Sosyalizmde Ordu Sorunu

Revizyonist Blok’un yıkılışının ardından, umudunu ona bağlamışlardan tutun da, Marksizm’i yeniden keşfetme, yeni “sosyalist teoriler” oluşturma vb. meraklısı teorisyenlere kadar hemen herkes bu çöküş üzerine bir şeyler yazdı, yorumlar yaptı, sonuçlar çıkardı.
Bu alandaki en trajikomik evrimi, Brejnev’in süper devlet ve ordusuna hayranlıktan, Gorbaçov’un burjuva barışçıl-hümanizmine, oradan da açık burjuva demokratlığına ve pasifizmine atlayan TKP ve benzerleri yaşadı. Dünün, Sovyet militarizmi ile gözleri kamaşmış, sözde “Kızıl Ordu”nun tankları ve uçakları ile ülkelerini kurtaracakları günü dört gözle bekleyen, sosyal-emperyalist işgal ve müdahalelerin şakşakçıları, dıştan gelecek “sosyalizm”den umudu kesince, kurtuluşu içteki kapitalizmin kollarına sığınmada buldular. Burjuva kampın sosyal-demokrat, yeşilci, sivil toplumcu vb. kanatlarına sığınarak evrimlerini noktaladılar.
Gorbaçovcu rüzgârların güçlü estiği bir alan da, geçmişte neredeyse silahı fetişleştiren, devrimciliğin ölçüsünü silah ve silahlı eylem sayısıyla özdeşleştiren çevrelerin bir kısmı oldu. 12 Eylül’ün ölü toprağını üzerlerinden atmada isteksiz bu teorisyenler, “masum orduların olamayacağı, bütün orduların katil olduğu” üzerine sayfalar döktürdüler.
“Geriye dönüş sorunları” ile ilgili tartışmalar, tümden çöküşten sonra, öyle “altyapı sosyalist, üstyapı revizyonist” gibi ne şiş yansın ne kebap mantığı ile çözülemez hale gelince, çöküşün sorumlusu (ya da sorumluları) aranmaya başlandı. Kimi, suçu “zavallı” Gorbaçov’a yüklerken, kimi, Stalin’e olan kinini ortaya koymak için vesile bulmuş oldu ve O’nun sosyalist inşada yaptığı yanlışlıklar “kavrandı”, “70 yıllık sosyalizm modelinin iflası” onaylanarak yeni teorilere doğru yollara düşüldü.
Bir diğer yönelim ise, Marx ve Engels’e “dayanılarak”, sosyalizmde ordu olmayacağı, geriye dönüşün nedeninin düzenli bir Kızıl Ordu örgütlenmesinde yattığı teorisi oldu. Teoriyi, yaşamdan ve yaşanan süreçlerin dayattığı zorunluluklardan koparan bu teorik önerme, Marksistlerde ve Marksizm’e yakın çevrelerde kafa karışıklıklarına yol açtı.
Bu yazıda, sosyalizmde ordu sorununun Marx, Engels, Lenin ve Stalin’de ortaya konuluşu ve tarih boyunca pratik evrimi üzerinde duracağız.

MARX ve ENGELS’te DEVLET ve ORDU SORUNU
1848’de, Marx ve Engels Komünist Manifesto’yu yayınladıklarında, proletaryanın tarihsel rolünü her yönü ile ortaya koyarken, onun komünizme giden yolda, öncelikle “proletaryanın egemen sınıf olarak devlet iktidarına sahip olması ve demokrasi savaşımını kazanması” gerekliliğinden söz ederler. Burada “proletarya diktatörlüğü” terimi henüz kullanılmamakta, iktidara geliş biçimi konusunda da yeterli bir açıklık bulunmamaktadır.
1848-50’li yıllarda yaşanan büyük toplumsal çalkantıların ve özellikle proleter hareketlerin deneyimlerini dikkatle gözleyen Marx ve Engels, devlet iktidarını ele geçirdiği oranda, burjuvazinin bu aygıtı, tümüyle halktan tecrit ettiğini, proletaryanın ve emekçilerin ezilmesi için daha da geliştirip güçlendirdiğini görürler. Giderek kafalarında, bu devletin ele geçirilemeyeceği, onun yıkılması gerektiği düşüncesi netleşir.
Marx, 1852’de devletin kırılması (brechen) ve yıkılması (zersterung) gerekliliğini ortaya koyar. 1871’de ise “parçalamak” (zenbrechen) terimini kullanırlar.
Neyi parçalamak? Burjuva devlet mekanizmasını, onun kurumları olan bürokrasi ve düzenli orduyu.
Weydemeyer’e yazdığı ünlü mektubunda “proletarya diktatörlüğünün zorunluluğundan” söz eden Marx, bu diktatörlüğün, ancak yıkılmış olan burjuva devlet makinasının yıkıntıları üzerine inşa edilebileceği sonucuna varıyordu.
12 Nisan 1871’de ise, Kugelman’a yazdığı mektubunda şunları belirtecektir: “Fransız devriminin gelecek girişimi, artık bundan önce olduğu gibi, bürokratik askerî cihazı bir elden diğerine geçirmek değil, ama onu parçalamak olacaktır ve bu, kıtadaki her gerçek halk devriminin başlıca koşuludur.’
Ancak ne Marx’ın, ne Engels’in, Komün öncesinde, proletaryanın devletinin ne şekilde bir kurumsal örgütlenme olarak şekilleneceği üzerine detaylı bir projeleri yoktur. Bu, teori ile pratiğin karşılıklı etkileşimi ve teorinin pratik yaşamla olan diyalektik bağı düşünüldüğünde, anlaşılır bir şeydir.
Paris Komünü, kendi pratiği ile gerekli yanıtı da verir onlara. Engels, Marx’ın “Fransa’da İç Savaş” adlı yapıtına yazdığı Önsöz’de şunları söyler:
“Son zamanlarda Alman burjuva kamuoyu bir defa daha proletaryanın diktatörlüğü kelimeleri ile dehşete kapılmıştır. İyi güzel ama baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek istemez misiniz? Paris Komünü’ne bakınız: Proletarya diktatörlüğü işte o idi.”
Ancak, halkların ve proletaryanın mücadelesinin yaratabileceği onlarca siyasal biçim olasılığı ile, Komün’ü proletarya diktatörlüğünün tek biçimi olarak düşünmemişler, Komün’ün, proletarya diktatörlüğünün “özgül bir biçimi” olduğunu belirtmişlerdir. Gerçekten de Sovyet deneyimi ve Halk Demokrasileri süreçleri, proletarya diktatörlüğünün çeşitli örgütlenme biçimlerini insanlık tarihine ve proletaryanın hazinesine katarak günümüze kadar gelinmiştir.
Komün, evrensel özellikleri ile, kendisinden sonraki bütün sosyalist teori ve pratiklerin de önünü açmıştır. Komün’de ifadesini bulan üç temel özellik, proletaryanın, sosyalizm sürecinde gerçekleştirmesi gereken üç ana halkayı oluşturur:
1- Burjuva devlet mekanizmasının parçalanıp, yerine halkın silahlı diktatörlüğünü koyma zorunluluğu,
2- Yasama ve yürütme yetkisinin tek bir elde, halk meclislerinde toplanması, bütün devlet memurlarının seçilerek göreve gelmesi ve istenildiği anda görevden alınabilmesi olanağı,
3- Kamu görevlilerinin maaşlarını işçi maaşları düzeyine indirerek, yönetenlerin farklılaşarak, ayrıcalıklı bir yaşam olanaklarının önüne geçilmeğe çalışılması.
Komün’ün ilk kararnamesi daimi ordunun kaldırılması ve onun yerine silahlandırılmış halkın milis kuvvetlerinin geçirilmesi olmuştu.
Paris Komünü 72 gün yaşatılabildi. Kahramanca kuruldu, kahramanca savunuldu ve yenildi. Nedenleri ve zaafları yazımızın konusu değil. Ancak, konumuz açısından önemli olan yönleri şunlardır: Komün, Paris dışına çıkarılıp, ulusal bir örgütlenme boyutuna getirilemedi. Böylelikle, bu olasılık gerçekleşecekse, karşılaşacağı sorunlar, devlet örgütlenmesinde almak zorunda kalacağı kararlar ve önlemler neler olacaktı soruları, yanıtlarıyla birlikte kendini bir ileriki sürece, Ekim Devrimi sonrasına erteleyecekti. Kapitalist dünya kuşatması altında Sosyalist bir Fransa yaratılamadı; ancak Komünarların yolunda ilerleyen Rusya halkları, kendi devletlerini yarattılar, uzunca bir süre korudular ve bu süreçte, sosyalist anavatanı korumaya ve savunmaya gerekli araçlar aradılar, yarattılar ve kullandılar. İşte Sosyalist ordular gerçeği, bu tarihsel zorunlulukların üzerinde, emperyalizm çağının gerçekleri karşısında doğdu ve biçimlendi.
Marx ve Engels’in beklentileri, Avrupa’da zincirleme devrimler ile, hemen hemen eşzamanlı bir süreçte sosyalizmin inşası ve topluca komünizme geçiş üzerineydi. Bu yüzden, onların zihinlerinde “tek ülkede sosyalizm” fikrinin olmadığı, on yıllar boyu kapitalist kuşatma altında yaşamak zorunda kalacak sosyalist devletleri düşünmedikleri açıktır. Bunun doğal sonucu olarak, kapitalist kuşatmaya karşı bir ordu oluşturulması fikrinin de ortaya çıkmadığı ve çıkamayacağı söylenmelidir. Örneğin, Anti-Dühring’de Engels, devlet sorununu kapitalizm ve komünizm boyutuyla tartışır. Sosyalist devrimin zaferinden sonra, devletin çözülmesi gerekliliğinden söz eder. Bu, bürokrasisi ve ordusuyla devletin çözülmesi demektir. Engels’in (tek ülkede sosyalizm diye bir bakışı olmadığı için) “sosyalistleşmiş bir Avrupa” için söylediklerinin, emperyalizm döneminin, hepimizin gördüğü ve yaşadığı gerçekleri karşısında Marksizm adına savunulması, Marksizm’in diyalektik özünü iğdiş etmekten başka hangi anlama gelir?
Stalin, dogmatizmin, geriliğin elinde Marksizm’e karşı nasıl kullanılmak istendiğini, konumuza ilişkin olarak şöyle ortaya koyuyor:
“Engels, Anti-Dühring’de, sosyalist devrimin zaferinden sonra, devletin çözülmesi gerektiğini söylemiştir. Bu yüzdendir ki ülkemizde sosyalist devrimin zaferinden sonra, partimizdeki papaz çömezleri ve talmutçular, devletimizin bir an önce çözülmesi için, devlet örgütünü dağıtmak için ve sürekli bir ordudan vazgeçmek için (altını ben çizdim – H. Urgan) partinin önlemler almasını istemeye koyuldular.
Oysa dönemimizdeki dünya durumunun incelenmesine dayanarak Sovyet Marksistleri şu sonuca vardılar ki, kapitalizmin kuşatması olgusu karşısında (altını ben çizdim – H. Urgan), sosyalist devrimin zaferi bir tek ülkede sağlanmışken ve kapitalizm bütün öteki ülkelerde egemenken, devrimin zafer kazandığı ülke, kapitalist kuşatma tarafından ezilmeyi istemiyorsa, devletini, devlet örgütlerini, istihbarat kurumlarını, orduyu zayıflatmak değil, ama her önleme Engels’in formülü, sosyalizm bütün ülkelerde ya da ülkelerin çoğunda zafere ulaşmasını göz önüne almakladır, bu formül sosyalizmin olarak ele alınan bir tek ülkede zafere ulaştığı ve kapitalizmin bütün öteki ülkelerde egemen olduğu durumlarda uygulanmaz. (Stalin, Son Yazılar, Sol Yay. sf:51)
Lenin’in “Nisan Tezleri” kitabı gündeme getirilerek, burada “Sürekli bir orduya” kesinlikle karşı olunduğu, bunun yerine Komün’deki gibi, halkın genel silahlanması ve polisin yerine milislerin savunulduğu söylenecektir. Bu tez üzerine durmakta da yarar vardır.

LENİN VE STALİN’DE SORUNUN ORTAYA KONULUŞU VE PRATİK

1917 Nisan Tezleri, Lenin’in İşçi, Köylü ve Asker Sovyetlerine dayanarak oluşturmayı hedeflediği devlet örgütlenmesine bakışını da içeren tezler durumundadır. Lenin, bu tezlerinde Sovyetleri, Paris Komünü ile “aynı tipte bir iktidar” olarak değerlendirir. Aynı Komün gibi, Sovyetlerde de;
“Halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan polis ve ordunun yerine, tüm halkın doğrudan silahlanması geçmiştir; bu iktidar altında kamu düzeninin korunması silahlı işçiler ve köylüler, silahlı halk kendileri gözetirler.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yay, Sf: 17)
“Polisin yeniden kurulmasını engellemek için, yalnızca bir yol var: ordu (sürekli ordu yerine geçen halkın genel silahlanması) ile bir bütün oluşturan bir halk milisi kurmalı. Yaşları 15-65 arasında olan kadın-erkek tüm yurttaşlar, istisnasız bu milise katılacaklardır!’ (age, sf: 53)
Devam edelim. Çeşitli partilerin, devrimin ve devlet iktidarının alması gereken biçimlere ilişkin düşüncelerinin değerlendirildiği bölümde Bolşeviklerin bakışı şöyle verilmektedir:
“ŞU ANDA PATİLER NE ÇEŞİT BİR DEVLET İSTEMEKTEDİRLER?
Bolşevikler: Bir işçi, asker, köylü vb. vekilleri Sovyetleri Cumhuriyeti. Bütün halkın silahlanmasıyla yeri doldurulacak olan sürekli ordunun ve polisin kaldırılması; ücretleri iyi bir işçininkinden yüksek olmaması gereken memurların, yalnız seçilebilir değil, işlerinden de geri alınabilir olmaları “(age, sf:83)
“DEVLETE BİLDİĞİMİZ TİPTE BİR POLİS VE SÜREKLİ ORDU GEREKLİ MİDİR?
Bolşevikler: Hayır, kesinlikle. Derhal ve mutlaka bütün halkın genel silahlanması; halkın milisle ve ordu ile kaynaşması yoluna gidilmelidir!’ (age, sf:86)
“SUBAYLAR ASKERLER TARAFINDAN SEÇİLMELİ MİDİR?
Bolşevikler: Subayların seçilmesi bizim için yeterli değildir. Askerlerin vekilleri subayların ve generallerin bütün faaliyetlerini denetlemelidirler, “(age, sf:87)
“ASKERLERİN ÖNDERLERİNİ GERİ ÇEKMESİ, ÜSTLERİNİ GÖREVDEN ALMASI YARARLI MIDIR?
Bolşevikler: Her bakımdan yararlı ve zorunludur. Askerler ancak seçilmiş olan otoritelere itaat ederler ve onları sayarlar” (age, sf:87)
Görüldüğü gibi, yukarıdaki alıntılarda, bir yandan sürekli ordunun gereksizliğinden söz edilirken, diğer yandan askerler ve subaylar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi üzerine öneriler vardır. Bu bir çelişki midir? Her şeyden önce burada tartışılan ordunun “bildiğimiz tipte bir ordu” sözcüklerinde anlamını bulan burjuva ordusu olduğunu belirtelim. Yani halkın silahsızlanmasına karşılık dişinden tırnağına, silahlanan halka karşı ordulardır söz konusu olan. Bu yüzdendir ki, alternatif olarak “bütün halkın genel silahlanması; halkın milisle ve ordu ile kaynaşması” gerektiği yazılıdır.
Ordunun antidemokratik işleyişinin kırılması ise, subayların, askerler tarafından seçilmesi, denetlenmesi ve geri alınabilmeleri savunusu ile sağlanmağa çalışılmıştır.
Eski Çarlık ordusunun 1918’e kadar varlığını sürdürdüğü, 1918 ve sonrasında Kızıl Ordu örgütlenmesinin savunulup organize edildiği göz önüne alınırsa, sorun, Bolşeviklerin düzenli orduya karşı olup olmamaları yönüyle değil, bunun sürekli bir ordu olarak muhafaza edilip edilmeyeceği yönüyle tartışılmazdır.
Sürekli ya da süreksiz, komünistlerin, halkın silahlanması dışında oluşturulacak her türlü “ordu” teorilerinin düşmanı olacağı açıktır. Yeni tipte bir ordu, Kızıl Ordu ya da Halk Ordusu, ancak Sovyetler ya da halk meclisleri biçiminde iktidara gelmiş olan proletarya ve emekçilerin eliyle ve halkın silahlı egemenliğinin bir ordu oluşturulabilir, ne de ülkenin ve halkın savunması sağlanabilir.
Sovyet Kızıl Ordusu, iç savaşın ve Ekim Devriminin ateşleri içinde, savaşan işçilerin, köylülerin ve komünistlerin ayaklanma ve iktidar organları olan Sovyetlerden doğmuştur. İçte süren ayaklanmaları, dıştan müdahaleler ve cephelerde süren savaş, bir an önce eski Çarlık Ordusu artıklarının da tasfiyesini, yerine gönüllülerden oluşan bir devrimci ordunun kurulmasını zorunlu kılmaktaydı. Kızıl Ordu düşüncesi Parti gündemine böyle getirilmişti.
1918 yılının ilk yarısı, ülkenin iç ve dış gerici-emperyalist savaşla kaynadığı yıllardı. Parti, bu durum karşısında bütün ülkeyi askeri bir kamp ilan eder. Lenin, “Her şey Cephe İçin!” sloganıyla halkı direnişe ve Sovyet ülkesi için savaşa çağırır. Yüz binlerce gönüllü işçi ve köylü, Kızıl Ordu saflarına katılıp cephelere koşar.
Ancak, bu gönüllüler ordusu ile savaşın bir bütün olarak her cephede sürdürülebilmesi ve zaferin kazanılmasının o koşullarda olanaksızlığı bir süre sonra ortaya çıkar. RKP(B) 8. Kongresi toplandığında, en önemli sorunlardan biri “demir disiplinli bir ordunun gerekliliği ve zorunlu askerlik” üzerinedir 21 Mart 1919’da, Kongre’de “Askerî Sorun Üzerine” söz alan Stalin, şunları söyler:
“Burada değinilen bütün sorunlar, Rusya’da sıkı disiplinli bir düzenli ordunun kurulup kurul-mamasında düğümlenmektedir. .
Altı ay önce, eski Çarlık ordusunun çöküşünden sonra, kötü örgütlenmiş, kolektif biçimde yönetilen, verilen emirlere her zaman uymayan yeni bir gönüllüler ordumuz vardı. Bu, Antant’ın saldırıya geçtiği dönemdi. Ordu, tam değilse de işçilerden oluşuyordu. Bu gönüllüler ordusunda disiplin yetersiz olduğundan, emirler her zaman yerine getirilmediğinden ve ordunun yönetimi içinde dez-organizasyon hakim olduğundan, Krasnov güneyden başarıyla ilerlerken, biz yenilgiye uğramış ve Kazan’ı düşmana bırakmıştık… Bir gönüllüler ordusunun tehlikelere dayanamayacağını, eğer disiplinin ruhuna işlediği, iyi örgütlenmiş bir siyasi şubeye sahip, ilk emirde düşmana karşı yürüyebilecek düzenli bir ordu kurmazsak, Cumhuriyetimizi savunamayacağımızı olgular kanıtlamaktadır.
Ordumuzun çoğunluğunu oluşturan unsurlar işçi değil, köylü unsurlardır ve bu unsurların, sosyalizm için kendi istekleriyle mücadele etmeyeceklerini söylemek zorundayım. Bir dizi olgu buna işaret etmektedir. Cephe gerisindeki ve cephelerdeki birden fazla isyan, cephelerdeki bir dizi taşkınlıklar, ordunun çoğunluğunu oluşturan proleter olmayan unsurların kendi istekleriyle komünizm uğruna savaşmayacaklarını göstermektedir. Bu nedenle bizim görevimiz, bu unsurları demir bir disiplin ruhuyla eğitmek, bunların sadece cephe gerisinde değil, cephelerde de proletaryanın önderliğine güvenmelerini sağlamak, onları ortak sosyalizm davamız için savaşmaya zorlamak ve savaş süresince ülkeyi savunabilecek, gerçek, düzenli bir ordunun inşasını tamamlamaktır.
Önümüzdeki sorun şudur:
…ya sıkı disiplinli, düzenli, gerçek bir İşçi-Köylü Ordusu kurarız ve Cumhuriyeti savunuruz, ya da bunu yapamayız ve o zaman da davamız mahvolur.” (Stalin, Eserler 4, İnter yay. sf:227,228)
Kongre oldukça tartışmalı geçer. “Askerî Muhalefet” adı altında örgütlenen grup, “düzenli bir Kızıl Ordu yaratılmasına, askerî uzmanlardan yararlanılmasına ve askerî demir disipline” karşı çıkarak, gönüllü birliklerden oluşan çete savaşları ile savaşın sürdürülmesini savunurlar. Sonuçta Leninist görüş üstün gelir. 29 Mayıs 1918’de askerlik resmen zorunlu hale getirilir. Rütbe sistemi geri getirilir ve Çarlık ordusunun eski subay ve askerî uzmanlarının bir kısmına, partinin ve Sovyet devletinin emri altında orduda görev almaları için çağrı yapılır. Cepheden kaçanlar ve disiplini bozanlar için ölüm cezası dâhil cezalar konulur.
1919 yılının 17 Kasımı’nda Kızıl Süvari Ordusu kurulur.
Donanma yeniden örgütlenir.
1919 yılı boyunca dört cephede savaş sürer ve Kızıl Ordu’nun asker sayısı 5 milyonu aşar.
1920 yılı sonunda iç savaş esas olarak bitmiş, karşı devrimci ayaklanmalar bastırıldığı gibi, daha birçok Çarlık toprağında Sosyalist Sovyetler kurulmuştur. Bu, partinin ve Kızıl Ordu’nun büyük başarısıdır.
1921 Martı’ndaki Kronştad Ayaklanmasını da bastıran Kızıl Ordu birlikleri, Ekim 1922’de, istilacıların elindeki son Sovyet toprağı olan Vladivostok’u da Japonların elinden kurtarır.
Bütün bu gelişmeler süresince, Bolşeviklerin kafasında Kızıl Ordu’nun ne kadar süre ile varlığını sürdüreceği konusunda netleşmiş bir düşünce tam olarak yoktur. Daha doğrusu pratik olguların zorunlulukları, düzenli bir orduyu da zorunlu kılmıştır ve ömrünü de yine bu belirleyecektir.
Yine de, başlangıçta Bolşeviklerin yıllar ve on yıllarca sürekli bir ordu besleyecekleri düşüncelerinin olmamaları gerekir. Bunun da nedeni, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın, Avrupa’daki sonuçlan, Avrupa, Balkanlar ve sömürgelerde devrimci bir kabarışın doğuşu ve gelişmesi, özellikle, beklenen Alman devrimidir.
1918 yılında, Sovyetler 3. Kongresinde Lenin, umut dolu sözlerle: “olayların gelişiminin, dünya sosyalist devriminin öncü rolünü Rus Bolşeviklerine verdiğini” söyleyerek, ekler: “Rus başladı, Alman, Fransız, İngiliz tamamlayacak ve sosyalizm zafere ulaşacak.”
Burada kastedilen, öyle uzun yıllara yayılmış devrim beklentisi değildir. Çünkü gerçekten de Avrupa, devrimci bir durumla çalkalanmaktadır. Lenin ve Bolşevikler, bir yandan savaşarak, gerektiğinde Bresk-Litovsk anlaşmasındaki gibi tavizler vererek ve geri çekilerek, ancak sosyalist inşa faaliyetini asla aksatmadan, Avrupa’dan gelecek devrim haberlerini de beklerler. Ancak bu beklentiler gerçekleşmez. Özellikle hain sosyal-demokrat parti önderlerinin yardımıyla, burjuvazi, bu ölüm kalım kavgasını o an için de olsa kazanır.
Ocak 1919’da Berlin proletaryasının ayaklanması, Alman Sosyal-Demokrat hükümeti aracılığıyla kanlı bir şekilde bastırılır. Avusturya’da Sosyal-demokratlar burjuvaziyle birlikte hareket edip, iktidarın onun elinde kalmasını sağlarlar. İtalya’da 1920 Eylül’ünde Milano, Cenova ve Torino’da fabrikaları ele geçiren işçiler, sendika bürokratlarının ihaneti ile fabrikaları bırakırlar. 13 Nisan 1919’da Bavyera Sovyet Cumhuriyeti ilân edilir ve karşı-devrimci güçlerce 1 Mayıs 1919’da yıkılır. Macaristan’da 22 Mart 1919’da kurulan Sovyet yönetimi, Sosyal-Demokrat Parti’nin ihaneti sonucu faşistlerin eline geçer. 1918 Eylülü’nde Bulgaristan’da ordu içindeki isyan bastırılır. Daha sonra Komünist Partisi önderliğindeki 1923 Eylül Ayaklanması da faşist diktatörlükçe kanlı bir şekilde alt edilir. Bunun dışında, Romanya, Yugoslavya ve bir dizi ülkede hükümetler, sosyal-demokratlar kanalı ya da yardımlarıyla kitlelerin siyasal-sendikal haklarına saldırırlar ve ezerler.
Savaş sonrası ve Ekim Devrimi ile birlikte, burjuva dünyada faşizm uç verir ve adım adım gelişmeye başlar.
Önceleri, devrimin Avrupa’da olgunlaşmakta olduğunu ve bu güce yardım edilmesi gerektiğini söyleyen Lenin, “ancak bu yardımın nasıl yapılması gerekliğinden” söz eder ve ekler: “Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, açıkça ordusu olmadığı bir dönemde yıkılmaya bırakılırsa, ona yardım edilmiş olmayacaktı, tersine ona zarar verilmiş olacaktır.” (Lenin, Devrimci lafazanlık üzerine, Arkadaş Kitabevi Yay. sf: 69,70)
“Liebnecht, iki üç hafta içinde (imkânsız değil ya) burjuvaziye karşı zafer kazanırsa, bizi tüm güçlüklerimizden kurtaracaktır. Bu tartışılmaz. Fakat biz bugün taktiğimizi Liebnecht’in önümüzdeki haftalardaki mutlak zaferine sloganlarını, devrimi lafazanlık düzeyine düşürmüş oluruz.” (age, sf: 70)
Bu yazı 1918 yılında, henüz gönüllülerden oluşan Kızıl Ordu’nun kurulma döneminde yazılmıştır. Ancak, Avrupa’da beklenen devrimlerin gerçekleşmemesi üzerine Bolşevikler, şu açık gerçeklerle baş başa kalırlar: Avrupa’da devrim yenilmiştir ve yığınların bir daha ne zaman ayağa kalkacakları şimdilik belirsizdir. Bütün ekonomik geriliği, zorlukları ile Sovyetler ülkesi, bundan böyle belirsiz bir tarihi süreç boyunca, emperyalist kuşatma altında tek başına ayakta kalmağa çalışacaktır. Lenin, sonuçta şu zorunlu saptamayı yapar:
“Üç yıl içinde, uluslararası devrime oynamanın, belirli bir tarihe bel bağlamak olacağını anlamaya başladık” (Lenin’den aktaran, J. Elle Loştan, Devrimlerin Devrimi, sf:l66)
Emperyalistler, kendi ülkelerindeki ayaklanma ve isyanları bastırmış olmanın morali ve rahatlığıyla gözlerini Sovyetlere dikerler. Bu dönemde, birçok saldırı hazırlığı ve tahrik örneği verdikten sonra Stalin, şunları kaleme alacaktır:
“Tüm bunlar ve pek çok benzer görüntüler, kuvvetli ihtimalle Rusya’ya karsı yeni bir saldırı genel hazırlığının tek tek halkalarıdır.
İktisadi mücadelenin askeri mücadele ile birleştirilmesi, içten gelecek hücumla dışlan yapılacak hücumun birleştirilmesi -bu saldırının en muhtemel biçimi budur.
Bu saldırıyı önleyebilmemiz veya -buna rağmen başlarsa- dünya burjuvazisine karşı ölümcül bir silaha çevirebilmemiz, cephe gerisindeki ve ordudaki komünistlerin uyanıklılığına, ekonomik alandaki çalışmalarımızın başarısına ve son olarak Kızıl Ordu’nun sağlamlığına bağlıdır.” (18 Aralık 1921 – Stalin, Eserler 5, İnter Yay. Sf: 106)
Lenin ve Stalin’in kafasında “sürekli ordu” gerekliliği artık netleşmiştir. Şimdi sorun, onun siyasi düzeyini yüksek tutmak, parti ve halkla olan ilişkilerde, orduyu, hem anavatan savunmasının vazgeçilmez bir aracı, hem de Sosyalist inşada, insan öğesinin değerlendirildiği, eğitildiği, yurt ve sosyalizm sevgisiyle yetiştirildiği bir yuvaya dönüştürmektir.
“… Ordu, Partiyi işçiler ve yoksul köylülükle bağlayan muazzam bir aygıttır -der Stalin- Ordu, tüm Rusya’nın, bütün Federasyonun çeşitli il ve bölgelerinden gelen insanların bir araya geldikleri, öğrendikleri ve siyasi yaşama alıştıkları bir rezervuardır.” (17 Nisan 1923, Stalin, Eserler 5, sf: 175)
1922’de İtalya’da, 1933’te Almanya’da ve aynı yıllarda Japonya’da faşizmin işbaşına gelmesi, savaş tehlikesinin büyümesi ve ihtiyacı daha da arttıracaktır.
1924’te Lenin’in ölümü sonrasında toplanan SSCB Sovyetleri II. Kongresinde Stalin, şunları söyleyecektir:
“Lenin, Kızıl Ordu’yu güçlendirmenin ve geliştirmenin Partimizin en önemli görevlerinden biri olduğunu birçok kez belirtti. Arkadaşlar, öyleyse Kızıl Ordumuzu ve Kızıl Donanmamızı güçlendirmek için hiçbir çabayı esirgemeyeceğimize söz verelim.” (Bolşevik Parti Tarihi, Bil ve Sosyalizm yay., sf: 335)
Bu ordunun, dünya halkları açısından en büyük zaferi, bilindiği gibi, muazzam faşist Alman ordularını dize getirmesi ve Avrupa’da gerçekleşen anti-faşist devrimlere yaptığı katkıdır.
Bütün bu gerçekler karşısında bile, ordu konusunda gelebilecek en büyük itiraz, onun militarist bir kurum olarak halkın karşısında dikilebileceği kaygısıdır. Bu kaygı haklı ve sonuçları açısından ele alındığında Sovyetlerde Çin’de, Varşova Paktı ülkelerinde ve en son Arnavutluk’ta gerçekleşmiş olmasına rağmen, yine de itiraz sahiplerinin bakışında bir darlık vardır. Bürokratik ve militarist kurumları ile devlet, her zaman ve her yerde bu tehlikeyi bağrında taşır. Ancak, Marksistler ve anarşistler arasındaki en önemli ayrım noktası da şudur ki, Marksistler, belirli bir tarihsel dönemde, proletarya diktatörlüğü şeklinde devletin varlığını zorunlu görürler. “Burjuvasız burjuva devlet”, “yarı-burjuva devlet” terimleri ile ifade edilen proletaryanın devleti, Marx’a göre, “proletaryanın mutlaka başından atması gereken bir baş belasıdır.” Ama günü gelince, kesinlikle daha önce değil! Bu yüzden Marksizm, her türden devlete, her türden orduya, her türden şiddete vb. karşı değildir. Lenin’in dediği gibi, “orduların nerede durduğu değil, kimin ordusu olduğudur önemli olan.” Stalin, Kızıl Ordu’nun gücünü iki şeye bağlar: Sosyalist ordu örgütlenmesine karşı çıkmak, tepeden tırnağa silahlı bir düşman karşısında, kendimizi vurma olasılığından dolayı silahsız çıkmak gibi bir anlam ifade eder. Emperyalist devletlerin muazzam silahlı orduları karşısında sadece halk milisleri ile savaşmamız gerektiği savunusu, Lenin’in tam da “devrimci lafazanlık” dediği şeydir. Düzenli bir ordunun örgütlenmesi gerektiğini savunduğu “Devrimci Lafazanlık Üzerine” başlıklı makalesinde (1918) şunları yazıyordu:
“Şimdiye kadar karşımızda (dünya emperyalizmine kıyasla) acınacak, aşağılık ve önemsenmeyecek düşmanlar vardı, aptal bir Romanov, palavracı bir Kerenski, askeri öğrenci çeteleri ve zengin çocukları. Ve şimdi karşımıza, teknik bakımdan üstün bir şekilde teçhiz edilmiş ve hayran olunacak derecede örgütlü dev dünya emperyalizm ordusu dikiliyor. Onunla savaşmak gerekir. Ona karşı savaşmayı bilmek gerekir.” (sf: 69)
Ancak emperyalist kuşatma, yerini sosyalist kuşatmaya bıraktığında, işte o zaman Engels’in haklı istemi gündeme gelecek, devlet, bütün kurumları ile birlikte çözülme ve yok olma sürecine girecektir.
Ekim Devrimi’nden yaklaşık 30 yıl sonra kurulacak olan Halk Demokrasileri de, bu tarihsel gerçeğe uygun olarak, genel silahlanmalarını, kendi sosyalist ordularını örgütleyerek geliştirme yoluna gitmişlerdir.
Geriye dönüş sorunları ile ilgili, suçu sadece, ya da esas olarak ordunun varlığına yüklemek isteyenler yanılıyorlar. Biz, ordunun kapitalist restorasyondaki rolünü reddetmiyor ve küçümsemiyoruz. Ancak hiçbir Sosyalist ülkede de restorasyonun bir ordu darbesi ile başlatılmadığını biliyoruz.
Bir bütün olarak ve en başta partinin, sonrasında Sovyetlerin, kitle örgütlerinin ve ordunun zaafları ve yozlaşması sonucu bu süreç yaşandı ve bu konuda bir şeyler söylenecekse, bu çok yönlü boyutuyla ve ciddi bir araştırma ile söylenmelidir. Aksi takdirde, orduyu tek başına günah keçisi haline getirmenin, anarşistlerin devleti bütün kötülüklerin anası olarak görmelerinden bir farkı yoktur. Tartışılması gereken nokta nasıl olup da proletaryanın elinden çıktığı gerçeğidir.
Sosyalist ordular, sosyalist anavatanı korumak ve her koşulda savunmak için vardır. Olağanüstü modern bir teknolojik temelde, her an hazır ve tetikte olmak zorundadırlar. Elbette, sosyalist bir ülke, emperyalist bir talan devletinin saldırganlığından dolayı oluşturduğu kalabalık ordulara gereksinme duymaz. Savunmasını garanti altına alacak, olabildiğince az sayıda, ama olabildiğince de en modern silahlar ve araç-gereçle donanmış bir orduya sahip olmak için çalışır. Düzenli ordunun yanı sıra, halkın silahlı eğitimini de sürdürür. Savaş zamanında bütün halk, ordunun bir parçası haline gelir. Savaşta ve barışta, ordunun temeli, kaynağı ve yöneticisi, parti ve halktır. Son sözü, Arnavutluk’taki halk ordusu üzerine Enver Hoca’ya bırakalım:
“Ülkemizde Parti, Halk ve Ordu, bölünmez bir bütün teşkil ederler. Ordumuz güçlü ve yenilmez bir ordudur. Çünkü Partiyle ve halkla et ve tırnak gibi kaynaşmıştır, çünkü Parti çizgisini sadakada savunur ve uygular, çünkü Partinin, halkın ve anavatanın davası uğrunda en büyük fedakârlığı yapmaya daima hazırdır.” (Revizyonizm ve Maceracılık Yenilgiye, Marksizm-Leninizm Zafere Götürür, AEP VL Kongre Raporu, Aydınlık Yay, sf:96)
Yazımızı bitirmeden, sosyalist orduda rütbe sorununa da değinelim. Kızıl Ordu’nun 1918 yılı ikinci yarısından sonra rütbeli bir ordu olarak örgütlendiğini, II, Paylaşım Savaşı sonrası kurulan Halk Demokrasilerinin de, orduda rütbe sistemini kabul ettiğini biliyoruz. Arnavutluk’ta 1944 Perme Konferansı’nda, rütbe esasına dayalı, sürekli bir ordu kararı alınmıştır. Ancak tarihsel çeşitli zorunluluklarla alınan bu kararlar, mutlak ve her dönem zorunlu değildir. Rütbeli ordu sistemi, “yönetici kadrolarla asker kitlesi arasında sıkı ve yoldaşça ilişkilerin kurulmasını önlüyor, küçük-burjuva kibirliliğini ve gururunu körüklüyor, yaratıcı inisiyatifin gelişmesini köstekliyor ve böylece subayların ve generallerin kitlelerden kopma tehlikesini getiriyordu.” (AEP Tarihi III, Bora Yay. sf:88)
Bu tehlikeyi sezen Arnavutluk Emek Partisi ve Halk Cumhuriyeti Devleti, koşullar uygun olduğunda, 1966 yılında ordusundaki rütbe sistemini kaldırdı. Orduyu, siyasi komiserlikler ve parti hücreleri vasıtasıyla doğrudan bulunduğu bölgelerdeki Halk Konseyleri’ne bağlı hale getirdi. Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerde, 1960’lı yılların kapitalizme dönüş süreci yaşanmasa, büyük bir olasılıkla onlarda da bu süreç yaşanacaktı. Revizyonist egemenlik altında ise, değil rütbelerin kaldırılması; subaylarla erler, ordu ile halk arasındaki farklılaşmanın ve kopuşun gitgide derinleşeceği ve bunun realitede de böyle yaşandığı açıktır.

Eylül 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑