Kobanê direnişi, en başında, bölgedeki gelişmeler ve özellikle Rojava ile iç içe geçmiş olan ‘çözüm süreci’nin ikili karakterini ortaya çıkardı. AKP Hükümeti’nin bir yandan İmralı’da Öcalan’la görüşmeler yaparken öte yandan Rojava’daki Kürt kantonlarını yok etme ve Kürt hareketini etkisizleştirerek kendi çözümünü dayatma hesaplarını görünür kıldı. Ancak AKP Hükümeti ve devletin desteklediği IŞİD’in –ki, bu destek ABD yönetimi tarafından bile dile getirilmiştir– üç koldan kuşattığı Kobanê’de ortaya konan direniş ve Türkiye’nin Kobanê’nin düşürülmesi hesabına bağlı olarak her türlü yardımı engellemesinden sonra, 6-7 Ekim’de Kürdistan, Türkiye ve bütün dünyaya yayılan eylemler sürecin seyrini değiştirdi. IŞİD’e karşı koalisyon kuran ABD, Kobanê’ye müdahale etmek zorunda kalarak kuşatmanın kırılmasında rol oynadı ve ardından yine Kobanê’ye havadan silah yardımı yaparak koridor açılmasını engelleyen Türkiye’yi boşa düşürdü. Nihayetinde, Kobanê’yi düşürme planı tutmayan Türkiye egemenlerinin elinde, PYD/YPG’nin Barzani üzerinden dengelenmesi beklentisine bağlı olarak Peşmergenin ağır silahlarla Kobanê’ye geçişine izin vermekten başka yapacak bir şey kalmadı. Bütün bu gelişmeler üzerinden 6-7 Ekim Serhildanındaki öfke patlamasının sadece Kobanê’de değil, ülke ve bölge siyasetinde de dengeleri değiştirici bir rol oynadığı söylenebilir.
KOBANÊ DİRENİŞİ VE ABD’NİN IŞİD STRATEJİSİ
ABD Başkanı Obama’nın Eylül ayında açıkladığı ‘IŞİD ile mücadele stratejisi’ asıl olarak Irak merkezliydi ve ihtiyaç duyulması halinde Suriye’ye müdahale edilmesini öngörüyordu. ABD, bu strateji ile, IŞİD’i kullanarak aynı anda birkaç hedefini gerçekleştirmek istiyordu. Öncelikle, Musul’u ele geçirmesinden sonra Irak’taki gücünü giderek arttıran IŞİD karşısında daha önceden Irak’ta birbirleriyle çatışma noktasına gelen merkezi hükümet ile Kürdistan Federe Yönetimi’nin yeniden bir araya getirilmesi sağlandı. ABD 2003 müdahalesinden sonra oluşturduğu iktidarın Şii ve Sünni Araplarla Kürtler arasında paylaştırılmasına dayalı düzeni –ki bu paylaşımda başbakanlık Şiilere, cumhurbaşkanlığı Kürtlere ve meclis başkanlığı da Sünnilere veriliyor– geçici de olsa yeniden tesis etti. ABD, bölgede müdahaleci politikalarına dayanak yaptığı bu strateji ve kurduğu koalisyon ile aynı zamanda son birkaç yılda kendi politikaları etrafında toparlamakta zorlandığı bölgesel müttefiklerini –başta Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün olmak üzere– yeniden dizayn edebilme imkanı buldu.
Bu dönemde Irak’ta IŞİD’i vuran ABD, IŞİD’in 16 Eylül’de başlayan Kobanê kuşatması ve saldırısı karşısında ise “durumu yakından izliyoruz” açıklaması ile yetinmişti. ABD Suriye’de IŞİD’i bombalamaya başladığında da, ilk hedefi Kobanê kuşatmasındaki güçler değil, Rakka’daki kimi lojistik üslerdi. Bu tutum, ABD’nin de Kürt siyaseti içinde bugüne kadar kendisiyle uyumlu bir politika izlemeyen PYD-PKK çizgisini sıkıştırıp zorda bırakmayı hedeflediğini gösteriyordu. Ancak ABD’nin IŞİD’in saldırılarını izlemesine ve Türkiye’nin de yardım götürülmesini engellemesine rağmen Kobanê’de ortaya konan direniş, bütün dünyada yankı yarattı. 6-7 Ekim’de dünyanın birçok önemli kentinde de Kobanê ile dayanışma için eylemler düzenlendi. Bu eylemler IŞİD’e karşı koalisyon kuran ABD’nin ikiyüzlü politikasını da teşhir etti. Ortaya çıkan yeni durumda Kobanê’nin düşmesi, aynı zamanda ABD’nin oluşturduğu koalisyonun da inandırıcılığını ciddi biçimde tartışılır hale getirecekti. İşte bu noktada, ABD, “durumu izleme”nin ötesine geçerek, IŞİD’in Kobanê’deki güçlerini havadan bombalamaya başlamak zorunda kaldı. Üstelik bu müdahale, ABD’nin 2003 Irak müdahalesi sonrasında ortaya çıkan katliamcı-işkenceci imajını düzeltebilecek bir “kurtarıcı” rolle bölgedeki varlığını halklar nezdinde meşrulaştırmış olacaktı.
Kobanê’de IŞİD mevzilerinin bombalanması, ABD ile “Bizim için IŞİD neyse PYD de odur” diyen Erdoğan/AKP arasındaki çelişkiyi/uyuşmazlığı daha görünür hale getirdi. ABD, bu noktada ikinci bir adım attı; Kobanê’ye havadan silah yardımı yaparak Türkiye’nin ambargosunu da etkisizleştirdi. Ardından da, Türkiye –PYD’yi dengeleme beklentisi üzerinden– Kürdistan Yönetimi’ne bağlı Peşmerge güçlerinin Türkiye üzerinden Kobanê’ye yardım götürmesini kabul etmek zorunda kaldı.
Kobanê müdahalesi sonrasında ABD’nin PYD ile görüşmeler yapması, önemli tartışmaları da beraberinde getirdi. Öncelikle ABD’nin Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşma sonrasında dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline gelen Kürtleri (PYD’yi) yedeklemek ve bu temelde Suriye rejiminin arkasında duran Rusya-Çin-İran bloğuna karşı kendi pozisyonunu güçlendirmek istediği açıktır. Ancak bu durum, ABD’nin ortaya konan direnişin bütün dünyada yarattığı yankı nedeniyle Kobanê’ye müdahale etmek zorunda kaldığı ve bugüne kadar PYD’nin Suriye’deki savaşın ilk dönemlerinden beri izlediği kendi bölgesini –Rojava’yı savunma– ve PYD Eş Başkanı Salih Müslim’im deyimi ile “kimsenin askeri olmama” tutumunu sürdürdüğü gerçeğini değiştirmemektedir.
Bu noktada, eski TKP’nin devamcıları başta olmak üzere, kimi “sol” çevrelerin ABD’nin müdahalesi sonrasında “Kobanê’nin siyaseten düştüğü” yönündeki değerlendirmelerine değinmek gerekiyor. Çünkü söz konusu çevreler, ABD bombardımanını, Kürt hareketine karşı mesafeli duruşlarının ve sosyal-şoven politikalarının üstünü örtmek, dahası bu duruşlarını meşrulaştırmak için kullanmaya çalışmaktadırlar.
Oysa bu türden yaklaşımlar, öncelikle ABD’yi Kobanê’de tutum almaya zorlayan halk direnişini görmezden gelmektedir. Ve gerçekten bu direnişe sahip çıkmak isteyenlerin yapması gereken şey, ABD bombardımanının tozu-dumanının arkasına saklanmak değil; bu direnişin ABD desteğine ihtiyaç duyulmayacak düzeye –ki ABD’nin bu desteğinin arkasındaki hesaplara yukarıda değinmiştik– getirilmesi için mücadele ve dayanışmanın büyütülmesidir.
İkincisi, ABD bombardımanı, Kürtlerin Rojava’da PYD öncülüğünde kendi geleceklerini belirleme mücadelesinin demokratik karakterini ortadan kaldırmamakta; Kürtler kendi topraklarını savunma çizgisini sürdürmekte ve emperyalizm/gericiğin kendilerini rejimle çatışma içine çekme politikasına karşı durmaya devam etmektedir. Kaldı ki, Lenin’in de belirttiği gibi, eğer bir sosyalist çözümden söz etmiyorsak, emperyalizm koşullarında yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkı değil, kısmen ve çarpıtılmış olarak da olsa, siyasi demokrasinin bütün talepleri uygulanma şansı bulabilir. Ama bu durum, sosyalistlerin bu talepler için acil ve kararlı bir mücadele vermesi zorunluluğunu ortadan kaldırmaz, aksine bundan vazgeçmek burjuvazi ve gericiliğin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Bu nedenle söz konusu çevrelerin bugün sosyalistlik ve anti-emperyalist duruş adına Kobanê direnişine yüz çevirmesi; ulusların kaderini tayin hakkı temelinde ulusal hak eşitliğinin sağlanması ve işçi sınıfının birliği önündeki milliyetçi duvarların yıkılması mücadelesine değil; en çok emperyalizm ve ülke gericiliğinin işine yaramaktadır.
Yaşanan bölgesel kamplaşma ve önce Şengal’de –Irak Kürdistanı’nda– PKK ile Peşmerge güçlerinin ve ardından da Kobanê’de PYD’nin IŞİD’e karşı gösterdiği direniş, Sykes Picot anlaşmasının çizdiği sınırların geçersizleştiği bir süreçte, Kürtleri bölgenin yeniden dizayn edilmesinde göz ardı edilemeyecek bir güç haline getirdi. ABD’nin bugün göz ardı edemez hale geldiği bu durumu diğer emperyalist bloğun başında yer alan Rusya önceden görmüş ve daha Cenevre-2 görüşmeleri döneminde PYD’nin sürece dahil edilmesi gerektiğini savunmuştu.
Kobanê Direnişi sonrasında Kürtlerin bölgesel gelişmelere bağlı olarak edindiği pozisyon, ülkede devam eden “çözüm süreci”ni de dolaysız olarak etkiledi.
KOBANÊ SONRASI ÇÖZÜM SÜRECİ
AKP Hükümeti, daha en başından, Rojava’da Kürtlerin PKK çizgisindeki bir siyasi partinin –PYD’nin– öncülüğünde siyasi statü sahibi olmasını –oluşturdukları demokratik kantonları– ülke içinde “çözüm süreci”nde dayatmak istediği statüsüz çözüm önünde bir engel olarak gördü. Bu nedenle, Rojava’da, 19 Temmuz 2012’de Kobanê’den başlayarak, yönetimi ele aldıkları tarihten itibaren Kürtlerin kendi bölgelerini yönetmesini engellemek için önce el Nusra ve sonra IŞİD gibi el Kaideci çetelerle her türlü işbirliği yapmaktan geri durmadı. Bu nedenle Kobanê kuşatması, IŞİD’in alan hakimiyeti için ne kadar gerekli idiyse, AKP Hükümeti’nin “çözüm süreci”ni inisiyatifi elinde tutarak yürütme politikası bakımından da o kadar gerekli görünüyordu. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da, bu beklentisini, Kilis’te yaptığı bir konuşmada “Kobanê ha düştü, ha düşecek” sözleri ile ortaya koymuştu.
6-7 Ekim Serhildanı, AKP Hükümeti’nin süreçte inisiyatifi elinde tutma politikasına ciddi bir darbe vurdu. Zaten bu politikanın darbe yemesinin telaşıyla, 51 insanın yaşamını yitirdiği olayların hemen ardından, “kamu düzeni”ni sağlama adına, polise yeni yetkiler veren yeni baskı yasaları çıkarmak için kolları sıvadı. Yine başta Eş Genel Başkan Demirtaş olmak üzere HDP hedefe kondu ve sürecin askıya alınabileceği tehdidi gündeme getirildi. Ancak bütün bu tehditlere rağmen Kobanê’nin düşürülmesi hesabının boşa düşürülmesinden sonra, Kürtlerin bölgede edindikleri yeni pozisyon, AKP Hükümeti/devletin bu süreci bitirme olanaklarını da önemli oranda sınırlıyordu. Bu nedenle, kamuoyuna yönelik HDP’ye karşı en ağır açıklamaların yapıldığı süreçte, diğer taraftan HDP’nin İmralı heyeti ile de görüşmeler yapılıyordu. Yapılan bu görüşmelerin sonucunda “sürecin hızlandırılarak devam ettirilmesi kararı” çıktı. Bu karara bağlı olarak, Öcalan’a 5 kişilik bir sekretarya, İmralı heyetinin genişletilmesi –ki son görüşmelerde heyete DTK Eş Genel Başkanı Hatip Dicle dahil edilmiştir– ve bir ‘izleme kurulu’nun oluşturulması konularında anlaşmaya varıldığı açıklandı.
Öncelikle bir sekretarya ve izleme kurulunun oluşturulmasının sürecin sürdürülme biçimine dair düzenlemeler olduğunun altını çizmek gerekiyor. Yani bu düzenlemeler, çözümün içeriğiyle değil, nasıl sürdürüleceğiyle ilgilidir. Burada yine AKP Hükümeti’nin bu adımlar üzerinden süreci seçimlere kadar idare etme ve “çözüm süreci”ni seçimlerden daha güçlü çıkmak için kullanma hesabı yaptığını söylemek herhalde bir kehanet değildir. Ancak bu durum, yapılan/yapılacak düzenlemelerin Kürt hareketi ve demokrasi güçleri için bir kazanım olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Çünkü bugüne kadar hükümet, ‘çözüm süreci’ni Öcalan ile MİT arasında yapılan ve içeriği kamuoyuna açıklanmayan bir gizli görüşmeler süreci olarak sürdürdü. Ve sürecin kapalı kapılar ardında sürdürülmesi, AKP’nin süreci istediği gibi kullanmasını kolaylaştırıyordu. Oysa “çözüm süreci”nin sonucunda barışın sağlanması isteniyorsa, bu sürece toplumun da dahil edilmesi gerektiği açıktır. Bu nedenle sürecin şeffaflaştırılıp toplumsallaştırılması –ki oluşturulacak kurullar bu bakımdan önemlidir– toplumun sorunu ve çözümünü doğrudan tartışabilmesinin öncelikli bir koşulu olarak anlam taşımaktadır. Yine HDP Eş Başkanı Demirtaş’ın CHP’nin ya da CHP’ye yakın isimlerin izleme kurulunda yer alması çağrısı da, sürecin toplumsallaştırılmasının hızlandırması ve AKP’nin elinde rehin olmaktan kurtarılması bakımından önemsenmesi gereken bir çağrıdır.
Özetlemek gerekirse, oluşturulacak kurullar, AKP Hükümeti’nin sürecin çerçevesini “MİT’in terör örgütü lideriyle görüşebileceği” çerçevesine sıkıştırması politikasının geçersizleştirilmesi; toplumun bu görüşmelerin devlet ve Kürt hareketi arasında Kürt sorununun çözümü için yürütüldüğünü görmesini/anlaşmasını sağlama ve toplumu sürece katmaya hizmet etmesi olanağını arttırmaktadır. Aksi durumun, yani sürecin şeffaflıkla yürütülüp toplumsallaştırılmamış olmasının acı sonuçları ve olası tehlikelerini 6-7 Ekim olaylarında bir kez daha gördük. Kobanê’ye destek eylemlerinin karşısında polis nezaretinde sokağa dökülüp Kürtlere saldıran, insanları linç eden güruhlar, artık Kürdün varlığını kabul eden, ama onu kendisi için bir tehdit, bir düşman olarak gören bir dışlayıcı milliyetçiliğin de varlığını acı bir şekilde gösterdi. Ve açıktır ki, Türkle Kürdün bu kadar iç içe yaşadığı günümüz koşullarında dışlayıcı milliyetçilik, ülkeyi bir iç savaştan; Türk-Kürt çatışmasından başka bir yere götürmez.
İmralı heyetine DTK Eş Başkanı Dicle’nin de katılmasından sonra yapılan görüşmede Öcalan’ın KCK’ye ve hükümete ulaştırılmak üzere sunduğu ‘Demokratik müzakere ve barış süreci taslağı’ dolayısıyla görüşmelerin üzerinden iki yıl geçtikten sonra çözümün içeriğinin tartışılmaya başladığını söyleyebiliriz. İçeriği konusunda fazla bilgi olmasa da, İmralı heyetinden Sırrı Süreyya Önder’in taslağa ilişkin “Taslakta anayasal, yasal değişikler hepsi var. Herkes için de özerklik var. Demokratikleşme başlığı altında bunu sizinle paylaşacağız” açıklaması, taslağın tartışmaya açılması için yetti. KCK yönetimi, taslağın kendilerine sunulan kısmını kabul ettiklerini açıklarken, Başbakan Davutoğlu, Önder’in açıklamalarına dair sorulan bir soruya, “genel af, özerklik gibi konular kesinlikle gündeme gelmemiştir. Gündemde olmayan konuları, sanki gündemdeymiş gibi ele almak, tartışmak sürece zarar verir” yanıtını vermiştir. Bu yanıt, hükümetin görüşmelerin neden kapalı kapılar arkasında yapılmasını istediğini ve oluşturulacak kurullarla görüşme sürecinin şeffaflaştırılmasına neden bu kadar direndiğini de açıklamaktadır. Öte yandan genel affı, Kürtlere siyasi bir statüyü, anadilde eğitimi, anayasal değişiklikleri vb. konuşmadan Kürt sorununun çözülemeyeceği de açıktır. “Biz bu konuları konuşmadık, konuşmuyoruz” demek, Davutuğlu’nun (AKP Hükümeti’nin) sorunun çözümüne olan mesafesini de göstermekte, yapılan görüşmelere rağmen AKP’nin zaman kazanmaya yönelik oyalayıcı bir tutumda ısrar ettiğini ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak, AKP Hükümeti’nin sorunun çözüm çerçevesini konuşmaktan kaçmaya çalışmasına rağmen, görüşme sürecinde, bu görüşmelerin sürdürülme biçimine dair atılan adımlar, hükümetin bundan kaçma olanaklarının sınırlandırılması ve tartışmaların topluma yansıtılması bakımından önemlidir. Bu adımların AKP için seçim sürecinin atlatılmasına ve seçimden güçlü çıkma hesaplarına bağlı manevralar olarak anlam kazandıkları gerçeğini göz ardı etmeden, Kürt hareketi-demokrasi güçleri bakımından demokratik-barışçıl çözüm için mücadele zeminini genişlettiği de belirtilmelidir.
AKP’NİN DERSİM SEFERİ VE ALEVİ AÇILIMI
Kobanê’nin düşürülmesi hesabının ters tepmesi ve Kürt hareketinin güç ve pozisyonunun artması sonrasında siyaseten ciddi bir sıkışıklık içine giren AKP Hükümeti’nin bu sıkışmışlıktan kurtulmak için yaptığı manevralardan biri de, Dersim katliamını ve Alevi açılımını gündeme getirmesi oldu. Başbakan Davutoğlu, Seyit Rızaların idam edilişinin yıldönümüne yakın bir tarihte Hacıbektaş Aşure Günü’nde “Dersim, modern bir Kerbela’dır” açıklamasını yaptı. Davutoğlu, aynı konuşmada, Alevilerin zorunlu din dersinin kaldırılması talebinin –ki Avrupa İnsan hakları Mahkemesi, Türkiye’yi bu uygulamadan dolayı mahkûm etmiştir– tartışılabileceğini de söyledi.
Öncelikle Davutoğlu/AKP Hükümeti’nin ne Dersim özrünün, ne de Alevilerin talepleriyle ilgili açıklamalarının gereğini yapmadığının altını çizmek gerekiyor. Davutoğlu’nun Kasım ayı sonunda Dersim’e yaptığı ziyarette Dersim adının iade edileceği beklentisi bile boşa çıktı. Başbakan’ın Dersim seferinden, Tunceli Üniversitesi’nin adının Munzur Üniversitesi ve tarihi kışlanın müze olması dışında bir şey çıkmadı. Oysa Hükümet gerçekten özür dileyip geçmişle hesaplaşmak isteseydi, Dersim katliamını CHP ile hesaplaşma meselesi olarak ele almanın ve bunun üzerinden yıpranan imajını düzelterek demokratik bir çizgide olduğu görüntüsü yaratmanın ötesine geçmesi gerektiği açıktır. Ancak Dersimlilerin Dersim adının iadesi, Seyit Rızaların mezarlarının bulunması ve katliamın siyasi-sosyal-ekonomik bütün sonuçlarının açıklanıp bunların telafisi yönünde adım atılması başta olmak üzere, hiçbir beklentisi karşılanmamıştır. Bunun da ötesinde, eğer Dersim’de yapılanlar devletin Kürt sorununu şiddet-baskı-imha ile çözme politikasının bir parçası ise –ki öyledir–, geçmişle hesaplaşmadan söz ederken yapılması gereken, Kürt sorununun Kürtlerin ulusal demokratik taleplerinin karşılanması temelinde çözülmesidir ve AKP Hükümeti’nin böylesi bir çözüm konusunda durduğu yer de bellidir. Yani Dersim katliamının CHP’nin tek parti iktidarının olduğu dönemde (1937-38) yapılması, bu katliamın devlet tarafından yapıldığı gerçeğini değiştirmemektedir. Bu nedenle, bugün gerçek anlamda hesaplaşma, CHP tarafından değil, hükümet tarafından yapılabilir. Burada, Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun özür dilemesine rağmen –ki CHP içindeki ulusalcılar bu özre tepki göstermekte gecikmediler– CHP’nin geçmişiyle gerçekten yüzleşememesinin AKP’nin işini kolaylaştırdığını; AKP’nin eline her fırsatta kullandığı bir malzeme verdiğini de belirtmek gerekiyor. Nihayetinde yapılan katliam, yaşanan sürgünler vs. bugün bütün sonuçlarıyla ancak hükümet tarafından açığa çıkarılıp gereği yapılabilecek uygulamalar oldukları halde, AKP, Erdoğan’ın Dersim özründen –Kasım 2011– bu yana lafın ötesinde hiçbir adım atmış değildir.
Yine Alevilerin taleplerini konuşmaya hazır olduklarını söyleyen Başbakan Davutoğlu’nun tek pratik önerisi, din dersi kitaplarında Alevilerin daha fazla anlatılması olmuştur. Aleviler taleplerini çok açık olarak sıralamalarına, bu talepleri alanlarda ilan edip gereğinin yapılması için hükümete dilekçeler vermiş olmalarına rağmen, AKP, ‘çalıştay’ üzerine çalıştay düzenleyip Alevileri oyalamaya çalışmanın ötesine geçmemiştir. Ancak Alevilerin zorunlu din dersinin ve Diyanetin kaldırılması, devletin dini örgütleme politikalarına son verilip gerçek anlamda laik bir düzenin kurulması beklentisini karşılamak bir tarafa, her fırsatta kendini AKP Hükümeti’nin başı olarak ilan eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı 19. Milli Eğitim Şûrası ve 5. Din Şûrası’nda ortaya koyduğu tutum, AKP’nin kendi dinci-muhafazakâr anlayışını bütün topluma dayatma konusunda yeni adımlar atmaya hazırlandığını gösterdi. Zorunlu din dersinin kaldırılmasını tartışmaya hazır olduğunu söyleyen Hükümet, zorunlu din dersini ilkokul birinci sınıflarda başlatma, dahası anaokullarına ‘değer eğitimi’ adı altında dini bilgiler verilmesini gündeme getirmiş ve yine Osmanlıca’yı zorunlu ders haline yapmayı tartışmaya açmıştır.
Peki, bütün bu tartışma ve gelişmelerden nasıl sonuçlar çıkarmak gerekiyor?
Birinci olarak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Hükümet, Kürt sorununda yaşadığı sıkışıklıktan kurtulmak ve 51 insanın yaşamını yitirdiği olaylardan sonra gündeme getirdiği yeni baskı yasalarının, “güvenlik paketi”nin üstünü örtmek üzere Dersim katliamı ve Alevilik konularını gündeme getirmiştir. Ancak söylenen onca söze rağmen bu konularda halkın beklentisi yönünde atılmış hiçbir ciddi adım yoktur. Aksine daha Davutoğlu’nun lafları kurumadan, söylenen sözleri tersi yönde –dinci-muhafazakâr bir toplum oluşturma– adımların atılması gündeme getirilmiştir. AKP, nasıl kendine karşı her muhalefet girişimini “darbe” olarak nitelendirip kendi gerici politikalarına meşruiyet sağlamaya çalışıyorsa, bu konularda da geliştirdiği söylem ile toplumda geçmişle yüzleşen demokrat bir hükümet imajını etkin kılmaya, dahası bu konular üzerinden siyasi rakibini –CHP’yi– sıkıştırmaya çalışmaktadır.
İkincisi ve daha önemlisi, AKP Hükümeti’nin Suriye’ye müdahale politikalarına bağlı olarak geliştirdiği mezhepçi söylem, Alevileri ciddi bir şekilde kendisine karşı kamplaştırmış durumdadır. Bunun da ötesinde, Kürtlerin Kobanê’de AKP’nin desteklediği IŞİD çetelerine karşı ortaya koyduğu direniş ve Rojava’da bütün halkların ve inançların demokratik birliğine dayanarak oluşturulan kantonlar, tarihinde olmadığı kadar Alevilerle Kürtleri birbirine yaklaştırmış, bu güçlerin ülke içinde birleşme zeminini genişletmiştir. Bu yakınlaşmanın ilk sonuçlarını, cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde çeşitli Alevi çevrelerinin Demirtaş’a verdikleri destekte gördük. Kürtlerin bölgede IŞİD barbarlığına karşı halkların laik-demokratik geleceği için savaşan bir güç olarak öne çıkması, IŞİD barbarlığına ve destekçisi AKP’ye karşı ciddi bir tepki duyan Alevilerin Kürt hareketine sempatisini arttırmış ve ilk kez Kobanê sürecinde bu kadar geniş Alevi çevreleri Kürtlerle dayanışma tutumu sergilemiştir. İşte; AKP-Davutoğlu, Dersim ve Alevilik konularını tartışmaya açıp Alevilerde beklenti yaratarak, dahası kimi Alevi çevrelerini yedekleyerek Kürtler ve Aleviler arasında zemini giderek genişleyen mücadele birlikteliğini önüne geçmek istemektedir.
Nihayetinde “çözüm süreci”ni Kürt sorununda inisiyatifi eline alma ve inisiyatifi eline aldığı oranda adım atarak kendi çözümünü dayatma anlayışıyla sürdüren AKP, Dersim ve Alevi “açılımı”nı bu sıkışmışlıktan kurtulmak için kullanmaya çalışıyor.
Böylelikle AKP Hükümeti, “Dersim açılımı” üzerinden Kürt halkının “çözüm süreci”nin devamı ve ulusal hak eşitliği bakımından öncelikli hiçbir talebini karşılamadan Kürt sorununda geçmişle yüzleşip büyük bir adım atmış görünecek, üstelik bu adımla CHP içinde tartışma yaratarak, CHP’yi de kendi iç çatışmasıyla baş başa bırakacaktı. Öte yandan “Alevi açılımı” ile Alevilerde beklenti yaratarak, Alevilerin Kürt hareketi ile ortak mücadele yöneliminin önüne geçebileceği hesaplarını yapmaktaydı. Çünkü AKP, ülkenin seçim sürecine girdiği böylesi bir süreçte, laisizm ve demokratik talepler etrafında Kürtlerle Aleviler arasındaki mücadele birlikteliğinin zeminin hiç olmadığı kadar gelişmekte olduğunu ve bunun kendi düzeni için ciddi bir tehdit olduğunu görüyor.
Ancak başında, Esad’ı Alevi olduğu için hedef yapıp Sünni mezhepçi bir müdahale politikası izleyen ve bu temelde IŞİD gibi barbar örgütlerle işbirliğinden çekinmeyen, Kılıçdaroğlu’nu Dersimli bir Alevi olduğu için yuhalatan ve Sivas katliamı davasında mahkemenin zamanaşımı kararından sonra “hayırlı olsun” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğu bir Hükümetin bu konularda manevra yapabilme koşulları da oldukça sınırlıdır. Ve zaten Davutoğlu’nun son manevrasının Eğitim ve Din Şûralarında boşa çıkartılmış olması bile, AKP gericiliğinin artık biçimsel de olsa kimi demokratik adımlar bile atamaz hale geldiğini gözler önüne sermiştir. AKP, geleceğini, gericiliğe ve baskı yasalarına daha fazla sarılmakta görmekte; “tek parti, tek adam” düzenini tahkim etmek için 2015 Seçimleri’ne bu temelde hazırlanmaktadır.
SEÇİM VE DEMOKRATİK ÇÖZÜM İÇİN BİRLİK
‘Kamu düzeni’ adına baskı politikalarına sarılan Hükümetin önümüzdeki döneme dair politik hesaplarını görünür kılan gelişmelerin en önemlisi, ülkenin genel seçim sürecine girmesiyle birlikte, yüzde on seçim barajı ile ilgili ortaya koyduğu tutum olmuştur. İşine geldiğinde 12 Eylül darbe anayasasıyla hesaplaşmaktan söz eden hükümet, göz diktiği oylar söz konusu olduğundaysa, 12 Eylül faşist darbesinin ürünü olan yüzde on seçim barajının kaldırılması talebini “milli iradeye karşı bir darbe girişimi” olarak sunmaya çalışmaktadır. AKP-Erdoğan’a göre, kendilerine oy vermeyen milyonlarca seçmenin oyunun üzerine oturup yüzde 35’lik oyla meclisin yüzde 65 çoğunluğunu sağlamak mili iradenin tecellisi olmaktadır! Öncelikle her türlü demokratik hak ve talep karşısında “darbe” söylemine sarılması, seçimle başa gelen AKP’nin bu iktidarı seçimle bırakmamak için her yolu deneyeceğini göstermektedir. İnsanların en demokratik haklarından toplantı-gösteri haklarını kullanmalarını bile “kamu düzeni” için bir tehdit olarak gören ve bu hakkın kullanımını engellemek konusunda 12 Eylül faşizmini aratmayan baskı yasalarına sarılan Hükümetin ‘yeni Türkiye’ derken nasıl bir düzenden söz ettiğini anlamak zor olmasa gerek! AKP’nin ‘yeni Türkiye’si; zaten fiili başkanlık yapan Erdoğan’ın tek adam olduğu, AKP dışındaki bütün partilerin “kamu düzeni” için tehdit olarak görüldüğü bir “tek parti-tek adam” düzenidir.
Bu ülkede seçim barajından devletin hangi siyasi partilere yardım yapacağına kadar bütün yasak ve engellemelerin Kürt hareketi ve demokrasi güçlerinin ülke siyasetinde etkili olmalarının önüne geçmek üzere gündeme getirilip korunduğu biliniyor. Bugün Öcalan’la görüşmeler yapan AKP Hükümeti’nin, Kürt sorunu çözme ve demokratikleşme konusunda zerrece bir kaygı duyuyor olsaydı, yapması gereken ilk şey, seçim barajını kaldırmak olurdu. Çünkü eğer bir çözümden ve dağdakilerin siyasal yaşama katılacakları bir ortamın oluşturulmasından söz edilecekse, atılması gereken ilk adım, anti-demokratik seçim barajı uygulamasının kaldırılması olmalıdır. Oysa AKP, 2015 Haziran Seçimleri’ni “tek parti, tek adam” düzenini tahkim etmek için fırsat olarak kullanmak; dahası ülkenin geleceğini tek başına belirleyeceği, kendisi dışındaki bütün güçleri susturup ezeceği bir düzen kurmak peşindedir. Ancak bu kez AKP’nin işi eskisi kadar kolay değildir, seçim barajına ve baskı yasalarına dört elle sarılmasının nedeni de budur. Çünkü bugün ülkede emek ve demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin zemini daha önce olmadığı kadar genişlemiş durumdadır.
Bu mücadele birliğinin zeminini genişleten başlıca gelişmelerin birkaçını hatırlatmak gerekirse; Haziran-Gezi Direnişi’nde özellikle gençlerin ve kadınların geleceksizliğe, muhafazakârlık dayatmalarına, kendi yaşamlarına yapılan müdahalelere karşı ortaya koyduğu direniş ve bu süreçte özellikle Lice’de kalekollara direnirken katledilen Medeni Yıldırım’ı sahiplenip ulusalcı siyasetin etkisi altındaki kesimlerin bile “halkların kardeşliği” sloganını atmalarını öncelikle anmak gerekir. Roboski Katliamı’nda çocuklarını kaybeden aileler ile Haziran Direnişi’nde çocukları öldürülen aileler arasında gelişen duygu birliği ve bu katliamlara karşı Türkiye ve Kürdistan’da ortaya çıkan sahiplenme de önemlidir. Soma’daki işçi katliamı da, Gezi-Haziran Direnişi gibi, emekçilerin düzene karşı öfkelerini birleştirdikleri önemli dönemeçlerden biri olmuştur. Burada, Soma katliamı karşısında Kürdistan’da ortaya çıkan dayanışma ve yaygın kitlesel eylemler belirtilmelidir. En son, Kobanê Direnişi sırasında, emek örgütlerinin etkisi zayıf olsa da, gerçekleştirdikleri siyasi-dayanışma grev ve eylemleri, çeşitli Alevi çevrelerinin ve Kürt hareketine bugüne kadar mesafeli durmuş çeşitli sol çevrelerin ortaya koyduğu güçlü dayanışma da, AKP gericiliğinde ifadesini bulan sisteme karşı mücadele birlikteliğini büyüten gelişmelerden olmuştur.
Sonuç olarak, bugün AKP’nin ‘yeni Türkiye’sinin alternatifi ancak yukarıda saydığımız gelişmeler-hareketler içinde yer alan HDK bileşenlerinin, emek örgütlerinin, Alevi çevrelerinin, çeşitli sol örgüt ve çevrelerin oluşturduğu Birleşik Haziran Hareketi’nin ve laik-demokratik bir ülke, insanca bir yaşam isteyen her kesimden halk güçlerinin oluşturacağı bir demokrasi cephesi ile yaratılabilir. Ancak böylesi bir demokrasi cephesi, her şeyden önce, AKP’nin demokrasi mücadelesinin önüne bir engel olarak dikmekte ısrar ettiği seçim barajını yıkabilir ve bu cepheyi dışarıda bırakacak bir seçimi daha en başından geçersiz-işlevsiz hale getirebilir. Böylesi bir cephe, seçimlerden güçlü çıkmanın da ötesinde, bugün, en başından ifade edildiği gibi, müzakere sürecinin bir mücadele süreci olduğu gerçeğinden hareketle, AKP’nin Kürt sorununun çözümündeki oyalayıcı tutumunu boşa çıkarmak ve demokratik bir ülke kurmak bakımından ihtiyaçtan da öte bir zorunluluk haline gelmiştir.