“Yeni Dünya Düzeni”Nin Öteki Yüzü: Terör

Sınıfların ortaya çıkıp, egemen sınıfın kendisini devlet olarak örgütlemeye başlamasından bu yana, egemen sınıf, kendi çıkarı uğruna yürüttüğü dış ve iç savaşları, eşitsizlik ve özgürlüksüzlüğü hem kendi varlık nedeni, hem de bunların kaldırılmasını kendi egemenliğinin gerekçesi yaptı.
Devlet, gerçekte sömüren sınıfın egemenlik aracıyken, sömürüyü sınırlayan, sömürülenleri sömürenlerden az çok koruyan bir rolde göründü. Egemen sınıfın temsilcisi devlet adamı ve politikacılar, kendi yönetimlerinin çıkardığı sorunları ancak kendilerinin ortadan kaldırabileceği propagandası yaptılar. İster halkoyuyla gelsin, ister soy-sopa dayanarak iktidarı elde tutsun, bütün yöneticiler, iktidarlarını sürdürmek için, kendi varlıklarının, ezilenler için şimdilik bir güvence, gelecekte de bir kurtuluş umudu olduğu imajını vermeye çalıştılar. Bunu verebilenler koltuklarında rahat etti, temsilcisi olduğu sınıfın çıkarlarım korumayı başardı, veremeyenler ise; ya iktidarlarını zor ve şiddete dayanan yöntemleri öne çıkararak yürütmek gibi, egemenler için oldukça pahalıya mal olan yollan kullanmak zorunda kaldılar, ya da temsil ettikleri sınıfla birlikte devrilip gittiler.
Özellikle, sınıflar-arası mücadelenin açık bir biçimde yürüdüğü, başka bir söyleyişle az çok demokrasinin işlediği koşullarda, sömüren sınıfların sömürülenleri denetim altında tutarken, onları “ikna” etmelerinin önemi çok daha büyük olmaktadır. Bu yüzden de burjuva partileri, programlarını bütünüyle emekçi sınıfları peşlerine takabilecek vaatlerle doldurarak, hatta emekçi yığınlar içinde “itibar kazanmış” kişileri kendi listelerine alarak, onları önemli mevkilere getirerek, emekçi partisi görünümü yaratmaya çalışmışlar, çalışmaktadırlar. Bunda da çoğu zaman başarılı olmaktadırlar.
Tarih, bugüne kadar hiç bir devlet türünün ya da yöneticinin (ister seçimle gelsin, ister atansın, ister tanrısal bir vahi ya da soy hakkı olarak iktidara gelsin) yığınlara sömürü, savaş, açlık, yoksulluk vaat ettiğini kaydetmiyor. Tersine, her devlet türü ve yönetici, ne kadar açık terörcü ve sömürücü karakteri gözler önünde olursa olsun, hep herkese adalet ve daha çok mutluluk vaat etmiş, dahası olabilecek bütün yönetimler içinde en iyisinin kendisi olduğunu da kanıtlamaya çalışmıştır.
Kapitalizm çağında da durum çok farklı olmamıştır. Kapitalist devlet, bütün açık sınıfsal niteliğine ve taraflı tutumuna karşın, tüm toplum adına eylemde bulunduğu, sınıflar-üstü bir konumda olduğu iddiasından geri kalmadığı gibi, en savaş yanlısı, en azgın sömürüden yana parti ve burjuva politikacıları da işçi ve emekçilerin özlemlerinin ‘savunuculuğunu’ yapar görünmüş; savaş ve sömürüyü bile emekçilerin gelecekte mutluluğu için zorunlu göstererek tutumlarını savunmuşlardır. Ama bunu yaparken, kendi uluslarının çıkarları için başka ulusları, kendi emekçilerinin çıkarları için başka emekçileri sömürmeyi, onlarla savaşmayı meşru olarak görmüş, yığınları da doğrusunun bu olduğuna ikna etmeye çalışmışlardır.
Son on yıla gelinceye kadar, kapitalizmin ideologları ve politikacıları, sömürüyü ve toplumsal eşitsizliği, ahlaki bakımdan iyi olmayan ama kaçınılmaz ve ebediyen de var olması gereken bir şey olarak savunmuşlardır. Savaşlar için de durum çok farklı değildir. Evet, savaşta insanlar ölüyor, kentler tahrip oluyor vs. ama uluslar var oldukça bu böyle sürüp gidecektir; bu yüzden de savaş her zaman varolacaktır vs. En iyimser kapitalizm savunucuları bile ebedi barıştan, sömürüşüz bir kapitalizmden, devletlerin ve sınırların var olduğu bir dünyada evrensel adaletten söz etmiyor, bundan söz edenleri de ütopyacı, hayalperest olarak suçluyordu. En azından, dünyanın dört bir yanındaki kargaşadan, savaşlardan, sosyalizmi, onun emekçileri ve ezilen halkları kışkırtmasını sorumlu tutuyordu.
Tarihi gerçeklerin çarpıtılarak, olayların halka olduğu gibi değil, görülmesi istendiği gibi aktarılması işi, burjuva tarihçileri tarafından “tarih mühendisliği” olarak niteleniyor. Birinci dünya savaşı sırasında Wilson’un danışmanlığını yapan tarihçiler, kendi yaptıkları işe bu kavramı yakıştırıyorlar ve yaptıkları işi şöyle tarif ediyorlar:
“Sahne, savaşı bizim kazanmamızın herkes için iyi olacağına tüm dünyayı inandıracak bir tarzda düzenlenmektedir.” Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Merkezi Direktörü Samuel Huntington, görevlerini daha açık tarif etmektedir: “Bir başka ülkenin işlerine karışmayı veya işi daha ileri götürüp müdahalelerde bulunmayı sanki Sovyetler Birliği’ne karşı bir mücadeleymiş gibi satabilirsiniz. Bu Truman Doktrininden bu yana ABD’nin izleye geldiği stratejidir.”
Son on yıldır; kapitalizmin ideologları, propagandacıları ve politikacıları, işi daha da ileri götürdüler: sadece, eylemlerine herkesin meşru göreceği gerekçeler uydurmakla kalmayıp, geçmişlerini biraz karalayarak, geleceklerini kesinlikle aklayacak bir “tarih mühendisliği”ne soyundular.
Burjuva propagandacılar ve politikacılar, kapitalizmi ebedi bir sistem olarak kutsuyorlar ve kapitalist sistemin savaşsız, sömürüşüz bir dünyayı kuracağını, uluslar, sınıflar ve insanlar arasında evrensel adaleti gerçekleştireceğini iddia ediyorlar. En azından, bugünkü koşullarda ABD’nin patronluğundaki kapitalist dünyanın ve Birleşmiş Milletlerin uluslararası adaleti sağlayacağı iddia ediliyor ve bu düzene herhangi bir biçimde karşı çıkanlar, dünya barışını bozan, insanlığın geleceğini tehlikeye atan terörist olarak görülüyor; herkesin de böyle görmesi isteniyor.
Oysa yeni dünya düzeni olarak lanse edilen düzenin baş kurucusu sayılan ABD ve bu düzeni hazırlayan koşullar ile “Pax-Amerikana” olarak nitelenen ‘barış’, tümüyle ABD ve öteki emperyalistlerin çıkarları üstüne kurulmuş bir düzenin barışıdır.
“Yeni dünya düzeni”, Gorbaçov’un, SB’de iktidarı ele almasından, ABD karşısında havlu atmasından sonra gündeme getirilen bir kavram.
Gorbaçov ve Reagan arasında bir dizi görüşmeyle başlayıp, Gorbaçov-Bush arasındaki görüşmeler, uzlaşma ve anlaşmalarla vücut bulan, SB’nin dağılmasıyla da, bir Pax-Americana ile gerçekleştirilebilir propagandası yoğunlaştırılan bir düzendir “yeni dünya düzeni”. Ne var ki; bugün “yeni dünya düzeni”nin kuruculuğu sipariş edilmiş ABD ve Avrupalı emperyalistlerin amaçlarıyla yeni dünya düzeni olarak tanımladıkları ‘dünya cenneti’nin ne ölçüde bağdaştığını, özellikle ABD politikaları açısından görmek gerekir,

KÖTEK YİYEN “KABADAYI”DAN “SAVAŞ KAHRAMANI” NA
1960’lı yıllar ve 70’li yılların başı, dünya jandarması ABD’nin, yoksul Vietnam halkı tarafından, bütün dünyanın yoksul halkları önünde adam akıllı hırpalandığı yıllardı.
Eğer mahallenin kabadayısı, bir kalabalık önünde, bir mahalle sakini tarafından “marizlenirse” artık o kabadayının kimsenin gözünde beş paralık itibarı kalmaz; kabadayı önüne gelenin dalga geçtiği, havasım attığı oyuncağa dönüşür. Kabadayı için iki seçenek vardır; ya mahalleyi terk edip, tanınmadığı bir yerde yeni bir ‘yaşam’ kuracaktır ya da, daha büyük kabadayılıklar yaparak, kendi halinde bir vatandaş tarafından marizlenmesinin bir rastlantı olduğunu, aslında mahallenin en bileği bükülmezinin kendisi olduğunu yeniden kanıtlaması gerekecektir.
Vietnam yenilgisi sonrası ABD’nin durumu, kötek yiyen mahalle kabadayısının durumuna çok benzemektedir: Vietnam’dan yayılan anti-emperyalist ve anti-Amerikan dalga, dünyanın her köşesindeki devrimci, demokrat ve komünist güçler için bir savaş çağrısı gibidir. Her yerde Amerikan askeri üsleri ve ticari kuruluşları anti-emperyalist güçlerin saldın hedefi haline gelirken, ABD müttefiklerinden de tecrit olur. ABD’nin güdümündeki geri ülkelerin hükümetleri bile açıkça Amerikancı tutum almaktan kaçınmak zorunda kalırlar, denizaşırı ülkelerde Amerikan filolarının barınacağı limanların sayısı adamakıllı azalır. Öyle ki; en uşak hükümetler bile Amerikan filosuna limanlarını kapatmak için bahaneler uydurmak zorunda kalırlar. Diğer emperyalist ülkeler de durumdan yararlanarak ABD’den bağımsız politikalar geliştirme yolunu tutarlar.
O yıllarda; ABD emperyalizminin militarist, saldırgan politikasına karşı içteki muhalefet de oldukça tepkiliydi. Üniversite öğrencileri, ABD tarihinde ilk kez bu kadar açık bir ‘anti-Amerikan’ tutum alıyor, askere gitmeyi reddetmekten ABD aleyhinde gösterilere kadar değişik yol ve yöntemlerle tutumlarını ifade ederken, aydınlar, ABD’nin uluslararası hukuku ihlal ettiği gerekçesiyle mahkemeler kuruyordu. Cephede ölen asker ailelerinden öteki emekçi kesimlere doğru yayılan, “Vietnam’da Amerikalıların ne işi var?” sorusu, emperyalist-militarist politikalara karşı geniş bir kamuoyu oluşturuyordu. Vietnam’a coşkulu törenlerle gönderilen askerler, dönüşlerinde sadece yenilginin psikozunu değil, halk tarafından hor görülmenin, dışlanmanın kompleksini de yaşıyorlardı.
Hükümet ve üstlerinin,  onların bir “savaş kahramanı” olduğu yolundaki açıklamaları ve verilen madalyalar da bir işe yaramadı. Hor görülme, toplumdan dışlanma, issizlik vb. savaş sırasında gördükleri fiziksel ve ruhsal hasarla birleşince, “Vietnam sendromu” derinleşti.
Her başkaldırıyı bastırmak için büyük bir heves gösteren ABD askerleri için, başka ülkelerde askeri eylemlere girişmek artık o kadar kolay olmuyordu. Dost düşman herkes, “Saldırıp çözelim!” diyenlere, “Vietnam’ı unutma!” diyordu. Ama ABD emperyalizmi bir Vietnam yenilgisine teslim olamazdı. Daha Carter döneminde bu yenilginin unutulması için kimi ‘küçük’ girişimler yapılmıştı, ama Carter’in sadece “barış” dönemleri için uygun kişiliği ‘günün ihtiyaçlarına’ yanıt vermeyince, ikinci kez seçilemeden başkanlık görevini tamamlayan (öldürülenler dışında) ilk başkan olma ‘şerefini’ kazanarak yerini Ronald Reagan’a bırakmak zorunda kaldı.
R. Reagan, üçüncü sınıf bir sinema oyunculuğu ve Mc Cartycilik yıllarında ihbarcılık yapma ötesinde, herhangi bir yeteneğe sahip olmayan bir kişiydi. Üstelik bunayıp bunamadığı tartışılan bir yaştaydı. Ama olağan bir zamanda iyi bir devlet memuru bile olamayacak bu kişi, bütün bu olumsuz özelliklerine karşın, iki kez zafer sayılabilecek sonuçlarla seçim kazandı. Kapitalist dünyanın baş patronu ABD’ne başkan oldu.
Reagan’ı seçtiren arkasındaki güçler, onun iki özelliğinden yararlanmayı düşünmüştüler: birincisi, üçüncü sınıf da olsa artist olması, çağın en önemli iletişim aracı TV’de iyi görüntü vermesi, ortalama Amerikan vatandaşına hoş gelecek mimiklerle ekranda boy göstermesi, bu yolla izlenecek çirkin politikayı sevimlileştirmesi; ikincisi ise, halkın tepkisi, “hak”, “adalet”, “kişisel ahlak” vb. gerekçelerle, CIA, Pentagon, ya da askeri çevrelerin eylemlerine engel olmamasıydı. Doğrusu Reagan, kendisinden istenenleri yapacak özelliklere sahipti ve yaptı da. Her TV kamerası gördüğünde, köpük dizilerin biçimlendirdiği Amerikalılara, onların alışkın olduğu espriler yaptı, tıpkı Amerikan yaşam tarzı gibi, bazen onları aptal yerine koydu, aşağıladı, bazen de en ilkel güdülerini gıdıklayıp ‘gururlarım’ okşadı; onlardan biri, zararsız bir adam gibi göründü kitlelere. CIA ve Pentagonun eylemlerini engellemediği gibi, danışmanlıklarına “şahinler”i getirerek CIA’nın dış ülkelerdeki (Carter döneminde, en azından resmen yasaklanmıştı) operasyonlarını yeniden başlattı. Daha sonra ‘Reagan Doktrini’ olarak anılacak politikalar demetini destekleyerek anti-emperyalist ve anti-Amerikan eylemlere karşı askeri güç kullanmayı esas aldı.
Araştırmacı Allan Goodman ve Seth Tilman’ın da çok açıkça ifade ettikleri gibi, Reagan dönemi; “Onurlu ve vatansever Amerikalıların onur ve vatanperverliği (!) ön plana çıkaran ortama tekrar dönülmesini istedikleri, Reagan’ın şahsında bu işi büyük ölçüde gerçekleştirdikleri, Vietnam savaşının ürünü olan ‘karşı kültür’ün ayaklar altına aldığı değerlerin ve erdemlerin yeniden hak ettikleri pozisyonları aldıkları bir dönemdir,”
Yukarıda araştırmacıların sözünü ettiği “erdem” ve “değerler, ülke içinde Reagan’ın izlediği ekonomik ve sosyal politikalarda, ülke dışında ise, dünyanın her köşesinde bağımsızlığa, antiemperyalizme, devrime, ilerlemeye karşı açıkça savaşmak olan Reagan Doktrini’nde ifadesini buldu.
Reagan bu politikayla, dünya jandarması olarak, ABD emperyalizminin rantını artırmak istiyordu elbette. Ama bu, jandarmanın görevini yapmasıyla olanaklıydı. ‘Marizlenmiş’ kabadayının jandarmalığına kimse güvenemezdi. Dahası, kabadayının da kendisine güveni yoktu. Bunun için bir moral eğitimden geçmesi, yeni moral değerler kazanması, gücüne güvenmesi gerekirdi. Bu moral değerler, Vietnam’da burnu sürtmüş, ülkesinde bir köşeye itilmiş, ama içindeki öldürme arzusunu yitirmemiş eski bir ‘savaş kahramanı’nın bütün ‘karşı değerlere’ başkaldırmasında biçimlenebilirdi. Bu eski ‘savaş kahramanı’ etrafında yaratılan hale, Amerikan bencilliği ve sömürü geleneğinin ruhunda saklı vahşeti yeniden diriltebilirdi. Çok geçmeden o kahraman bulundu. O, Rambo’ydu.

AMERİKAN ASKERLERİNE VE GENÇLİĞİNE SUNULAN İDOL: RAMBO
İkinci dünya savaşından en kârlı emperyalist ülke olarak çıkan ABD, savaşa en son katılan, aynı zamanda da en az asker kaybıyla çıkan ülkeydi. Ama sermaye-Hollywood işbirliği ile bütün dünyaya, Hitler faşizmini yenilgiye uğratan asıl gücün ABD, savaşın kaderini belirleyenin de Amerikan askerlerinin kahramanlığı olduğu yutturuldu. Havada, karada ve denizde, Amerikan alt rütbeli subaylarının, erlerinin, çavuşlarının kahramanlıkları (Kahramanın alt rütbeli yedek subaylar, erler ve erbaşlar olması seyirciyi etkilemek için önemliydi.) sinema tekniğinin bütün olanaklarıyla, bire bin katılarak, beyaz perdede hikâye edildi. Cephedeki asker ve cephe gerisindeki aileler, nişanlılar, sevgililer; acı, umut ve zaferin ustaca karıştırıldığı bir fonda, özgürlük ve demokrasi için savaşan bir bütün olarak tanıtıldı. Özellikle denizaşırı müdahalelerde birinci derecede rol oynayacak olan deniz küvetlerinin yıkıcı gücü ve askerlerin yaşamı öylesine kurgularla piyasalandı ki; en olumsuz koşullarda bile hoşa giden, genç insanların duygularını okşayacak unsurlar öne çıkarıldı. Amerikan ordusuna girmek, her genç için en istenir şey (aşk, macera, dostluk, dayanışma, kahramanlık, itibar her şey vardı orduda. Biraz da sevdiklerine özlem vardı, ama olsun, o da işin tuzu biberiydi.) olacak biçimde pazarlandı.
İkinci dünya savaşı sonrası, 1960’lara kadar, Amerikan ordusunun, zafer sarhoşluğu ile yaşadığı yıllardı. Savaş sonrasında pek çok ülkede ‘kurtarıcı’ olarak karşılanan Amerikan askerleri, soğuk savaş yıllarında da, gericiliğin ‘kurtarıcısı’ olma rollerini sürdürdüler. Amerikan sermayesi ve onun jandarmalığını kabul eden emperyalist ülkelerin sermayesinin bekçiliğini yaptı bu ordu. Ve en azından Amerikan ve emperyalist ülkelerin halkının çoğunluğu gözünde Amerikan ordusu, (İngiliz ve Fransız orduları gibi sömürgeci bir geçmişi olmadığı için propaganda etkili oluyordu.) dünyada özgürlük ve demokrasinin bekçisiydi; komünizme karşı “özgür dünyayı koruyan”, “demokrasi ideallerini savunan” bir orduydu.
Vietnam’a da, aynı sloganlarla, arkalarında “Yenilmez Amerikan Ordusu” rüzgârıyla şişirilmiş bir propagandayla çıktılar. Zorba komünistler, Vietnamlılara, komünizmi zorla kabul ettirmek istiyor, özgürlük ve demokrasiyi yıkıyorlardı! Amerikan ordusu, uygarlığın önündeki komünist barbarlığı yok edip dönecekti! Halk zaten komünistleri istemediği için, Amerikalıları destekleyecek, Amerikan ordusu kolay bir zaferle dönüp gelecekti! Ne var ki; evdeki hesap çarşıya uymadı. Ne Amerikan ordusu özgürlük ve demokrasi için savaşıyordu, ne de Vietnam halkı onları bir kurtarıcı gibi karşıladı. Tersine Amerikalılar, emperyalist, sömürgeci amaçlarla gittikleri için, daha ilk anda sadece silahlı gerillalarla değil, sivil halkla da savaşmak zorunda kaldılar. Kısa sürede, yaşayan her şeye, sadece insana değil, hayvan, ağaç, akarsulara karşı da savaşmak zorunda kaldılar. Yoksul köylüleri katlettiler, kadınlara tecavüz ettiler, ormanları, tahıl harmanlarını, evleri yakıp suları zehirlediler. Özgürlük ve demokrasi götürmek iddiasındakiler bir katiller ordusu haline geldi. ‘Savaş kahramanı’ olmak hayaliyle orduya katılan gençler, birer katil olmanın verdiği ruhsal çöküntüyle, eğer sağ ve sağlam olarak kurtulmuşlarsa, geri döndüler. Üstelik de yenilmiştiler.
Gerçi hükümet yetkilileri ve üstleri hala onlara birer savaş kahramanı olduklarını, komünizme karşı özgürlük ve Batı demokrasisinin zaferi için dövüştüklerini söylüyordu ve her birine birer ikişer kahramanlık madalyası verilmişti ama ne dünya halkları, ne de Amerikan halkı ( en kötüsü kendileri bile) artık onları bir kahraman olarak görmüyordu. Savaş artıklarına, bırakalım özel bir saygı göstermek, onlara iş verilmiyor, ne zaman etrafa saldırıp ortalığı dağıtacağı bilinmediğinden, tanıdıkları ve yakınları bile onlarla ilgilenmek, bir arada olmak istemiyordu. Dünyanın gözünde, Amerikan askeri, isterse Vietnam’ın haritadaki yerini bilmesin, May-Lai’da katliamının, öldürülen, işkenceden geçirilen binlerce, on binlerce Vietnamlının faili olarak görülüyordu. Amerika’nın o şanlı deniz küvetlerinin filoları, dünyanın her köşesinde, limanlarda, Ho Şi Minh’in o ince uzun siluetiyle karşılanıp kovuluyordu. Hollywood’un siyahı beyaz göstermekte usta yönetmenleri bile Amerikan ordusu üstündeki lekeyi yok edemiyor, Vietnam’daki Amerikan marifetlerini savunacak gerekçeler bulmakta güçlük çekiyorlardı. Ne var ki; Amerika’nın hem güçlü bir orduya, hem de emperyalist politikalara, ülke içinde desteğe ihtiyacı vardı. Reagan bu handikabın aşılması için seçilmişti. Ama gençliğe, askerlere ve Amerikan orta sınıflarının yeni değerlere ihtiyacı vardı. Eski, saçı briyantinli, giysileri lüks bir butikten alınmış tıraşlı, yakışıklı, ailesine bağlı, kendisini bekleyen sevgilisi ya da nişanlısı için bir şeyler yapmak isteyen, öldürmekten başka da kaygıları olan asker ile demokrasi ve özgürlük ideali için savaş, eski biçimiyle, Vietnam’da ölmüştü. Şimdi, yeni bir askere ihtiyaç vardı. Bu tip, özgürlük ve demokrasiyi pek umursamamak, öldürmek için eğitilmiş, kendisi ve birlikte savaştığı bir kaç kişi dışında hiç bir şeyi umursamayan, tek erdemi karşısındakini öldürüp kendisi sağ kalmak, tek yeteneği elindeki her olanağı bir ölüm makinesine dönüştürmek olan, aşk, sevgi, o pek önem verilen aile bağı, hatta “vatan, millet” vb. gibi şeyleri önemsemeyen bir “tip” olmalıydı bu. Holywood’dan gelen R. Reagan bu tipi yine Hollywood’da buldu. Silvester Stallone’nin “İlk Kan”ını seyrettiğinde heyecanlanıyor ve Rambo için “İşte aradığımız gençlik kahramanı” diyordu. Ve herkese, Amerikan askerleri ve gençliğine Rambo’yu örnek gösteriyordu.
Rambo, eski Amerikan asker tipinden, sadece idealleriyle değil görünüş olarak da ayrıdır. Eski tip asker, yakışıklı, giyim kuşamına özen gösteren, müziğe, dansa meraklı, uygar görünümlü bir tiptir. Rambo ise; kasları aşırı gelişmiş, çirkin, kılık kıyafetine bakmayan, bir toplumsal varlıktan çok, neredeyse bir kayadan fırlayıp çıktığı haliyle insanlar arasına dalmış duygusu uyandıran ilkel bir tiptir. Öldürmek için yaratılmış bir makine olduğu daha ilk bakışta anlaşılan bir ‘kahraman’ ki; o, “yeni dünya düzeni” modasının zirvede olacağı 10 yıl kadar sonra, görünüş dışında, bütün insansal özelliklerinden arınarak, ‘Terminator’a (yok edici) ‘evrimleşecek’tir.

REAGAN DOKTRİNİ: ‘ “BEŞİNCİ ÖZGÜRLÜK”ÜN ÖNE ÇIKMASI
Reagan’ın, daha doğrusu Reagan’ı iktidara getiren emperyalist sermayenin ihtiyacının ne olduğuna yukarda değinildi. Aslında Carter döneminde ABD ekonomisi kendisini yeniden toparlamış, petrol kriziyle hem Avrupa’ya karşı avantaj sağlamış, hem de petrol tekellerinin en büyükleri aracılığı ile dış ticaret açığını önemli ölçüde kapatmıştı. Vietnam yenilgisinin getirdiği moral çöküntüyü atmak için yeni ataklar yapılabilirdi artık. Bunun için, içerde, o eski “at-arpa” kuramı yeniden öne çıkarılırken, dışarıda ise ‘Reagan Doktrini’ adı altında, Cambridge Üniversitesi profesörlerinden Noam Chomsky’nin “beşinci özgürlük” adını taktığı “özgürlük” öne çıkarıldı.
Reagan’ı başa getirenler kuşkusuz Amerikan ve uluslararası sermayenin en gerici kesimleriydi ve Reagan yönetimi onların çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirdi. Her şeyden önce ABD içinde, Carter döneminde uygulamaya sokulan bütün ‘sosyal programları’ kaldırarak işe başlandı ve açıkça büyük sermayeden yana tutum kondu. Yaklaşımın aslı şuydu: Atlar arpayla iyice beslenecek. Atlar dışkılayacak ve kuşlar atların dışkısındaki arpalarla beslenecek. Reagan’ın programı, bütün 20. yüzyıl içinde en açık ve en aşırı büyük sermaye yanlısı programdı. Amerikan büyük sermaye çevreleri, Reagan’ın bu programına “doğru dönüş” adım verdiler. “Doğru dönüş”; kaynakların daha çoğunun yukarı sınıflara aktarılmasını, devletin güçlendirilmesini, emekçiler üstünde tam bir denetimi ve aktif bir dış politikayı ön görüyordu.
“Doğru dönüş” programının içeriye yönelik gelişmelerini Noam Chomsky şöyle özetliyor: “Bütçe düzenlemeleriyle, sosyal güvenlik sisteminin kaynaklan zayıflatılarak, işçi kesiminin milli gelirden aldığı pay azaltılmıştır. Uluslararası standartlara göre bu iki grubun ülke ekonomisindeki zaten düşük olan payı daha da aşağılara çekilmiştir. İkincisi artık geleneksel olmuş bir yoldan hayata geçirilmiştir, ‘savunma harcamaları’ artırılmış, bu suretle devletin koruması altında bulunan silah sektörünün teknolojisinin daha üst düzeylere çekilmesi mümkün kılınmıştır. Bu sonuç, kuşku yok ki halktan alınan vergilerle gerçekleştirilmiştir. ABD tarihi, sulh zamanında yapılan en büyük askeri harcamalara şahit olmuştur. Devletin harcamalarının, beraberinde gücünün artması kendini halktan gizleme ihtiyacını da getirmiştir. Sansür artmış, devlete ait belgelere ulaşabilme güçleşmiştir. Gizli faaliyetler artmıştır. Halkın gelişmelerden haberdar olmasının, olup da devletin işine çomak sokmasının önüne geçmek için baskılar artmıştır. ‘Temyiz mahkemesinin kişisel özgürlükleri koruma amacına matuf her kararına karşı olan’, ‘anayasayı, devletle vatandaşını karşı karşıya olduğu her durumda devleti haklı çıkaran bir kurallar manzumesi olarak algılayan birinin Reagan tarafından Temyiz mahkemesine üye olarak atanması, sözünü ettiğimiz gelişmelerin yalnızca biridir.
Programın dış politika ile ilgili maddesini realize etmek için başvurulan araçlar ABD politikasının klasik araçlarıdır. Müdahale etmek saldırmak, ezmek, uluslararası terörizm, gangsterlik, yasa tanımazlık. İşte bunlar, muhtemelen ‘Reagan Doktrini’nin temel öğeleridir.” (N. Chomsky, ABD Terörü, Terörizm Kültürü, s, 33, Pınar Yay.)
ABD gibi emperyalizmin jandarmalığını yapan büyük bir emperyalist ülkenin başkanından elbette emekçi sınıfların çıkarlarını esas alan politikalar, ya da ulusların kaderlerini tayin hakkına saygı beklenemez. Ama Reagan dönemi, kendisinden önceki dönemlerden “Beşinci Özgürlük”ün daha açık bir biçimde öne çıkarıldığı bir dönem olmasıyla ayrılır.
Söylenenlerin anlaşılması için N. Chomsky’nin ‘Beşinci Özgürlük’ olarak nitelediği tutumun ne olduğuna kısaca değinelim:
Bu yazının başında da belirtildiği gibi, en zalim, en sömürücü yönetimler bile, varlıklarını sürdürmek için tutumlarım gizler, herkes için ‘iyi’ olan amaçları gerçekleştirmeye çalıştığım söyler. Bu durum kapitalizm çağında daha da belirgindir. Emperyalist savaşlarda, savaşın iki tarafındakiler de özgürlük ve barış için savaştıklarını söylemekte hep ısrar etmişler, ‘barış masasındaki’ tutumlarının nedeni olarak bile paylaşım konusu olan ülkelerin ve halkların çıkarını göstermişlerdir. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt, savaşa ‘Dört Özgürlük’ için katıldıklarını söyler. Bunlar; ‘konuşma özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, korkusuzca yapma-yaratma özgürlüğü’ ve ‘asgari ihtiyaçların baskısından azade olarak yaşama özgürlüğü’dür.
N. Chomsky, haklı olarak, burada ‘Beşinci Özgürlüğün’ saklandığını söylüyor ve ‘Beşinci Özgürlüğü’, “soyma, sömürme, hüküm altına alma ve sonuç alabilmek için her türlü güce başvurma özgürlüğü” olarak tanımlıyor. Ve diğer ‘Dört Özgürlüğü’, ancak ‘Beşinci Özgürlükle çelişmediği sürece emperyalistlerin savunduğunu öne sürüyor.
“ABD kökenli resmi evraklar ve gün ışığına çıkarılıp herkese aşina kılınan tarihi olaylar, bir yandan Dört özgürlüğe gerek doktrin gerek uygulama bazında verilen önemi, öte yandan da bu özgürlüklerin Beşinci Özgürlüğe ne kadar bağımlı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. ABD’nin dünya genelinde sahnelediği her türlü eylemin yönünün, Beşinci Özgürlük tarafından tayin edildiğine şahit olmaktayız. Dört Özgürlük, beşincisiyle çelişmediği sürece var olabilmektedir, aksi takdirde bir kenara fırlatılıp atılıvermektedir.
Beşinci Özgürlüğü ön planda tutan, diğer özgürlüklere ancak Beşinci Özgürlüğe zarar vermedikleri sürece yaşama hakkı tanıyan programların hayata geçirilebilmesi için devlet; yalan üzerine, aldatma üzerine, hileye dayalı bir yapı oluşturma durumunda kalmaktadır. ” (A.g.e, s.8)
‘Reagan Doktrini’, ABD emperyalizminin Vietnam yenilgisi sonrası düştüğü durumdan kurtulmak için, bu “Beşinci Özgürlüğü” öne çıkarmak ihtiyacını duyduğu dönemdir. Nikaragua’da kontralara Kongreden gizli yardım, El Salvador’da faşist hükümetin açıkça desteklenmesi, Honduras’ın uluslararası yasadışı müdahaleler için üs haline getirilmesi, Kosta Rika’da Hükümeti düşürmek için ekonominin iflasa sürüklenmesi ve sonra da hükümetin düşürülmesi, Guatemala’da ABD desteğindeki hükümetin 100 bin kişiyi katletmesine göz yumulması, İsrail’in Lübnan’ı işgali ve 20 bin kişiyi katletmesi, Türkiye’de 12 Eylül Cuntası’nın ayakta durması için mali ve siyasi destek, hep Reagan döneminde gerçekleşti. Orta Amerika ülkelerinin ‘barış’ için ortak girişimlerinin baltalanması ‘Yıldız savaşları’ projesinin uygulamaya sokulması, geri kalmış ülkelerdeki sayısız darbe ve cuntalar Reagan Doktrini’nin bir unsuruydu.
Reagan Doktrini’nin asıl amacı, dünyanın her köşesinde Amerikan emperyalizminin çıkarlarını gözetmek, bu çıkarlara zarar verecek gelişmeleri her yolla önlemek için gerekli ideolojik, askeri önlemleri almaktı. Bunu yaparken de, Samuel Hantington’un söylediği gibi, SB ve komünizmin yayılmasını önlemek gerekçesini kullanıyordu. Gorbaçov’un SB’de iktidara gelmesi ve Batı kapitalizmi karşısında havlu atmasıyla “SB ve komünizme karşı savaş”ın ‘inandırıcılığı’ kalmadı ve ‘yeni dünya düzeni’ tezi öne sürüldü. Gerçekleştirilecek düzen “herkes” ve “her ülkenin çıkarınaydı”; artık “evrensel bir barış” ve “kardeşlik”, “demokrasi” çağı başlıyordu. Yeni kampanyanın motifleri bunlardı.
ABD açısından, Reagan’ın başkan seçilmesi sonrasında geliştirilen Reagan Doktrini ve Amerikan askerleri ve gençliğine bir idol olarak sunulan Rambo imajını, Reagan’ın yardımcısı George Bush da değiştirmedi. Kaldı ki Bush, Reagan’ın yardımcısı olmazdan önce CIA Başkan’ıydı ve şu anda da “usulsüz güç kullanma”dan ötürü uluslararası mahkeme tarafından suçlu bulunmuş tek devlet başkanıdır.
SB’nin dağılmasından sonra, ‘düşmanlar’ın adı ve konumu değişti ama düşman düşmandı. Bu yüzden de zaten varolan, ama Reagan döneminde yeniden yoğrulup biçimlendirilen terör kültürü ‘yeni dünya düzeni’nin de kültürü oldu, ‘Beşinci Özgürlük’, SB’nin parçalanması ve Körfez savaşında, uğruna savaşılmaya değer tek özgürlük olurken, Vietnam’da burnu sürtülen Rambo, Arap çölünde ‘Rambo-Terminator’ melezi olarak ‘zafer’ kazandı.
Körfez Savaşı, “yeni dünya düzeni”nin gerçek terörist yüzünü gösterdi. Barış, demokrasi, adalet, hak-hukuk, ahlak gibi şeylerin emperyalistlerin çıkarlarıyla, yani ‘Beşinci Özgürlükle çeliştiği anda bir kenara atıldığı görüldü. Sadece Körfezde değil, dağılan SB cumhuriyetleri ve Yugoslavya’da da görüldü ‘yeni dünya düzeni’nin yönlendirici ilkesinin ‘Beşinci Özgürlük’ olduğu. Baltık cumhuriyetlerinin bağımsızlığı için diplomasiden ekonomik ambargoya her yola başvuran emperyalistler, bağımsızlık isteyen Asya cumhuriyetleri için Gorbaçov’u desteklediler. Almanya, Slovenya ve Hırvatistan’ı Sırplara karşı silahlandırıp Fransa ve İtalya’yı gücendirmeyi göze alırken, Bosna-Hersek sorununda Supları gözeten politikalar benimsedi. Ya da emperyalizmin paravan bir örgütünden başka bir şey olmayan BM, Kuveyt’in ‘bağımsızlığı’ ve ‘toprak bütünlüğü’ için tarihin en büyük askeri yığınaklarından birini yaparken, Irak’ın bağımsızlığı ve Kürtlerin kaderini tayin hakkı için bir çaba göstermek niyetinde görünmüyor. Tersine BM, Irak’ın ikiye değil üçe bölünmesi, ABD’nin bölgedeki fiili etki alanının genişlemesi, gerginliğin artması için kararlar alıyor.
Körfez krizi ve savaşı sırasında, gelişmiş iletişim araçları da kullanılarak ABD ve emperyalistlerin çok sıkı bir “tarih mühendisliği ” yaptıkları anlaşılıyor. Saddam’ın Kuveyt’e saldıracağının ABD, müttefikleri (en azından Fransa ve İngiltere’nin) önceden bildikleri, hatta Saddam’a yeşil ışık yaktıkları, ama dünya kamuoyunu, Saddam’ın bir sürpriziyle karşılaştıklarına inandırdıkları artık biliniyor. Körfez savaşı’nda, Irak’ın güçleri ve elindeki silahların teknik özelliklerinin abartılarak dünya kamuoyunun aldatıldığı bir başka gerçek.
Koalisyon küvetlerinin uçaklarının bombalamalarında sadece askeri bölgeleri hedef aldıkları bir yalandı ve ‘canlı savaş görüntüsü’ olarak yayınlanan görüntülerin bir bölümünün CNN’le ABD hükümeti işbirliğinde stüdyoda çekilmiş filmler olduğu, örneğin Saddam’ın petrolü Körfeze akıtması ve çevre kirlenmesinin sonucu olarak gösterilen petrole batmış penguenin bile Arjantin kıyılarında çekilmiş bir film olduğu anlaşıldı. Ama bu haberler CNN ve öteki basın ve TV kuruluşları tarafından yüksek sesle bütün dünyaya yayıldığı halde, bunların yalan olduğu ancak kimi gazetelerin kısa haber sayfalarında yer alabildi. Böylece ‘tarih mühendisliği’, geniş yığınların yönetimin istediği gibi düşünmesini sağlayan, iletişim aygıtlarını kullanmakla, bir tür ‘halkla ilişkilerle’ tamamlandı,
Emperyalistler terörü her zaman kullandılar. Çoğu zaman da abartarak kullandılar. Belki teröre gerek olmayan durumlarda bile terör kullanıldı. Bunun bir amacı, kısa yoldan ve en ucuza mal ederek amaca varmaksa diğer amacı da, ezilenlerin, sömürülenlerin gözünü korkutmaktı. Kennedy ve Johnson’a danışmanlık yapmış General Maxwell Taylor, ABD Kongresi önünde, terörü kullanmalarının nedenini şöyle açıklıyordu: “Özgürlük savaşının maliyetinin yüksek, pek tehlikeli ve başarısızlığa mahkûm olduğunu göstermeliydik.”
ABD bu tutumunu, bugün, ‘evrensel adalet’, “uluslararası barış” ve ‘savaşsız bir dünya’, ‘çelişkisiz kapitalizm’ propagandasını yaptığı koşullarda da sürdürüyor. Körfez savaşı bunun en açık kanıtıdır. Tıpkı Vietnam’da yapılmak istendiği gibi, ABD’nin çıkarlarına başkaldıranın cezasız kalamayacağı gösterilmeye çalışılmış, Körfeze yığılan askeri güç sadece Irak’ı cezalandırmak için değil, bütün Ortadoğu ve dünya halkalarına, “Bak ben ne kadar güçlüyüm, bana karşı çıkanın başına gök kubbeyi yıkarım!” denmek istenmiştir. Nitekim Körfezdeki Koalisyon güçlerinin komutam General Norman Schwarzkopf, (Basına yansıdığı kadarıyla) Körfez Savaşı anılarında, yönetimin tutumunu şöyle değerlendiriyor:
“Kara savaşının bir an önce gerçekleştirilmesi için yapılan baskı beni deli ediyordu. Saddam’ı cezalandırmadıkça bu işe son vermeye niyetli olmayan bir grup, Washington’da etkindi. Bir aydan fazla süredir Irak’ı bombalıyorduk ve bu yeterli olmamıştı. Bu adamlar, Jon Wayne’nin yeşil berelileri’ni, Rambo’yu ya da General Patton’u sinemadan tanımış olduklarından koltuklarında oturup ‘Bu adamı cezalandırmalıyız, dersini vermeliyiz’ diye rahat rahat konuşuyorlardı.” Schwarzkopf’un sözünü ettiği, bir an önce savaşın başlamasını ve Saddam’ın işinin bitmesini isteyen ‘adamlar’, aynı zamanda her gün medya aracılığı ile bütün dünyanın emekçilerine, “ebedi barış”, “evrensel adalet”, “yeni bir dünya” vadeden ‘adamlar’dır.
Schwarzkopf, ayrıca Bush yönetiminin “diplomatik yolları yeterince zorlamadan savaş başvurduğunu” da iddia ediyor.
Emperyalistlerin ‘barışçı yolları’ zorlamadan ya da biraz zorlayarak savaşa başvurmasında, terörü halkları ‘hizaya’ getirmek için sürekli bir araç olarak kullanmalarında şaşılacak bir şey yok. Ama ‘yeni dünya düzeni’nin gerçekten “barışçıl”, ‘adil’ vb. olacağına inananlar şaşıyorlar. Oysa ‘barış’, ‘adalet’, ‘demokrasi’ vb. kavramlar sadece propaganda için var. Gerçekte ise, yeni dünya düzeni de eskisi gibi teröre dayanan bir düzen. Uluslar ve sınıflar-arası eşitsizlik, devlet sınırları, sömürenler ve sömürülenler oldukça ‘düzeni’ sağlamanın terörden başka bir yolu yoktur. Sadece gerekçesi saklanabilir, ya da terörü kullananlar terörün üstünü gözakı şallarla örtüp, terörün artık sahneden çıkarıldığı sanısını uyandırmak isteyebilirler. Yeni dünya düzencileri’nin yaptığı da budur. Onlar, terör ve zoru uluslar ve sınıflar-arası İlişkilerin sahnesinden çıkardıklarını, anlaşma ve uzlaşmaların bu sahnenin tek aktörü olduğunu söylüyorlar. Buna dünya kamuoyunu inandırmak için Körfez krizinde olduğu gibi, bitmez tükenmez müzakereler yapıyorlar. Ama müzakereyi uzlaşmak için mi yapıyorlar? Bu çok kuşkulu; çünkü çoğu zaman müzakere, silahlan yığmak, yağlamak için bir vesile oluyor. Körfez krizinde de öyle oldu. Birleşmiş Milletlerdeki tartışmalar, sadece Körfeze yığılan askeri cephanenin üstünü örttü ve askeri hazırlık tamamlanınca, bütün görüşme ve uzlaşma kapılan kapatıldı; savaş başladı.
Kısacası, dün olduğu gibi bugün de, emperyalist politikaların arkasında baskı, zorbalık ve zorla egemen olma vardır. Baskı ve zoru kullanmak için gerekli gerekçeleri yaratacak mekanizmalar, o politikayı destekleyecek kamuoyunu yaratacak propaganda odakları sürekli çalışmaktadır. Çünkü ‘Beşinci Özgürlük’ emperyalistlerin yeni dünya düzeni için de vazgeçilmezdir ve onu da terörsüz koruyamazlar. Bu yüzden de emperyalizm var oldukça, terör; onun politikasının bir yönü olarak, varolacaktır.

Ekim 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑