Zonguldak ve 3 Ocak eyleminden sonra düşme eğilimi gösteren işçi ve emekçi eylemleri (1991 Temmuz’undaki memur eylemleri bir yana bırakılırsa),1992 1 Mayısıyla, yeniden, daha zengin talepler temelinde, bir yükseliş dönemine girdi. Hükümetin ve gericiliğin tüm baskılarına rağmen pek çok ilde gerçekleştirilen 1 Mayıs eylemleri, hem işçiler için hem de kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelesi için bir dayanak oldu.
Haziran ayı başında Tüm Kamu Çalışanlarının Sendikal Platformu, Sultanahmet Meydanı’nda yaptıkları bir basın açıklamasıyla, kamu çalışanlarının ekonomik talepleri ve grevi i-toplu sözleşmeli sendika hakkı için bir dizi eylem programını gündeme getirdiler. Bu programa uygun olarak gerçekleştirilen ve tüm kamu çalışanlarının katılımını sağlama yönünde geniş bir ajitasyonla birlikte genişleyen çeşitli etkinlik ve eylemler, Temmuz ayında doruk noktasına çıktı. Sendikalaşan kimi işkollarında kamu kesimi çalışanlarının yüzde 80-90 oranında iş bırakma eylemi ile sonuçlanan, ama her hafta hemen her gün belediyeler, hastaneler, PTT, İETT, Demiryolları, tarım işkolları gibi kamu çalışanları, eylemleriyle meşruluğun hukuku içinde sendikal haklarını almaya çalışıyorlar.
İstanbul, Ankara, İzmir belediye işçilerinin mayıs ayından bu yana özelleştirmeye, işçi kıyımına karşı ve TİS’lerdeki uyuşmazlıkları aşmak için atağa kalkmaları, pek çok” işyerinde açlık grevlerinden, sokak gösterilerine, işyeri direnişlerinden mitinglere, on binlerce işçinin katıldığı eylemler, işçi ve emekçileri, kamuoyunun gündeminde yeniden ön plana çıkardı.
Kamu çalışanları, uzunca bir süredir sendikalaşma mücadelesi veriyorlar. Bu doğrultuda birçok işkolunda hükümetin onca baskı ve engellemesine rağmen sendikalarını kurdular. Daha önce sendikaların kurulması konusunda sesini çıkarmayan hükümet, memurların fiili durum yaratıp sendikalarını kurmalarından sonra “sendika hakkının tanınacağı” konusunda demeçler vermeye başladı. Sendika hakkı tanıma vaadi ile gelen koalisyon hükümetinin işbaşına gelmesinden sonra reformcu çevrelerin etkisiyle bir beklenti dönemine giren kamu çalışanları, hükümetin grevsiz bir sendika hakkı tanıma doğrultusundaki açıklamalarıyla birlikte, “Grev Hakkı, Grev Yaparak Alınır” sloganıyla yeniden hareketlenmeye başladılar.
Öte yandan, özelleştirmenin her derde deva edildiği bir dönemde, özelleştirmeye karşı olduğunu ilan ederek emekçilerden oy alan DYP-SHP koalisyon partileri, iktidara geldikten sonra, özelleştirmenin şampiyonu oldular. Kamu İktisadi Kuruluşlarında, henüz ciddi bir özelleştirme girişiminde bulunamayan hükümet, özellikle SHP’li belediyelerde özelleştirmeleri yaygınlaştırarak işçi kıyımına hız verdi. İzmir başta olmak üzere, çeşitli belediyelerde pek çok işçi işten atıldı. Ve işçiler, işten çıkarmalar karşısında çeşitli yollarla direnmeye çalıştılar. Ne var ki, bu birer birer direnişler, çoğu yerde başarılı olamadığı gibi, belediye hizmetlerinde özelleştirme de giderek yaygınlaştırıldı.
1992 başında başlayan toplu sözleşmelerde, ’92 yılı toplu sözleşmelerine emsal teşkil etmemesi için, burjuvazinin propaganda odakları, ellerindeki her tür olanakla belediye işçilerine saldırdılar. Belediye işçilerinin tembel oldukları, hak ettiklerinden çok fazlasını istedikleri imajı yaratmaya, işçi direnişleri karşısında aleyhte bir kamuoyu oluşturmaya yöneldiler.
Burjuva propagandasının aksine, yaşam koşullarının giderek kötüleşmesi ve iş güvencelerinin, hizmetlerin özelleştirilmesi karşısında tehdit altına girmesi, belediye işçilerinin mücadelesine yeni bir boyut kazandırdı.
Son üç aylık belediye işçileri ve kamu emekçilerinin eylemleri gözlendiğinde, önceki dönemlerden farklı olarak bazı özelliklerin ortaya çıktığı görülür:
1-Kamu çalışanlarının eylemlerinin daha radikalleştiği ve kamu çalışanlarının “işçi-memur el ele, genel greve”, “işçi-memur birlik, iş, ekmek, özgürlük” sloganlarıyla, işçi sınıfıyla ortak eylemlerin gerekliliğini gericiliğin direnişini, işçi ve memurların ortak mücadelesiyle kırabileceklerini fark etmeye başladıkları gözleniyor. Dahası, kamu çalışanları Ankara yürüyüşünde, Ankara ve İstanbul’daki gösterilerde olduğu gibi, işçi grev ve direnişlerini desteklediklerini açıkça gösterdiler. (Ankara yürüyüşü şırasında grevci tarım işçilerini ziyaretleri ve hemen her yerde, işçilerle, memurların karşılaşmaları, yine Ankara’da işten atılan ve açlık grevi yapan belediye isçilerini 5.000 kamu çalışanının ziyaret etmesi v.s.)
2- Geçmiş dönemlerde, toplu sözleşmenin sadece ücretle ilgili maddelerine dikkatlerini yönelten belediye işçileri, özelleştirmelerin yoğunlaşmasına paralel olarak işçi çıkarmaları özelleştirme ve taşeronlaştırma karşısında, sözleşmelerde, iş güvencesiyle ilgili maddelere daha büyük bir özenle sahip çıkmaya başladılar. On binlerce işçinin katıldığı gösterilerde; “özelleştirmeye hayır”, “iş güvencesi istiyoruz” İşçi kıyımına son” sloganları öne çıkarıldı. Öte yandan, kamu çalışanlarının işçilere yönelik küçük çapta desteklerini coşkuyla karşılayan işçiler, “işçi-memur el ele, genel greve” sloganını da, birkaç yıldan bu yana yeniden yaygınlıkla haykırdılar.
Son üç aylık gelişme göz önüne alındığında işçi ve memur eylemi için şunlar söylenebilir: Kamu çalışanları, mücadelelerini işçi sınıfıyla birleştirmek ve iş, ekmek, özgürlük mücadelesinde işçilerle birlikte mücadele etme isteğini radikal bir biçimde sergilemiştir.
İşçiler ise, geçmiş yıllarda, TİS dönemlerine bağlı olarak yükselen eylemlerini, “özelleştirmeye hayır” talebiyle süreklilik kazanacak, daha geniş bir zemine yayarak, mücadelelerinin temelini genişletmişlerdir.
3- Temmuz ayının hemen tüm eylemlerinde ve özellikle belediye işçilerinin eylemlerinde, eyleme katılanların basın ve TV karşısındaki tutumları, boyalı basına karşı gösterdikleri tepkiler, emekçi kesimlerin burjuva basınının demagojik saldırılarına karşı duyarlılıklarım belirtisiydi. Basını, burjuva basını ve devrimci basın olarak ikiye ayıran ve devrimci basına dahi sıcak tutum alırken, günlük gazete ve dergilerin muhabirlerine “yuh” çekerek ve “boyalı basın defol” diyerek protesto etmeleri, işçi ve emekçilerin, burjuva ideolojisinin yaşamlarına etkisini fark etmelerinin göstergesi olmuştur. İşçilerin çok satan “bağımsız” gazetelerin ve demokrasi ve çoğulculuk havarisi her türden TV kanalının kendilerine karşı okluğunun farkına varmış olmaları tüm emekçi kesimin mücadelesinin yeni ve ileriye dönük kendi sınıf konumu fark eden bir süreç içine girmiş olduğunun göstergesi sayılabilir. Bu fark ediş, sadece fark etme düzeyinde kalmamış, sayıları 40 binlere varan işçi eylemlerinde, protestoya da dönüşmüştür.
SLOGANLARIN İÇERİĞİ
Eylemlerde öne sürülen sloganların içerikleri göz önüne alındığında, işçi ve kamu çalışanları hareketinin birleşmesi için olanaklar oldukça yeterli gibi görünürse de, henüz bu içeriklerin, sınıfın bilincine kazınmamış olmaları nedeniyle, işçi ve kamu çalışanları eylemleri, henüz ayrı ayrı doğrultuda ilerlemektedir. Bu yüzden de mücadelenin bu aşamasında, sınıfın öncüsünün, ileri işçilerin, devrimci-demokrat işçilerin yapması gereken önemli bir görevi vardır. Bu görev, kendiliğinden ulaşabileceği sınırlara ulaşmış olan işçi ve memur eyleminin önünü açacak bir adımdır. Ki, bu da işçi ve kamu çalışanları hareketine devrimci siyasal müdahaledir: Öne sürülen talepler göz önüne alındığında, işçi ve kamu çalışanı hareketini birleştirmek için, yakalanacak halkanın anti-emperyalizm halkası olduğu açıkça görülür. Çünkü kamu çalışanlarının ücretleri, görünüşte hükümetler tarafından belirleniyormuş intibaı bırakırsa da, gerçekte hükümetler, IMF’nin direktifleri doğrultusunda ücretleri belirlemekte, onun çizdiği sınırları aşamamaktadırlar. Dahası, kamu çalışanlarına grevsiz sendika hakkı formülü de, doğrudan ILO normlarından alınmakta ve emperyalizmin yeni dünya sisteminin bir gereği olarak sendika hakkı, iç boşaltılarak tanınmak istenmektedir. İşçilerin, en yakıcı sorunu olarak karşılarında duran işçi kıyımı ve özelleştirme, bütünüyle IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist finans merkezlerinin bir dayatmasıdır. Kamu çalışanlarının bugünden yarına giderek artacak olan kamu harcamalarında kısıtlamaya denk düşen sorunları da aynı merkezlerin dayatmasının bir sonucudur. Çünkü emperyalistler, kredi ve yabancı sermaye ihracını (Türkiye’ye), başka bazı şeylerin yanı sıra, özellikle KİT’lerin özelleştirilmesi ve bu işletmelerin rantabl çalıştırılabilmesini, işçi çıkarmalarının ve kamu harcamalarında kısıtlanmanın gerçekleştirilmesine bağlamışlardır. Kısaca, hem işçilerin, hem de kamu çalışanlarının taleplerinin gerçekleşmesi önündeki en büyük engellerden biri (engellerden en önemlisi), doğrudan doğruya emperyalist finans merkezleridir. Bu nedenle, işçi ve emekçi kesimlerin ortak mücadelesinde ileri her adım, sermaye cephesinde gedik açacak, işbirlikçi sermaye çevrelerinin istediklerini rahatça yapmalarına engel olacaktır. Ancak bu kendiliğinden durum aşıldığı, doğrudan emperyalizmi hedef alan sloganlar etrafında örgütlenen eylemlerle emperyalizme karşı çıkıldığı ölçüde mücadelenin temeli genişleyecek, etkinliği artacaktır. Çünkü Temmuz eylemleri, boyutu ve kazandığı muhteva açısından, henüz anti-emperyalist ve sisteme karşı yönelik bir çizgiye gelmiş sayılmaz. Kısmi siyasi talepler içeren sloganların ve hedeflenen mücadelenin henüz gereği kadar altının doldurulamadığı ve siyasi muhtevası açısından bu taleplerin kitlelere yeterince mal edilemediği açıktır. Bunun en çarpıcı örneğini, kamu sendikaları yönetimlerinin siyasi özgürlükler konusundaki kafa karışıklığında görmek mümkündür. Tabanlarına, Kürt hareketine sahip çıkma, ulusal özgürlüklerini kazanma mücadelesinde onlara destek olma konusunda ikna edici olamadıkları, hatta işçi sınıfı ve emekçilerin Kürt halkının siyasi özgürlüğüne sahip çıkmadıkça, kendi özgürlüklerine de sahip çıkamayacaklarını görmezden geldikleri gözleniyor. “İş, Ekmek, özgürlük” sloganına denk düşen, siyasi özgürlüğe sahip olmadan, ekonomik özgürlüğe ve özgürce yaşam hakkına da sahip olunamayacağı fikri yeterince slogana sahip çıkan kitlelerce kavranmış değildir. “Kürtlere özgürlük” sloganına karşı, bazı sendika yöneticileri oldukça olumsuz tavır alarak, Türk şovenizmine kucak açar tavra girmişlerdir. Kürt ve Türk halklarının kardeşliği, yükselen Kürt hareketinin her ulustan emekçinin bağımsız devlet kurma hakkının desteklenmesi gerektiği anlaşılamazsa, bu iki halkın emekçilerini böler. Milliyetçi şoven duyguları kışkırtır. Bu ise, kamu emekçilerinin birliği ve mücadelesini şovenist kışkırtmalara açık hale getirir. Kürt halkına yönelik saldırı, tüm emekçilere yönelik saldırının bir parçası olduğu, çünkü özgürlük hareketine topyekûn bir saldırının halkalarından biri olduğu kavranmalı ve kavratılmalıdır.
İşçi ve memur eylemlerinde, Marksist parti ve devrimci hareketin slogan ve pankartlarına karşı sendikaların yönetimleri ve onların etkisi altında kalan bir kısım kitlenin hazımsızlıkları, siyasi özgürlükler konusunda sendika yöneticilerinin henüz yeteri kadar demokrasi fikrine sahip olmadıklarının göstergesidir. Bu pankart ve sloganların her zaman doğru zaman ve yerlerde açılıp açılmadığı tartışılabilir, ama örneğin Ankara yürüyüşünde parti pankart ve sloganlarının açılması kamu emekçilerinin mücadelesine destek vermiş, onu güçlendiren bir rol oynamıştır. Bundan rahatsız olunması, geri bilince hitap edilmesi sadece bugünkü mücadeleyi geriletici değil kamu emekçilerinin gelecekteki mücadelesini de düzen içine çekici eğilimleri güçlendirecektir. Daha bugünden bu konularda uyanık olunmasının emekçi hareketinin geleceği açısından önemi anlaşılmalıdır. Çünkü kamu emekçilerinin mücadelesinin birleşmesi gereken asıl mihrakları, Kürt ulusal mücadelesi ve işçi sınıfı hareketidir. Öte yandan devrimci örgütler ve Marksist partiyle olumlu bağlar geliştirmeyen, onlara sıcak bakmayan bir sendika hareketinin eninde sonunda burjuva düzen partilerinin kuyruğuna takılmak zorunda kalacağı tarihin kanıtladığı en açık gerçeklerden birisidir.
Bugün kamu emekçileri, meşru haklarını, kendi yarattıkları bir meşruiyet zemininde, yasalarla sınırlanmayan bir mücadele temelinde savunuyorlar. Bu zemin her tür özgürlüğü (ajitasyon ve propaganda özgürlüğü de dahil) tanımadığı sürece burjuva bir düzeyde kalmaya mahkumdur. Çünkü sınıfın talepleri ve istemlerinin savunulması ve kavranması açısından, kendiliğindenciliğin henüz aşılamadığı ve sendikal demokrasinin kitlelere yeterince mal edilemediği bir süreçte, sendikal mücadelenin, sendika yöneticilerinin devrimci siyasi harekete, işçi sınıfı partisine daha yakın davranması önem kazanır.
Birlik sorununa gelince; her zaman olduğu gibi burjuva sendikacılık akımları ve sendika ağaları birliği engellemek için her yolu deniyorlar. Özellikle de son aylarda daha çok hissedilen biçimde hemşerilik ve bölgecilik yapıyorlar: Doğal olarak her insanın doğduğu bir il veya bölge vardır. Yine doğal olarak, herkesin doğduğu ile özgü kültürel farklılıkları olabilir. Aralarında dayanışma ve kültürel yakınlaşma olabilir. Ama aynı işyerinde çalışanların, işyeri ve yaşadıkları yer ve dahası ülke ve dünya içinde ortak sorunları ve çözmeleri gereken acil görevleri vardır. Ekonomik, sosyal ve siyasal çözüm bekleyen bu görevleri açısından çalışanların kendi aralarındaki dayanışmaya, sınıf temelinde birliğe her şeyden daha çok ihtiyaçları vardır. Çalışanların, burjuvazinin hemşerilik ve bölgecilik konusundaki emekçiler arasında dayanışmayı engelleyen ideolojik saldırı politikasına karşı daha uyanık olmaları gerekir. Genel olarak işçi ve emekçiler arasında birlik ve beraberlik, dost ahbap ilişkileri ile değil, aynı sorunların çözümü konusunda aynı düşünceleri paylaşmak ve onları hayata geçirmek temelinde olmalıdır.
Bugün kamu çalışanlarının önünde iki türden birlik sorunu vardır. Birincisi yüz binlerce memuru kendi çatıları altında birleştirmektir. Bu buyandan varolan ve kamu çalışanlarının çıkarlarını savunan sendikaların çatısı altında kitleleri birleştirmektir. Bu devletin ve çeşitli siyasi mihrakların kendi doğrultusunda kurduğu sendikaları (Eğitim-iş, Kamu-Sen ve Türk Kamu Sen gibi) işlevsiz hale getirecek politikalar izlemek, her işkolunda tek kamu çalışanı sendikasını amaçlamak. Diğeri ise, memur hareketi ile işçi sınıfı hareketini birleştirmek ki, bu ancak yukarıda sözünü ettiğimiz ortak- anti-emperyalist talepler temelinde gerçekleşebilir bir şeydir. Çünkü ekonomik ve siyasal gelişmelerin emperyalizme bağlamış ülkelerdeki ekonomik politikalar da doğrudan yabancı tekellerin merkezleri belirtiyor. Bu nedenle, a) ücretlerin IMF tarafından belirlenmesi ve kısıtlanması b) sağlık, eğitim vb. hizmetlere ayrılan fonlarda kısıtlama c) Eğitim hizmetleri için harcamaların kısıtlanması, d) Sosyal sigorta ve emekli aylıklarındaki kısıtlanması, e) Temel tüketim mallarına ve tarım ürünlerine yapılan sübvansiyonların kısılması gibi, hükümetleri aşan konuların da çözümünü gerekli kılıyor. Son iki aylık eylemlerde ortaya çıkar sloganları, emperyalist-kapitalist sistem içindeki sorunları çözme konusunda işçi ve kamu çalışanlarının eylem çizgisini daha genel sorunların çözümüne yol açacak açılımların izlenimi taşıyor. Bu bağlamda ileri sürülen en önemli sloganlardan biri de “genel grev, genel direniş” sloganıdır.
“Genel Grev, Genel Direniş” sloganının hem işçi, hem de kamu emekçileri için oldukça geniş kapsamlı bir içeriği vardır. 1980’li yıllardan bu yana nerede işçi sınıfının mücadelesi varsa, patronlar hemen işyerini başka bir şirket adına taşeronlaştırıyor, ya da satıyor. Arkasından işçi tenkisatı ile başta ileri olmak üzere işçileri kapı dışarı ediyor. Sendikal haklarını, bu arada grev haklarını tümüyle gasp ediyor. Greve giden sendika yöneticileri, burjuva örgütleri tarafından satın alınarak, grevleri erteleniyor ve engelleniyor. İşçilerin talepleri, TİS masasında satışa çıkarılıyor. Bir işyerindeki grev, diğer işyerleri tarafından desteklenmiyor, hatta kamuoyunun haberi bile olmuyor. Tek tek tüm işyerleri, kendi sorunlarının sınırları içine hapsediliyor. Oysa tüm işyerlerinin sorunları ortak, eylemleri de ortak olması gerekirken, işyerleri arasındaki iletişimi sağlaması gereken sendika yöneticileri, üzerlerine düşen görevleri yapmak bir yana, yapanları da aşırılık, maceracılıkla suçlayabiliyor. İşyerlerinde gerçekleşebilen yasal grevler bile, çoğu zaman, sendikaların umursamazlığına ve uzlaşma çabalarına karşın işçilerin direnişi sonucu gerçekleşiyor.
Sendikasızlaştırma, taşeron uygulaması, işçi çıkarmaları işçi ve memurlara yönelik tüm ekonomik ve siyasi saldırılar karşısında, işyerleri düzeyinde kalacak eylemlerin bir fonksiyonu olamayacağı, herkes tarafından bilinen bir gerçek. Bu gerçeği, özellikle kamuya ait işyerlerinde çalışan işçiler ve kamu emekçileri, yakından hissediyorlar. Bu duyumsamayı, örgütlü bir güce kavuşturmanın ihtiyaç haline geldiği, ortak eylem çizgisi haline getirilmesi gerektiği, Bugün kavranması gereken en önemli sorunlardan biridir. Bu sorun, kamu çalışanları platformu ile işçi sendikaları platformunun birlikte üstünde durabilecekleri ve durmaları gereken, çözüm olarak bu şiarın önündeki engelleri kaldırmak için var güçleriyle çalışmaları gereken acil bir görev olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü Türk-İş, Hak-İş, DİSK gibi kendilerini düzen içi politikalarla sınırlandırmış, kaşarlanmış bürokrasisinin temsilcileri tarafından gasp edilmiş sendikaların, işçi ve emekçilerin karşısındaki burjuva saldırılara karşı mücadelesini savunması hayal bile edilemez.
Tüm kamu çalışanlarının haklarını alma konusunda “grev hakkı grev yaparak alnır” şiarıyla ifadesini bulan, tüm çalışanların genel greve gitmesi ile, kalıcı ve meşru haklar alınmasında adım atılabilir. Genel grevin, tüm çalışanların en geniş kitlesinin katılımı sağlandığı ölçüde geniş bir yankısı olacaktır. Daha da önemlisi, çalışan kitlelerin, meşruluk temelinde yasalara rağmen geniş çaplı direnişe gidebilmeleri, her türlü gericiliğe karşı tavır alabilmelerinin şansını artıracaktır.
Temmuz eylemleri, birlik, direniş ve öz-güç kullanma temelinde emekçiler arasında yeni bir canlanmanın göstergeleri ile doludur. Bu eylemlerde işçiler mevcut düzen partilerine karşı, burjuva basına karşı, bürokrat sendikacılara karşı, eylem ve direnişlerini kendi işyerleriyle sınırlayan anlayışa karşı topyekûn bir başkaldırının ipuçlarını vermektedir.
Kamu işyerlerinde yükseler, mücadele, bugün henüz sanayi işçilerini yeterince etkilemiş değildir. Oysa ekonominin can damarı olan metal ve maden sanayisi (sonra tekstil ve gıda sanayisi) gibi sanayi kollarındaki işçilerin eylemi, dünya ve Türkiye kamuoyu nezdinde daha kılıcı ve derin etkiler yaratır. Çünkü sanayi sektörü, örgütlenme ve mücadele tekniği açısından çalışanları “birlik” çağrılarına cevap vermesi beklenen esas güç, sanayi işçilerinin birleşik gücüdür. Demokratik hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve emekçilerinin ekonomik, siyasi hak mücadelelerinin kalıcı çözümü, işçi sınıfının harekete geçmesiyle kalıcı ve sağlam bir zemine oturacaktır. Bu nedenle “genel grev, genel direniş” şiarının, “İşçi Memur El ele Genel Greve” sloganıyla, tüm işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesine çağrı olarak Türkiye işçi sınıfının gündemine getirilmesi, bugünden, en geniş işçi kitlelerini kapsaması temelinde yaygınlaştırılması ve genelleştirilmesi açısından belediye işçilerinin direnişi örnek bir tutum olarak gösterilmelidir. Nasıl ki, Belediye-İş’in merkez ve birçok şubesinin, işçi eylemleri karşısında, “bu eylem bizi bağlamaz, eylem meşru değildir, yasal eylem yapmak zorundayız” gibi gerici tavırlarıyla eylemi baltalamaya çalışıyorsa, devlet güçleriyle bu konuda işbirliği yapıyorsa, diğer sendika bürokratları da işçi eylemlerini sürekli yasal sınırlar içinde tutmaya özen gösteriyorlar. Ama, her gün işten atılmalar ve iş güvencesi konusunda tek adım atmayan sendikaların “aman yasadışına taşmayın, eylem yapmayın, yoksa işten atılırsınız, biz de çok üzülürüz” diyen yakınmalarına, direnişle cevap verme konusunda önemli bir mevzi kazanan belediye işçileri ve kamu emekçilerinin eylemlerini, sınıfın ve kamu emekçilerinin henüz harekete geçmemiş kesimleri için örnek olacak niteliktedir.
İşçiler ve emekçiler, “re’sen emeklilik” uyutması ile işten çıkarmalar, “issizlik sigortası” bahane edilerek tazminatlarının kısılması, yeni vergi politikasındaki işçi ve emekçiler aleyhine çıkarılan yasalarla, sigorta primleri ve sağlık sigortasındaki kesintiler gibi kendilerini ilgilendiren pek çok konuda daha duyarlı ve uyanık olmaları, mücadele etmeleri ve taleplerini söke söke almaları konusunda, eylemini yasalarla sınırlamayan sendikal bir anlayışa sahip olmak durumundalar.
Ağustos 1992