Mao Zedung Ve Çin Devrimi Üzerine Bir Özet

Eylül Mao Zedung’un ölüm ayı. Fikirleri ve pratiğiyle ’30’lardan başlayarak uzun süre, yalnız Çin’deki değil dünyadaki gelişmeleri de etkileyen önemli kişilikler arasında yer alan Mao Zedung, yaşamı boyunca sürekli tartışmaların ve çatışmaların içinde oldu. Tartıştı, çatıştı; fikirleri ve pratiğiyle tartışıldı. Bu durum, Çin’in ekonomik ve siyasal açıdan önemli büyük bir ülke olmasının yanı sıra ve bundan da çok Mao’nun ileri sürdüğü fikirler ve pratiğinin orijinalliği ve etkinliğinden de kaynaklanıyordu.
Sonuçta, büyük gelişkin bir sanayi ülkesi haline geldiği söylenemese de Çin, yüzyılın başlarında çeşitli emperyalist ülkelerin ekonomik, siyasal, askeri vb. varlıklarıyla topraklarında cirit attığı, zaman zaman milyonlarca kilometre karelik bölümü işgal edilen, feodal parçalanmışlık koşullarında onlarca savaş ağasının birbirleriyle çatışma içinde kan kusturduğu yüz milyonlarca köylüsü ve az sayıda işçisi ile sömürgeleştirilme sürecinde, yarı feodal ve olağanüstü yoksul bir ülkeydi. Halkı açlık ve çıplaklık sınırında olan Ortaçağ karanlığında yaşayan bu ülke, bir önceki yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başlarında uyanmaya başladı.
Özellikle kapitalizmin nispeten geliştiği kıyı şehirleri ve güney bölgelerde, tarım, sanayi ve ticareti pençesine alan krizlerin sürükleyici etkisiyle ezilen yığınlar ayağa kalkıyordu. Önce feodal despotizm ve imparator hedeflendi. İmparatorluğun yıkıntıları üzerinde çeşidi bölgesel savaş ağası hükümetleri yanında ayaklanmalardan bir de milli ordu ve Kanton Hükümeti doğdu.
“Üç halk ilkesi”ni ortaya atan Sun Yat-sen’in başında bulunduğu Guomindang’ın en güçlü dönemini yaşadığı, bu partinin yönettiği milli ordu ve hükümetiyle Çin Cumhuriyeti’nin geliştiği ve Sovyetler Birliği ile dostluk politikası izlendiği koşullarda, ülkenin Marksizm’le tanışmış ileri unsurları küçük bir grup olarak Çin Komünist Partisi içinde örgütlendiler ve ÇKP bir ulusal cephe partisi olan Guomindang içinde yer alarak mücadele etmeye başladı.
Ancak gelişen kapitalizm burjuvaziyi bölmüştü, emperyalizm yanlısı olan ve onunla birleşen, uzlaşmacı ve radikal burjuva konum ve tutumlar görülüyordu artık.
Geleneksel yabancı karşıtlığının da etkisiyle feodalizmi hedeflemenin yanı sıra anti-emperyalist bir yönelim içine de giren halk hareketi milli ordu ve hükümeti doğuran temel etkendi ama aynı zamanda parçaladı da.
Guomindang kurucularından Çan Kay Şek bir darbeyle hükümet yönetimini olduğu gibi parti yönetimini de tamamen ele geçirerek halka karşı emperyalizmle birleşen ve feodallerle dayanışan bir çizgi izlemeye yöneldi. Bu darbe Şanghay’ın da içinde yer aldığı bir kaç büyük şehirde, yenilgiye uğrayan halk ayaklanmalarıyla karşılandı. Ama ÇKP yönetiminde örgütlenmiş olan nispeten küçük iki ordu birliği Güney Çin’in köylü ayaklanmalarından geçmiş bir bölgesinde savaşarak var olmaya ve gelişmeye devam etmenin uygun koşullarını buldu. Mao Zedung henüz ÇKP başkanlığına gelmemişti, ancak, bu andan başlayarak O’nun Çin devrimiyle neredeyse özdeşleştiğini görüyoruz.
Daha Guomindang içinde çalışma ve onunla işbirliği döneminde ÇKP’nin tutması gereken yol ve yönelimleri üzerine tartışma başlamıştı. Burjuva demokratik reformlar için mücadele, Guomindang’la birlik ve ÇKP’nin bağımsızlığı, Guomindang tarafından yönetilen örgütler ve sendikalara dayanmamak gerektiği, önderliği demokratik burjuvaziye bırakmamak, Sovyetler lehine sistemli bir propaganda yürütmek ve en kısa zamanda işçi ve köylü Sovyetlerinin kurulması için hazırlık Komintern’nin öngördüğü çizgiydi. Özellikle sendikal alanda belirli basanlara ulaşılmasına ve ÇKP’nin oldukça büyümesine karşın, parti kararlı bir önderlik gerçekleştiremedi ve çeşitli sağ “sol” eğilimlerin egemenliğinde Kanton ve Şanghay’daki ayaklanmaların ezilmesi ve gerici darbeye gelindi.
Darbe sonrası Mao ünlü “kızıl siyasi iktidarlar” üzerine görüşlerini formüle etti. Daha sonra, hatalı teorik temelleriyle, kır-şehir arasında kurulan yanlış ilişkiyle mutlaklaştırılıp evrenselleştirilerek büyük bir iddiayla, tüm geri ülkeler için önerilen “halk savaşı”, başlangıçta mütevazı hedefleriyle gerçek durumu çözümlüyordu. Devrimin karşı devrimle savaş halinde gelişmesini “Çin Devriminin kendine özgü niteliklerinden ve üstünlüklerinden biri” olarak değerlendiren Stalin’in saptamasından hareketle, devrimci durumun gelişmesi ve gericilik içinde şiddetli çelişme ve çatışmaların devamı koşullarında “küçük kızıl bölgeler”in uzun süre dayanacağı ve “ülke çapında siyasi iktidarın ele geçirilmesini sağlayacak birçok güçten biri haline geleceği”ni öne süren Mao, tezini kararlılıkla savunup uygulayarak devrimin uzun yıllar içinde oluşmuş silahlı güçlerinin korunmakla kalmayıp, geliştirilmesinin yolunu açmış oldu.
1927 darbesi ve Guomindang’la kopuşma sonrası 2. İç Savaş döneminde üç eyaletin sınırlarındaki küçük devrimci iktidar bölgeleri devrime üsler olarak hizmet ettiler, ama bir yandan da şehirlerdeki ve işçi sınıfı içindeki çalışmanın küçümsenmesinin kendiliğinden bir etkeni olarak da rol oynadılar. Bunun nedeni, ÇKP’nin sağ ve “sol ” eğilimlerle çalkalanan oturmamış yapısı ve Sovyetler Birliği’nin güçlü etkisiyle oluşan Marksizm’e eğiliminin henüz gelişkin olmayışı ve muğlâklığı, Çin’in geleneksel fikir mirasının köklü bir eleştirisiyle bilimsel sosyalizme dayalı bir ülke ve görevler çözümleme ve saptaması yapılmamış oluşuydu. Çözümlemeleri daha çok pratik ihtiyaçlar dayatıyor ve yönlendiriyordu. Bu kendiliğindenlik içinde “üs bölgeleri” gibi doğru bir çözümleme bile tek yanlılığa ve mutlaklaştırmalara yol açabiliyor ve Mao “birçok güçten biri” derken, pratikte “tek güç” haline dönüşebiliyordu.
Gelişmesi içinde Çin Devrimi şehirlerden hemen bütünüyle koptu ve şehirlerdeki, proletarya içindeki devrimci çalışma pek de önemsenmez oldu. Bunda, şehirlerdeki çalışma ve eylemin çözüm olmadığı ve yenilgiye götüreceği şeklinde hatalı çıkarsama ve yorumlan teşvik eden “solcu” ÇKP önderliğinin (Li Li San) 1930’da hazırladığı birkaç eyalette kentleri de ele geçirmeyi hedefleyen ayaklanmanın kentlerde ezilmesi, birkaç büyük şehirde işçi ve emekçilerle bazı devrimci ordu birliklerinin kırılmasının da etkisi oldu. Bu ayaklanma ve yenilgisi, aynı zamanda içlerinde Mao da olmak üzere ÇKP’nin çeşitli eğilimlerinin yön verici olarak gördükleri Komintern ile karşı karşıya gelmelerine neden oldu. Mao, bilgi birikimi ve tecrübelerinden yararlanabileceği önemli bir destek gücü başlıca bu dönemden sonra karşısında görmeye başladı. Ve kırlardaki, köylülüğe dayanan çalışma ve devrimci eyleme daha bir hız verildi.
Bu dönemde, başlıca feodalizmi, onunla birleşen komprador kapitalizmi ve destekleyicileri ve besleyicileri olarak emperyalizmi hedef alan ve toprak devrimi temeline oturan devrimci eylemin sürdürülmesi konusunda hemen tüm ÇKP ve Komintern fikir birliği içindeydi. Her şeye rağmen bu dönem ÇKP’nin Guomindang’dan bağımsız bir parti olarak örgütlendiği ve mücadele içinde geliştiği bir dönem oldu.
Ama ÇKP esas gelişmesini, Anti-Japon savaş içinde gerçekleştirdi. 1931 Eylül’ünde Çin’e saldıran Japonya’ya karşı başlayan Ulusal direniş Çin’deki çeşitli sınıf ve partilerin ilişkilerinde değişikliklere yol açtı. Devrim ulusal kurtuluş savaşı biçimine büründü ve yeniden, ezilen halkın burjuvaziyle ve ÇKP’nin Guomindang’la ittifakı gündeme geldi. Programa ve onun gerçekleştirilmesine ilişkin tutumu tartışabilir olmakla birlikte, ÇKP ve ulusal savaş içinde 1935’de diğer hiziplerin etkinliğini kırarak parti yönetimine gelen Mao Zedung Japon emperyalizmine karşı kararlı ve uzlaşmaz bir mücadele yürütüp yönlendirdiler. Bu mücadele içinde özellikle askeri açıdan dâhice bir yönetim gösteren, gerilla savaşının stratejik rolüne ilişkin değerli fikirler geliştiren ve pek uzun olmayan bir süre içinde Çin’in en geri bölgelerini bile etkileyerek ulusal savaş içine çeken ve güçlü ve büyük düzenli birlikler oluşturan Mao ve ÇKP, geniş emekçi kitlelerin gerçek önderi durumuna yükseldiler.
Guomindang’ın zaman zaman dönüp ÇKP ve yönettiği devrimci birliklere saldırdığı anti-Japon savaşta oluşturduğu güçlerle Japonların tesliminden sonra Çay Kay Şek’in karşısına dikilen ÇKP, 4 yıllık bir savaş sonunda onu Formaza’ya sürmeyi ve demokratik bir cumhuriyet ilan etmeyi başardı.
Emperyalistlere tanınan imtiyazlar kaldırıldı. Büyük toprak ağalarının ellerindeki topraklara el konuldu, işgücünün seferberliği yoluyla işsizliğin üstüne yüründü, yoksulluğa karşı mücadele açıldı. Savaş içinde yıkılmış ülkenin ekonomisinin yeniden örgütlenmesi doğrultusunda bir dizi adım atıldı. Kurtuluştan sonraki ilk 4-5 yıl içinde sanayide kolektifleştirme ve tarımda komünler kurulmasına girişme gibi sosyalizm yolunda ilerleme eğiliminin bazı özelliklerini gösteren bir dizi reformlara girişildi. Bunlar Çin Devrimi’nin zafer taçlarıydı.
Çin, sosyalizmin eşiğine kadar gelmiş, sosyalizmin yolu hemen tamamen temizlenmişti. Ancak daha ileri gidilemedi. Çünkü sosyalizmin güçleri oluşturulmamıştı. Elinde bilimsel teorisiyle bir sınıf örgütlenmesi söz konusu değildi. O derecede ki, Şanghay “kurtarıldığında”, orada ancak 4-5 tane parti hücresi bulunuyordu. Oysa ÇKP’nin milyonlarca üyesi vardı. Örgütlü olan, kırsal alan ve köylülüktü. ÇKP ve onun yönetimindeki en başta gelen örgüt biçimi olan halk ordusu, tüm ağırlıklarıyla köylü örgütleriydiler.

* * *
Mao Zedung, dev anti-emperyalist ve demokratik atılımlara önderlik etmiş büyük bir devrimcidir. Tutarlı bir demokrattır. Sosyalizm karşısındaki konumu itibariyle ise, sosyalizmden etkilenmenin ötesinde ciddi Marksist bir eğitimden geçmemiş, eşitlikçilik, komüncülük, özgürlükçülük gibi muğlak fikirlerle bir tür ütopik köylü sosyalizmi savunucusu durumundadır. Marksizm’in en temel ilke ve tezlerini savunmamaktadır.
Mao’da milliyetçi bir yan vardır ve o bu yanıyla köylülüğün dar bakışlı yabancı düşmanlığını seslendirmektedir. Marksizm’in evrensel ilkeleri ve Komintern karşısında bile kendini yabancı hissetmesi, sınıf tutumunun özel olarak bu ifade edilişinden de kaynaklanmaktadır. Mao, emperyalizm ve feodalizme karşı dayanışma içinde olsa da, Komintern’in farklı sınıf yaklaşımları karşısında “Çin”in çıkarlarını savunma ihtiyacı içine girmiştir. Bu, “ulusal Marksizm” ya da “Marksizm’in Çinlileştirilmesi” ihtiyacıyla çakışmaktadır: Aynı durum, “Çin’in kendine özgü ülke oluşu”ndaki, yani Çin’de Sovyet Rusya’da geçerli olandan farklı yaklaşımların gerekliliğindeki ısrarında da karşımıza çıkmaktadır. Ve Mao, “ulusal Marksizm” bilgisinin kaynağı olarak kitleleri, doğal ki milyonlarla ifade edilebilen köylüyü görmekte, “bütün bilgelik kitlelerden gelir” demektedir.
Mao’nun “Ulusal Marksizm’i” proleter sınıf temeline oturmamaktadır. En yoksul olanın en devrimci olduğunu düşünmekte; sosyalizmi, kapitalist üretim ve değişim ilişkilerinin tasfiyesine değil, bu ilişkilerin doğal bir sonucu olan bölüşüm ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ve bölüşümdeki bozukluğun, yoksulluğun giderilerek halkın refahının sağlanmasına bağlamaktadır. Sosyalist eleştiri adına bulanık bir yoksulluk tablosu çizip onu hedef almakta ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini değil yine bulanık bir “refah”ı amaçlamaktadır.
Bu yaklaşım, Mao’nun demokratik devrimin zaferinden sonra burjuvazi ve kapitalizm karşısındaki tutumunda da görülmektedir. Mao 1956’da milli burjuvaziyi halk içinde saymış, onunla işçi sınıfı arasındaki çelişmeyi uzlaşabilir çelişme olarak ortaya koymuş, “sosyalist dönüşümün kabulüne yanaşma”yı burjuvazinin karakteristik bir özelliği olarak belirtmiştir. Mao, sosyalist dönüşümler dönemi olarak ilan edilen dönemde burjuvazi ve kapitalizmi karşısına alıp yok edilmelerini öngörmemiş, yalnızca “kâr her şeyden önce gelir zihniyetine sahip” “bazı kötü kapitalistleri” eleştirmiş, onları da yine kazanmayı hedeflemiştir. “Milli burjuvaziyle birleşmek”, “kapitalizmi yıkmak değil düzene sokmak”, “emekle sermayenin uyumunu sağlamak” ve işçileri “hem devlet sektörünün ve özel sektörün, hem de emek ve sermayenin çıkarlarına hizmet etmeye ikna etmek”, “sosyalist devrim” döneminde Mao’nun yönelimleri olmuştur. Bu yönelimlerin soyut “yoksulluğa karşı mücadele ve refah” tablolarıyla ilişkisi açıktır. Kapitalizmin var olmaya devam ettiği ama aşın kötülüklerinin sınırlanmaya çalışıldığı koşullarda ara sınıfların, özellikle köylülüğün “kurtuluşu” ve “refahı” yakalanmaya çalışılmıştır.
Burjuvazi özel teşebbüs olarak varlığını korurken, bir kısmıyla da devlet teşebbüslerine ortak edilmiş ve onlara sermayeleri karşılığı olarak sabit tutulmuş bir oranda faiz ödenmesi yoluna gidilmiştir. Ve on yıllarca sürüp “geri çekilme”nin hiç bir zaman sona ermediği bu uygulama NEP’e benzetilmeye çalışılmıştır. Sonuç açıktır: kapitalistler tüm mal-mülklerini geri almışlar ve Çin ekonomisinin kapılan yalnızca özel teşebbüse değil emperyalist tekellere de ardına kadar açılmıştır. Mao’nun Seçme Eserleri’nin 5. cildinde burjuvazinin önüne çıkar yol olarak koyduğu “devlet ile özel sermayenin ortak yönetimi yoluyla sosyalizmle bütünleşme” kaçınılmaz olarak tam tersi sonuç vermiş ve dizginsiz kapitalizmde “bütünleşme” sağlanmıştır.
Tarımda kurulan kooperatifler ve komünler açısından durum farklı değildir. Özel mülkiyet halindeki toprağın, koşum hayvanları ve tarım araçlarının hisseler halinde birleştirilmesiyle oluşturulan kooperatiflerin özel mülkiyet temelinde kurulduklarını, Mao da söylemektedir. Köy komünleri yalnızca daha büyük bir birleştirme konusu olmuşlar ye gelişmeleri içinde yalnız tarımsal değil, ilkel sanayi üretimine de yönelmişlerdir. Üstelik Mao, kooperatiflere “dürüstlüklerini kanıtlamış” toprak ağalarıyla, zengin köylülerin alınmaları gerektiğini de savunmuştur.
Köylü yaklaşımı, tarımla sanayi ağır ve hafif sanayi arasındaki ilişkinin ele alınışında da kendisini ortaya koymuş, büyük ölçekli üretimi ve mutlaka ağır sanayi kuruluşunu gereksinen sosyalist ekonominin inşası, küçük ölçek, tarım ve hafif sanayiye taranan öncelikler dolayısıyla da olanaksızlaşmıştır.
Burjuvazi ve kapitalizmi tasfiyeyi hedeflememiş. Mao’nun toplumun siyasal örgütlenişine, devlet sorununa ilişkin olarak burjuvaziye yaklaşımında da görülmektedir. Burjuvazi, Mao’ya göre, işçi sınıfı, köylülük ve küçük burjuvazi ile birlikte devlet yönetiminde yer almak durumunda olan sınıftır ve hiç dışlanmamaktadır.
Kesintisiz devrim fikrini de reddetmek üzere Mao, “yeni demokrasi” devletini, burjuva diktatörlüğü de proletarya diktatörlüğü de olmayan “üçüncü tür” bir diktatörlük, dön sınıfın ortak diktatörlüğü olarak tanımlamakta, burjuvaziyle proletaryanın birlikte diktatörlüğü olarak öngörmekte ve uygulamaktadır. Bunun olanaklı olmadığı, işçi sınıfıyla burjuvazinin ne denli bir araya konulmaya çalışılırsa çalışılsın birbirlerini dışladıkları kesindir. Burjuvazinin yönetimde olduğu bir diktatörlük, burjuva diktatörlüğünün biçimlerinden biri olabilir ancak ve böyle bir diktatörlükle sosyalizme yönelme olanaksızdır. Sosyalizme kesintisiz geçiş öngörebilecek bir diktatörlük, ancak işçi sınıfının emekçi sınıflar, başlıca köylülük ile ortak diktatörlüğü olabilir ve sosyalist dönüşümler için bunun da proletaryanın kimseyle, hiç bir sınıfla paylaşamayacağı kendi diktatörlüğüne dönüştürülmesi gerekirken, dört sınıflı diktatörlük fikrinin burjuvazinin “sosyalizmle bütünleşmesi” fikriyle bağlantılı olduğu ve kapitalizmin tasfiyesini içermeyen bir “sosyalizm” anlayışını ifadelendirdiği açıktır. Bu diktatörlük, “emekle sermayenin uyumu”nu ve kapitalizm koşullarının devamını öngörür ve Çin pratiği de bu yönde olmuştur.
Dört sınıflı diktatörlük Mao’nun hedefiyle demokratik devrim ya da “yeni demokrasisi”, komünizm hedefli bir azami programın zorunlu bir uğrağı ya da aşaması, bir asgari program konusu değil, bir son hedef ya da azami program olabilirdi ancak; nitekim de öyle olmuştur.
Bu yaklaşımla “yeni demokratik devrim” de sosyalist görevlerin doğru ele alınması, bu süreçte bütün halkla birlikte emperyalizm, komprador kapitalizmi ve feodalizmi hedefleyen bir tür savaş yürütürken, yanı sıra, köylülüğün yoksul kesimleriyle birlikte burjuvaziye karşı ikinci tür bir savaşın yürütülmesi ve sosyalizme doğru ilerlemenin garanti altına alınması kuşkusuz imkânsızdı.
Yine bu yaklaşımla devrimin “kilit sorunu”nun hatalı ele alınması kaçınılmazdır. Kesintisiz sosyalizme yönelecek bir demokratik devrimde sorun, köylülüğü proletaryanın mı yoksa burjuvazinin mi kazanacağı sorunuyken, Mao soruyu değiştirmiştir; “Burjuvazi mi proletaryanın, proletarya mı burjuvazinin peşine takılacak”! Aynı sorunun bir başka ortaya konulusu olarak, demokratik devrimde proletarya köylülükle birleşip küçük burjuvaziyi kazanarak burjuvaziyi tecride yönelmek durumundayken, Mao Zedung milli burjuvaziyi, yalpalayan ama tecrit edilmesi değil kazanılması gereken bir “müttefik” olarak görmüş, böylelikle sosyalizme geçişi imkânsızlaştırmıştır.
Mao Zedung tüm demokratik devrim süreci boyunca milli burjuvaziyle birlikten yana olmuş, ona devlet iktidarında yer vermiş, bunu garantilemek üzere “üç üçte bir sistemi” adını verdiği iktidar organlarında sandalyelerin paylaşımı sistemini uygulamıştır.
Ve iş çığırından çıkmış, Mao Zedung hiçbir zaman komünist partisinin tek parti diktatörlüğünden yana olmadığı, yani hiçbir zaman proletarya diktatörlüğünü savunmayacağı ve demokratik diktatörlüğün hiçbir zaman proletarya diktatörlüğüne dönüştürülmesini benimsemediğini açıklamıştır. Sosyalizmin inşası, proletarya ile çelişmesi uzlaşabilir çelişme haline” getirilebilen” burjuvazi ile birlikte gerçekleştirilmesi gerektiği gibi, burjuva ve küçük burjuva çeşitli partilerin varlığı, yani politik çoğulculuk ve onlarla “uzun süreli bir arada yaşama ve karşılıklı denetim” ilişkisi çerçevesinde sürdürülmelidir! Mao bunun “Çin’in somut tarihi koşullarının bir ürünü olduğunu” söylemektedir.
Burjuvazinin ekonomik ve siyasi yönüyle “sosyalizmin inşası”na katılması fikri, onlara ideolojik platformlar sunulması fikrine yol açmazlık edemezdi ve nitekim “yüz çiçek açsın” teorisi bu çerçevede ortaya atıldı. Halk “zehirli otlan” da tanımalıydı! Ama her şeye rağmen bu fikirler ve örgütlenme, genellikle ÇKP içinde hizipler olarak, Mao’nun iktidarına zarar verir hal aldığında, “Kültür Devrimi”nde, sonra Lin Biao’ya karşı kampanyada, daha sonra “sağ sapmalı kara kasırga”ya karşı mücadelede olduğu gibi saldın konusu yapılıyordu.
Bu koşullarda, kuşkusuz sosyalizm yolunda ilerlenemezdi.
“Kültür Devrimi”, söylendiği gibi, bu “yaygın demokrasi” ortamında iktidar ipleri Mao ve hizbinin elinden kaçma noktasına geldiğinde gündeme getirildi. Bu “devrim”, kültürel alanda bir devrim olmaktan çok “sosyalist devrim”den sonra da varlığını sürdürmeye devam eden kapitalistlere ve onlardan da çok “kapitalist yolcu iktidar sahipleri”ne yöneltilmiş siyasal bir devrim olarak sunuldu. “Kapitalist yolcular”ın zaman zaman başlarını kaldırmaları kaçınılmazdı ve yine zaman zaman kültür devrimlerine ihtiyaç olacaktı!
“Kültür Devrimi”, parti önderliğinde kültürel yaşamın devrimcileştirilmesi hedefiyle yürütülmedi. Hedef, Mao’nun iktidarını tehdit eden Liu Şao Çi ve Deng Siao Ping ve etraflarındaki çetenin etkisizleştirilmesi, bunun araçları ise kızıl muhafızlar olarak örgütlenen gençlik ve orduydu. Mao Liu-Deng hizbine karşı bir etkisizleştirme kampanyası düzenlemeye çalışırken, ekonomik ve siyasal başarısızlıkların biriktirdiği toplumsal hoşnutsuzlukla patlayan kendiliğinden ve güçlü öğrenci hareketinin yarattığı kaotik bir durum olarak oluşmuştur “kültür devrimi”.
Giderek geniş boyutlar kazanmasına ve toplumun diğer kesimlerini de etkisi altında almasına rağmen, “Kültür Devrimi” esasta öğrenci hareketi olarak gelişmiş, bir yandan ordunun müdahalesiyle çeki düzen verilmeye çalışılmış, diğer yandan da iktidar kavgası yürüten çeşitli hizipler tarafından kendi amaçlarına uygun olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Mao’nun, “karargâhları bombalayın” çağrısıyla partiye karşı yönelttiği bu “devrim” çoğu yerde işçi sınıfına, onun kitlesel örgütleri ve sendikalarına da saldırıp bunları dağıttı. Ve bu “devrim” radikal kızıl muhafızlar tarafından burjuvazinin ekonomik ve siyasal varlıklarına saldırılarla geliştirilmeye çalışıldığında, öğütlere rağmen ikna edilemeyen bazı gençlik önderleri ve etkiledikleri gençler ordu tarafından kuvvet kullanılarak hizaya getirildi.
“Kültür Devrimi”nin de gösterdiği gibi, ama sadece bu “devrim” boyunca değil, diğer bütün zamanlarda da Mao, partiye, Leninist parti öğretisine uygun olarak yaklaşmamıştır. Mao’ya göre parti, proletaryanın Marksizm’le silahlanmış bir öncü müfrezesi olarak gerekli değildir, çünkü ona göre önderlik ilkesi “kitlelerden kitlelere”dir. Parti kitlelerden öğrendiklerini, en çok, sistemleştirilerek kitlelere sunacaktır. Bu yaklaşım partiyi kitlelerin “duydukları ve düşündüklerini” “kaydetmekle yetinir” hale sokmuş, onu, özellikle köylülüğün ve daha geniş anlamda burjuvazinin zaman zaman farklılaşmalar ve sapkınlıklar gösteren demokratik özlemlerinin basit bir yansıtıcısı kılmıştır. Kendiliğinden fikirlerin yansıtıcısı. “Kültür Devrimi”nde daha aşın bir noktaya varılmış ve “biricik yöntem”in “kitlelerin kendi kendilerini kurtarmaları, kendi kendilerini eğitip öğrenmeleri” olduğu ileri sürülmüştür. “Ulusal Marksizm’in bunu gereksindiğinden kuşku yok!
ÇKP, sınıfın bir parçası olarak örgütlenmediği gibi bu yönde gelişmesi de teşvik edilmedi. Hemen tümüyle köylülere ye az sayıda aydına dayanan ÇKP’nin, işçi sınıfı içinde çalışmayışının doğal bir sonucuydu bu. Ve Mao proletarya ile parti arasındaki ilişkiden söz etmek durumunda kaldığında, bağlantıyı, ancak “ideolojik önderlik”i savunarak kurabilmek zorunda kalıyordu.
ÇKP’nin “en üst örgüt biçimi” olduğu da tartışmalıdır. Çin’de her zaman ordu karar verici korumda olmuş ve çoğu kez kitlelerin örgütlenmesi ve hatta parti hücrelerinin kurulmasında olduğu gibi partinin fonksiyonlarını da üstlenmiştir. Mao, hemen her zaman ordunun olduğu gibi, “Kültür Devrimi” sırasında görüldüğü üzere, gençliğin ve gençlik örgütlerinin de partinin fonksiyonlarını üstlenmesini öngörmüş ve teşvik etmiştir.
Mao’nun partiye ilişkin olarak ileri sürdüğü ve en tehlikeli sonuçlara yol açan yanlış, onu irade birliği olarak varlığını imkânsız kılmak üzere, “iki çizgi mücadelesinin örgütü olarak tanımlanmasıdır. Karşıtların birliği yasasından hareketle, ama abese varılarak ileri sürülen “iki çizgi mücadelesi” tezi, diyalektiğin ancak nasıl yanlış kullanılabileceğinin örneği olabilir. Ama öte yandan proletarya partisinin ancak içinde birden fazla çizgi bulunduğunda canlı bir organizma olabileceği, aksi halde parti içi yaşamın durgunlaşıp canlılığını yitireceği kaygısı, partiyi proletaryanın örgütü olmaktan çıkarmaya ve işlevsizleştirmeye yöneliktir. Çünkü parti, içinde tartışmalar yürütülmesine rağmen, kararlılıkla tek bir çizgiyi savunup uygulama iradesinden, irade birliğinden yoksunsa bir tartışma kulübüne dönecektir. Parti, üstelik gönüllü bir irade birliği olarak, bir arada kalabilecek ve kalmak isteyen üyelerin birliği olabilir. Aksi durumda farklı çizgiler sürekli farklı uygulamalar üretecek, bunu hiçbir iyi niyet engelleyemeyecektir.
Mao, göreceğimiz gibi, sosyalizmde burjuvazinin sınıf olarak tasfiye edilmesi ama daha uzun süre var olmaya devam edecek kapitalizmin kalıntılarıyla, kapitalist unsurlarla, onları tasfiyeye yönelik mücadelenin süreceği ve bunun da kapitalizmden komünizme bir geçiş dönemi oluşturan proletarya diktatörlüğü döneminin temel çatışma konusunu oluşturacağını da anlayamamakta ve bu dönemde burjuvazinin varlığım şart koşmakta, bunu da karşıtların birliği yasasına bağlamaktadır. Ama nasıl burada karşıtların birliği yasası burjuvazinin varlığını gerekli kılmıyorsa, parti içinde de burjuvaziyi ve “iki çizgi mücadelesini gerek-sinmemektedir.
Partinin, içinde mücadele ettiği kapitalist toplumdan kopuk, onun dışında Ye onun her türlü etkisinden arınmış olmadığı kolaylıkla anlaşılır bir şeydir. Dolayısıyla çeşitli burjuva unsur, fikir ve eğilimlerin partiye sızmaya çalışmasının ötesinde, sızmasının kaçınılmazlığını açıklamaya gerek yoktur. İşçi sınıfının bürokrat ve aristokrat unsurlarıyla, ona küçük burjuvaziden yeni katılmalar bu “sızıntı”nın sosyal temelini oluşturur. Burada tehlikeli olan, kaderciliğe götüren ve partiyi elden çıkarmaya götürecek şey, bu sızmalarla mücadele, onları etkisizleştirme ve tasfiye yoluyla partiyi arındırarak sosyalizm mücadelesi yürütme yeteneğini koruma yerine, bu sızmaların çizgi ve giderek bu çizgiyi savunup uygulamak üzere grup oluşturmalarını doğal görme ve partiyi bu tür çizgi mücadelelerinin arenası olarak kavramaktır. Proletaryanın partisi, burjuva partisinin karşıtı olarak onunla birlik halindedir diyalektiğe göre. Ve bu karşıtının etkisinden de tümüyle muaf olamadığından, kendi içinde baş gösterecek burjuva eğilimlere karşı uyanık ve tasfiyeci olmak zorundadır. Bu, kuşkusuz her türlü fikir ayrılığının burjuvalıkla damgalanıp tasfiyeciliğe yönelmek anlamına gelmez. Ama hiç gelmeyeceği anlam ise, kolları kavuşturup hatalı eğilimlerin çizgileşmesini beklemek ve bunu doğal ve zorunlu görmektir. Üstelik içinde bir burjuva çizginin oluşması, partinin canlılığının değil ancak çürümesinin, yozlaşmasının bir göstergesi olabilir. Marksist bir partide şüphesiz Marksist ölçütler ve tüzük çerçevesinde en geniş ve sert tartışmalar yapılır, yapılabilir; ama örneğin böyle bir partide Marksizm’in açık ya da üstü örtülü eleştirisine yer olmayacaktır.
“İki çizgi”ciliğin doğal sonucu partinin oportünist unsurlardan arınarak gelişebilir oluşunda zaaf ve hiziplerin varlığına izin verilmesidir. ÇKP, kuruluşundan itibaren çeşitli çizgiler ve hiziplerin çatışma alanı durumunda olmuştur, ama bugün bulunduğu yer ortadadır.
Mao Zedung’un en iddialı olduğu alan felsefe, diyalektik ve onun biricik temeli olarak düşündüğü çelişmedir; ancak, “iki çizgi” sorununda olduğu gibi, yanlışlarına kaynaklık eden de, felsefe ve çelişmeye yaklaşımı olmaktadır. O, iradeyle uzlaşmaz karşıtlığın “uzlaşabilir” hale getirilebileceğini savunmakta, örneğin Çin’de doğru ele alınırsa burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişmenin “uzlaşılabilir çelişme”ye dönüştürülebileceği düşüncesiyle bir yandan idealizme, diğer yandan da çelişmeye yaklaşımda yanlışa düşmektedir. Konuya ilişkin bir başka hatalı yaklaşımı, çelişmenin çözümünü, bir fideliğin yerini bir başkasının alması olarak^değil, çelişmenin kutuplarının birbirine dönüşmesi olarak anlaması, böylelikle karşıtların birliğini, bir arada bulunuşunu mutlaklaştırıp, mücadelesini ve bu mücadelenin, niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşmesi yoluyla gerçekleştiği fikrini küçümsemesidir. Bu durumda şeyler ve olgular arasındaki ilişkide ancak basit yer değiştirmeler mümkün olabilmekte ye gelişmeler açıklanamaz olmaktadır. Burjuvazi ve kapitalizmi tasfiyenin gereksizliğine felsefi temel sağlamak üzere karşıtların birliğini vurgulayıp dönüşümü, burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişmenin kutuplarının yer değiştirmesi olarak anlayan Mao Zedung, sosyalist toplumda, dönüştürülmüş haliyle proletaryanın yöneten ve burjuvazinin yönetilen durumuna geleceğini ve geldiğini, ama burjuvazinin sınıf olarak ortadan kalkmayacağını öne sürer. Burada sosyalist bir dönüşüm olmadığı, sosyalizmin, burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesi durumunu, yani çelişmenin kutuplarının birbirine dönüşümünü değil, tersine, çözümüyle, burjuvaziyle proletaryanın birliğine dayanan eski niteliğin tümüyle yerini sosyalizmi niteleyecek yenisine bırakmasını gereksindiği açıktır.
Mao, niceliğin niteliğe dönüşümünü önemsemeyerek, salt karşıtların birliği olarak çelişmeyi önemli gördüğü için, süreçler ve onları niteleyen çelişmelerin birbirleriyle ilişkileri sorununda da yanlışa düşmektedir. İlgilenilen şeye, sürece niteliğini veren çelişme çözülmedikçe sürecin esas özelliğinin değişmeyecek oluşu, ilgili süreçle ilişkili başka süreçlerin onu ancak etkileyeceği, ama bu başka süreçlerin ve niteliklerinin değişmesinin ilgili süreç ve dönüşümü yerine geçirilemeyeceği açıkken, Mao, önemli siyasal sonuçlara yol açmak üzere bu konuda da yanlışa düşmüştür. İlgilenilen sürecin niteliğinin değişmesini onunla ilişkili bir başka sürecin çelişmesinin çözümüne bağlayan Mao, bu noktada hatalı bir “baş çelişme” anlayışı geliştirmiş; belirli bir çelişmenin çözümü için çeşitli anlarda önem kazanan başka çelişmelerin çözümünü şart koşmuş ve o belirli çelişmenin çözümünü “baş çelişme” dediği çelişmenin çözümüne tabi tutmuştur. Doğal ki, burada esas çelişme ve sürecin ihtiyaçları önemini yitirmekte ve ilgili ikincil süreç ve çelişme diğerinin yerine konmuş olmaktadır. Örneğin anti-Japon savaş döneminde Japon emperyalizmiyle Çin halkı arasındaki çelişmeyi baş çelişme olarak saptayan Mao, demokratik devrim sürecine asıl özelliğini veren çelişmenin genel olarak emperyalizm ve iç gericilikle Çin halkı arasında olduğunu önemsiz görüp genel olarak anti-Japon savaşın ihtiyaçlarını sürecin anti-emperyalist ve demokratik niteliği ve ihtiyaçlarının önüne geçirmiş, Amerikan işbirlikçilerinin anti-emperyalist cephede yer alabileceği düşüncesini geliştirebilmiş, onlara karşı tutumunu olağanüstü yumuşatmış, düşman olduklarını unutan açıklamalar yapmış, tutumlar geliştirmiştir.
Japonlara karşı mücadeleden kalkınarak tüm emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi sürdürmek ve genel olarak demokratik anti-emperyalist devrim sürecinin gereklerine uygun davranmak zorunluyken Mao, “baş çelişme” kavrayışı uyarınca Japonya’ya karşı olmak noktasında daraltılmış “özel program” ve “özel strateji”lerle yalnızca bu “baş çelişme”nin çözümüne yönelmiş ve temel çelişmeyi “baş çelişme”ye tabi kılmıştır. Burada önemli siyasi sonuç, Çan Kay Şek örneğinde olduğu gibi, onun bir Amerikan uşağı olarak Japon emperyalistleriyle arasındaki çelişmeden gericiler arası bir çelişme olarak devrimin geliştirilmesi için yararlanmak yerine, onu düşmanlar arasından çıkarmak ve düşmanı Japonlarla işbirlikçiliklerine kadar daraltmak olmuştur.
Mao, benzer bir yaklaşımla dünya devrim sürecini, dünyadaki başlıca çelişmeleri ele alıp emperyalizmle ezilen uluslar arasındaki çelişmeyi “baş çelişme” olarak tespit ederek sürecin diğer çelişmeleri olan proletarya ile burjuvaziye sosyalist ve kapitalist ülkeler arasındaki çelişmelerin çözümünü bu çelişmenin çözümüne bağlamış, dünya proleter devrimini ulusal kurtuluş savaşlarına tabii kılmıştır. Buradan çıkan stratejik formülasyon dünya kırlarının dünyanın şehirlerini kuşatıp kurtarması olmuştur.
Mao Zedung, kuşkusuz Çin halkına büyük ve önemli hizmetlerde bulunmuş büyük bir devrimci, mümkün olan en ileri noktada tutarlı bir anti-emperyalist ve demokrasi savaşçısıdır. Bu yönüyle kuşkusuz anılmaya ve sahiplenilmeye layıktır. Ama ne var ki Marksizm ve sosyalizm karşısında gerici bir konumdadır.

MAOCULUK ETKİLERİ VE NEDENLERİ
Mao Zedung ve ÇKP, özellikle ’60 sonrası, gerici “üç dünya teorisi”ni formüle edinceye kadar uluslararası alanda ve bu arada Türkiye’de önemli bir etki gücüne sahip oldular. Bu etki, azalarak da olsa bugün hala hükmünü sürdürdüğü devrimci demokrat çevreler açısından geçerli olmakla kalmadı, komünist güçler üzerinde de görüldü. Hatta bu zaman dilimi içinde uluslararası komünist hareket kendisini Maoculuktan ayırt edemedi, şu ya da bu ölçüde Maoculukla bulaşık olarak var oldu.
Nedenler oldukça çeşitlidir.
Birincisi, Mao Zedung, kendisini başlı başına bir inceleme ve yeniden değerlendirme konusu olarak dayatan “üç dünya teorisi “ni formüle edinceye kadar açık-seçik ve vurgulanmış anti Marksist fikirler ileri sürüp bu yönde pratikler içine girmekten kaçınıyordu. Mao kuşkusuz bu döneme kadar da anti-Marksist düşünce ve pratiklere sahipti; ancak bunlar, O’nu büyük devrimci eylemi içinde öne çıkaran sosyalize edilmiş devrimci demokrat fikirler ve pratikleriyle bir aradaydı, özel olarak vurgulanmıyordu ve karakteristik eklektizmiyle Mao bir dizi Marksist fikir ve tezler de savunmaktaydı. Bu durum, kapsamlı bir incelenmesinin gerekli görülmediği koşullarda Mao Zedung’un büyük bir Marksist olarak ön-varsayılmasının unsuru oldu.
İkincisi -ve araştırılma ihtiyacı duyulmadan böyle bir ön-varsayımda bulunulmasının nedenlerini de açıklamak üzere-, Mao neredeyse bir kıtayı kucaklayan devasa bir devrimci eylem içinden gelmekteydi. Çin devriminin önderiydi ve bu devrime, bir “komünist partisinin başında, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’e herhangi bir şekilde “karşı çıkmadan”, tersine onların eserlerini “sahiplenerek” ve başında Stalin’in bulunduğu Sovyetler Birliği’ni “savunup” O’nunla birlik “kurarak” önderlik etmişti. Bu görünümüyle Mao Zedung’un Marksistliğinden kuşku duymaya gerek olmuyordu.
Üçüncü neden ikincisiyle doğrudan bağlantılıdır. Mao, Marksizm karşıtı fikirlerini sadece vurgulamamaya değil, açığa vurma-maya da büyük bir özen gösterdi. Mao uzun süreler boyunca yazılarını yayınlamadığı gibi, Çinliler, gerektiğinde her yana çekilebilecek diplomatik açıklamalar dışında ÇKP belgelerini de yayınlamıyor; ortalıkta yalnızca propaganda broşürleri ve birer uzlaşma ve diplomasi dokümanı niteliğinde Kongre karar ve raporları dolaşıyordu. Önce Mao’nun Seçme Eserleri’nin yalnızca iki cildi biliniyordu, üçüncü ve dördüncüsü ölümüne yakın, beşincisiyse ölümünden sonra yayınlandı. Bugün hala Mao ve ÇKP’nin birçok konuda tutumu ve nedenleri, örneğin “Kültür Devrimi” üzerine, SBKP ve Stalin değerlendirmeleri üzerine fikirleri, parti içi tartışmalar, kararlar ‘bilinmezlik zırhı ardındadır. Sadece bilinmesi istenenlerin açıklandığı koşullarda Mao’nun Marksist ön-varsayılması, en azından bir yönüyle anlaşılabilir olmalıdır.
Dördüncüsü, Sovyetler Birliği’nin modern revizyonizm ve geri dönüş yoluna girmesi, Mao ve ÇKP anti Marksizm’inin saptanmasını zorlaştırıcı ve geciktirici bir etken olmuş; Mao, Sovyet modern revizyonizmine karşı mücadele görüntüsü altında anti-Marksist fikirlerini daha bir süre gizleyebilme şansını yakalamıştır. Bu alanda en temel etken, Sovyet revizyonizmi, Marksizm’e yönelttiği suçlamaların ötesinde, teori ve pratikte devrime, devrim ihtimaline, devrimci şiddete, ulusal kurtuluş savaşlarının gerekli oluşuna ve giderek bizzat ulusal kurtuluş savaşlarına saldırır ve emperyalizmle, özellikle Amerikan emperyalizmiyle uzlaşma ve işbirliğini, “barışçıl geçiş”, “barış içinde bir arada yaşama ve yarış” gibi devrim karşıtı tezleri savunurken Mao ve ÇKP’nin, bir yönüyle anti-emperyalist devrimci bir konumdan, diğer yönüyle de Çin’in ulusal ihtiyaçlarını gözeterek (başka bir yön ise, kendi anti-Marksist Fikir ve tutumlarını gizleme ihtiyacıdır) devrimi savunarak onunla mücadele içine girmesidir. Diğer nedenlerle birlikte bu durum da Mao ve ÇKP’nin Marksist ön-varsayılmalarının önemli bir etkenidir. Birçok devrimci,’başlıca bu nedenle Mao’yu devrim ve Marksizm’in önderi olarak görmüştür.
Beşincisi, o dönemde Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın birçok ülkesine yayılan ulusal kurtuluş savaşlarının ağırlıklı olarak köylü karakterli oluşu, bu yönüyle Rus değil Çin devrimini çağrıştırır ve Mao’nun açıklanmış hemen tüm görüşlerini, bu arada açıklanmış olanlar içinde yanlış olanları da doğrular bir tablo görüntüsü yaratmış olmasıdır. “Dünya kırları”nın kuşatmakta olduğu “dünya şehirleri”ni neredeyse “kurtaracağı” propagandasını güçlendirici bu tabloda, ulusal çerçevelerde, çeşitli ülkelerde, Mao’nun “kırın şehri kurtaracağı” yanlışının yakalanması bir yana, bu önermenin etkili oluşu anlaşılır bir şeydir.
Altıncısıysa, Mao’dan etkilenenlerin kendilerine ve konumlarına ilişkindir. Sovyet revizyonizminin yarattığı ve peşinden hemen tüm eski komünist partileri sürükleyerek oluşturduğu bulanıklık ortamında birçok ülkede komünist güçler yeniden oluşmaktaydı ve Türkiye gibi bazılarında ise komünist bir mirastan da yoksun durumdaydılar. Bir çok ülkede yeni oluşmakta olan komünist güçler henüz burjuvazi ve küçük burjuvaziden tamamen kopmamışlardı, kendi üzerlerinde güçlü ya da az küçük burjuva ve özellikle köylü etkiler taşıyorlar ve hatta bir kısmı dolaysızca köylü hareketi olarak ortaya çıkıyorlardı. Üstelik yeni ortaya çıkmakta oluşun, çoğu yerde mirassızlığın ideolojik geriliğini üzerlerinde taşıyorlardı. Yine çoğu yerde, bulanıklık yaratmış olan revizyonizmden de kaynaklanarak Marksizm’in, aralarında en basitleri bile bulunan bir çok tez ve ilkesini yeniden keşfetme durumunda kalmışlardı.
Mao Zedung bu koşullarda büyük bir Marksist olarak da kabul gördü ve önemli uluslararası etki gücüne sahip olabildi.
Devrimci komünistler bugün O’nu, Marksizm karşısındaki konumu açısından eleştirirken, kendi üzerlerindeki etkilerini temizlemenin verdiği güvenle, aynı zamanda büyük bir devrimci demokrat olarak da selamlıyorlar.

Eylül 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑