir), Türkiye’deki sendikal haklara ilişkin olarak şunları söylüyor: “Sendikal haklara sınırlama getiren ülke yalnızca Türkiye değil. Asya ülkelerinde de sendikal haklar üzerinde sınırlamalar vardır, herkes bunlara katlanmalıdır.” (Mülkiyeliler Birliği Dergisi)
Bu gelişmeler ve yıllardan beri CIA’nın, AAFLI aracılığıyla Türk-İş’in eğilim faaliyetlerini organize ettiği ve sendikal politikasını belirlediği göz önüne alındığında, Türk-İş’in kuruluşu ve bugünkü sendikal-siyasal çizgisinin oluşumunda Amerika’nın rolü yoktur demek için herhalde insanın gözlerini kapaması ya da, Yıldırım Koç olması gerekir.
Türk-İş yönelimine kan veren. O’nu ayakta tutan Teksif, Türk-Metal, Tes-İş, Şeker-İş, Tek Gıda İş, Yol-İs, GMİS gibi sendikaların politikaları da, geleneksel Türk-İş politikasından farklı değil, bunların yönetiminde bulunanların hepsi Türk-İş ekolünden gelme sendikacılardır.
Bütün bunlar göz önünde alındığında tepedeki dört kişinin değişmesiyle, 40 yıldan beri yerlerşik Amerikancı sendikal anlayışın “radikal” biçimde değiştiğini söylemek için en azından insanın bakar kör olması lazım.
İşin ilginç yanı, Türk-İş’in “yapısal bir değişim” geçirdiğini söyleyenlerin, Türk-İş’te hangi temel politikaların değişliği üzerinde durmamaları ve ya görmezden gelmeleridir. Kişi, Amerikan işbirlikçisi olmadığı sürece, geçmiş Şevket Yılmaz yönetimiyle, Bayram Meral yönetiminin, ideolojik, siyasi, felsefi, sendikal anlayış olarak birbirinden temelden farklı olduğunu söyleyemez. Bunların hepsi de Türk-İş ekolünden gelme ve AAFLI tezgâhından geçmedir. Bunların hiçbiri gerçek anlamda sınıf sendikacılığını savunmuyor, savunamazlar. Sendikalar “sendikacılık zor meslektir” diyen eski ve yeni yöneticiler için bir geçim kaynağı, kitleleri düzene bağlamanın aracıdır. Onların hiç biri sendikaların, sermaye ve faşizme karşı örgütlenme ve direniş merkezleri olduğunu kabul etmezler. İşçi hakları, demokrasi, Kürt sorunu, hükümetle ilişki vb, konularda aralarında öze ilişkin bir ayrılık yoktur. Eskiler de, yeniler de ne Çekiç Güç’ün gitmesi, ne Kontrgerilladan hesap sorulması, işkence ve sokak infazlarının durdurulması için sesini yükseltmez, eylemler koymazlar.
Genel kurul’da “sınıf mücadelesi”, “işçi sınıfı’ gibi kavramları tabandaki gelişimi göz önüne alarak sarf etmek zorunda kalmalarından kalkarak “köklü değişim” tespiti yapmak, isçi sınıfının kafasını bulandırmaya yönelik saptırmadır. Kaldı ki bu kavramları kullanan, baskı, zulüm, işkence, kontrgerilladan, Kürt sorunundan bahsedenler daha çok demokrat ve sol eğilimli sendikacılardı. Hatta görüldüğü gibi faşist sendikacılar, Kürt sorunundan bahsedilirken tepki gösterdiler.
16. Genel Kurul’da, siyasal, sendikal ve felsefi anlamda değil sadece kişiler bazındaki değişikliği bir “saltanatın yıkılması” olarak görmek, göstermek Türk-İş’te her şeyi beş kişiye indirgeyerek, bunun dışında kalan sendika ağa ve bürokratlarını ve Türk-İş’in uyguladığı politik çizgiyi belirleyen bir takım odakları aklamaya yönelik ucuz ve sinsi bir propagandadır. Aslında bu tür propagandaların amacı, bir yanıyla tüm suçu eski yöneticilere yıkarak, konfederasyona bağlı sendikaların yöneticilerini aklamak, diğer yanıyla işçi sınıfı içine yeni yönetim için ham hayaller yaymaktır. “Hükümete rağmen seçildiler”, “Sermaye Yılmaz’ı istiyordu” gibi sözler bir anlamda bunun kin yaygınlaştırılıyor.

TÜRK İŞ’İN PASİFLİĞİNİN SORUMLUSU BEŞ KİŞİ DEĞİL
Resmi rakamlara göre 1.776.535 üye ve 32 sendikadan oluşan Türk-İş’te yapıla-gelen tüm olumsuzlukları yönelimdeki beş kişiye yükleyip, bağlı sendikaları, sendika yönetimlerini temize çıkarmak bizi yanlışa götürecektir.
Yıllardan beri oynanan bir oyun var. İşçilerin her talebini şubeler genel merkezlere, genel merkezler konfederasyonlara havale ediyorlar. Herkes topu bir yukarıya atarak, bir anlamda kendi pasifliklerine kılıf buluyor. Konuya daha yakından bakıldığında suçlunun sadece Türk-İş yönetimi olmadığı, onlar kadar diğer sendika yöneticilerinin de uzlaşıcı ve eyleme karşı olduğu görülüyor. İster demokrat, ister faşist densin, hangi sendika eylem yaptı da Türk-İş yönetimi engel oldu Destek vermeyebilir, doğrudur, zaten bir çok eyleme “gerekli desteği” vermediklerini Türk-İş yöneticileri de itiraf ediyorlar. Ama bu durum diğer sendikacıları hiçbir zaman aklamıyor.
Türk-İş yönetimi ve faşist sendikacılar yıllardan beri sadece eylem bazında değil hayatın her alanında işçi sınıfı mücadelesinin önünde engel olmuşlardır Bu tutum onların asli görevleri arasındadır Ancak kendisine demokrat, hatta devrimci, “sınıf ve kitle” sendikacısıyım diyenler de diğerlerinden ve Türk-İş yöneticilerinden farklı olarak hangi çizgiyi hayata geçirdiler. Kendisine sol diyen 15’in üzerinde sendika ve bunların yaklaşık 500 binin üzerinde üyeleri var. Bunları sermaye ve faşizmin saldırılarına karşı harekete geçirdiler de. Türk-İş’in beş yöneticisi önlerine barikat mı kurdu. 180 bin üyesi olmakla övünen Beledive-İş sendikası, işverenlerden yüz milyarlarca alacağı için 180 bin üyesini eyleme geçirdi de Türk-İş yönetimi engel mi oldu? Bu liste daha uzatılabilir, ancak özel olarak söylenecek olursa, tüm yükü tepedeki beş kişiye yükleyip, diğer sendika bürokratlarını aklamak yanlıştır. Kuşkusuz, Türk-İş yönetimi, engel olmaya çalışacaktır, ama bu eylemler, onların izni olmadan ve onlara rağmen de başarılabilir.

UZLAŞMACILIK VE SORUMLULUK
“Değişim Grubu” olarak bir araya gelmiş olan sendikalar adına yapılan konuşmalarda Türk-İş yönetimi “Devlet Sendikacılığı” “uzlaşmacılık”,”ricacı sendikacılık”,”alınan kararları hayata geçirmemek” vb. ile suçlandılar. Bunlar doğrudur, ilginç ve yadırganacak bir durum da yoktur, Zaten Türk-İş bunların tersini yapsaydı kendisiyle çelişkiye düşerdi. Kimse geçmiş yönetimden işçileri düzene karşı mücadeleye sevk etmesini beklemiyordu. Çünkü Şevket Yılmaz ve esas olarak da Türk-İş’in geleneksel politikası böyle bir tutuma aykırıdır.
Fakat işin ilginç yanı bu tür suçlamaların yıllardan beri uzlaşmacı bir çizgi izleyen, Türk-İş’in uzlaşmacı, ricacı çizgisini destekleyen ve kapısından sendikal demokrasinin girmediği faşist sendikacılardan gelmesiydi.
Bu gerici sendikacıların Madenci yürüyüşü, Paşabahçe, Maga Deri, Kargo direnişleri, Belediye-İş grevi ve Tarım-İş grevinin ertelenmesinde, 1 Mayıs’ın kutlamaları vd. durumlardaki tutumları ortadayken, kalkıp sadece Türk-İş yönetimini suçlamaları cihetteki kendilerini aklamaya ve esas niyetlerini gizlemeye yetmeyecektir.
Yönetimde bir değişiklik olmuştur, ama bu değişim öyle “saltanatın yıkılması” olarak adlandırılmaz. Yine bu değişim tabanın isteğine bire bir denk düşen bir değişim değildir. Ancak, Türk-İş yönetimi de değiştirilebilir mesajını vermesi açısından küçümsenmemesi gereken bir olgu olarak değerlendirilmeli. Ama yönetim değişti artık gündemdeki işçi sorunları bunlar tarafından çözülecek demek çok büyük bir yanılgı, yanılgı olmaktan da öte işçi sınıfının düşmanlarına havale edilmesi anlamına gelir. Ayrıca yönetim değişikliği ile “köklü bir değişim oldu” demek en azından bürokrasinin ne olduğunu ve gücünü bilmemektir. Bamyacı’nın da itiraf ettiği gibi, Türk-İş’te kimin kiminle ne zaman karar alıp yazdırdığı belirsiz bir bürokratik kast vardır.
İşçi sınıfının karşı karşıya bulunduğu sorunların aşılamamasında sorumluluğun büyüğü Türk İş yönelimin omuzlarında olmakla beraber, Başkanlar Kurulu da bu sorumluluktan azade değildir

DEĞİŞİMİN NİTELİĞİ
“Değişim Grubu”nun ortaya çıkardığı yönetimin kendi içinde tutarlı, uyumlu olduğunu söylemek olası değil. Birbirine zıt denecek kadar farklı siyasi anlayıştaki sendikacılardan oluşmakta.
Hele bir kısım köşe yazarının iddia ettiği gibi “sermaye ve hükümete karşı” bir yapıda değil yeni yönetim. Siyasi, sendikal anlayışlarının yanı sıra Şemsi Denizer ve Enver Toçoğlu’nun yolsuzluk ve görevini kötüye kullanma iddiasıyla mahkemelere verilmesi Değişim Grubunun niteliği hakkında önemli bir fikir veriyor.
Değişimin niteliğini ortaya koyan bir başka girişim ise, Genel Kuruldaki küçük sendikaları saf dışı bırakmak için yapılan tüzük değişikliği önerisi içinde başta Yol-İş olmak üzere Değişim Grubu’nda yer alan birçok sendikanın olmasıdır.
Oluşturulan “Değişim Grubu” ile bir yanıyla tabandaki köklü değişim işleklerinin önünü kesmek hedeflenirken diğer yanıyla da gerçekte bir takım nedenlerle zorunlu olarak bir araya gelen GMİS, Türk Metal gibi sendikaların birliğini “sağ-sol birleşti” imajının yerleştirilmesi hedefleniyor.
Kendisine demokrat diyen Şemsi Denizer ile yılların sicilli faşisti Mustafa Özbek’i bir araya getiren neden “sağ-sol birleşmesi” değil, birinin Kamu-Sen ile diğerinin MESS ile olan sıkıntılarıdır. Bu sıkıntıların varlığı sadece “Değişim Grubunu” organize edenlerin işini kolaylaştırdı.
Her ikisinin de büyük ölçüde desteğe ihtiyaçları var. Geçen toplu sözleşmedeki gibi satabilme şansları yok denecek kadar az, geçmiş Türk-İş yönetimiyle işçileri tatmin edebilecek bir toplu sözleşme imzalama şansları sınırlı. Genelde bütün sendikaların içinde bulunduğu sıkıntının, Değişim Grubunu oluşturan odağın veya odakların işini epeyce kolaylaştırdığı bir gerçek.
Geçmişin, yeterince yıpranmış ve ipliği pazara çıkmış yönetiminin yerine bugün farklı anlayışlara sahip görünen sendika ağalarından oluşan bir yönetim geldi. Dünyaya ve işçi sınıfına geçmiş yönetimden pek de farklı bakmayan, biri dışında demokrat diyebileceğimiz özellikler de taşımayan, ancak, mutlaka bir şeyler yapması kaçınılmaz olan bugünkü yönetim ne yapar, ne yapabilir?
Her şeyden önce bu yönetim, geçmiş yönetimler gibi tabanın istek ve eğilimlerini görmezden gelerek kendi başına hareket edemez. Artık bu şansa sahip değil.

YENİ YÖNETİMİN AÇMAZI VE ÖNÜNDEKİ GÖREVLER
1993 yılı birçok bakımdan toplumun tıer kesimi için olduğu gibi işçi sınıfı açısından önemli mücadelelere gebe bir yıldır.
Grev aşamasında olan 120 bin işçinin bir bölümü yeni yıla grevle girerken geri kalanı ise Ocak ayı içerisinde büyük olasılıkla greve sıkacaktır.
1993 Yılında Kamu ve Özel sektörde toplam 750 bin işçiyi kapsayan sözleşmeler gündeme gelecektir. Bu sözleşmeler daha başlamadan anlaşmazlığa düşüleceğine kesin gözüyle bakılıyor, Zira IMF ücret zamları  konusunda  hükümete, mevcut enflasyona göre değil, hedeflediğiniz enflasyona göre zam verin diye baskı yapıyor. Hükümet ise 1992 yılında gerçekleşen yüzde 80 civarında gerçekleşen enflasyon oranına göre değil, yüzde 30-23 gibi çok komik oranlarda zam önermekte. Yanı sıra, “hazine bomboş” gibi gerekçeler ileri sürerek işçi ve memurlara yapılacak zammı IMF rakamlarına yaklaştırmaya çalışıyor. MESS, sıfır zamla sözleşme imzalamak istiyor.
Hak-İş, 1993 yılını eylem yılı ilan ederken, her üç konfederasyon birbirlerine ortak eylem komitesi öneriyor. Bunun yanında Türk-İş’in son derece rahatsız olduğu DİSK’in gelişme ihtimali Türk-İş ile birlikte hareket etmeyi zorlaştırıyor.
Memurlar, Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika hakkı, köylüler taban fiyatından, kredi sorununa kadar sorunları için eylem hazırlığındalar.
Kuruluşundan beri vaat ettiklerinin tam tersini yapan hükümetin, işçi sınıfı ve emekçi halka saldırısı artarak sürüyor. Hükümet çalışma hayatıyla doğrudan ilgili yasalarda değişiklik yapmayı sürekli erteliyor. Çok sözü edilen İş Güvencesi ve İşsizlik Sigortası yasaları çıkartılamazken, işverenler kıdem tazminatının kaldırılması için bastırıyor.
Sermaye ve devletin bu saldırıları, ancak kararlı bir mücadele çizgisiyle geriletilebilir.
İşçi sınıfı hareketi ve Türk-İş böyle bir çizgi izlemediği sürece var olan sorunları çözmede pratik bir adım atamayacağı gibi, sorunların daha da ağırlaşmasına neden olacaktır.
Her ne kadar geçmiş yönetimden daha geri bir çizgi izleme şansına sahip değilse de, yeni yönetim, sermaye ve onun devletine karşı cepheden bir mücadeleye girebilecek, sendikaların sınıf mücadelesi içindeki yeri ve rolüne uygun davranabilecek bir yapı ve anlayışta da değil. Nitekim daha seçimin sıcağı geçmeden Genel Başkan Bayram Meral “hükümetle ilişkilerimiz bugün nasılsa yarın da öyle devam edecek” demekle tutumunu ortaya koydu. Bu açıklama yıllardır Şevket Yılmaz’da sembolleşen ama esasta Türk-İş’in politikası olan “uzlaşmacı, ricacı”,”işbirlikçi”, “Amerikancı” çizginin devam ettirileceği anlamına geliyor.
Bayram Meral bir yandan bunları söylerken öte yandan NASIL BİR TÜRK-İŞ sorusuna verdiği on yanıtta, altına imza atılabilecek şeyleri sıralayıp genel grev yapılacağını söylüyor.
Bayram Meral’in yanı sıra Genel Sekreter Şemsi Denizer de, bir yandan genel grev öte yandan “özelleştirmenin hepsine karşı çıkılmamalı” diyerek aynı eklektik düşünceyi sergiliyor.
Yeni yönetimi bekleyen ve çözümlenmesi, tutarlı bir çizgi izlenmesini gerektiren, savsaklamaya tahammülü olmayan sorunlar var. Bunları, işverenlerin her alandaki saldırıları, hükümet ve IMF’nin tutumu, genel kurul kararlarının hayata geçirilmesi, 120 bin işçinin grev aşamasına gelip tıkanmış sözleşmesi ve genel grevin uygulanması gibi belli başlı konulardır, Bu sorun, görev ve zaaflara, tek tek göz atacak olursak yeni yönetimin açmaz ve görevleri, işçi sınıfı ve sermaye karşısındaki tutumu daha iyi anlaşılacak ki, bu aynı zamanda ne kadar değişime tekabül ettiğini gösterecektir.
Bunların yanı sıra demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması, çalışma hayatının çeşitli sorunlarının çözümlenmesi, Kürt sorunu gibi sorunlar karşısında alacağı tutum yeni yönetimin gerçekle radikal bir değişim olup olmadığının da göstergesi olacaktır.
Çünkü kendi içinde ve dışarıdan kaynaklanan bir sürü zaaf ve zorluklarla karşı karşıyadır.
Genel Kurulda da dile getirildiği gibi Türk-İş işçiler nezdinde güven kaybetmiş durumdadır. Güvenin sağlanabilmesi mücadeleci bir çizginin izlenmesine, sorunların üstüne üstüne gidilmesine gerçeklen radikal, tutarlı, kararlı ve istikrarlı bir sendikal-siyasal çizginin izlenmesine bağlıdır.
MESS Grevleri, 750 bin işçinin toplu iş sözleşmesi ve genel kurul kararlarının hayata geçirilmesi ki bunların arasında yönetimi en zor durumda bırakacak olan genel grev vardır.
* Genel Grev’ konusu sözünün çokça edilmesine karşılık yönetimin kafasında yeterince net değil. “Üretimden gelen gücümüzü kullanacağız” gibi çok yuvarlak sözlerle işi götürmeye çalışıyorlar. Petrol-İş Genel Başkanı Münir Ceylan’ın Haziran’da demesine karşılık Türk-İş yönetiminde herhangi bir tarih sözü çıkmış değil. Tarihin belirlenmesinin ötesinde genel grevin örgütlenmesi, grev komitelerinin kurulup inisiyatifin bunlara devredilmesi, grevin talepleri ve süresi, hangi koşullarda uygulanabileceği gibi konuların konuşulması hep Ocak 1993’te Diyarbakır’da yapılacak olan Başkanlar Kurulu toplantısına bırakılıyor.
Münir Ceylan’ın genel grev için Haziran ayı önerisi bir kaç açıdan isabetli ve önemlidir. Birincisi, 1993 başında başlayan toplu sözleşme görüşmelerinin grev aşamasına o zaman denk gelmesi (prosedür olarak), ikincisi, Temmuz öncesi memur eylemlerinin yüksek olduğu bir ay olması, üçüncüsü, işçi sınıfının en görkemli direnişlerinden biri olan 15-16 Haziran’ın yıldönümü olması gibi özellikler sayılabilir.
* Yeni yönetim Özellikle Genel Başkan Bayram Meral, AAFLl ile ilişkilerini kesebilecek mi? Yardımları reddedip, CIA’dan bağımsız bir eğitim politikası izleyebilecek mi?
* Kaldırılmasını islediği ve katılmakla meşrulaştırdığı Yüksek Hakem Kurulu’ndan çekilecek mi?
* Anti-emperyalist, anti-faşist, anti-şovenist bir çizgi izleyerek, işçi sınıfının birliği için çaba sarf edecek, aktif tutum alabilecek mi? Özellikle sermaye ve hükümet ve hâkim sınıfların kışkırtmaya çalıştıkları şovenizme karşı çıkacaklar mı?
* “Hükümet için ümitlerimiz ümitsizliğe dönüştü” diyen Bayram Meral, şimdiye kadar hiçbir vaadini yerine getirmeyen, getirmesi de mümkün olmayan Koalisyon hükümetine vermeyi sürdürdüğü desteği çekip açık mücadeleye girişecek mi, yoksa öncekiler gibi hep süre vererek zaman mı geçirecek?
* 16. Genel Kurul’da alınmış olan kararları zaman geçirmeksizin hayata geçirebilecekler mi?
* NASIL BİR TÜRK-İŞ Broşüründe ifade edilen, 1-Güçlü bir Türk-İş, 2-Öncü Türk-İş, 3-Mücadeleci Bir Türk-İş, 4- Güvenilir bir Türk-İş, 5- Bağımsız bir Türk-iş, 6- Çoğulcu bir Türk-İş, 7-Sorumlu bir Türk-İş, 8- Demokrat bir Türk-İş, 9-TİS’Ieri aşacak bir Türk-İş, 10- Siyasal Gücümüzü artıracak bir Türk-iş, başlıkları altında yer alan taleplerin gerçekleşmesi için aktif eylemler gerçekleştirebilecekler mi?

1995 İÇİN…
Değişim Grubu ne kendiliğinden, ne de sabahtan akşama oluştu. Belirli çevreler bunu uzun zaman planlayıp sahnelediler. Açıktır ki oyunu başarıyla gerçekleştirdiler. Öyle ki, ‘89 genel kurulundaki gibi sol delegelere toparlanma fırsatı bile tanımadılar. Aslında delegeler tek tek ele alındığında ‘89 genel kuruluna göre sol delegeler sayı olarak daha fazlaydı. Yanı sıra eskisi kadar “asker delege” yoklu. Genel başkanlar delegeleri kontrol etmekte bayağı zorlandılar.
Sol delegeler zamanında harekete geçmedikleri için toparlanamadılar ve pazarlık şansını kaybettiler. Erken davranıp toplu hareket edebilselerdi “Değişim Grubu”nun oluşup oluşmaması bir yana, pazarlık gücüne sahip olacaklardı ve bugünkü yönetim içinde farklı biçimde temsil ediliyor olacaklardı.
Alışılmış bir sendikal anlayışı bir türlü kıramadılar. Yönetime muhalefet, kampanyalar biçiminde ele alınmakta. Genellikle çalışmalar bir-iki hafta kala başlayıp genel kurul sonunda bitmekte. Elbette ki bu çalışma tarzı, bakış açısı sol’u müzmin muhalefet olmaktan kurtaramaz.
Türk İş, değişir, değiştirilebilir anlayışından hareketle bugünden başlayarak, kesintisiz ve planlı bir çalışmayla 1995’te sol daha başarılı olacaktır. Yeter ki çalışmalarda sorumlu davranılsın, işler kendiliğindenliğe bırakılmasın. Gerisi gelecektir.

Ocak 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑