İddia, dünyanın değiştiğine ilişkindir. 1970’lerde ve hatta 1980’lerin başlarında bilimsel-teknolojik devrimin sonuçları olarak abartılı şekilde ileri sürülen değişim tezi görece cılız bir sesle ifade ediliyordu. Gorbaçov “dönüştürücülüğü”, sosyalizmi “terbiye etmek” adına onun bütün biçimsel kalıntılarına karşı saldırıya geçerek revizyonizmde bile ısrardan vazgeçtiğinde, bir misyon yüklenmişti. Tüm kapitalistler gibi Gorbaçov da, kapitalizmin nihai ve ebedi zaferinin olanaksız olduğunu kuşkusuz biliyordu. Belki bir “acaba” ile birlikte, asıl hedeflenen, kapitalizmin dönemsel zaferi, dayanma ve direnme gücünü artıracağı tasarlanan yeni bir atılımıydı.
KAPİTALİZMİN MADDİ OLANAKLARINDA GENİŞLEME
Kapitalizm maddesel alanda bir atılım içine girecekti. Revizyonizmin egemenliğindeki kalıntı sosyalist biçimlerle önü hala irili-ufaklı çeşitli engellerle çevrili olan uluslararası sermaye bütünüyle özgürleşecekti. Sovyetler Birliği de bir uluslararası sermaye mihrakı oluşturmakla birlikte, örneğin Sovyet ve Doğu Avrupa pazarı Batı sermayesine görece kapalıydı.
Bu ülkelerde Fiat ve Cola fabrikaları açılmıyor değildi. Batı sermayesine tam bir kapanma söz konusu değildi kuşkusuz. Ama ne banka sermayesinin engelsiz, tümüyle özgür bir dolaşımı gerçekleşebiliyordu, ne sanayi sermayesinin ve ne de metaların. Bürokrasinin yanı sıra, sosyalizm döneminden kalma korumacı yasa ve tedbirler, örneğin kâr transferini sınırlayıcı/önleyici önlemler, ticari ilişkilerde devletten devlete prensibi ve takasçılık, devasa Doğu pazarını Batı kapitalizmine neredeyse kapalı tutuyordu.
Şimdi özel mülkiyetin tamamen kutsandığı, madenler ve toprak dâhil her şeyin özel mülkiyet konusu edildiği Doğu pazarı, birincisi, başlı başına kapitalizmin hayatiyeti ve gelişmesine sunulmuş bir Gorbaçov katkısı ve olanaktır ve ikincisi, bu pazarın Batı kapitalizmine engelsiz açılmış olması, kapitalizmin uluslararası boyutu açısından paha biçilmez bir genişletici ve geliştirici faktör olmuştur. Artık sermaye ve mal dolaşımı açısından dev Doğu pazarı kapitalizmin dolaysız, eksiksiz ve engelsiz cirit alanı durumundadır; bu, kapitalizmin yeni bir atılımla görece rahatlaması ve sermayenin yeniden üretim sürecinde olanaklarının büyümesi ve genişlemesi anlamına gelmektedir. Kapitalist dünya maddi olarak güç kazanmıştır.
KAPİTALİZMİN MANEVİ OLANAKLARINDA BÜYÜME
Ama kapitalizmin güç kazanması, maddi alandan çok ve daha önemli olarak manevi alanda, toplumsal bilinç alanında, düşünsel ve kültürel alanda görülmüştür.
Önce, uzun yıllar revizyonizm şahsında yozlaşmanın, kapitalizmin kötülüklerinin sosyalizme mal edilmesi ve ardından revizyonizmin çöküş ve yıkıntısının sosyalizmin yalnızca çöküşü değil, çözümsüzlüğü ve iflası olarak gösterilip yaygın propagandasına girişilmesi, öncelikle Doğu ülkelerinde, ama sadece buralarda değil, bütün ülkelerde ortalama insanın sosyalizmden uzaklaşmasına ve toplumsal bilincin sosyalizme ve sosyalist etkilere pek de yakın olmayan bir çizgide şekillenmesine götürdü. Doğu ülkelerinde, alabildiğine anti-komünist ideolojik biçimler gözde akım haline gelirken bu ülkeler, yıllar ve yıllar sonra bireycilik ve milliyetçiliğin kargaşalık ve çatışmalarının ortamını oluşturdular. Doğu’yu, Doğu’daki kaosu uzaktan ve dışardan seyreden Batı halkları da, uluslararası burjuvazinin durmak bilmez ve var ettiği fırsatı değerlendiren amansız propagandasının yönlendiriciliğinde sosyalizmin “kötülüğü”, “çözümsüzlüğü” ve “ölümü” üzerine aydınlatıldı!
Burada yanılsamalı bir oluşum olduğu kuşkusuz; ama önemli olan, emperyalizm ve uluslararası burjuvazinin yakalamış olduğu fırsattan dünya halklarını sosyalizmin geçersizliği ve “ölümü”ne, kapitalizmin ebediliğine iknada belirli bir mesafe kat etmek üzere yararlanmış olmasıdır.
Bu geçici bir durumdur ve daha bugünden, özellikle sosyalizmi yaşamış fakat onun kazanımları ellerinden hızla alınmış olan çeşitli Doğu halkları yanılsamanın farkına varma eğilimi içine girmişlerdir. Ama ne olursa olsun, geçici de olsa, sosyalizmden görece uzak bir uluslararası ideolojik ortam oluşturulmuş durumdadır. Bu, kapitalizmin dönemsel asıl kazancı olarak beliriyor.
“Değişim” tezleriyle ileri sürülenler, sahtekârlıktan ibarettir ve kuşkusuz geçersizdir; ancak dünya, maddi ve manevi yönleriyle, belirttiğimiz türden bir değişime de uğramış bulunmaktadır. Önüne sosyalizmin “çözüm olmayışı” ve iflasının her gün “yeni kanıtları” sürülen ve bu kanıtların Doğu Avrupa ve Asya’da (eski Sovyet Asya’sı) gördüğü kaos ve çalışmalı gericilik tarafından doğrulandığını sananlara sınıf aydınlat, onların düşünsel yaşam ve tutumları, bu “değişimlerden etkilenmemezlik edemezdi, önemli ölçüde etkilendi.
REVİZYONİZM DÖNEMİ, ORTA SINIFLAR VE SOSYALİZM ETKİSİ
Tarihsel açıdan kısa süre öncesine kadar, çeşitli ülkelerde burjuva ve özellikle küçük burjuva aydınlar, ideolojik olarak sosyalizmin çeşitli türden etkilerini şöyle ya da böyle üzerlerinde taşıyabiliyorlardı. Sosyalizmin yerini revizyonizm ve kapitalizmin aldığı Doğu ülkeleri dünyada hâla önemli bir güç ve mihrak oluşturuyor; emperyalist emellerini gerçekleştirmek ve dünyada hegemonyasını yaymak için izlediği politika, strateji ve taktiklerle bir dizi ülkede ulusal ya da demokratik içerikli belirli mücadeleler yürüten orta sınıflan etki alanı içine çekmeye yöneliyordu. Özellikle sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin bu stratejik ve taktik yönelimi, yeni bir emperyalist yayılmacılığın pençesine düşmekte olduklarının farkında olsun ya da olmasınlar, başlıca Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleleri içinde orta sınıflara belirli manevra olanakları sunarak; en azından kısa vadede, onlara işlerini kolaylaştırır gibi görünüyordu. İki süper devlet arasında oluşmuş olan “dünya dengesi”nde çoğu ülkede orta sınıflar Sovyetler Birliği’nde bir müttefiklerini bulduklarını sanıyorlardı. Revizyonizmin aldatıcı sosyalizm söylemi kullanılışı da bu yanılsamayı besliyor, sosyalizm etiketli revizyonist propaganda en çok orta sınıf aydınlarını etkisi altına alıyordu. Bu aidatta faktörle bezenmiş “sosyalist” lafızlı dünya hegemonyası için mücadele, çeşitli ülkelerde milliyetçi, dinsel vb. motiflerle ortaya çıkan ilginç burjuva sosyalizmi akımlarının oluşmasına kaynaklık etti. Nasır “sosyalizmi”, Kaddafi’nin “İslam sosyalizmi”, Angola ve Mozambik “sosyalizmleri” gibi pek çok burjuva akım, bir yandan da hala dünya çapında sosyalizmin geçmişten gelen prestijinin yanılsamalı bir zeminde de olsa devam etmekte olduğunu kanıtlamak üzere, Sovyetler Birliği yayılmacılığına bağlanmakta olan burjuva ideolojik biçimler olarak dünyada çeşitli orta sınıf güçlerine yön verme durumundaydı. Bu ideolojik biçimler, bir yandan burjuva sınıf temellerine uygun ve onun ifadeleri olarak kapitalizmi çerçeve edinir ve düzen içi konumlara denk düşerken öte yandan da, özellikle oluşum dönemlerinde belirli anti-emperyalist (ve bazen da sınırlı demokratik) konumları ifadelendiriyor; bu özellikleriyle tam da burjuva ara sınıfların ihtiyaçlarını karşılıyordu. Bu koşullarda hemen tüm ülkelerde açıktan anti-komünist olmayan, belirli ilerici özellikler taşıyan ve ama kapitalist düzeni hedeflemeyen burjuva gruplar ve özellikle burjuva aydın çevreleri görülür oldu. Bu durumda, bu burjuva çevrelerin sürüklediği mücadelelerde yedeklenen ve ulusal ya da demokratik içerikli mücadelelerin asıl tabanını oluşturan aşağı tabakalar, emekçi halklar üzerinde sosyalizmin Ekim Devrimi’nden beri gelen ve 39-45 Dünya Savaşı’nda gerçekleştirilen anti-faşist zaferle pekişen etki ve prestijinin önemli bir faktör olduğu söylenmelidir.
İDEOLOJİK BİÇİMLERDE “DE-SOSYALİZASYON”
Şimdi bu durum ve ona yol açan koşullar değişmiştir. Çeşitli ülkelerdeki orta sınıflar ve özellikle aydınları açısından esas “değişim”, belirleyici etkisi olan esas değişiklik unsuru bu noktada ortaya çıkmıştır. Artık “sosyalist” olduğu varsayılıp olanaklarından yararlanılabilecek, dünya çapındaki bir dengenin tarafı olan ve çeşitli “sosyalist” süslü ideolojik akımlara kaynaklık eden revizyonizm ve onun siyasal örgütü çökmüştür. Çeşitli burjuva akımlar ve bu akımları, ihtiyaçlarını karşılamak üzere kullanıp geliştiren burjuva, küçük burjuva aydınların, bir güç oluşturmaktan çıkan “işlerine yarar sosyalizm” ya da “sosyalizm” etiketli revizyonizme değer biçmelerine gerek kalmamıştır. Sovyetler Birliği kaynaklı “sosyalizm” ya da doğru deyişle revizyonizm, burjuvazinin çeşitli tabaka ve grupları ve onlara denk düşen aydınlar açısından pirim yapmaz olmuş ve geçer akçe olmaktan çıkmıştır.
Dünyanın zemini ve çehresini farklılaştıran köklü sonuçlara yol açtığı iddialarıyla yüksek perdeden ileri sürülen diğer “değişiklik” faktörleri, abartılı bir şekilde bu belli başlı değişikliği örtmek üzere ve dünyanın bütünüyle kapitalist tarzda evrilmesi gereğine ilişkin savunuyu desteklemek amacıyla işlenmektedir. Revizyonizmin çöküşünden sonra artık, “ilerici” burjuva gruplar ve aydınları açısından yeni ideolojik, politik, kültürel, ekonomik konumlanışlarını izah edecek “değişiklik” tezlerine ihtiyaç vardır. Bu tezler, Batılı emperyalist burjuvazinin desteğinde Gorbaçov’un, kapitalizmi, dünya çapında -biçimsel sosyalist kaynaklı da olsa- en küçük kendine yabancı dış etkenlerden arındırarak evrenselleştirmeye yönelik “değişiklik” tezlerinden elde edilmiştir. Orta sınıf aydınlara gerekli olan artık sosyalizm değildir, onlar artık ilericiliklerini, örneğin, “çağdaşlık”ı, bireysel özgürlükleri, piyasası “serbest” piyasa ekonomisi, “liberalizmi”, “demokratizmi”, sınıflar-üstücülüğü, milliyetçiliği vb. ile ideolojide de doğrudan burjuva tutum ve tezleri benimseyip sahiplenerek “gerçekleştirme”ye soyunmuşlardır. Sınıflar-üstü bir “hoşgörü”, “insancıllık”, güce tapınma âdetindeki orta sınıfların “düşene bir tekme de ben vurayım” anlayışını yansıtan anti-komünizmi ve komünizmi aşağılamaya yönelen burjuva “ilericiliği”nin belli başlı silahları arasına girmiştir.
GERİCİLİĞİ ELEŞTİRMEMEYE GERİLEYEN AYDIN TUTUMU
Tek tek burjuva aydınlar ele alındığında, burjuva “ilericiliği”nin bu gelişim süreci çarpıcı bir biçimde görülebiliyor.
Son derece az sayıda aydın eski sosyalizme yakın çizgisini, “namusunu” koruyabilmektedir. Niteliğini değiştirmeyen, dürüstlüğünü sürdürenlerin örneği olarak Can Yücel gösterilebilir.
Oldukça çok sayıda aydın “değişiklik” tezlerinin etkisi altına, çizgisini tümüyle terk etmemekle birlikte, “çağ”a, yani döneme, yani günün liberal, “demokratik”, “özgürlükçü” koşullarına, eskiden aşırılıklarını eleştirdikleri düzene ayak uydurup uyum sağlayarak yumuşamıştır. Uğur Mumcu, İlhan Selçuk gibi. Bu iki örnek, ‘71’e kadar “sol darbecilik”in önde gelen isimleriydiler. Kemalizm’i, soldan, anti-emperyalizmini yücelterek değerlendirip savunurlar, “komprador kapitalizmini”, kapitalist düzenin kötülüklerini eleştirir, faşizme, sağcı gericiliğe, özellikle emperyalizmle işbirliğine ateş püskürürlerdi. Sağcı, faşist, dinci gerici aydınlarla gazetelerindeki köşelerinde oldukça sert polemikler sürdürürler, gericiliğin teşhirine önem verirlerdi. Komünizme küfür etmezlerdi pek. Selçuk küfür etmeme tutumunu sürdürmekle birlikte, Mumcu komünizm karşısında alaycı bir çizgiye kaydı. İkisi de 12 Mart’taki muhalefetlerini 12 Eylül’de göstermedi ve hatta Eylülcülere destek sundular. Eylül süreci ilerledikçe, örneğin Anayasa tartışmalarında belli bir muhalif tutum geliştiren bu iki isim “çizmeyi aşmama”ya özen de gösterdiler bir yandan. Belirgin dönüşümlerini faşizmi, sağcı, dinci gericiliği eleştirmeme tutumuna yönelerek yaşadılar. Bir dönem “can düşmanları” olan Demirel karşısında bile belirgin bir hoşgörü eğilimi içine girdiler. Eskiden Ergun Göze, Ahmet Kabaklı, Aydın Yalçın gibi sağcı köşe yazarlarıyla içine girdikleri polemiklere, örneğin Türkeş’e yönelttikleri saldırılara bugün rastlamak mümkün değildir. Düzen içinde ileri adım atma, “ilericiliklerini” savunma değil konumlarını ve varlıklarını koruma tutumuna gerilemişlerdir. Üstelik onlar, TİP-TSİP-TKP eğiliminde olan ve doğrudan Sovyetler Birliği ve sözde Marksizm’i savunanlarla birlikte, genel ve baskın olan burjuva “ilericiliğini”nin, burjuva aydının avangardları durumundaydılar. Bugün bu tablo da değişmiştir. Genel olarak “Cumhuriyetçilik”in geldiği nokta, dünyadaki “değişim”in, önce Gorbaçov’un yaptıkları ve yol açtıklarının ve giderek tümüyle açıktan Doğu’nun klasik kapitalizme yönelişinin ve beraberinde sosyalizmin “iflası”nın propagandası; bireyciliği, “özgürlükçülüğü”, “demokratizmi”, anti-Stalinizmi ve “çağdaşlığı” ile emperyalizm kaynaklı gerici burjuva ideolojisinin savunulması noktasıdır. İ. Selçuk ve U. Mumcu’nun henüz doğrudan anti-sosyalist olduklarını ilan etme noktasına gelmemiş olmaları tabloyu pek de etkilememektedir. Yakın geçmişte Kemalizm’le sosyalizmi birleştirme çabasındaki bu isimler, bugün bu konuda sessizleşmişlerdir. Öte yandan sosyal demokrasiye verdikleri destekle birlikte-eleştirel yaklaşımları, CHP’nin daha ilerisinde bir çizginin temsilciliğini yapmaları, yerini, sosyal demokrasiyle, SHP ile yetinme ve bu yönüyle de işlevsizleşmeye bırakmıştır.
TİP-TSİP-TKP cenahı ise, “değişim”den en çok etkilenen burjuva “ilericiliği” durumundadır. Yakın geçmişte etraflarında önemli bir solcu aydın potansiyelini hareketlendiren bu eğilim, bugün açıktan anti-Marksist konumdadır; Marksizm’in “iflası” iddiasıyla sosyal demokratlaşmış, işlevsizleşerek ideolojik ve siyasal yoğunluk olarak yok oluşa ulaşmaktadır. Birçok ilerici burjuva aydının sosyalist kaygılarını istismar ederek belirli bir hareket alanına sahip olmuş ve geçmişin bu Sovyet yanlısı çevreleri, ideolojik ortamdaki genelleşmenin katkıcısı, unsuru ve göstergelerinden biri olarak, etkilediği aydınların gericileşmenin katkıda bulunarak toplumsal yaşamdan çekilmektedir, çekilmiştir. Bu cenahtan kapitalizme, emperyalizme, diktatörlüğe yöneltilen göstermelik eleştiriler de son bulmuştur günümüzde.
İdeolojik ortamdaki gericileşmenin bir başka göstergesi olarak PKK ve Dev Yol’daki gelişme ya da değişmeler de önemlidir. PKK bugün Marksizm-Leninizm iddiasında bulunmamaktadır artık. Eskiden ulusal sorunu Marksizm-Leninizm’e dayanmaya çalışarak, tezlerini özellikle Lenin ve Stalin’e dayandırarak ele alıp açıklayan PKK, bugün sözlerini etmek gerektiğinde onlardan “olumsuzlukları” ile bahsetmektedir. PKK belgelerinde Stalin neredeyse bütün olumsuzların kaynağı ve nedeni olarak gösterilmekte ve daha önemlisi de Lenin ve Stalin’e uyum gözetilerek incelikle savunulmaya uğraşılan milliyetçi tutum ve yaklaşımlar, bugün dinciliğin savunulmasıyla birleşecek ve emperyalizm karşısında tutarsız bir zemine kaymaya açıklıkta ve özensizce savunulup uygulanmaktadır.
Dev Yol uzun yıllar örgüt oluşunu ve örgütlülük gereğini reddetme noktasına gerilemiştir. Bu, geleceğe ilişkin umutsuzluğun ve çizgisizleşmenin temel bir göstergesi ve ifadesidir. Eskiden de reformcu etkilenmeler içinde olan ve açıktan CHP destekçiliği yapan Dev Yol, bugün SHP’den ayırt edilmez durumdadır ve devrimci bir konumdan uzak reformcular yığıntısı haliyle hüzün vericidir. Eski çizginin yalnızca yetersizliği değil, devrimci oluşu ve sosyalizm perspektiflerini ileri sürüşüyle gereksizliği bugün Dev Yol içinde yaygın olarak ya da “bürokratik” gibi sıfatlarla yumuşatarak tanımlasalar da sosyalizm olduğu düşüncesindedirler ve bu görüşlerini yazılı olarak ortaya koymuşlardır. Hatta manevra alanını genişleteceği/ genişlettiği düşüncesiyle A. Öcalan “reel sosyalizmin çöküşü” ve Varşova Paktının dağılmasıyla bloklaşmanın son bulmasını olumlamıştır bile. Bugünlerde özellikle Dev Yol “değişiklikler”in boyutlarından hareketle Marksizm’in geçerli kalmaya devam edip etmediğini tartışmaktadır. Sonuçta, şöyle ya da böyle her iki grup da sosyalizmle süslenmiş fikirler yayma konumundan uzaklaşmış, dünyadaki “değişikliklerden olumsuz etkilenmekle kalmamış, ideolojik yaşamın gençleşmesinde aktif değil pasif de olsa katkıcı bir yer tutmuşlardır.
İdeolojik ortamdaki gericileşmenin önemli göstergelerinden biri olarak, yeni oluşan bir burjuva aydın tutumundan da söz etmek gerekiyor. Engin Ardıç-Mehmet Barlas-Gülay Göktürk gibilerince temsil edildiği söylenebilecek olan bu tutum, sosyalizm ve Marksizm’le inceden alayın da ötesinde açık biçimde küfürcülüğün geliştirilmesidir. Yakın tarihte saldırgan anti-komünizm, Ahmet Kabaklı ve Ergun Göze gibilerinin tekelindeydi. Solculuk ve çağdaşlık adına ya da görüntüsüyle komünizme küfür ve saldırı adetten değildi. Bugün çağdışı gerici görüntüleriyle E. Göze’ler sahneden neredeyse çekilmiş, ya da burjuvazi anti-komünist saldırganlıkta başlıca onlara dayanmaz olmuştur. Şimdi gözde olanlar Engin Ardıçlardır. Sözde imbikten süzülmüş “sol kültürel” birikimleri ve “çağdaş” görüntüleri dolayısıyla eski solcuları etkileme potansiyelleriyle yüksek tirajlı gazetelerin köşeleri ve TV programlan bu yeni anti-komünist türe açılmaktadır. İdeolojik ortamın gericileşmesinin bir başka belirtisi olarak, bu yeni türe yönelik eleştirilere de burjuva aydınlar arasında, örneğin yayın hayatında pek rastlanmamaktadır. Eskiden özellikle “Cumhuriyetçiler” E. Göze gibileriyle yiğitçe savaşırlardı! Şimdi U. Mumcu’nun, M. Barlas’a yönelik, eski “Marksistlik”ini de söz konusu eden, “yağdanlık” ve “liboş” alayı dışında bu yeni türe yönelen eleştiri, onlarla bir kapışma yoktur. Yoktur, çünkü yaydıkları küfürlü anti-komünizm ne “Cumhuriyetçiler”e ne de başka “ilerici” aydınlara pek de aykırı gelmemekte, saldırganlık düzeyiyle olmasa bile içeriğiyle onların da “hislerine tercüman” olmaktadır. Eski solcu Gülay Göktürk’ün Marksizm’i aşağılaması, aslında aynı çanağı yalayan, benzer bir konuma evrilen, ama belki bu tür bir aşağılama dolayımıyla ve sert ve köşeli bir nitelik ve karakter değişimini yansıtacak kendi aşağılanmasından kaçınan birçok “çağdaş” ya da “çağdaşlaşmış”, yani “değişim”den yeterince nasibini almış burjuva aydının şimdilik sessiz eğilimini de ifade etmektedir. Göktürk ve benzerlerinin yumuşak ya da sert eleştiri almamalarının esas nedeni budur. Onlarınki ideolojik ortamda, aydınlar arasında yükseliş gösteren eğilimdir. Komünizme, devrime ve devrimcilere küfür ve aşağılama, alay ve hakaret, en zilli gericilerin bu saldırgan özelliklerinin genellikle eski sol bulaşığı “çağdaş” burjuva aydınların eline kalması ve saldırganlıklarının sessiz bir kabul görmesi; Marksizm’in ideolojik ortam olarak içinde bulunduğu zor durumu göstermesinin ötesinde, -bu durum Marksizm’e görevler yüklemektedir, ancak geçici bir haldir-, aydınların “değişikliklerden etkilenme düzeyini, görünür ilericilik ve yandaşlıktan karşı safa savruluşlarının hız ve boyutunu göstermesi bakımından eğiticidir.
Dünyada revizyonizmin çöküşü ve ilerici burjuva aydınları etkileyen bir sol edebiyat mihrakının, Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilişi dışındaki değişiklik yok ve olmuyor değildir. Kuşkusuz dünya değişmektedir ve üstelik her gün değişmektedir. Ama burada önemli olan, ayrıntılı tartışmasına girmeyeceğimiz bu değişiklerin niteliğidir. Ve önemli olan bir başka şey değişiklikler karşısında da devrimci kalmayı başarabilmek, yine değişiklikleri gerçeklikleri içinde ele alıp doğru yorumlayarak onları dünyanın devrimci dönüştürülmesi praksisinin, düşünce ve pratiğinin hizmetine koşmak, iradeyi bu biçimde kullanmaktır. Oysa, “değişiklik” iddia ve tezleri, dünyanın artık devrime ve Marksizm’e ihtiyaç bırakmayacak türden değiştiği, çünkü artık sınıf zıtlıklarının ortadan kalktığı, sınıflar-üstü “insan”ın hareket noktası edinilmek gerektiği ve sınıf mücadelesine ihtiyaç kalmadığı, dolayısıyla ve sonuç olarak kapitalizmin ezelden gelmese bile ebedi gideceği, yıkılmaya çağırılı olmadığı ve kendi başını kurtardığı şeklindedir. İdeolojik ortamdaki gericileşme ve burjuva aydınların sosyalizm ve Marksizm yerine bugün için güçlü bir konum edinen ve atılım içinde görünen kapitalizmden etkilenerek oldukça geri konumlara savrulmaları, bu tezlerden ve sosyalizm adını kullanan ve çöküşüyle sadece umutsuzluk değil, burjuva aydınları açısından maddi destek ve güç kaybı üreten revizyonizmin sefil iflasından kaynaklanmaktadır.
Türkiye’nin özel koşulları açısından, ideolojik ortamdaki gençleşmenin revizyonizmin iflasının yanında bir diğer önemli nedeni de 12 Eylül tahribatı ya da Eylülcülerin gerici ideolojik şekillendiricilikte kazandıkları başarıdır. Eylül yalnızca, siyasal zorbalık olarak kalmadı. Siyasal zorbalığın yaydığı korku, geleceğe umudu baskı altına almasının ve ötesinde, Eylül, uluslararası alanda revizyonizmin çöküşü ve ideolojik gericilik eğilimlerinin şaha kalkışına zaman olarak denk düşen bir ideolojik saldırı ile beyinlere yöneldi. Uluslararası ajanda sosyalizm ve Marksizm’e mal edilen hayal kırıklığı, Türkiye’de de, bunun yanında, devrimci ve komünist atılımın yenilgisi ve genel olarak halkın, özel olarak da aydınların görece uzun süre -yıllarca- ideolojik açıdan savunmasız bir şekilde Eylülcü faşistlerin saldırılarına açık kalması sonucu çift yönlü yaşandı. Devrim ve sosyalizmin hayal olduğu, çözüm oluşturmadığı, ancak “kardeş kavgası” ve kaosa götüreceği, yeterli gücünün oluşturulamayacağı ve yenilgisinin kaçınılmaz olduğu propagandası, yenilgi ve siyasal zorbalığın egemenliği koşullarında işlendi durdu. Ve karanlık yılların umutsuzluğunda kapitalizmin çekiciliği, bireyin üstünlüğü ve bireycilik, köşe dönücülük ve iş bitiricilik olarak bireyin üstünlüğü ve bireycilik, köşe dönücülük ve iş bitiricilik olarak bireyin kurtuluşu ve buna uygun düşen ideolojik meta olarak da toplumsal değil bireysel özgürleşme ve özgürlüklerin değeri ve değerliliği toplumsal bilinci şekillendirici belli başlı unsurlar olarak enjekte edildi. Devrimci ve komünist örgütlerin siyasal, taktik ve örgütsel zaaf ve hataları burjuvazi ve özellikle korku ve çıkar temelinde ona sığınan uşaklarınca istismar edilerek, alay ve aşağılama konusu haline getirildi. Oldukça zorlu bir yenilgi zemininde, neredeyse on yılı bulan yeni devrimci ve komünist güçler oluşturma zorluğuyla, uluslararası alanda gericileşmenin pekiştirdiği özel olarak Türkiye’nin ideolojik ortamındaki gericileşme hiç de küçümsenmeyecek boyutlarda gerçekleşti. Bugün bu gericileşmenin bir yönü modern kapitalist “çağdaş” ideolojik gericiliğin yükselişi ise, bir diğer yönü şeriatçı-dinci gericiliğin sağladığı gelişme olarak yaşanmaktadır. Bu gerici şekillendirmeye saplanan hançer ‘84’de başlayan gerilla savaşı olmuştur. Arkasından devrim ve komünizmin sağladığı ilk yeni başarılar gelmiştir.
Eylül’ün aydınlar üzerindeki etkisi, yaydığı korku ve ideolojik etkilemesi yanında, düzene bağlanmalarında onlara olanaklar sunması aracılığıyla da gerçekleşmiştir. Eylülcüler ve devamcıları, diktatörlük, ticarete atılan eski solcuların önüne herhangi türden engeller çıkarmadığı gibi, hatta basın-yayın, reklâmcılık, özel dershanecilik benzeri sektörleri neredeyse onlara “emanet etmiştir!” Tekelci, burjuva basının ve TV kanallarının hem de yönetim kademeleri bu tür posalarla doludur, eski solcular buralarda yüksek ve hatta süper yüksek ücretlerle istihdam edilmekte ve görevlerini örneğin “çöpçülerin 10 milyonluk maaş istemleri”ni “halkla şikâyet” ederek yerine getirmektedirler.
Eski solcuların düzene bağlanmasının bir diğer aracı sosyal demokrasi, onun başlıca örgütü SHP olmuştur. Başta Dev Yolcular olmak üzere, bir dizi reformculuk konusunda Eylül öncesinde de tutarsız davranıp CHP destekçiliği yapmış sol gruptan gelme emekli “devrimci”, eskiden ve reformculuk karşısında tutarsız ve hayırhah bir zeminde, kopmadıkları ve hatta eğilimli halde bulundukları reformculuğa, önce “boş durmayalım”, “devrim için yararlı olabilir” gibi yaklaşımlarla, sonra giderek alışarak ve çoğunlukla “ikbalden sebeplenerek”, yanı sıra toplumsal konum, mevki vb. olarak kendilerini gerçekleştirerek, uyum sağlamış ve angaje olmuşlardır. Ve sosyal demokrasi bu unsurlardan hiç de taze kan almamış, tersine, onları emmiş, düzene bağlayıcı köprü görevi görmüş, onlara kendi gericiliğini ve sosyalizm ve devrim karşıtlığını gönüllülük temelinde şırıngalamış ve onlarla gericiliğini kadrolaştırmış sağlamlaştırmıştır. Üstelik SHP’nin eski solculara verdiği, CHP’den de daha geri ve gerici, daha çok düzenci ve devletçi ve üstüne üstlük Eylülcülüğün derin etkisi altında bir sol görüntü ve adi bir düzen savunuculuğundan başka bir şey olmamıştır. Şimdi bu eski solcular, bir zamanlar belki ölümüne mücadele ettikleri Demirel’in “demokratlığı” ve onunla birlikte hükümetin yararları üzerine söylevler vermektedirler.
İdeolojik ortamı gericileştiren son bir faktör olarak SHP’nin yapısı ve SHP de içinde olmak üzere gericiliğin uzun yıllardır olmamış biçimde sağladığı birlik üzerine durulmalıdır.
Eski solcularla kendini takviye edip güçlendirmiş olan SHP, ilk kuruluş dönemindeki “insan hakları” ve “solcular”ın solculuklarının kanıtı olarak ürettikleri “demokrasi” ve “demokratikleşme” laflarının ötesinde, herhangi ve somut bir argümanla solcu, sosyal demokrat ya da hepsinin ötesinde bir muhalefet partisi görüntüsü bile vermekten özenle kaçınmıştır. Bunda kuşkusuz “dünyadaki değişim”in ve 12 Eylül baskı ve etkisinin rolü yadsınamaz. Ama SHP bunların da ötesinde “akıllı”, yani doğrudan düzeni savunan, devlete halel gelmesinden görünüşte bile kaçınan bir tür “solculuk” liberalizm misyonu üslenmiştir. Bu varlığı ile yokluğu belli olmayan “muhalefet partisi”, bir de en düşkün zamanında hükümet ortaklığı olanağını yakalayınca, kendisinin diğer gerici burjuva partilerinden hiç ayırt edilemeyeceği gericilik sularına balıklama dalmıştır. Hükümet ortağı oluş, muhalefette lafız olarak ileri sürülen öneri ve vaatlerden de tümüyle vazgeçilmesine, bunun İnönü tarafından “dün muhalefettik; bugün iktidarız, kendimizi mi eleştireceğiz” şeklinde açıkça beyan edilmesine götürmüştür. Artık ne “insan hakları” ne de “demokrasi” edebiyatı yapılmaktadır. SHP, Demirel ve DYP’sinin kabul göstereceği “demokrasi” mevzisine sıkıca yapışmış durumdadır. Bu, Türkiye’de uzun yıllardır sağlanmamış genişlik ve güçte bir gerici birlik sağlanması anlamına gelmiştir. Sağ ve sol (!) burjuva partileri arasına, burjuvazi için en zor ve gerekli anlarda bile sağlanamamış birlik ve gerçekleştirilememiş koalisyon, pratik açıdan hem de koşulları üzerinde pek pazarlık bile edilmeden, hatta hiç tartışılmadan bile kolaylıkla ve birkaç saat içinde gerçekleşmiştir.
Bu, bir yandan SHP’nin, örneğin ‘75’ler CHP’sine kıyasla gericiliğindeki yoğunluğun ifadesidir; diğer yandan tekelci burjuvazi, özellikle ekonomik (ve buradan kaynaklı işçi hareketi) ve siyasal (özellikle ulusal sorun kaynaklı) açıdan zor bir döneminde, içinde bulunduğu çıkmazı atlatmada paha, biçilmez bir katkı sunmasının göstergesidir. Ecevit’in milliyetçilik ve genel olarak gericilikte Türkeş’i aratmadığı (ideolojik ortamın genelleşmesinden o da nasibini almış ve bu ortamın gençleştirilmesine en değerli katkılarını esirgememiştir), sosyal demokrasiye önder olmaktan başka bir kaygı ve çatışma konusu bulunmadığı; dinciliğin “anti-emperyalist” ve “anti-kapitalist” söylemi (bu söylemde burjuva partileri içinde yalnız kalmış durumdadır) ardında hızla güç topladığı ve ortalığı sarıklı-cübbeli “fetihçi-şeriâtçı”ların sardığı; Türkeş ve MÇP’sinin hükümete güvenoyu verdiği, bir takım çekişmelerin sürmesine karşın Demirel ile Özal arasında bile bir yumuşama ve birlik sağlandığı koşullarda, Türkiye burjuvazisi, bugüne kadar elde edemediği, Eylül koşullarının zora dayalı ortamında bile gerçekleştiremediği siyasal birliğini sağlamıştır. Bu, burjuvazinin oynayacak başka siyasal kozu kalmaması anlamına da gelmekte ve dolayısıyla gelecek açısından burjuvaziye karamsarlık vaat etmektedir, ancak, bugün burjuvaziye, en gerici ve saldırgan tutumlarını yaşama geçirmek olanağını da sunmaktadır.
Örneğin anti-terör kampanya konusunda tüm burjuva partiler arasında tam bir birlik vardır ve hiç bir çatlak ses duyulmamaktadır. Bunun yansıması tekelci basın organlarında görülmektedir. Örneğin sokak infazları üzerine herhangi bir yayın organında tek satır bile çıkmamaktadır. Muhalefet döneminde kırık-dökük de olsa “insan hakları” lafı eden, örneğin “dışkı yedirme” olayını bir ucundan tutarak konunun en azından Cumhuriyet gibi gazetelerde ele alınıp işlenmesi açısından bu gazete çevresine “cesaret veren” SHP, şimdi bir günde onları bulan anti-terör kampanyası cinayetlerinin suç ortağı, yürütücüsü, savunucusu durumundadır, sorumlularındandır. İdeolojik ortam bir günde onlarca cinayetin üzerinin kapatılabileceği ve hatta dizgininden boşandırılmış Türk şovenizmi koşullarında haklı, meşru ve gerekli gösterilebileceği denli gericileştirilmiştir ve bunda sosyal demokrasinin, SHP ve DSP’nin gericiliğinin payı küçümsenemez.
Aynı durum, burjuva gericiliğin pan-türkist yayılmacı yönelimi açısından da geçerlidir. Revizyonizmin çöküşünün sonuçlarından olan eski Sovyet topraklarındaki kanlı milliyetçi çatışmalar Türkiye’de ideolojik ortamı gericileştirici özel etkisini icra ederken sunduğu olanaklarla, Türk milliyetçiliğini güçlendirmiş, iştahını kabartmıştır. Türkî Cumhuriyetlere yönelik Türk milliyetçiliği, iştahı kabarmış bütün burjuva katmanları ve burjuva siyasal partileri birleştirici ve ideolojik açıdan burjuva gericiliğini güçlendirici bir rol oynamaktadır.
Revizyonizmin çöküşü, Eylülcü zorbalık ve ideolojik saldırı, “sosyalizmle” yarışma ve emekçilerin sosyalizme yönelmelerinin önünü kesmek üzere gündemine aldığı “sosyal devlet” zorundalığından kurtulan kapitalizmin ihtiyaçları arasında geri plana düşen, işlev kaybına uğrayan sosyal demokrasinin gericileşmesi, düzene entegrasyon yolunun açık tutulması, burjuvazinin tek partileşmeye ve birliğe yönelmesi, Türki pazarların çekiciliği ve Kürt sorununun “korkutuculuğu” burjuva aydınların ilericiliğini törpüleyip gericiliğini geliştirici ortamın çeşitli yönlerini oluşturuyor.
Motive edici güç kaynağı düşkünlüğüyle aydınların, kendilerine dayatılan gericileşme eğiliminden kolaylıkla kurtulabilecekleri pek söylenemez. Ancak ideolojik ortamı gericileştiren koşulların da öyle uzun süreli ye kalıcı olma olasılığı yoktur. Pazarlama genişlemesine karşın tüm kapitalist ülkelerin içinde bulundukları durgunluk, kapitalizmin, temel zaafına işaret ediyor. Kapitalizm ciddi bir atılım içine giremeyecek denli çürümüştür. Propaganda bu gerçeği değiştiremiyor. Aydınlar kuşkusuz daha bir süre; başat eğilim olarak, kapitalizmin güdücülüğünde, gericilik yayabilirler. Ama kapitalizmin kendine karşı proletarya ve halk hareketini kışkırtıp besliyor oluşu, aydınlar üzerinde etkisini gösterecektir. Bu hareketin serpilip gelişmesine yapılacak katkı, aydınların ilerici bir konuma yönelmelerinde, onları dolaysız olarak kazanmaya yönelik faaliyet kadar değerli olacaktır.
Aydınlara aşırı yüklenme, onları aşağılama gerekmiyor. Koşulların dönüştürülmesine güç ve hız verme, özel olarak aydınlar sonunda da belirleyici olacaktır.
Ağustos 1992