Dinazorların krizi”ne çare işyeri sendikacılığı mı

Özgürlük Dünyası, eski Dev-Yol çevresinin bugün içinde bulunduğu kaosun çeşitli yönlerini değişik zamanlarda eleştirdi. Geçen zaman içinde, bu çevrede bir durulma, kimi temel konularda bir netliğe varmak yerine her şey daha da bulanıklaştı. Ama bütün bu belirsizlik içinde belirsizliğin “parçalanmama” politikası olarak benimsendiği belirli hale geldi.
Bu çevreden gelen, adı eskiden beri bilinen ya da yeni yeni ad yapan, kim olursa kalemi eline alan, konu ne olursa olsun, emperyalizmin geçirdiği “değişim”den memur sendikalarına kadar her şeye değinip, pek çok şey yazıp, net hiç bir şey söylememeyi adet edinmiş bulunuyor. Sanki her şeyi açık açık konuşup yazmak yasakmış gibi, kitaplara cinaslı isimler konuyor; Türkiye’de bir sorunla ilgili bir şey söylemek için Avrupa’dan Latin Amerika’ya kadar bu konuda edilmiş laflar tartışılıp, hepsinde ‘doğruluk’ ve ‘yanlışlıklar’ keşfediliyor, ama sonuçta Türkiye’yle ilgili ne dendiği de laf kalabalığı arasında unutturuluyor, unutturulduğu sanılıyor.
Dinozorların Krizi, bu çevrenin artık yabancısı olmadığımız tarzda yazılmış kitaplarından birisi. Kitap Çiğdem Çidamlı, Tonguç Çoban, Yaşar Kambur, Ferda Koç, Metin Özuğurlu, Mehmet Tok tarafından yazılmış ve Çetin Uygur tarafından yayına hazırlanmış.
Kitabı yazanlar ve yayına hazırlayan açıkça söylemese de, iddia, tezlerin “yeni”, “orijinal” olduğudur. Dahası savunulan sendikacılık anlayışının yeni dünya düzeni savucularına, uzlaşmacı sendikacılık yanlılarına karşı, devrimci, işçi sınıfından yana bir sendikacılık anlayışı geliştirildiği iddiası açıkça belli olmaktadır.
Her bölüm değişik kişilerce kaleme alındığı ve özellikle kitabın ikinci yarısında, savunulup savunulmadığı belli olmadan değişik görüşlere yer verildiği için, bu kitabın, bir bütün olarak alınıp, bir dergi yazısı içişinde eleştirilmesi olanaksız. Ama ayrıntıdaki farklılıklara karşın ana noktalarda yazarların ortak olması ve sınıf tutumlarındaki aynılık gözetilerek sorunun özüne ilişkin konularda Dinozorların Krizi’ni değerlendirmek gerekiyor.

SORUNUN ELE ALINIŞINDA BELKEMİKSİZIİK
Çetin Uygur, kitaba yazdığı ‘SUNUŞ’ yazısında dönemi çok keskin çizgilerle tanımlıyor: “Böyle bir anlayışın (işyeri komite ve konseyleri anlayışı/Ö.D.), sosyalizmin tarihsel bir döneminin fiilen sona ermeye yöneldiği 1970 sonlamda, sosyalizmin tarihsel dönemini fiilen başlatan ilk adımlar olduğunu hatırlatmak, sanırız ki, olup bitenler göz önüne alındığında, fazla abartılı bir değerlendirme sayılmayacaktır.”
“… Sosyalizmin inanılır bir ideoloji olarak yeniden üretiminde, bizlere küçümsenmeyecek köşe taşları sunabilmektedir.
Araştırmalarımızda bu gerçeği de ortaya koymaya çalıştık.”
“Devrimciler sosyalizmin ideolojik-teorik sorunlarını tartışıyorlar.”
“Özellikle sosyalizmin tarihsel bir dönemini yeniden ve fiilen başlatmaya soyunduğumuz bir süreçte…” (abç)
Dönem böyle keskin hatlarıyla ortaya konunca, sonraki tutum da buna uygun olmak durumunda. Gerçekten de dönem çok keskin hatlarıyla çizilmek durumunda. Emperyalist ideolojinin bütün türevlerine ve ona dayanak olan orta-yolculuğa, uzlaşmacılığa karşı tavizsiz olunması gereken bir dönemde yaşanıyor. Hele sosyalizm adına (ama Marksist sosyalizm adına) yola çıkanların burjuvazinin Marksizm’i tahrif ettiği her alanda sarsılmaz bir kararlılıkla savaşmak gerekiyor. Sadece ideolojik platformda değil emperyalist ideolojiye, bu ideolojiden türemiş çeşitli türden ideolojik, politik, sendikal akımlara karşı da aynı sertlikle tutum almak gerekir. En azından kitabın devamında bu sertliğin ortaya konması gerekir. Ne var ki; kitabın sonraki bölümleri hiç de böyle yaklaşmıyor sorunlara. Tersine öne sürülen her tez, aksi de söylenebilecek açık kapılarla örülüyor. En pespaye kuramlar bile uzun uzun aktarılarak laf kalabalığı arasında onlarda uzlaşılacak “iyi yanlar” aranıyor, bulunuyor. Örneğin, “bugün sosyalist düşüncenin bütün öngörüleri yanlış çıkmış… Tarihsel özne işçi sınıfıyla sınırlı olmaktan çıkmış çoğulculaşmış bulunuyor” diyen bir kuramın ‘bazı yönleri’ ‘Dinozorların Krizi’ yazarlarınca “tartışılmaya değer” bulunuyor!
“Kısaca bu anlayışa göre yaşanan öyle bir değişimdir ki, kapitalizm yeni bir aşamaya ulaşmıştır ve sosyalist düşüncenin temel öngörülerinin hepsi yanlış çıkmıştır.” (Dinozorların Krizi, s. 26) Böyle bir tez karşısında, bir Marksist’in yapacağı şey, bu teze cepheden saldırmaktır. Ama Dinozorların Krizinin yazarı gayet soğukkanlı; tezin bütün zırvalarını özetledikten sonra, bu teze ilişkin şöyle diyor: “İki önermeyi tartışmaya değer görüyoruz:” Böyle pespaye bir tezde bile tartışmaya değer iki önerme bulan yazara “pes!” deyip, acaba hangi önermelermiş diye merak edip okumaya devam ediyorsunuz: “birincisi, ‘üretimin basit ve tabi bir vidası rolündeki geleneksel işçinin yerine bilimsel teknik niteliği yüksek, yaratıcılığa sahip, tabi kılınması kolay olmayan yeni bir işçi’ tezidir, ikincisi ise, ‘gerek işçi sınıfının gerekse burjuvazinin geleneksel kimliğinin dağılması’ tezidir”. 1960’lı yıllarda Euro-komünizmin, günümüzde ise, Euro-komünistlerle birlikte sivil toplumcu çeşitli fraksiyonların bu temel tezini yazar “tartışmaya değer” buluyor. Yazar, böyle temel bir konuda tartıştığına göre sonra neden sadece iki önermeyi “tartışmaya değer buldu” diye merak ediyorsunuz. Bu bay yazar, tezin tümünü “tartışmaya değer”, hatta kabule değer bulmalıydı! Çünkü tezin asıl üstüne oturduğu varsayımlar bunlar.
Burada, “tartışmaya değer bulmak”la kabul aynı şey değildir diye düşünülüp, yazara haksızlık edildiği sanılırsa da; iki nedenden böyle değildir. Birincisi, her Marksist’in açıkça ve kararlıca tavır alması gereken, işçi sınıfının tarihsel ve toplumsal rolü ile sınıf niteliği gibi bir konuda, “Bunu tartışalım!” demek, emperyalist ideologlarla aynı platformdan tartışmaya katılınacağından kabul edilmezdir. İkincisi ise, sonraki sayfalarda, yazarlar işçi sınıfının rolü ve sınıf niteliğini kendileri de tartışma konusu yapmakta, ilerleyen sayfalarda aktaracağımız gibi, •yenilik adına en eski revizyonist tezlere dönmektedirler. Ek olarak eski DY çevresi, uzunca bir zamandan beri, tartışma fetişizmi arkasında, burjuvazinin Marksizm’e karşı saldırıları karşısında “hoşgörülü” tutum alarak, kendilerini, Marksizm’in ilkelerini “savunma” “yükünden” kurtarmak istiyorlar.

MEMURLAR, MÜHENDİSLER İŞÇİ Mİ OLDU?
Marksist sosyalizmin ana ekseni işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının Marksist tanımlanması ve ona yüklenen devrimci misyon, devrim sorunundan sendikal mücadeleye, sosyalizmin kurulması sorunlarına kadar, bütün alanlardaki çözümlemelerde kalkış noktasıdır. Bu temel tanımlamalara sadık kalınarak Marksizm tahrif edilemez. Bu yüzden de, Marksist sosyalizmden ayrılmak isteyen, ya da onu sulandırarak kendi idealist dünya görüşü ve burjuva politikalarına alet etmek isteyenler, eğer inandırıcı olmak istiyorlarsa, “çağ değişti”, “teknolojik gelişmeler, yeni koşullar ortaya çıkardı” vb. adı altında, öncelikle bu temel tanımlamaları değiştirmek, ‘yeniden yorumlamak’, revize etmek zorunda kalmışlardır. Bernstein’den Gorbaçov’a, günümüzün sözde sosyalistlerine kadar bütün Marksizm tahrifatçılarının tutumu ve izledikleri yöntem bu olmuştur. Nitekim ‘Dinozorların Krizi’nin yazarları da; çarpık, “yeni” dedikleri ama Proudhon, Bernstein, Kruşçev, Gorbaçov ve benzerlerinden ödünç aldıkları fikirlerine inandırıcılık kazandırmak için aynı yola başvurmak zorunda kalıyorlar; işçi sınıfının bileşimini değiştirerek, mühendis, memur gibi hizmet görevi yapanları da “70 sonrasının gelişmeleri” bahanesiyle işçi sınıfının içine katıyorlar. Böylece, tersten giderek de olsa, ‘işçi sınıfı dağılıyor, uzlaşmaz sınıf çıkarları dönemi geride kalmıştır’ tezine destek veriliyor.
Yazarların iddiası ve gerekçeleri şöyle;
“1970’lere kadar, modern sanayi üretim süreci ve emeğin örgütlenmesinde belirleyiciydi. Fabrika içi ayrıntılı işbölümüyle küçük bir kesim tasarım, mühendislik, araştırma-geliştirme gibi kafa emeğinin ağırlıkta olduğu bölümlerde çalışırken, emek gücünün daha büyük kesimi doğrudan tezgâh başında çalışıyordu. Kafa emeği ile kol emeği ayırımı belirgindi.
Bu ayırım uzunca bir süre işçi sınıfını sadece kol emeği sahipleri olarak tanımlama gibi yanlış bir yaklaşıma kaynaklık etti. Oysa fabrika içi ayrıntılı işbölümünde üretim, ürünün tasarlanmasıyla başlar, nihai olarak tüketilir hale gelmesiyle son bulur. Yani tasarımcının emeği de üretken emeğin bir parçası olmasına rağmen uzunca bir süre tasarımcılar, mühendisler ve kontrol elemanları işçi sayılmadılar. Bunda kuşkusuz, kol emeği sahiplenirinin üretim sürece üzerinde hiçbir denetim hakları olmamasının kafa emeği sahiplerinin ise en azından tasarım ve denetim gibi iki işlevle de olsa üretim sürecine yaratıcı tarzda katılmalarının da bir payı vardı.” (s.31-32)
“Bilginin maddi üretimden kopması kapitalizmin temel ilişki biçimlerinden biridir. (!) …
1960’larda başlayan ve 1970’lerde giderek artan bir hızla gelişen bir olgu bilginin metalaşmasıdır. Bu süreçte bilgi, bir kar kaynağı olarak alınıp satılabilen bir üretim nesnesine dönüşmüştür.
… (bilginin) artı değer kaynağı bir meta haline dönüşebilmesi son 20-30 yılda gerçekleşmiştir. Bilgi (tasarım, bilgisayar, yazılım vb. ) üzerinde tekel gücü korunabildiği sürece bir kar kaynağı olarak kalır… Üretilen bilgi, patent hakları, Copyright sistemleri gibi koruma yöntemleriyle bir kar kaynağı olarak saklanır.
“Meta olarak bilgi üretimi bu alandaki emek gücünün kapitalist sömürü altında olması anlamına gelir.”(s.54)
“. Maddi mal üretimindeki işgücü arzı azalırken, hizmet ve enformasyon sektörlerindeki iş-gücü arttı. (s.32)
Okuyucunun sabrını zorladığını biliyoruz. Ama bu iddialı kitabın tutumunun anlaşılması için bu alıntıları aktarmadan söyleyeceğimiz şeyler anlaşılır olmayacaktı. Hatta bu uzunca aktarmalara karşın bile bazı açıklamalar yapmak gerekiyor. Örneğin, yazar tasarımcıların, mühendislerin ve benzerlerinin ‘işçileşmesi’ni bir yandan 60’larda başlayıp 70’lerde yoğunlaşan bir süreç olarak tanımlarken, bir başka paragrafta, bunun kapitalizmin bütün tarihi boyunca böyle olduğunu, ama kol emeğinin yaygınlığı ve kafa emeğinin üretim sürecine ‘yaratıcı’ katılımı yüzünden bu gerçeğin anlaşılamadığını iddia ediyor. Marks, Engels, Lenin anlayamamışlar, ama günümüzün ‘mikro-elektronik’, ‘biyo-genetik’ gibi ‘gizemli’ çağrışımlar yapan bir kaç teknolojik terimi karşısında kafa karışıklığına uğrayan yarı aydını, “Bugüne kadar…”la başlayıp, “…anlaşılamamıştır…”la süren pek çok cümleyle yeni keşifler(!) yapıyor. Burada Marks, Lenin gibi sosyalizmin büyük öğretmenlerinin adını geçirmemizin nedeni yazarı kendi yanlışına ikna etmek değil; sadece okuyucuya, yazarların Marksizm’e itirazlarını, sadece son yıllardaki gelişmelerin açıklanamamasından dolayı değil, itirazlarını Marks’a kadar geri götürdüklerini anımsatmaktır. Çünkü bu kitabın yazarlarında, sosyalizm, sınıf mücadelesi, devrim gibi sözcüklerin anlamı asla Marksizm’le bağlantılı değil. Onlar, kerameti kendinden menkul bir sosyalizm ve sınıf mücadelesini kastediyorlar. Dahası bu yazarların içinde bulunduğu çevre, Çoktan beridir artık Marksizm’i kılavuz edinilecek bir kuram olarak görmüyor.
Yukarıdaki alıntı dikkatle okunduğunda, daha ilk paragrafında itirazın Marksizm’e olduğu açıkça görülür.
“Uzunca bir süre”, tasarımcının, mühendisin, kontrolörün emeğinin artı değer yaratan emek olduğunun görülmediğini savunan yazar, bunun ancak 70’li yıllardan sonra teknolojideki gelişmelerle açığa çıktığını yazıyor. Yoksa 70’ler sonrasında teknolojideki gelişmeler bunların sınıf konumunu değiştirdi demiyor. Eskiden de böyleydi, ama üretim sürecindeki karmaşıklık bunun üstünü örtüyordu diyor.
Yazar itirazına mühendislerin, tasarımcıların sınıf konumlarının anlaşılmadığı iddiasıyla başlıyor, kitabın sonunda (aynı yazar ya da onunla aynı görüşleri paylaşan bir başkası) sınıf kavramını yeniden tanımlayarak, kitap boyunca öne sürülen bütün anti-Marksist saçmalıklara ve eklektizme bir temel yaratmaya çalışıyor.
Yeni bir sınıf tanımlaması yapıyor yazar ya da yazarlar:
“Bugüne kadar ağırlıkla ekonomik bir kategori olarak değerlendirilen sınıf kavramının, ekonomik olduğu kadar sosyal ve siyasal bir olgu alarak da ele alınması; toplumsal sınıfları sadece toplumsal servetin yaratılma sürecindeki yerleriyle değil, toplumsal sistemin yeniden üretilmesi süreci ve sınıf mücadelesi içinde ele alınması ve tüm çalışanların birlikte örgütlenmesini hedefleyen bir mücadele programı yaratılması gerekmektedir.” (s.218)
Yukarıda aktardığımız ‘sınıf tanımında, aslında çağdaş ve eski revizyonizmin bütün tezleri içerilmiş durumda. Bir sınıfı tanımlarken, onun üretimdeki yeri, maddi yaşam koşullan (yazarın deyimiyle ekonomik) ve sosyal konumu önemlidir ve sınıfın, sınıflar mücadelesi içindeki yeri bu özellikler tarafından belirlenir. Ama sınıfın siyasal bir kategori olarak da nitelenmesi anlaşılır değildir. Yani sınıfın şu ya da bu politik kategori içine konması tümüyle koşullarla bağıntılıdır. Örneğin burjuvazi belirti tarihsel koşullarda devrimci politik kategori içinde değerlendirilirken bugün gericidir. Sınıf niteliği, üretimdeki yeri değişmemiştir ama politik konumu tümüyle değişmiştir. Ya da başka tarihsel koşullarda ara sınıflardan biri ya da bir kaçı devrimci bir konumda yer alırken başka koşullarda gerici rol oynayabilir. Demek ki, sınıf için politik tutum yaşanan koşullara, hatta sınıfın politik bilinç düzeyine bağlı ve bir toplumsal sistem boyunca birçok kez değişebilirken, sınıfın sınıfsal özellikleri bir toplumsal sistem boyunca değişmeden kalır. Bu yüzden de, politik tutum konusunu doğrudan sınıf özelliği olarak değerlendirmek pek çok yanlışlara yol açacağı gibi, sınıflar mücadelesinin nesnel değerlendirilmesini de olanaksız kılar. Örneğin Çin ve diğer birçok ülkede olduğu gibi, bir dönemde; işçi sınıfı hareketsizken, köylüler başkaldırmışsa, bu, sınıfsal olarak köylülüğün işçi sınıfından daha devrimci olduğu anlamına gelmez. Ama Dinozorların Krizi yazarlarına göre böyle olması gerekir.
‘Sınıf tanımına’ yukarıdaki türden yaklaşımın, bugün hükümetle çatışmaya giren, zaman zaman da işçilerden daha atak sokak çatışmalarına giren memurları, onların üretimdeki yerleri ve sosyal konumlan göz önüne almadan hemen işçi sınıfına dâhil etmesi için yeterli oluyor.
Aynı sınıf tanımlaması içinde, “toplumsal sistemin yeniden üretilmesi” ibaresini de anlamak mümkün değil. Marksist terminolojide, yeniden üretim, bir sürecin bir üst boyutta yinelenmesidir. Ama toplumsal sistemlerin yeniden üretilmesi anlamsızdır. Çünkü bir toplumsal sistem doğar, bir süre yaşar ve yok olur. Onun yerini yeni bir toplumsal sistem alır. Bu yeni toplumsal sistemi eski toplumun bağrında gelişen yeni güçler kurmuştur ama bu eski sistemin yeniden üretilmesi değil, eski toplumun yıkılarak, (yeni toplum eskinin yeniden üretilmesi değil, eskiden bir devrimle kopan bir toplumdur) bir nitelik değişikliği gerçekleştirilerek yıkılmış eski toplumun kalıntıları üstüne yeni bir toplumun kurulmasıdır. Kapitalist sistemin yeniden üretilmesi kaygısı olsa olsa reformcuların, kapitalizmi ebedileştirme düşü görenlerin isteğidir. Yazar ya da yazarlar, bu anlaşılmaz ibareyle anlaşılır ve kalkış noktalan göz önüne alındığında kaçınılanız bir sonuca varıyorlar; “tüm çalışanların birlikte örgütlenmesini hedefleyen bir mücadele programı” Eğer tek başına böyle program önerilseydi kimse bir şey diyemezdi. Ama, yeni bir sınıf tanımlaması yaparak, sınıf tanımlamasını tüm çalışanlara indirgeyen bir anlayış bunu iddia ediyorsa, bundan, tüm çalışanların çatışmasız bir bütün olduğu iddiası çıkar. Nitekim yazarlar, işçilerle memurların sadece aynı konfederasyonda değil, aynı sendikalarda örgütlenmesini de savunmakta, sınıf tanımına “siyasi” gerekleri ekleyerek, düzene karşı çıkan her emekçiyi işçi saymak gerektiğini iddia etmektedirler. Bu durumda ‘Dinozorların Krizi’ yazarlarının gözünde, memurla (mühendisle, tasarımcı, denetçi zaten işçi) işçi arasındaki tek fark ayrı yasalara tabi olmalarıdır.
Mücadele ve emekçilerin birliğine yapılan vurgu ilk bakışta devrimci niyetlerden kaynaklanıyor sanılırsa da, soruna sınıflar mücadelesi ve Marksizm’in işçi sınıfına yüklediği tarihsel misyon göz önüne alındığında, öne sürülen “yeni” sınıf kavramının eski Marcuse’ci “yeni sınıf (1960’larda yükselen gençlik hareketine bakıp gençliği ‘yeni sınıf, bununla da yetinmiyor, en devrimci sınıf ilan ediyordu Marcuse. Emperyalist propaganda merkezleri, bu tezleri uzun zaman Marksizm’e karşı bir seçenek olarak her yana yaymaya çalıştı.) tanımlamasını çağrıştıran bir tanımlama olduğu ortadadır.
Kitabın sonunda verilen bu tanımlama daha baştan, bütün bölümlerin kurgusu içine yerleştiğinden, ‘Dinozorların Krizi’ baştanbaşa Marksizm’in sınıf ve sınıf mücadelesi anlayışına bir saldırı, sınıf sendikacılığına karşı (sadece bugün değil, sınıf sendikacılığının dününü de inkâr eden) “sınıf ve kitle sendikacılık” ile onun en reformcu örgütlenmesi olan işyeri komite ve konseylerini savunan bir manifesto’ oluyor.
‘Dinozorların Krizi’, mühendis, tasarımcı vb. işçi sayılmasını son 30 yıl içindeki gelişmelerin, bilgiyi ‘metalaştırmasına’ bağlıyor. Ve 1950’lerde, öncüllerinin (Kesintisiz Devrim) 2. Dünya Savaşı sonrasının teknolojik gelişmeleri karşısında “3. Bunalım Dönemi” kuramıyla savrulmaları gibi, bugünkü devamcılar, arkalarında bir anti-emperyalist mücadele fırtınası da kesilmiş olması nedeniyle, emperyalizm önünde diz çökmenin, sınıflar mücadelesini, işçi sınıfının tarihsel rolünün inkârının teorisini yapıyorlar. Marksizm’in sadece eskimiş değil, eskiden de yanlış olduğunu keşfediyorlar!
Böylesi bir bilgiçliği de bilgi konusunda, kapitalist gelişmeyi ve kapitalizmin bilgi karşısında tutumunu az-çok bilen birisini çileden çıkaracak bir cahillikle yapıyorlar. Örneğin, robot üretimi ve sanayide kullanılmasının en gelişmiş ülkelerde bile henüz devede kulak olduğunun burjuva ekonomicilerce kabul edildiği, dahası bu teknolojinin kapitalizm koşullarında kullanılmasının sınırları olacağı, bu alandaki gelişmenin kapitalist sömürünün zorunlu yasaları gereği sınırlı bir biçimde mümkün olduğunun bilindiği bilmezden gelinerek metafizik çıkarsamalara gidiliyor. En gelişmiş kapitalist ülkelerde nüfusun azımsanmayacak bölümünün açlık sınırının altında yaşadığı bilindiği halde, biyo-genetik üzerine kurgubilim filmlerini imrendirecek fantastik çıkarsamalar yapılarak, işçi sınıfının “tüketim fonu”nun giderek azalacağından dem vurulabiliyor. Dahası patent, Copyright gibi bilgiyi kapitalist denetimine veren uygulamaların 70 sonralarının uygulaması değil, 20. yüzyıl boyunca bütün kapitalist dünyada yaygın uygulama olduğu Mahir Çayan’ın 60’larda yazdığı, ama 1940’h, 50’li yıllardan, Troçkist yazarlardan özetlediği yazılarda da vardır. Dahası o dönemde sanayi, bilgi casusluğu, filmlerin bile konusuyken, bilgi saklamanın, bilginin denetlenmesinin, tekellere geçmesinin son 30 yılın eğilim olarak saptanması kapitalizmin bütün tarihini son 30 yıldan başlatmak olur. Çünkü bilgi, eğitim ve araştırmanın devlet denetimine girmesi, (bırakalım burjuvazinin egemen sınıf olmasının bilgiye de egemen olmasını kaçınılmaz kılar gibi bir genel doğruyu) ancak devletlerin ve büyük kapitalist işletmelerin finanse edebileceği bir iş olmasından beri, ya da laboratuarların ev ve küçük atölyelerde kurulmasının olanaksız olacağı kadar büyümesinden bu yana (yaklaşık 18. yüzyılın başı) bilgi, kapitalistler arasındaki rekabette bir silah olarak kullanıla-gelmiştir. Dolayısıyla da, bilginin kullanılması bakımından 100-200 yıl öncesiyle bugün arasında ciddi hiçbir fark yoktur. Yeter ki sorunu inceleyenler, burjuva uzman ve propagandacıların öne sürdüğü “yeni iddialarla kafası karışmayacak kadar diyalektiği özümsemiş, tarih bilgisine sahip olsunlar.

“DİNAZORLAR”IN SEÇENEĞİ İŞYERİ SENDİKACILIĞI MI?
İşçilerin ulusal ve uluslararası çapta örgütlenmiş büyük sendikalarda birleşmesinin mi, yoksa işyeri ve yerel düzeyde sendikaların mı daha uygun olduğu Marksizm’le her türden anarko-sendikalist arasında süregelen eski bir tartışmadır. Ama işçi sınıfı, (Marksizm’in sınıf içinde az çok bir otorite olmasından önce bile, ulusal çapta örgütlenmelere giderek tutumunu belli etmişti.) ulusal çapta sendikaları tercih ederek tümünü ortaya koymuş, 19. yüzyılın sonu gelmeden belli başlı kapitalist ülkeler bir yana, sendikaların uluslararası birliği bile hemen tüm kapitalist ülkelerdeki sendikaları içine alarak genişlemişti.
Gelişmiş sanayi ülkelerinden sürülen anarko-sendikalizm ise, Avrupa’da Latin ülkelerinde (İtalya, İspanya ve Fransa) kıyıda köşede, Latin Amerika’da ise, hayli güçlü olarak kaldı. Ne var ki, anarko-sendikalistlerin güçlü olduğu ülkelerde bile sendikalar, ulusal ve uluslararası çapta örgütlerde birleştiler, ama sendikal hareket içinde anarko-sendikalistler, bu yaşamın reddettiği tezlerini savunmaya devam ettiler. Özelikle kriz dönemlerinde büyük sendikaları suçladılar. Bu yazının konusu olan kitap da, adına kadar bütün gıdasını, anarko-sendikalistlerden alıyor.
Kitabın içinde aynen geçen bu anarko-sendikalist görüşü, verdiği öneminden olsa gerek, Çetin Uygur, SUNUŞ yazısının en başına almış: “Dinozorların neden yok olduğuna dair çeşitli rivayetler var. Bilim adamları bulgularını bu rivayetleri teorize etmek için yarıştırmıyorlar elbet… (dinozorların) doğal ayıklanma nedeniyle yok oldukları şeklinde açıklamalar ilk akla gelenler…
“Ama kitabımızın isminin ‘Dinozorların Krizi’ olmasının alakası ne? Latin Amerika Sendikalar konfederasyonu (CLAT) yöneticilerin E. Maspero sendikaların dünya düzeyinde erimeye yönelişini dinozorların yok oluşuna benzetmişti.” deyip, başka yöne yöneliyor Uygur, ama kitabın içindeki bölümlerde Maspero’nun sözleri aktarılıyor: “Tüm bir sendikal hareket, itibarının ve taban karşısındaki gücünün erimesine yol açan derin ve karmaşık bir krizle karşı karşıyadır. Üstelik kriz, sendikaların güçlerinin hem kendi ülkeleri hem de dünya çapında erimesine yol açmaktadır. Ve krizden en çok etkilenen sendikalar, en zengin, en güçlü, en fazla üyeye ve hükümetlerle en güçlü siyasal bağlara sahip olanlardır. Bu krizin nedenleri, dinozorların yok olmasına nedenlerin aynısıdır: büyük bir vücut, çok fazla ağdık, küçük bir kafa, az miktarda öz ve nitelik.”
Elbette kitabın yazarları, yukarıdaki görüşe aynen katılmaktan çekiniyorlar. Çünkü o zaman “Müslüman mahallesinde salyangoz satar” durumda kalırlardı. Bu, bütünüyle faydacılık üstüne kurulmuş çevre birliğini sarsabilirdi. Bundan kaçınabilmek için laf kalabalığı arkasına sığınılmaya çalışılıyor. Ama kitabın adının bile yukarıdaki anarko-sendikalist yaklaşımdan alındığı ve bu sözler olumsuzlanmadan aktarıldığına göre en azından zımni bir katılış vardır. Kaldı ki, her vesileyle, ‘dinozorların krizi’ne bir seçenek olan “işyeri komite ve konseyi” türünden örgütlerin anarko-sendikalizmin en saf biçimiyle pek uyumlu örgüt modelleri olduğunu görmek için hiç de fazla bir araştırma yapmaya gerek yoktur.
Bilindiği gibi, işyeri komite ve konseyleri, varolan sendikal çalışmada pratik bir dayanak olmaktan çok ulusal ve uluslararası planda ‘dinozor sendikalar’a karşı bir seçenek olarak sunulmakta, ‘Dinozorların Krizi’nde de bu üstü kapalı ya da açıkça defalarca yinelenmektedir. Bu durumda eski sendikalara karşı bu model, bir seçenek olacaksa, seçenek sendika, “büyük bir vücut, çok fazla ağırlık”ı olmayan bir sendika olmalı. O da, bugün adı “işyeri komite ve konseyleri” olan bir “sendika” oluyor ki bu bir “işyeri sendikasıdır. Çünkü bu modelin (işyeri komite ve konseylerinin)ne işkolu düzeyinde ne de ülke düzeyinde örgütlenmesi yoktur. Perspektifi de yoktur. Bu haliyle de anarko-sendikalist E. Maspero’nun bütün suçlamalarından azade geleceğin sendikası olmaktadır!   Bunlar, (işyeri komite ve konseyleri) işyeri sendikacılığı ile  ‘Japon sendikacılığı’na, keskin laflar arkasında tam bir küçük burjuva, uzlaşmacı sendikacılığı savunmakla ‘anarko-sendikalizm’e, “Üreten Biziz Yöneten de Biz Olacağız” çizgisiyle ‘çağdaş sendikacılığa’ yaklaşıyorsa da, belirli bir ideolojik ve politik tutumu olmayan kerameti kendinden menkul bir eski devrimci çevreden daha az eklektik bir sendikacılık çizgisi de beklenemezdi.
‘Dinozorların Krizi’ kitabı üstüne ayrıntıya inildiğinde, elbette pek çok şey söylenebilir, söylenecektir de. Ama yazarların soruna asıl yaklaşımları yukarıdaki çerçevededir. Şimdilik bu tutum saptamasını yapmakla yetiniyor.

Kasım 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑