THKP-C TEORİSİ VE PRATİĞİ ÖZÜNDE SAĞCIDIR
THKP-C ve bu hareketi kendi kökeni olarak gören hareketlere karşı, Türkiye solunda pek çok eleştiri ve yorum yayınlandı. Kendilerini THKP-C’nin devamı olarak gösteren hareketlerin birbirleri arasındaki eleştiri savaşını da bu literatüre katacak olursak, Mahir Çayan’ın “KESİNTİSİZ DEVRİM I, II, III” olarak bilinen yazılarının, üzerinde konuşulmadık tek bir cümlesinin kalmadığını rahatça söyleyebiliriz. Bununla birlikte, Mahir Çayan’ın tutarlılıktan büyük ölçüde yoksun olan, bu yüzden de bütünsel bir teori olarak adlandırılması doğru olmayacak olan yazılarının esasının üzerinde yeterince açıklıkla durulmadığı da söylenebilir. Mahir Çayan’ın söz konusu görüşlerinin, büyük ölçüde Sovyet revizyonizminin temel tezlerine dayandığını önceki bölümlerde göstermiştik. Kaynağındaki revizyonist etkiler, Mahir Çayan’ın “teorisi”ni, esası bakımından bir sağcılık olarak nitelemeye yetmektedir. Mahir Çayan’ın görüşlerine yöneltilen eleştirilerde genellikle kullanılan, “‘sol’ sapma, özünde sağ sapmadır” şeklindeki Leninist formülasyon eleştirilerin hemen hepsinde yalnızca bir süs olarak kalmıştır; çünkü, eleştiri sahiplerinin büyük bir çoğunluğu da, gerçekte aynı revizyonist referanslara dayanmaktaydı. Bu yüzden, eğer bizim yazımızın da başlıca kaynağını oluşturan Parti Bayrağı dışta tutulacak olursa, eleştirilerin tümünün ortak özelliği, eksenlerinde soyut silahlı eylem karşıtlığının bulunmasıdır. “KESİNTİSİZ DEVRİM” broşürlerinde dile getirilen görüşlerin revizyonist içeriğinin göz ardı edilerek, yalnızca belli bir eylem biçimini, silahlı faaliyeti eleştirinin merkezine koyan bütün karşı çıkışlar, sonuç bakımından, biçimsel olmanın ötesine geçmemiştir. Onun “legal olanakları reddetmesinden”, “demokrasi uğruna mücadeleyi anlamamasından”, “kitlelerle ilişkiyi reddetmesinden” bolca söz edilmiş, bütün bunlarla şiddete dayanan devrim düşüncesi aynılaştırılmıştır. Dolayısıyla, devrimin yalnızca legal-parlamentarist yollardan gelişebileceği şeklindeki revizyonist politika için, Mahir Çayan’ın görüşleri bir kendini sınama ve kendini karşıtıyla tanımlama olanağından ötesini göstermemiştir. Kesintisiz Devrim broşürlerinde ortaya konulan sağcı-revizyonist tezler, onun asıl karakteridir. Bu temelde ortaya çıkan silahlı eylem, bu anlamda hiçbir zaman “devrimci şiddetle aynı şey olamaz. THKP-C ve onun ardıllarının eleştirisinde, bilerek, ya da bilmeyerek bu karışıklığa dayanan, sağcı özü ortaya koymayan her yaklaşım, sonunda devrimci şiddeti, soyut silahlı eylem veya genel şiddet eleştirisi içinde hedefe koymak zorunda kalacaktır. Bu yüzden çoğu kez, bu eleştiri sahipleri, silahlı eylemciliği kendi varlık koşulu olarak ileri sürmüş kimi hareketlerin, ani sağa savruluştan (gerçekte özlerini açığa vurmaları) karşısında şaşkınlığa düşer.
Bunun son örneği, Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun yayınladığı bildiride görülüyor. RAF (Rote Armee Fraktion), Arbeiterkampf adlı yayın organlarının 6.5.1992 tarihli sayısında, “kızıl ordu örgütü” imzasıyla bir bildiri yayınladı. (“Bu Sadece Bir Başlangıç” Birikim, Haziran-Temmuz,S. 38-39, s.91) Bu bildiride, RAF, bazı koşullarla silahlı eylemlerini durdurduğunu açıklıyordu. Ancak bunu bazı koşullarla yapıyordu ve ileri sürülen koşulların yerine getirilip getirilmemesi, Alman devletinin kendi niteliğini değiştirmeye niyeti olup olmadığını gösterecekti! RAF, kendisini değiştirmeye karar vermişti, ama bakalım emperyalist Almanya bu “iyi niyetli girişimi” hak etmiş miydi? Alman devletinin niteliğinin değişmeye yöneldiğini gösterecek kıstaslar nelerdi? RAF, bunları şöyle sıralıyordu:
“Hapis yatmasına engel hali olanlar ve uzun süredir içeride olan tutsaklar derhal serbest bırakılmalıdır, diğerleri ise serbest bırakılana kadar aynı hücrede toplanmalıdır,
-Hamburg’un Hafenstrasse sokağındaki boş evleri işgal ederek orada “alternatif hayat” kuran anarşistlere orada varolma hakkı tanınmalıdır,
-Bütün tecrit hücreleri kapatılmalıdır,
-Eski Demokratik Almanya’daki insanların hızlı muamele ile İradesiz nesneler olarak kapitalist sisteme ulaştırılmaları mı devam edecek, yoksa bu insanlar kendi gelişmelerini belirleyecek alanı ele geçirebilecekler mi, görülecektir,
-Devletin, kendisini ve ekonomiyi işsizlik, konut yoksunluğu, yaşlıların yoksulluğu vb. sorumluluklardan kurtarmak için, dışarıdan gelen kaçaklara karşı ırkçılığı körüklemeyi ve onlara “aşağı sınıf’ muamelesi yapmayı daha ne kadar sürdüreceği, önemli bir sorundur,
-Polisin faşistleri koruduğu ve anti-faşistleri copladığı… kaçaklara elektroşokla işkence yaptığı vb. nicedir bilinen hakikattir,
-Alman askerlerinin tekrar başka halkların üstüne yürüyüp yürümeyecekleri, faşist rejimlerin daha ne kadar, buranın silah ve desteğiyle halkları kırımdan geçireceği sorusu ortadadır.
… kendiliklerinden, hiçbir noktada geri çekilmeyeceklerdir; bunun için daima toplumsal baskı ve taleplerimiz doğrultusunda mücadele zorunlu olacak.
Biz kendi tarafımızdan, mücadelede tırmandırmayı geri alarak, bu politik alam açmak üzere bir adım attık.
Şimdi soru, devlet tarafının nasıl davranacağıdır.”
Sıradan teröristin kafasındaki devlet imajı, toplumsal sistem ve bunun değiştirilmesi hakkındaki fikirler, her zaman burada yansıdığı kadar geri değildir; ama kör, yani devrimci bir politika ve ideoloji tarafından yönlendirilmeyen, devrimci sınıf hareketinin aktif desteğinden yoksun aydın terörizmi, burada örneği görüldüğü gibi, son tahlilde kesin olarak reformcudur. RAF örneği, silahlı reformculuğun tipik özelliklerini taşımaktadır. Fakat RAF, silahlı reformculuğun dünyadaki tek örneği değildir. İşçi sınıfının politik ve ideolojik etkisini, Marksist-Leninist teoriyi çeşitli nedenlerle “eskimiş”, “çağa uymayan”, “birinci ve ikinci bunalım dönemlerinin teorisi” vs. gibi gerekçelerle bir kenara iten her silahlı hareket, özü bakımından, RAF’ın reformculuğundan farklı olamayacaktır. RAF, şu anda silahını “geçici bir süre” “gömmüş” olduğunu iddia ediyor. Kendi ifadelerine göre, devletin de silahlarını gömüp gömmeyeceğine bakacaklar! Alman devletinin emperyalist ve faşist politikalar izlemekten vazgeçip geçmeyeceğini izleyecekler! Eğer sonuç bekledikleri gibi olmazsa, bir başka deyişle Alman devleti RAF’ın kendilerine açtığı bu krediyi değerlendirmezse, vay geldi haline! RAF tekrar şurayı burayı bombalayacak, adam kaçıracak, sanayicilere ve polis şeflerine karşı suikastlar düzenleyecek! Ne uğruna? Gene, hapishane koşullarının iyileştirilmesi için, boş evleri işgal eden anarşistlerin yerlerinden edilmemesi için, göçmen işçilere kötü davranılmaması için vs. vs. Bu durumda hiç kimse, RAF’ı, “düzene karşı savaşmaktan vazgeçtiler” diye eleştiremez. Çünkü RAF (ya da İtalya’da Kızıl Tugaylar, Japonya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu, Fransa’da Doğrudan Eylem vs.) gerçekte hiçbir zaman “düzene karşı” mücadele etmemişlerdir. Bütün o barut dumanı, otomatik silah tarakaları, kaçırılan sanayi şefleri, öldürülen polisler, son tahlilde, düzenin biraz daha iyileştirilmesi içindi! Reform taleplerinin şiddet aracılığıyla ileri sürülmesi, şiddetin özünü reformculuğun oluşturması, özellikle Türkiye gibi silahlı eylemle en uç devrimciliğin aynı anlama geldiği bir ülkede, kolayca kabul edilemiyor. Silahlı reformculuk, bu iki kavramın, şiddet ve reform kavramlarının bir arada düşünülemez gibi görünmesinden dolayı çelişik bir kavram gibi algılanabiliyor. Bir eylemin devrimciliğinin ölçütü, eylemde kullanılan araçların niteliği değildir. Lenin, “herhangi bir örgütü belirleyen şey, o örgütün eyleminin içeriğidir” demişti. Eylemin içeriği ise, daima, karşıt sınıflar arası mücadeledeki yeri ile belirlenir. Bu açıdan, genel olarak şiddeti başlıca siyasi araç olarak benimsemiş “sol”cu grupların stratejik ya da taktik eylemlerine bakıldığında, bunların sınıfsal içeriğinin, küçük burjuva sosyal sınıf hedefleriyle sınırlı kaldığım, genel bir demokratizm niteliğini adamadığını görürüz. Eylemler ne kadar şiddet unsuru içeriyor olurlarsa olsunlar, bunlara yol gösteren politika ve ideoloji, kapitalist sistem sınırlarının ötesine geçmemektedir.
TERÖR”ÜN SAĞDAN ELEŞTİRİSİ
Bunlar karşısındaki eleştirilerin çoğu da, bu sınırlan peşinen kabul etmiş çevrelerden yöneltildiği için, bu öz hemen hemen daima gözden saklanmış, soyut silahlı eylem ve şiddete karşı biçimsel eleştiri belirleyici olagelmiştir.
Eleştirinin bu içeriği, son zamanlarda, biçimsel “sol” şiddetle, devletin şiddetini aynı yerde ve aynı düzlemde ele almaya yöneldi. Soyut şiddet eleştirisinin son kazandığı boyut, olguyu, artık tamamen sınıflar mücadelesinin dışında görmektir.
Bunun en “gelişmiş” örneği, BİRİKİM dergisinin Haziran-Temmuz 1992 sayısında görüldü. Taner Akçam’ın, “Niye Birbirimizi Boğazlamıyoruz?” başlığını taşıyan yazısının ana fikri şu: “… Gençlerimizin terörist olmasıyla, etkili yetkili devlet görevlilerimizin terörist olmaları arasında büyük bir fark yoktur. Aradaki yegâne fark, devletin daha örgütlü ve daha güçlü olmasıdır.” Bu anlayışa göre, herkes, “terör nereden gelirse gelsin” karşı olmak için, genel, ayrımsız bir tavır takınmak, “çifte moral” sahibi olmamalıdır. “Devlet yaparsa kötü, devrimciler yaparsa iyi” denilmemelidir. Taner Akçam, bu görüşünü ileri sürerken, “cinayet”, “katliam” gibi terimleri kullanarak, kendi tavrının salt ahlaki içeriğini vurgulamak istiyor. Böylece, toplumsal bir olguyu, sınıflar mücadelesi dışındaki ilişkilerle açıklamaya yönelmek, sonunda politikadan uzak, kişisel ahlak sınırları içinde tanımlanabilen bir çözümleme ve tavır biçimi ortaya çıkarıyor. Bu, eskiden, “devlet terörü” kavramının, “sağ ve sol terör” kavramı tarafından önemli ölçüde örtüldüğü zamanlarda, burjuva siyasi partilerin, burjuva basının “terör nereden gelirse gelsin karşı olmak gerekir” şeklindeki propagandasıyla, aynı siyasi ve ahlaki içeriğe sahiptir. 12 Eylül öncesinde, söz konusu çevreler, toplumsal düzeyde ve ülke çapında yaşanan siyasi ve ekonomik krizi ve bunun sonuçlarım, tümüyle “sağ ve sol terör” etkeniyle açıklıyor ve terörün önlenmesi halinde ekonominin de demokrasinin de kurtulacağı propagandasını yapıyorlardı. Gene aynı çevreler, bunun başarılabilmesi için, özellikle devlet ve siyasi partiler düzeyinde “genel olarak teröre karşı birlik halinde olunması” tezini işliyorlar, yaşanan bütün toplumsal çalkantıyı, karşıt sınıflar arasındaki çatışmanın dışında, “eli silahlı grupların” çatışması olarak gösteriyorlardı. Böylece fabrikaları işgal eden işçiler, yoksulluğa ve sömürüye karşı direnen köylüler, şoven ve ırkçı politikalara, aşırı sömürüye karşı mücadele eden Kürt halkı, öğrenciler, memurlar vs. ile bunların karşısındaki emperyalist tekeller, işbirlikçi holdingler, kısacası bütün bir burjuvazi siliniyor, ortada “kandırılmış ve silahlandırılmış gençler” kalıyordu. “Sağcı ya da solcu silahlı gençler”in hangi toplumsal hareket kaynağından doğduklarının, hangi sınıfların politik ihtiyaçlarına karşılık düştüklerinin, burjuva propaganda tarafından üstü örtülüyordu; bu gerçeklerin burjuva propagandayı ilgilendirmesi de gerekmiyordu. Çünkü sonuçta, sınıf mücadelesinin tüm boyutlarıyla kan ve şiddetle ezilmesi planı adım adım yürürlüğe konuluyordu ve böyle bir saldırıda, kamuoyunu ikna etmek için görünürdeki hedeflerin abartılmasından ve toplumsal özün gizlenmesinden daha geçerli bir taktik olamazdı. Bu, yalnızca darbe planlarıyla ilgili bir taktik olmasının ötesinde, darbeci, faşist teknik politikaya, geleneksel burjuva soyut değerler sistemine uygun bir ahlaki temel de sağlıyordu. Devlet, “tarafsız, eşit ve çifte standart uygulamayan” bir kurum olarak kamuoyunda onaylatılıyordu. Aynı soyut ilkelerden hareket eden Taner Akçam da, aynı sonuca ulaşmakta gecikmiyor. Ona göre, şiddetin kaynağında, “yeterince medenileşmemiş olmak” yatıyor. Gerçi batı toplumlarında “modern devletlerin iç örgütlenmelerinde, problem çözme kurumları sistemleştirilmiş”tir; “ama devletlerarasında henüz benzeri bir kurumlaşma” yerleşmemiştir. Öyleyse, “ihtiyacımız olan şey, insanlar ve devletlerarasındaki ilişkilerin, kendilerini ifade edecekleri kurumları ve kanalları yaratabilmektir. Şiddetsiz bir toplum, ancak onun tüm boyutlarıyla disiplin altına alındığı bir toplumdur. Bu ise, ancak problemlerin çözüm mekanizmalarının kurulmasıyla olanaklıdır.” Haksızlık etmemek için şu belirtilmelidir ki, Taner Akçam’ın önerisinin, 12 Eylül ideologlarının önerisinden bir farkı yar; onlar, Türkiye çapında böyle bir kurumlaşma istiyorlar ve bunu devletin şiddetinin meşru kılınması yolundan gerçekleştirmek istiyorlardı; Taner Akçam ise, bunun uluslararası bir kurumlaşma aracılığıyla yapılmasını istiyor. Açıkça söylenirse, Taner Akçam, “uluslar ve devletlerarası bir terör önleme örgütü” önermektedir: “Sorun, ‘ideal’ bir ‘ütopya’ çizmekten değil, şiddet potansiyellerini disipline alacak kurumların yaratılmasından geçmektedir.” Taner Akçam’ın böyle bir kurumun yokluğundan şikâyet etmesi için bir neden yoktur. Çünkü böyle bir kurum vardır. Körfez Savaşı’nda bu kurum, kendine göre, “şiddet potansiyellerini disipline almak” için, dünya çapında, uluslar ve devletlerarası bir etkinlik gösterebilmiştir. Aynı kurum, gene “şiddet potansiyellerini disipline almak için,” Ortadoğu’da görev başındadır! Üstelik bu kuvvet, Taner Akçam’ın özendiği “modem devlet”in en moderni tarafından yönetilmektedir. Çevik Kuvvet veya güncel adıyla “Çekiç Güç”, belki bugün Balkanlar ve Kafkasya’da etkili olamıyor; oralardaki “şiddet potansiyellerini disipline alamıyor” ama bunun için Taner Akçam’ın çok fazla üzülmesi gerekmez. Belki yakın bir zamanda, bir başka “modern devlet”, örneğin Taner Akçam’ın kendisini güvencesine terk etmiş bulunduğu Alman devleti, orada aynı yönde bir girişimin en “medeni öncüsü” olarak devreye girebilir. Kürtlere, Araplara, Türklere, Sırplara, Boşnaklara, Ermenilere, Azerilere ve başka “şiddet potansiyellerine”,”eşitlikçi, çifte moral taşımaktan uzak” bir yaklaşımla, uygarca nasıl yaşanırmış öğretebilir.
Görülüyor ki, Alman devleti, Taner Akçam’a da RAF açısından göründüğü gibi görünmektedir; “kendi içinde problem çözücü mekanizmaları geliştirmiş” ya da en azından biraz dişini sıkarsa geliştirebilecek olan bir modern devlet! Tabii, Akçam, RAF teorisyenlerinden daha akıllı ve daha uzak görüşlü, global ölçekte düşünebilen biri olduğu için, Alman devletinin tek başına kendi içinde düzenlemeler yapmasıyla yetinmiyor; O, bütün modem devletlerin kendi içlerinde geliştirmiş bulundukları problem çözücü mekanizmaları, kendi aralarında da geliştirmelerini, insanlığın yararına gördüğünü açıklamış bulunuyor.
Böylece, sınıf kıstaslarının terk edilmesi, “haklı”, “haksız” ayrımlarını da ortadan kaldırıyor. Tıpkı yüzyılın başlarında ortaya çıkan sosyal-pasifizm gibi, şimdi de bir tür “sosyal anti-terörizm” olgusuyla karşı karşıyayız. “Her türden savaşa karşı olmak”, haklı-haksız savaş ayrımı yapmayı reddetmek, soyut Hıristiyan ahlakıyla belirlenmiş burjuva barışçılık, sosyal pasifizmin başlıca çıkış noktasıydı. Bu görüşün yanlışlığı, savaşın kapitalist emperyalizmin doğasından kaynaklandığını görmemesiydi. Aynı ölçüler, günümüzdeki “sosyal anti-terör” savunucularına da uygulanabilir. RAF ve Taner Akçam örneklerinde görüldüğü gibi, burada da şiddetin temelleri hakkında hiçbir netlik yoktur. Şiddet, “kötü niyetlerden”, “yanlış eğitimden”, “psikolojik, psikopatolojik nedenlerden”, ya da “insanların birbirini sevmemesinden”, “devletin meseleyi kavramamış olmasından”, vs. vs. kaynaklanıyor gibi gösterilirken, kapitalizmin, emperyalist politikaların, sınıf mücadelesi yasalarının sözü edilmemektedir. Sonuçta da, devrimci şiddetle faşist şiddet aynı kefeye konulmakta, bir halkın kendi kaderini tayin hakkı için giriştiği mücadele ile bu hakkı gasp edenler, halk ile halk kitlelerine saldıran militer güçler, ya da örneğin işçi haklarını devletin şiddet organlarını kullanarak yok edenlerle, bu şiddete karşı kendilerini korumak için şiddete başvuran işçiler birbirine eşitlenmekte, hepsine karşı aynı “moral değerler” açısından bakılmaktadır. Lenin, savaş karşıtı pasifist gösteriler için şunları söylüyordu: “Şu günlerde devrimci kitle hareketleri çağrısına eşlik etmeyen barış propagandaları, yalnızca hayal tohumları eker ve proletaryanın cesaretini kırar, çünkü bu proletaryayı burjuvazinin insancıl olduğuna İnandırır ve savaşçı devletlerin gizli diplomasileri elinde bir oyuncak yapar. Özellikle bir seri devrim olmadan sözde demokratik barışın olabileceği fikri esaslı olarak yanlıştır.” (RSDİP’in Yurtdışındaki Gruplarının Konferans Kararları’ndan. Emperyalist Savaş Üzerine, Günce Yayınları, 1976 adlı derleme içinde, s. 75) Hiç kuşkusuz, Lenin tarafından ileri sürülen doğruların Taner Akçam’ı ikna edebileceğini düşünmüyoruz. Ancak, soruna sosyalistçe bakışın niteliği hakkında söylenebilecek her şeyi Lenin’in sözleri büyük bir açıklıkla ortaya koymaktadır ve bu bizim şiddet konusundaki tavrımızın, Taner Akçam ve benzerlerinin görüşlerine hangi açıdan yaklaştığımızın da bir özetini vermektedir.
Haklı ve haksız şiddet ayrımı yapabilmek için, soyut değerler, soyut adalet ilkeleri, ahlaki ve öznel yargılamalar yeterli değildir; esasen yalnıza bu temellerde yapılacak bir ayrım da tamamen yanlış sonuçlara götürecektir. Bu tavır, genellikle, kendisinin nereye ait olduğunu belirlememiş, çatışan güçler hakkındaki yargısını tarih bilincinden yoksun, rasgele ve “bağımsız birey” duygusuyla oluşturmuş aydınlara özgüdür. Düşüncelerinde, haklı ve doğru, haksız ve yanlış, en kaba biçimde birbirine bağlanmış olmasına rağmen, bu ayrımı yaptıklarının farkında bile olmayabilirler. Örneğin, “şiddet yanlıştır, yanlış haksızdır, öyleyse bütün şiddet hareketleri haksızdır” türünden bir akıl yürütme onların tüm değerlendirmelerini belirlemektedir. Oysa kesin olarak, şiddet, kimi durumlarda haklı olmasına karşın yanlış olabilir. Haklılık ve haksızlık ölçüsü, yalnızca “neye karşı, kim tarafından” sorusu içinde anlamlı olabilir. Doğruluk ve yanlışlık ise, tarihsel ve toplumsal koşullara uygunluk, devrimci sınıf politikasının genel tarzına ve gidişine, kısaca devrimin, sınıfın ve halkın tarihsel çıkarlarına uygunluk ya da uygunsuzluk gibi kıstaslarla belirlenebilir. Ama “anti-terör aydını” (bu terim, günümüzdeki anti-terör timi, anti-terör yasası gibi terimlerle ifade edilen devlet güçlerinin dayandığı propaganda temasım, kendisine aptalca bir ahlak ilkesi haline getirmiş olanlar için uygundur), kendisini sınıfların, toplumsal çatışmaların, devletlerarası ilişkilerin ve emperyalist sistemin bütün sonuçlarının dışında veya üstünde gördüğü için, tarihin yanlış kültürlerle doğru medeniyetler arasında bir tercih yapmaktan ibaret olduğunu düşündüğü için, birbirine karşı olan her şeye karşı durmaya çalışır; birbiriyle çatışan her şeyi aynı ölçüde kötü görür.
PKK’nın kimi eylemleri üzerine yapılan değerlendirmeler, bu anlayışı açıkça sergilemektedir, örneğin, Bakırköy’de bir mağazanın yakılması ve pek çok sivilin, kadın, çocuk ve yaşlının yanarak ölmesi, bu türden eleştiriler için önemli bir malzeme oluşturmaktadır. Bu olayda, bir ulusun kendi varoluş hakkını ifade etmek için giriştiği kalkışmanın izlerini, kendisine yapılan zulme karşı koyma hakkını kullanma iradesini, kendi kültüründe yer alan öç alma öğesinin, ahlaki ve geleneksel özelliklerinin birer yansımasını görebiliriz. Olayın, ulusun tarihi haklılığı içinde bir yeri bulunduğunu tespit edebiliriz. Ama bütün bunlar, aynı zamanda ileri devrimci bir politikayla yönetildiği iddiasını taşıyan bir örgütün eylemi olarak ortaya çıktığında, gerek ideolojik gerekse politik bakımdan tamamen yanlış olmaktadır. Aynı şekilde, Korucuların yalnızca kendilerine karşı değil, bütün ailelerine, çocuklarına ve kadınlarına karşı da ölüm cezasının uygulanması, gene aynı tarihsel, kültürel, geleneksel köklere dayanır. Feodal bilinç düzeyinde bu eylem, “hainin kökünün kurutulması” anlamına gelir. Geri kır toplulukları çerçevesinde tarihsel ve toplumsal bir meşruiyeti vardır ve PKK’nın asıl seslenmek istediği geri kır tabakalarının gözünde olduğu kadar, örneğin Diyarbakır çarşılarının feodal burjuva, esnaf-küçük burjuva ideolojisinde de bir karşılığı vardır. Ama bu, gene aynı nedenlerden dolayı, yanlış bir eylem türü olmaktadır. PKK’nın tıpkı dinsel ideolojiyle olan iç içeliği kendi meşruiyetinin bir unsuru olarak görmesinde olduğu gibi, burada yığınların geri bilincine bir teslimiyet ve ideolojik kuyrukçuluk söz konusudur. Olguyu bu açılardan değerlendirmek ve yanlış bulmak ayrı bir şeydir, ölenlerin çocuk, kadın vs. olmalarına bakarak haksız bulmak ayrı bir şeydir.
Devrimci Sol’un şiddet eylemlerinin değerlendirilmesinde de aynı ölçüler geçerli olmalıdır. Tıpkı Çarlığa karşı fedakârca mücadeleleri Lenin tarafından daima saygıyla anılan Narodnaya Volya hareketinin haklılığı ama yanlışlığı gibi. Bu yüzden, Devrimci Sol sloganlarında, “haklılık”, daima doğruluktan önce ve doğru olup olmama tartışmasını bastıracak ölçülerde kullanılır. Bu, belki de farkında olmadan yapılan bir tercihtir; ama Devrimci Sol’un temel ideolojik ve politik yönelimlerini yeterince yansıtmaktadır. Örneğin “Haklıyız, kazanacağız” sloganı, apaçık dinsel çağrışımlarla doludur ve haklı olanın Allah nezdinde daima galip getirileceğine inanan Müslüman inancıyla büyük bir benzerlik taşımaktadır. Haklı olanın, kazanmak için ayrıca bir doğru politikaya, doğru stratejik ve taktik çizgiye, hedefe ulaşmak için haklılıktan başka bir gerekçeye sahip olması sanki gerekmemektedir! Ahlaki olan, daima politik olana ağır basmakta, adalet, onur, dürüstlük gibi değerler, sosyo-politik, ekonomik analiz ve planların yerine geçirilmektedir. Sonuçta, Devrimci Sol’un geldiği “düello” çizgisinin kaynağında, bu mistik ve metafizik anlayışın rolü vardır.
Ama bütün bunlar, PKK’nın ya da Devrimci Sol’un şiddet eylemleriyle, Çekiç Güç’ün, Kontrgerillanın, genel olarak devletin terörünü aynı düzlemde ele almayı ve ayrım gözetmeksizin hepsinin uluslararası bir terör önleme örgütü tarafından haklanması önerisini haklı çıkarmaz.
Bu türden “eleştiriler”, THKP-C çizgisine, yalnızca araçları ve eylem biçimleri bakımından yöneltilen eleştirilerle bir yerde buluşurlar: Silahın ve şiddetin soyut olarak ele alınması, şiddetin sınıflar mücadelesinden, sınıfların karşılıklı konumlanışlarından ve karşılıklı politikalarından bağımsız düşünülmesi, her iki eleştiri türünün de ortak noktasıdır. Bu, aynı zamanda, şiddeti başlıca politik araç olarak gören “sol” hareketlerin de kendilerinin sağcı eleştirmenleriyle ortak noktasıdır.
DEVRİMCİ ŞİDDET, MÜCADELE BİÇİMLERİNİN VE ARAÇLARININ TESPİTİ
Sınıf mücadelesinin en yüksek biçimi olan politik mücadele, diğer mücadele biçimlerinden, kapsadığı alanın genişliği, hedeflerinin büyüklüğü ve nitelik olarak farklılığı ile ayrılır. Gene aynı sebeplerden dolayı, ekonomik ve teorik mücadele biçimlerini kendi kapsamında tutar ve onların birleşik ve bütünsel olarak yürütülmesi için gerekli olanakları açar. Bu yüzden, politik mücadele temelinde, diğer mücadele biçimleri arasında değişik türden araçlarla, ya da dolaysız ve araçsız olarak kurulan bağıntılar, mücadelenin değişik biçimlerinin kategorik olarak ayrılmasını pratik olarak olanaksız kılan bir bütünlük sağlar. Böyle bir düzey, ancak devrimci sınıf mücadelesinin yüksek aşamalarında elde edilebilir ve yalnızca sınıfın ciddi bir politik önderlik etrafında birleşmesi anına karşılık düşer. Bunun öncesinde, temel mücadele biçimleri, öncünün iradesinden bağımsız olarak, işçilerin ekonomik mücadelesinin, politik önderliğin hedefleri ve taktikleriyle ilişkisiz yürüdüğü, ya da teorik ve ideolojik gelişmenin bir aydm karakteri taşımasında olduğu gibi, birbirinden ayrı, birbiriyle bağımsız biçimler altında gelişir. Her durumda, politik önderliğin başlıca hedefi, kendi stratejik ve taktik önderliğini, bu biçimlerin genel, bütünsel ve organik tarzda birbirine bağlanmış hale getirilmesi olacaktır. Bu faaliyetin kapsamı yalnızca, aydınların ya da işçilerin kendiliğinden mücadelesini bilinçli ve politik bir karakterle donatmaktan, onları partinin mücadelesi halinde bir araya getirmekten ibaret değildir. Aynı zamanda, bütün halk sınıf ve tabakalarının, ezilen ulusların, ezilen din ve mezheplerin mücadelesini de, bu bütünlüğün bir parçası olarak donatmak, yönlendirmek ve seferber etmek gibi bir görevi vardır.
Halk hareketinin kazandığı kimi biçimler ve bu mücadeleler içinde kullanılan araçlar da, politik önderliğin kendi mücadelesinin cephaneliğine katacağı, katması gereken bir birikim ve zenginlik oluştururlar. Bir yandan işçi ve halk hareketinin toplumsal alanı kaplayan değişik unsurlarını kendi politikası etrafında bir araya getirmeye çalışmak, diğer yandan da bu hareketin ortaya çıkardığı her yeniliği, her atılımı, her aracı kendi politikasının unsuru haline getirmek… Leninist partinin ayırt edici özelliği buradadır. Böyle bir parti tarafından kullanılacak mücadele araç ve biçimlerinin kaynağı da bu özelliktir.
Buradan hareket ederek şu sonuca ulaşılabilir: Devrimci şiddet kavramını Leninist ölçüler içinde tanımlamakta tek belirleyici unsur, onun meşru temeli olan kitle mücadelesinin boyutlarıdır.
Kitle mücadelesinin yaratıcı niteliği ve zengin içeriği Marksist bir devrimci parti için, “mücadele biçimi sorunu”nun çözümü için başvurulacak başlıca kaynak olma özelliğini de bu yüzden taşır.
Lenin, “Hareketi belli özel bir mücadele biçimine bağlamayan Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden ayrılır” der. Ütopik sosyalizmlerin metafizik karakteri, sosyalizmin gerçekleşmesi talebini, kitlesel sınıf mücadelesinin dışında bir yolda aramasında kendisini gösteriyordu. Bir toplumsal proje ile bunu gerçekleştirecek maddi güçler (başlıca ileri sınıfın devrimci hareketi) arasında kurulması gereken zorunlu bağıntı hakkında, sosyalizmin ilkel biçimlerinin bir görüşü yoktu. Bir başka deyişle, ilkel sosyalizm, “tarihi yapan güç” kavramından yoksundu. Marksizm, emek kategorisi ekseninde tarihin gelişme yasalarını açıklarken, aynı zamanda ileri bir toplumsal örgütlenmenin, tarihi ileri götüren gerçek hareketin kaynaklarına da işaret ediyordu. Marx, böylece, proletaryanın kurtuluşunun yalnızca “kendi kollarının eseri” olacağı yolundaki düşünceyle tarihin yasaları hakkındaki tezlerini bir arada, bir bütün olarak geliştirme imkânını buldu. Lenin, bu yeni teorinin yalnızca sosyalizmin nasıl gerçekleşeceğine ilişkin değil, aynı zamanda bunun için mücadelenin geçeceği yollar ve alacağı biçimler, kullanacağı araçlar hakkında da temel görüşler içerdiğini gösterdi. Buna göre, Marksizm, “her çeşit mücadele biçimini kabul eder”di. Ama onları “icat etmez, sadece genelleştirir, örgütler ve eylem içinde kendiliğinden ortaya çıkan devrimci sınıfların mücadele biçimlerine bilinçli ifadeler verir”di. “Bütün soyut kalıpların ve öğreti reçetelerinin can düşmanı olan Marksizm, mücadele ilerledikçe, kitlelerin sınıf bilinci büyüdükçe, ekonomik ve politik buhranlar keskinleştikçe sürekli olarak yeni, değişik savunma ve saldın yöntemleri doğuran İlerleme halindeki kitle mücadelesi karşısında dikkatli bir tavır alınmasını gerektirir. Bu yüzden, Marksizm, kesinlikle hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm, hiçbir şekilde kendini yalnız belli bir anda var olan olabilir mücadele biçimleriyle sınırlamaz. Bunu yaparken, toplumsal durum değişince o anda içinde olanların bilmediği yeni mücadele biçimleri doğmasının kaçınılmaz olduğunu bilir. Bu balamdan, Marksizm’in kitlelerin pratiğinden öğrendiği söylenebilir.” (Lenin, “Gerilla Savaşı Üzerine” başlıklı makale. “Gerilla Savaşı Üzerine”, Kor Yayınları, adlı derleme içinde)
Bu tezde, özellikle, genelleştirme, örgütleme ve bilinçli ifadeler verme kavramlarının ve kitlelerin pratiğinden öğrenme teriminin ortaya koyduğu görüş önemlidir.
Lenin, bu düşüncenin, ikinci bir yanına daha dikkat çeker: “Marksizm, çarpışma yöntemleri sorununun salt bir tarihsel araştırmasını gerektirir. Bu sorunu somut tarihsel durumdan ayrı olarak ele almak diyalektik materyalizmin özünün yeterince kavranmadığını gösterir. Ekonomik evrimin değişik aşamalarında, politik, ulusal-kültürel, canlı koşullardaki değişmelere bağlı olarak, değişik mücadele yöntemleri ortaya çıkar. Bunlar, başlıca çarpışma biçimleri olurlar; bununla ilgili olarak ikinci derecede tamamlayıcı mücadele yöntemleri de değişir. Evrimin belli bir aşamasında, belli bir olayın somut durumunun araştırılması yapılmadan, bazı özel mücadele araçlarının kullanılıp kullanılamayacağı sorusuna, ‘evet’ ya da ‘hayır’ diye karşılık vermek, Marksist görüşten tümüyle ayrılmak demektir.” (age)
Bu her iki önerme de, doğrudan doğruya, Lenin’in başka fırsatlarla sık sık dikkat çektiği “somut koşulların somut tahlili” ilkesine bağlıdır. Bir Marksist-için, mücadelenin biçim yöntemlerinin tespitinin dayanacağı başlıca iki teorik önermenin dayandığı ilke budur.
Toplam toplumsal koşullarla mücadele biçimleri arasındaki ilişkinin Marksist tarzda nasıl kurulacağına, bir başka deyişle mücadele biçimlerinin tayin edilmesinde “somut koşulların somut tahlili”nin nasıl bir rol oynayacağına ilişkin olarak, Lenin’in başvurduğumuz makalesi klasik bir örnek oluşturmaktadır.
Lenin, önce Rusya’da devrim sürecinin başlıca olaylarının niteliğini ve aldığı biçimleri özetler. Bu, içinde bulunulan durumu kavramak ve Lenin’in önereceği mücadele biçimlerinin temellerini ortaya koymak bakımından seçtiği bir yöntemdir. Bu özete göre, devrimin ortaya çıkardığı mücadele biçimleri, işçilerin ekonomik grevleriyle başlayıp, köylü ayaklanmalarının eşlik ettiği işçilerin ve öğrencilerin politik gösterileriyle ilerleyen, kitle halindeki politik grevlere, yer yer sokak çatışmalarına ve nihayet silahlı ayaklanma olaylarına kadar yükselen, arada parlamenter mücadele biçimleriyle ya da ordudaki ayaklanmalarla donanmış bir süreç geçirmiştir. Gelinen aşamada, Kara-Yüzler örgütünün karşı devrimci terörüne karşı, Yahudilerin, öğrencilerin ve işçilerin çeşitli araçlarla ve değişik biçimler kazanarak süren şiddetli mücadelesi yaşanmaktadır. Silahlı eylemlerin işçi ve halk mücadelesinin bir unsuru haline geldiği aşamada Lenin can alıcı soruyu ortaya atar: “Nedir bu olay? … Devrimin genel akışındaki önemi nedir? Sosyal Demokrasinin örgütlediği ve yönettiği proletaryanın mücadelesi ile ilişkisi nedir?” Bu soru, gerilla yöntemlerini “anarşist”, “Blankist”, “eski türde terörist” olarak adlandıran ve işçi sınıfı mücadelesi içinde yer alamayacağını ileri sürenlere karşılık, Marksizm’in devrimci niteliğiyle kitle hareketinin boyutları arasında bir ilişki bulan Lenin’in, başlangıçta özetlediğimiz tezlerden somut duruma ilişkin önerilerine geçiş noktasını oluşturur. Sorunun içeriği göstermektedir ki, Lenin, önereceği mücadele ve bunlara uygun örgütlenme biçimlerini, sosyal demokrat (Marksist) hareketle silahlı biçimler kazanmış kendiliğinden hareket arasındaki ilişkiden yola çıkarak formüle etmektedir. Bu formülasyonun vardığı sonuç ise, halk kitlelerinin kendiliğinden silahlı eylemlerini “hareketin düzenini bozan” gelişmeler olarak değerlendiren partinin bir kesimi bakanından derin bir eleştiriyi içermektedir: “Hareketin düzenini bozan, gerilla savaşları değil, bu tür eylemleri kendi denetimi altına alamayan bir partinin zayıflığıdır.” Lenin’in parti anlayışı ile o dönemde henüz bu anlayışa ulaşamamış, Stalin’in deyişiyle, “içindeki fikir ayrılıkları yüzünden bölünmüş, kendisini örgütleyememiş, günden güne zayıflayan” bir parti arasındaki farklılık, devrimci şiddet karşındaki tavır konusunda, önemli bir gösterge kazanmıştı. ‘”Biz anarşist değiliz, hırsız soyguncu değiliz; bunların üstündeyiz biz, gerilla savaşı istemiyoruz’ diye gururlu kibirli bağıran Sosyal Demokratlar gördüğümde sorarım kendime: Bunlar ne dediklerini biliyorlar mı? Tüm ülkede Kara-Yüzler hükümetiyle halk arasında silahlı çatışmalar, çarpışmalar oluyor. Devrimin oluşumunun şimdiki aşamasında kesinlikle kaçınılmaz bir olgudur bu. Halk da kendiliğinden ve düzensiz bir şekilde -İşte bu yüzden umarsız ve hoş olmayan biçimlerde- bu olguya silahlı çatışmalarla, saldırılarla karşı koyuyor. Belli bir zamanda, ya da belli bir yerde partimizin güçsüzlüğü ve hazırlıksızlığı yüzünden bu kendiliğinden çarpışmanın partice önderliğini yapmaktan çekinmeyi anlarım. Bu sorunun her yerde oradaki işçiler tarafından ele alınmasını, ayrıca güçsüz ve hazırlıksız örgütlerin yeniden düzenlenmesinin kolay bir iş olmadığını anlarım. Ama Sosyal Demokrat bir teorisyenin ya da yazarın bu haksızlığa üzüleceği yerde, anarşizm, Blankizm, terörizm hakkında delikanlılığında ezberlediği sözleri gururla, kibirle yinelediğini görünce, yeryüzündeki en devrimci öğretinin böylesine küçülmesi yüreğimi yakar.” (age) Kendiliğinden gelişen silahlı halk hareketlerinin pek çok olumsuzluğu birlikte taşıyacağını belirten Lenin, bu olumsuzlukları ileri sürerek gerilla savaşını reddeden Sosyal Demokratlara karşı, savaşın bu biçiminin reddedilmesi yerine, ona bilinçli bir içerik kazandırılmasını önerir: “Gerilla savaşının sınıf bilincine varmış işçileri düşkün, ayyaş ayaktakımıyla yakın ilişkiye soktuğu söylenir. Bu doğrudur. Ama bunun anlamı şudur; İşçi Partisi, hiçbir zaman gerilla savaşım tek, hatta başlıca mücadele biçimi olarak göremez ve bunun ötekilerden aşağı tutulması gerektiği, başlıca savaş biçimine uyması gerektiği, sosyalizmin örgütleyici ve aydınlatıcı etkisiyle soylulaştırılması gerektiği demektir. Bu son koşul olmadan burjuva toplumundaki bütün, kesinlikle bütün mücadele yöntemleri, işçileri kendilerinin üstündeki ya da altındaki değişik tabakalarla ilişkiye sokar; bu, kendi haline bırakılırsa bozulup İşçilerle efendilerin, tüketicilere karşı anlaşması durumuna gelir. Millet Meclisi bozulup bir geneleve döner, … bir gazete bozulup pezevenkleşir, kitleleri bozma aracı, ayak takımının aşağı içgüdülerine pezevenklik eden bir araç haline gelir… Sosyal Demokrasi, proletaryayı az üstündeki ya da az altındaki tabakalardan ayıracak bir Çin duvarı gibi evrensel mücadele biçimleri tanımaz. Ayrı ayrı dönemlerde Sosyal Demokrasi ayrı ayrı yöntemler uygular, her zaman bunları değerlendirip seçerken titizce tanımlanmış ideolojik ve örgütsel koşullara göre davranır.” (age)
Buraya kadar aktardığımız sözleriyle Lenin’in gerilla savaşının ve diğer şiddet yöntemlerinin, ne zaman, hangi koşullarda ve hangi amaçla Marksist işçi partisinin mücadele avadanlığı içine dahil edileceği hakkındaki düşüncelerini görmekteyiz.
Bunları şöyle özetleyebiliriz:
– Mücadele biçimleri, teorisyenler tarafından icat edilemez. Her muadele biçimi, kitle hareketinin gelişme düzeyine, işçi sınıfının bilinç durumuna, ekonomik evrimin değişik aşamalarında, politik, ulusal-kültürel, canlı koşullardaki değişmelere bağlı olarak tespit edilir ve kitle hareketinde bilinçli bir biçim olarak yer alacak biçimde uygulanır.
– Kitle hareketinin ortaya çıkardığı hiçbir mücadele biçimi, “doğal” haliyle ele alınamaz. Ona mutlaka sosyalist bir içerik ve örgütlülük kazandırmak gerekir.
– Her mücadele biçimi, gerilla savaşı da dahil olmak üzere, “savaşın başlıca biçimine” uygun olarak kullanılır.
Bütün bu görüşlerle, THKP-C veya “silahlı mücadele temeldir” diyen başka geleneklerin tezleri kıyaslandığında, onların her noktasında Leninizm’e aykırı olduğu görülür. Bu gelenekler tarafından benimsenen ve “her koşulda” geçerli olarak ileri sürülüp kullanılan yöntemlerin ve biçimlerin hemen hemen hepsinin, “teorisyenlerce icat edilmiş” veya başka ülkelerin mücadelelerinden aktarılmış ve kitle hareketine “dışarıdan” sokulmaya çalışılan yöntemler ve biçimler olduğu görülür. Buna karşılık, eğer bir kitlesel halk hareketi belirli bir şiddet biçimini rastlantısal olarak kullanmış ise, bu, o biçim ve içeriğiyle aynen taklit edilir: ona sosyalist bir içerik kazandırmak ve hareketin organik bir parçası haline getirmek için ayrı bir çaba harcanmaz. Bugüne kadar yazılan, söylenen ve uygulanan bütün strateji ve taktikler, tek bir mücadele biçiminin mutlaklaştırılmasıdır. “Savaşın başlıca biçimi”nin tespit edilmesi yerine, çoğu kez suikast, soygun ve sabotaj eylemlerinden oluşan bir “gerilla savaşı” ya da “silahlı mücadele” kavramı kullanılır ve bunlar “temel mücadele biçimi” olarak adlandırılır.
Lenin, “küçük burjuva teorilerin, kendilerini sosyalist teoriler olduklarını iddia ettikleri ütüde kesinlikle gerici” olduklarını belirtmişti. Konumuzda ilgili olarak bu tespit şu anlama gelmektedir: Proletaryanın sınıf mücadelesinin biçim ve yöntem zenginliğini, somut koşullardan bağımsız olarak “masa başında geliştirilmiş, icat edilmiş” yöntem ve mücadele biçimlerinden herhangi birisine indirgeyen ve bunun sosyalist, Marksist-Leninist tek yol olduğunu ileri suren bütün küçük burjuva hareketler, proletaryanın ve emekçi halkın mücadelesini kitlelerin kendi deneylerinden öğrenmesi ilkesi ısısında yürüten ve mücadele biçimlerinin tespitini “somut koşulların somut tahlili” temelinde geliştirerek, kitlelerin mücadelesini, devrimci politik mücadele çizgisi halinde yeniden örgütlemeye çalışan Leninizm karşısında kesinlikle gericidirler.
KÜÇÜK BURJUVAZİNİN DEVRİMCİ POTANSİYELİ
Küçük burjuvazinin sosyalizm karşısındaki ve özellikle sosyalizm kılığı altında giriştiği eylemler dolayısıyla düştüğü gerici konumla, toplumsal çapta taşıdığı özellikler ve devrimci potansiyel birbirine karıştırılmamalıdır. Bu yalnızca ulusal ve demokratik karakterde bir devrim sürecinin yaşandığı bütün ülkelerde değil, proletarya devriminin gündemde olduğu koşullarda da geçerli bir ayrımdır. Bu ayrımı göz önünde tutmaksızın yapılacak her çözümlemede, toplumsal devrimin dinamiklerinden biri göz ardı edilmiş, dolayısıyla devrimin olanakları eksik tartılmış olacaktır. Küçük burjuvazinin devrimci eylemlerinin hemen hemen daima anarşist, anarko-sendikalist reaksiyoner bir yapı göstermesi, tarihsel ve toplumsal koşulların derin ve bilimsel bir analizinden çok güncel politik uygulamalara karşı duyulan tepkiye dayanması ve hemen hemen daima kapitalist sistem içinde bir çözümü hedefleyen şiddet hareketleri biçiminde gelişmesi, işçi hareketiyle, gerek mücadele biçim ve araçları bakımdan gerekse genel ve uzun erimli ideolojik ve ‘politik hedefler bakımından bir karşıtlık doğurur. Marksizm’i yalnızca bir yorumlama aracı olarak kullanan, teoriyi, devrimci politika dışında bir analiz aracı olarak gören salt teorik eleştiri, bu karşıtlığı mutlaklaştırarak küçük burjuvazinin devrimci eylemini tümüyle reddetme yoluna girer. Bu türden eleştirinin kaynağının, “Saf bir toplumsal devrim” beklentisi olduğunu Lenin göstermiştir. “Toplumsal devrimin, sömürge-lerdeki ve Avrupa’daki küçük ulusal ayaklanmalar, bütün önyargılarıyla küçük burjuvaların devrimci patlamaları olmadan, mutlakıyetin, kilisenin, toprak ağalarının, vb. baskılarına karşı politik bilince varmamış işçilerin ve yarı işçilerin hareketi olmadan yapılabileceğini düşlemek, toplumsal devrimi reddetmektir.”
Kuşkusuz hiç bir toplumsal devrim, önceden belirlenmiş bir plana göre, hiç bir rastlantı öğesine yer bırakmadan, düzenli ilerleyen bir süreç olarak gelişmeyecektir. Devrim sürecini bu şekilde tasarlayan ve buna uygun ilişkiler, buna uygun özel politikalar geliştirmiş ve bunu oportünist bir mekanizm düzeyinde örgütlemiş olan hareketler açısından, kendi dışında gerçekleşen silahlı eylemler, tasarlanan sürece uygun düşmeyen, beklentileri boşa çıkaran ya da saptıran etkenler olarak değerlendirilecek ve “karşı devrimci”, “provokatör”, “ajan hareketi” gibi deyimlerle nitelenecektir. Bu bakış açısından da, tıpkı bireysel terörü siyaset biçimi olarak benimsemiş olanlarda olduğu gibi, devrim, belli bir grubun planlarının, hesaplarının ve politikalarının aksamadan uygulanmasına bağlıdır! Devrimi ve tarihi, bilinçli insan iradesinin ürünü olarak gören ve iradenin planları dışındaki her şeyi rastlantısal ve süreci bozan öğeler olarak değerlendiren anlayış, tıpkı küçük burjuva devrimciliğin silahlı biçimlerini organize edenlerin düşüncesi gibi metafiziktir.
Lenin, proletarya dışı sınıf ve tabakaların devrim sürecindeki yerini şöyle değerlendiriyor: “1905 Rus devrimi, bir burjuva demokratik devrimiydi Çarpışmalara halkın tüm hoşnutsuz sınıflan, grupları unsurları katıldı. Bunların arasında en barbar önyargılarla, belirsiz ve garip mücadele amaçlarıyla dolu yığınlar vardı; Japonlardan para alan küçük gruplar, spekülatörler, maceracılar vb. vardı. Nesnel olarak, yığınların hareketi Çarlığı sarsıyor ve demokrasi yolunu açıyordu. Bu yüzden sınıf bilincine varmış işçiler ona önderlik etti.
“Avrupa’da sosyalist devrim, her çeşit ezilenlerin ve hoşnutsuz çeşitli öğelerin katılacağı bir kitle mücadelesinin patlak vermesinden başka bir şey olamaz. Küçük burjuvaların ve bilinçsiz işçilerin bazı bölümleri katılacaktır buna -böyle bir katılma olmadan yığın savaşı olanaksızdır, bunsuz da hiçbir devrim olamaz- bunların önyargılarını, gerici özlemlerini güçsüzlüklerini yanlışlarım da getireceklerdir. Ama objektif olarak bunlar sermayeye saldıracaklardır. Bu objektif gerçeği bilen devrimin bilinçli öncü birliği İlerici proletarya, değişik ruhlu, düzensiz, dağınık bir kitle mücadelesini birleştirip yönetmeyi başaracak, iktidarı alacak, bankaları ele geçirecek, herkesin nefret ettiği (değişik gerekçelerle) tröstleri dağıtacak ve tümüyle burjuvazinin yıkılıp sosyalizmin zaferinin sağlanmasında gerekli olan başka tedbirleri alacaktır.
“… Eğer proletaryanın sosyalizm için büyük kurtuluş savaşında, bunalımı derinleştirmek için, emperyalizmin getirdiği her belaya karşı her halk hareketinden nasıl yararlanacağımızı bilmezsek, pek zavallı devrimciler oluruz.” (Lenin, “1916 İRLANDA AYAKLANMASI” başlıklı makale. “Gerilla Savaşı”- Kor Yayınları, adlı derleme içinde.) Görülebileceği gibi, Lenin için, herhangi bir mücadele biçiminin “teoriye en uygun şekilde” eleştirilmesi değil, bu mücadele biçiminin pratik olarak proletarya mücadelesinin bir parçası haline getirilmesi sorununun çözümü önemlidir. Herhangi bir düzeyde ve biçimde ortaya çıkmış olan ve objektif olarak sermayeye saldırdığı görülen bir hareket karşısında, Lenin’in tavrını iki özelliğini esas alarak özetleyebiliriz: Birincisi, bu hareketin işçi sınıfı içine sokabileceği önyargılara, geriliklere, yanlışlıklara, maceracı eğilimlere karşı işçi sınıfını sosyalist bilinç ve eleştiri silahıyla donatmak; ikincisi, bu hareketleri, devrimci proletaryanın politik mücadelesinin bir müttefiki, beraber hareket edebileceği bir yandaşı haline getirecek şekilde politikalar yaratmak. Gene Lenin’e göre, eğer bu ikisi bir arada yapılamazsa, söz konusu hareketler karşısındaki eleştiriler, yalnızca soyut ve teorik olmakla kalmayacak, aynı zamanda doğrudan doğruya burjuvazinin cephesinden, burjuvazinin ağzıyla konuşmak niteliğine bürünecektir. Türkiye’deki sağcı eleştirilerin de esas niteliği bu olmuştur. O halde, özetlediğimiz tarzda Leninist bir eleştiri, gerçek anlamda yalnızca mücadeleci bir proletarya partisi tarafından geliştirilebilir. Bu parti, işçi ve halk yığınlarının mücadele eğilimlerini kendi politik programıyla ve mücadele çizgisiyle ifade edebilmeli, halkın ve işçi sınıfının militan mücadele yöntemlerine duyduğu ihtiyacı karşılayabilmelidir. Çünkü bu başarılamadıkça, “sol” oportünizmin hayat bulması önlenemez. Gene Lenin’in dediği gibi; “İşçi sınıfı içindeki ‘sol’ oportünizm, sağ oportünizmin günahlarının bir bedelidir.”
TEKRAR AYAKLANMA ÜZERİNE
“Ayaklanma” kavramının, geçmişte Türkiye solunda “Halk Savaşı” kavramıyla karşı karşıya konularak yanlış bir biçimde “revizyonizmin işareti” sayıldığına önceki bölümlerimizde değinmiştik. Ayaklanma geçmişte sosyalizmin tarihinde de, bir dönem, “Blankizmin işareti” olarak nitelenmişti. Aym dönemde Lenin için “Ayaklanma”, Marksizm’i, oportünist sosyalist eğilimlerden ayıran bir kavram değeri taşıyordu. Bu, bugün de geçerlidir. Ne var ki bu, “ayaklanma” kavramının soyut, içeriği belirsiz biçimde kullanılışı ile Marksist literatürdeki anlamı arasında kesin bir ayrım yapmaya elverişli kıstaslar açısından kavramın içeriğinin belirlenmesiyle birlikte anlamlı olacaktır. Günümüz koşullarında, özellikle de Kürdistan’da artan ayaklanma eğilimleri göz önüne alındığında, bu kesinleştirme daha büyük bir önem taşımaktadır.
Hiç kuşkusuz, ayaklanma, yalnızca proletaryanın sınıf eyleminin bir biçimi değildir. Daha Fransız Devriminden başlayarak, halk sınıf ve tabakalarını temsil eden bütün siyasal akımlar, “ayaklanmanın ezilenlerin ezenlere karşı bir hakkı” olduğu görüşünde birleşiyorlardı. Bu sloganda kullanılan “ezilenler” teriminin, bütün halk sınıf ve tabakalarını kapsadığını, dolayısıyla belirli bir sınıfın politikası açısından ayaklanmanın ele alınış tarzına dair bir açıklama içermediğini görebiliriz. Tarih, ayaklanmanın halkçı biçimlerinin, darbeci ya da kendiliğinden -dolayısıyla “kör”- hareketler olarak sonuçlandığı, başarısızlığa uğradığı, ya da başlangıçtaki halkçı programın gerisinde sonuçlar vererek tükendiği birçok örnek kaydetmektedir. Ayaklanma kavramını, ilk kez toplumsal bir hareketten, siyasal bir devrime geçişin aracı olarak tanımlayan ve kurallarını, genel yasalarını tespit eden Marksizm olmuştur. Bu anlamda, Marksist-Leninist bir parti dışında hiçbir siyasal akımın ayaklanma konusunda bilimsel bir kılavuzunun bulunduğu söylenemez.
Diğer yandan Marksizm-Leninizm, toplumsal devrim teorisinin önemli bir bölümü olan askeri sorunu, gerek pratik deney birikimi, gerekse teorik planda çözümleme yeteneği bakımından, diğer siyasal parti ve hareketlere göre kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahiptir. Komünist partisinin bu üstünlüğünün başlıca kaynağı, her şeyden önce, ayaklanma kavramım, herhangi bir başka halk sınıfı açısından değil, devrimci proletarya açısından ele almış olmasındadır.
Siyasal bilinçli proletarya açısından ayaklanma ne anlama gelmektedir?
Lenin, temel ilkeleri bakımından bu sorunu, 1917 Ekim Devriminin hemen öncesinde yazdığı “MARKSİZM VE AYAKLANMA ÜZERİNE” (Gerilla Savaşı Üzerine, Kor Yayınları, adlı derleme içinde) başlıklı makalesinde incelemiştir.
Bu makalesinde Lenin, öncelikle “ayaklanmanın bir sanat olarak ele alınması” üzerinde durur. Ayaklanma karşıtları tarafından, ayaklanmanın Blankizm olarak nitelendirilmesine karşı, bunu, Marksizm’in ayırt edici özelliği olarak koyar. Daha soma da, Marksizm’le Blankizmi birbirinden ayıran başlıca üç temel unsur sayar.
Bunlar, aynı zamanda ayaklanmanın proletaryanın erekleri doğrultusunda başarıya ulaşması için gerekli koşullardır:
– Ayaklanma, gizli tertiplere, bir partiye güvenmeyip, ileri sınıfa güvenmelidir.
Lenin, bu koşulla, Marksizm ve Blankizm arasındaki en önemli ayrım noktasını vurgulamaktadır. Blankizm, azınlıkta da olsa, kararlı bir devrimciler grubunun ya da partisinin eyleminin ayaklanmanın sonuç almasına yeteceği düşüncesindeydi. Bizzat Blanqui, kendisinin önderlik ettiği ya da katıldığı birçok “ayaklanma” girişiminde bulunmuş, ama siyasal iktidarın ele geçirilmesi anlamında bir başarıyı hiç bir zaman sağlayamamıştı. Başarısızlığın nedeni olarak, ya girişilen “gizli tertiplerin” iyi planlanmaması veya ayaklanmaya girişen partinin örgütsel ve teknik hazırlıklarının yetersizliği gösterilmiştir. Lenin, ilk unsuru öne sürerken, özellikle bu iki kavrama bu yüzden başvurmaktadır. Burada, “Gizli tertip” ve “parti” kavramları, Blankist literatürdeki anlamlarıyla yer almaktadır. Bunlar yerine, Lenin, devrimin sosyal karakterini ve tarihsel koşullarını vurgulamak için “ileri sınıf1 (işçi sınıfı) kavramını kullanmaktadır. “İleri sınıfa güvenmek”, bir yandan devrimin programını ve stratejisini teorisyenler tarafından “icat edilmiş” yöntem ve araçlarla sürdürmeye kalkışan eğilimleri dıştalamaktadır; diğer yandan da tarihsel olarak sosyalist topluma geçişin temel koşulunu belirtmektedir. Böylece, ayaklanmanın herhangi bir başka sınıfın değil, işçi sınıfının öncülüğünde olması gereği, ayaklanmanın sosyalist siyasi sonuçlarını güvenceye almak düşüncesiyle ileri sürülmüştür. Bu açık sınıfsal tercih, Blankizmle Marksizm’i ayıran bir kriter değeri taşımaktadır.
– Ayaklanma halkın devrimci enerjisine güvenmelidir.
Lenin’in, proletarya devriminin hiçbir zaman “saf proleter devrim” olamayacağına ilişkin düşüncelerini daha önce özetlemiştik. Proletarya, devrimin öncüsü olmakla birlikte, onun yöneteceği, yönlendireceği sosyal güçlerin bileşiminde değişik sınıf ve tabakalara mensup halk yığınları bulunacaktır ve bu olmaksızın devrimin başarı şansı bulunmayacaktır. Çünkü halk kitlelerinin, yalnızca teknik bakımdan bir “kalabalık” oluşturmalarının ötesinde, bizzat mücadele eden yığınlar olarak devrime katabilecekleri büyük bir mücadele deneyi, savaş bilgisi ve becerisi bulunmaktadır. Daha önemlisi, halk yığınları, eski deneylerini aşacak yeni mücadele yöntemleri, araçları ve biçimleri geliştirme yetenek ve enerjilerini, esas olarak bir politik devrim sürecinde göstereceklerdir. Bu kaynaktan sağlanacak olan devrimci savaş gücü, herhangi bir teorisyenler, taktisyenler grubunun masa başında yaratabileceğinden binlerce kez daha fazla olacaktır. Blankizm, bütün teorisi ve pratiği ile, “ordusuz bir kurmay”ın savaşını önermiş, halk yığınlarının enerjisini ve yaratıcılığım tanımadığı gibi, böyle bir olasılığı dışta bırakacak bir eylem çizgisini de ısrarla izlemiştir.
– Ayaklanma, gelişen devrimin tarihinde, halkın öncü birliklerinin en yoğun olduğu, düşman saflarının ve devrimin güçsüz, yarı gönüllü, kararsız dostlarının duraksamalarının en kuvvetli olduğu anlardaki dönüm noktalarına güvenmelidir.
Lenin’in öne sürdüğü üçüncü koşul, doğrudan doğruya devrimin objektif ve sübjektif koşullarının birliğini ifade etmektedir. Ayaklanmanın, gelişen devrimin tarihinde yer alan bir dönüm noktasını gerektirdiğini söylemek, ayaklanma zamanının rasgele, iradi bir tercihle tespit edilemeyeceğine işaret eder. Blankist ayaklanma girişimlerinin pek çoğunda, bir devrimi gerekli ve mümkün kılan tarihsel koşulların bulunmadığı görülür. Ayaklanma kararları, Blanqurgıin ve yoldaşlarının bir devrimin gerekli olduğuna inanmaları sonucunda verilmiştir. Blanqui, Manda olan bütün tartışmalarında, tarih ve devrim arasındaki ilişkinin iradi tarzda ele alınmasının örneklerini vermiştir. Aynı şekilde, Blankizm açısından devrim ve sınıf mücadelesi kavramları arasında da bir bağıntı da yoktur. Lenin, “ayaklanmanın bir sanat olarak ele alınması” gerektiğini söylemekle kalmıyor, bu sanatın nasıl “icra edileceğini” de öğretiyor. Ve öne sürdüğü analiz öğelerinin Marksizm’le Blankizmi ayıran noktalardan biri olarak gösteriyor. Buna göre, ayaklanma kararı, karşıt sınıflar ilişkisini olduğu kadar, sınıfların yelekledikleri güçlerin de toplumsal ve siyasal çapta bir değerlendirmesinin yapılmasını gerektirmektedir. Gerek burjuvazi, gerekse proletarya, toplumsal bakımdan, aynı ara tabakaları kendi politikalarının yedeği haline getirmek için uğraşırlar. Politik mücadelenin bu yanının devrimci mücadele açısından büyük önem taşıdığım, proletarya dışındaki emekçi halk sınıflarının ve tabakalarının kazanılmasının gerekli olduğunu, Lenin, sosyalizm mücadelesine örgütlü olarak girdiği ilk anlardan beri vurgulaya gelmiştir. Önceki bölümlerde, bu tezin “Ne Yapmalı?” adlı eserde nasıl incelendiğine değinmiştik. Blankizm ise, sosyal sınıf güçleri arasındaki değişimleri hesaba katma ihtiyacı duymaz. Diğer sorunlarda olduğu gibi, burada da, “saf proleter devrim” teorisinin ve ayaklanmanın “darbecilik” olarak anlaşılmasının sonuçları görülmektedir.
Makalesinin devamında Lenin, artık bir ayaklanma dönemine girildiğini gösteren belirtileri geçmişteki durwnlanyla kıyaslayarak sayarken, yukarıda özetlediğimiz koşulları güncel olaylar bakımından tekrar yorumlar. Buna göre, Lenin’e bir ayaklanmanın zamanının geldiğini gösteren olgular şunlardır:
– Bolşevikler, devrimin öncüsü olan proletaryanın tam desteğine sahiptirler. Moskova proleterlerinin ve askerlerinin Sovyetlerinin çoğunluğu Bolşeviklerden yanadır.
– Ülkede tam bir devrimci durum vardır. General Kornilov’un karşı-devrimci başkaldırı girişiminden sonra, taşra bölgelerinde birçok yerde iktidar Sovyetlerin eline geçmiştir.
– Devrimin düşmanlarının da, kararsız dostlarının da saflarında tam bir kararsızlık ve karmaşa vardır. Rusya’ya karşı savaşan emperyalistler savaşı sürdürüp sürdürmeme konusunda bir kararsızlığa düşmüşlerdir. Küçük burjuva demokratlar ise, halk İçindeki çoğunluklarım kaybetmişler ve kendi politikalarım sürdürme gücünden mahrum kamuslardır. Bir devrimi önleyebilecek ara parlamenter yollar bu yüzden tıkanmış, reformcu burjuvaziyi devrime karşı tedbirler geliştirme gücünden uzaklaştırmıştır. Böylece, tutucu burjuva partileriyle reformcu burjuva partiler arasında birlikte hareket etme, koalisyon hükümetleri kurma olanağı tükenmiş, Bolşeviklerin politikalarına karşı koyacak güçleri kalmamıştır.
– Karşı-devrimci uygulamalar, katliamlar ve terör, işçi sınıfının ve halkın kendi taleplerini gerçekleştirmek için kesin olarak şiddete dayanan bir devrim yolu izlemeleri gerektiği yolundaki görüşü kuvvetlendirmiş, barışçı yollar hakkındaki hayalleri yıkmış ve Bolşeviklerin ayaklanma çağrısına cevap vermeye hazır bir ruh hali yaratmıştır.
– Yine, General Kornilov’un yönettiği ayaklanma girişimi, ordu arasında bölünmeler yaratmış, Bolşeviklerin iktidarına karşı güçlü bir karşı koyusu imkansız hale getirmiştir.
Lenin, bütün bu belirtilerin sonuçlarını da şöylece özetler:
– Kitleleri sürükleyebilecek, halkın öncüsü, devrimin öncüsü bir sınıfın çoğunluğu bizimle birlikte,
– Halkın çoğunluğu bizimle birlikte,
– Emperyalistler-arası savaş, proletarya devrimine karşı dünya burjuvazisinin müdahalesini olanaksız kılmaktadır,
– Hükümetteki Menşevik-Sosyalist koalisyonu kararsızlıklar içinde kıvranmakta, ama ne yapacağını bilen tek parti olarak Bolşevikler halkın bütün sorunlarım çözecek bir programa sahip bulunmaktadır.
Bütün bunlardan sonra Lenin, sözünü bağlar: “Zafer, kesinlikle bizimdir.” Ve tarih onu tamamen doğrular.
Yaşanan devrim, aynı zamanda Lenin’in ayaklanmayı bir zamanlama ve planlama sanatı olarak ele alışında uyguladığı ilkelerin sağlamlığını ve doğruluğunu da gösterir.
“Silahlı eylemcilik” karşısında sağlam, devrimci bir eleştirel tutum takınabilmek, her şeyden önce Leninizm’e sıkı sıkıya bağlılığı ve Marksist-Leninist devrim teorisinin gereklerini yerine getirmeye bağlıdır. Bunun en önemli göstergesi de, bir ayaklanma stratejisine sahip olmak ve devrimin bütün duraksama, gerileme ya da ilerlemelerine karşın, bu stratejik görüş açısından taviz vermemektir.
Ekim 1992