Thkp-C’den Devrimci Sol’a Küçük Burjuva Devrimciliği

Bu yazıya temel olan görüş ve eleştirilerin büyük kısmı, Haziran 1978 tarihli “PARTİ BAYRAĞI” dergisinin 4. sayısında yayınlanan “KÜÇÜK BURJUVA İHTİLALCİLİĞİNİN ELEŞTİRİSİ, KESİNTİSİZ DEVRİM I, II, III ÜZERİNE” başlıklı yazıda yer almıştır. Aradan geçen on dört yılda, gerek eleştirilerin içeriği, gerekse eleştirinin değişen muhataplarının genel çizgisi, eleştirilerde esasa ilişkin bir değişikliği gerektirmeyecek kadar aynı kalmıştır. Mahir Çayan’ın görüşlerine ve yöntemine ilişkin eleştirilerin hiç biri o günden bu yana cevaplandırılmamış, onun izleyicileri olduklarını söyleyenler, bu eleştirilerin içeriği hakkında konuşmamışlardır. O dönemde, eleştirinin asıl hedefi, Mahir Çayan’la arasında bir süreklilik bağı olduğu iddiasını, siyasal varlığının propagandası için bir temel yapan Devrimci Yol hareketiydi. Bugün aynı eleştirilerin, Devrimci Sol hareketi için geçerli olduğu görülüyor.

Mücadele” dergisi, 1 Nisan 1992 tarihli İMİ 41. sayısında, “THKP-C ÇİZGİSİ”nin konu edinildiği, ” ’92 30 Mart’ında DAHA GÜÇLÜ, DAHA KARARLIYIZ” başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazıda, “30 Mart” eyleminin, THKP-C’nin ideolojik ve politik tezlerinin ve pratik çizgisinin bir manifestosu olduğu, bu çizginin bugün “Devrimci Sol çizgisi” olarak yaşadığı yazılmaktaydı.
THKP-C ile Devrimci Sol arasındaki ilişkiyi ve sürekliliği göstermek amacıyla kaleme alınmış olan bu yazıda, Devrimci Sol’un hangi anlamda ve hangi temel ilkeler ve politikalar bakımından THKP-C’nin devamı olduğu şöylece özetleniyordu:
“- 3. Bunalım dönemi Türkiye’sinde, halkların kurtuluşunu, anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminde görür.
– Devrimin stratejisi PASS’tır (Politikleşmiş askeri savaş stratejisi). Bu strateji, bütün mücadele biçimlerini, silahlı propaganda temelinde yürüten ve kır-şehir diyalektik birliğini öngören tüm yeni-sömürge ülkelerin halk savaşı stratejisidir.
– Fokocu değildir, her milliyetten emekçi halklar devrimin temel gücüdür ve silahlı mücadele ile bütünleşmiş radikal bir kitle çizgisini, halkın örgütlü gücünü yaratmak esastır.
– Eylem anlayışı nettir ve siyasi çizgisini yansıtır. Taktikler ve güncel pratik adına sıradan insanlar hedef alınmaz, intikam ve misilleme amaç değildir, halka zarar vermekten, bulanık bir ortama neden olacak eylemlerden özellikle kaçınır.
– Halka, kadrolarına ve kendi dışına açıklığı her zaman ilke edinir. Hata ve eksikliklerinin özeleştirisini vermekten kaçınmaz.
– Halkların kurtuluş mücadelesini her şeyin önünde tutar. Her şeyiyle Türkiye devrimine motive olmuş, kurtuluşa inanan, kurtuluşa bağlanmış ve her hücresiyle bunu yaşayan bir ruh hali egemendir.
– Birliği soyut ve lafızda değil, bizzat pratikte düşünür ve sağlamaya çalışır. Grupsal çıkarlar ve tatmin duygularıyla ya da “taktik” adına ve de çeşitli niyetlerini meşrulaştırmak için gündeme getirilen sahte birlik çağrılarıyla oyalanamaz.
– Dostunu ve düşmanını ayırt etmesini bilir. Düşmanına karşı uzlaşmaz, dostlarına karşı dürüst ve güvenilir olmayı ilke edinir.
– Hiç bir dostuna kullanma mantığıyla yaklaşmaz. Kullanma-kullanılma ilişkisinin devrimci ahlakla ve ilkelerle bağdaşmadığını düşünür.
– Siyasette kendine güveni ve kararlılığı, ve devrimci inisiyatifi ön planda tutar. Temel politika ve ilkeleri taktik adına güncel çıkarlara kurban etmez.
– Kadrolarına değer verir, onları yüceltir. Kadrolarına özgüven ve cesaret duygularının gelişmiş olmasına, bu yöndeki eksikliklerin giderilmesine özel önem verir. Her kadrosunun bir örgüt gibi davranmasını ve düşünmesini sağlar.
– Anti-emperyalisttir. Emperyalizme karşı her alanda tavır almayı, darbeler vurmayı, öncelikli görevlerinden sayar. Emperyalizmin bölgesel-dönemsel politikalarına kesinlikle bel bağlamaz.
– Enternasyonalisttir. Dünyanın neresinde olursa olsun, halklara yönelik tüm saldırıları kendisine yönelik sayar ve tavır alır. Grupsal ve dönemsel çıkarları yüzünden halka yönelik saldırıları görmezlikten gelemez, sessiz kalamaz.
– Bağımsız, siyasi kimliğine özel önem verir. Ayaklan ülke toprağındadır, gerek ideolojik-siyasi açıdan, gerekse başka açılardan taklitçi veya bağımsız siyasi çizgisini etkileyecek ilişkilere girmekten özellikle kaçınır. Hiçbir çıkarı, olanağı bağımsız siyasi çizgisiyle kıyaslayamaz.”
Devrimci Sol’a göre, 30 Mart manifestosunun özeti bundan ibarettir. Kolayca görülebileceği gibi, bu ilkelerin ilk ikisi hariç, diğerleri ya çizilen devrimci militan tipini karakterize eden ahlaki niteliklerdir, ya da örgütün kendisini halk ve diğer devrimci örgütler bakımından anlaşılmasını sağlamasına yardımcı olmaya, örgüt militanları ile örgütün genel ve merkezi anlayışı arasında özdeşlik sağlamaya yönelik belirlemelerdir. “3. Bunalım Dönemi” ve “Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi” kavramları dışında THKP-C ile program düzeyinde ve politik anlamda ilişkiyi ve sürekliliği gösteren başka bir madde yoktur. 30 Mart’ın, bu düzeyde ele alınması, Devrimci Sol’un, bu tarihsel olayla ilişkisini Kızıldere’de can veren militanların niteliklerinin genelleştirilmesi düzeyinde kurduğu, ondan dünyanın ve ülkenin politik tahlili, program ve politik çizgi olarak başka her hangi bir şey devralınmadığı anlamına gelmektedir. Özetle, THKP-C ile Devrimci Sol bağlantısı, yalnızca manevi bir bağlantıdır.
Nedir THKP-C çizgisi? Devrimci Sol’un genel politik çizgisi ile THKP-C çizgisini karakterize eden temel çözümlemeler ve politikalar arasında gerçek bir bağ kalmış mıdır?
Genel olarak 1971-73 arasındaki yıllarda en tipik eylemlerini yaparak Türkiye devriminin tarihinde kendilerine özgü yerlerini alan üç büyük silahlı hareket, THKO, THKP-C ve TKP-ML/TİKKO, sonraki yılların Türkiye devrimci hareketi üzerinde kalıcı, süreğen ve belirleyici bir etki bırakmışlardır. Bu hareketlerin temel özelliklerini ve sonraki dönemde devam eden etkilerinin karakteristiklerini şöylece özetlemek mümkündür:
– Her üç hareket de, reformist ve revizyonist politikalardan köklü bir kopuş için önemli bir temel geliştirmişlerdir. Düzene karşı düzen içi araçlarla muhalefet etme düzeyini reddederek, gerçek anlamda devrimci savaş yöntemleri ve araçları geliştirmeye çalışmışlardır.
– İlk kez, devlet ve devrim ilişkisi üzerine, sınıflar savaşının temel tarihsel niteliği olan antagonizmayı vurgulamışlardır.
– Marksizm-Leninizm’in ihtilalci karakterini sezmişler, mevcut geleneksel politikalar karşısında teorinin devrimci özünü yakalamaya çalışmışlar, bu arada çok önemli teorik belirsizliklere yol açmalarına ve hatalar yapmalarına karşın, revizyonist ve reformist çarpıtmalara karşı uyanık araştırmacı yolu açmışlardır.
– Dünya devrimci hareketiyle teoride ve pratikte bir bütünlük arayışına girmişlerdir. Milliyetçi ve devletçi önyargılar yıkılmış, enternasyonalist devrimci ruh, pratik ve nesnel bir tavır olarak somutlanmıştır.
– Bunların yanı sıra, ihtilalcilik, açık bir sınıf mücadelesinin cisimlenişi olarak değil, militan devrimciliğin kendi işi olarak kavranmış, bireysel atılganlık, inisiyatif ve örgütlenme, dar devrimci grupların eylemi sürdürmek için seçtiği biçimler olarak kavramlaştırılmıştır.
– Marksizm-Leninizm kavranamamış, o dönemde en ihtilalci şiarları öne süren başlıca halkçı, ve sınıf karakteri bakımından köylü ulusal hareketlerin politikaları, örgütlenme ve savaş modelleri, Marksizm-Leninizm’in esasları olarak teorize edilmiştir.
– Silahlı hareket, her türden siyasal ve ideolojik mücadelenin aslı ve ön koşulu olarak kavranmış, Leninizm’in bütün tezleri, Bolşevik pratiğin bütün sonuçlan, silah ekseninde ve silah ölçü alınarak yorumlanmış, buna uygun düşmeyen Leninist tezler ve normlar, “çağı geçmiş” olarak tanımlanmış ve literatür dışı bırakılmıştır.
Özellikle THKP-C ve onun önderi Mahir Çayan eliyle, dönemin bütün hareketlerini karakterize eden hata ve eksiklikler, en tipik ve kalıcı biçimiyle yazılı hale getirilmiş ve gelecek kuşaklara aktarılmaları ve hataların ve eksikliklerin yeniden üretilmesine zemin hazırlamaları bakımından Türkiye devrimci hareketinin Marksizm-Leninizm’in büyük devrimci teorik mirası karşısında kuşkularla, yanlış yorum ve çarpıtmalarla ilerleyen bir ilişkinin temelini atmıştır. Sonraki yıllarda da, Mahir Çayan’ın görüşleri, bir sınıf siyaseti ve sınıf ideolojisi inşa etmenin, buna uygun örgütlenmenin ve mücadele etmenin başlıca engellerinden biri olmuştur.
Siyasal ve ideolojik görüşlerini sistemli olarak ortaya koymamış bulunan THKO bir yana bırakılırsa, bu tespit, “Yaşayan en büyük Marksist-Leninist” olarak ilan ettiği Mao Zedung’un görüşlerini Türkiye’ye adapte etmeye çalışan TKP-ML/ TİKKO için de geçerlidir.

MAHİR ÇAYAN’IN TEMEL TEORİK VE POLİTİK GÖRÜŞLERİ:
Mahir Çayan, özellikle Lenin’in, “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı” olarak nitelediği çağın temel özellikleri hakkındaki tezlerini ve bu tezlere bağlı olarak inşa ettiği devrim ve parti teorilerini “gözden geçirirken” şu görüşten yola çıkıyordu:
“Oportünizm, her yerde her zaman bilimsel Sosyalizmi tahrifte iki metoda başvurur:
Ya zaman ve mekân kavramlarını dikkate almadan, Marksizm ustalarının başka tarihi şartlar için ileri sürdükleri ve yaşanılan dönemde eskimiş tezlere dört elle sarılır ve bu tezleri kendi şemasına dayanak yapmaya çalışır. Veya Marksizm-Leninizm’in her şart altında geçerli tezlerini “zaman ve mekân değişmiştir, o yüzden geçerli değildir” diyerek Marksizm’i revize ederler.” ( Mahir Cayan, Bütün Yazılar, Atılım Yayınlan, Mart 1992. sf. 230).
Mahir Çayan’a göre, Marksizm-Leninizm’in, birisi bütün zamanlar ve mekanlar için geçerli, diğeri tarihsel ve sosyal koşullara bağlı olarak değişebilen iki ayrı yapısı vardı. Bunlardan birinin diğeri gibi ele alınması oportünizmdi. Gerçekte bu yorum tarzı, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in eserleriyle, Ho Chi Minh, Castro, Che Guevara, Mao Zedung, Lin Piao, gibi çeşitli ülkelerin devrim ve parti önderlerinin yazılarının bir arada ve aynı referans niteliği verilerek, aynı ölçüde geçerli kanıt kaynakları olarak değerlendirilerek okunduğu ve farklı grupların birbirlerine karşı tezlerini güçlendirmek için kullanıldığı bir dönemin özelliklerini yansıtmaktadır. Açıktır ki, farklı çağlarda farklı ülkelerde mücadele eden ve yaşayan devrim önderlerinin herhangi bir somut sorun karşısında önerdikleri çözümler arasında farklılıklar bulunacaktı. Ama o dönemde tartışan taraflar, farklı sorunlar için geçerli farklı çözüm yollarını, tümüyle “Marksizm-Leninizm” olarak değerlendiriyor, karşıt tezler için farklı yorumları kanıt olarak kullanıyordu. Böylece teori ile politika, ideoloji ile taktik birbirine karışıyor, hangi “Ustanın” hangi görüşünün kimin işine ne biçimde yarayacağı daha önem kazanıyordu. Mahir Çayan’ın yukarda aktardığımız sözleri, bu yanlış tutum ve anlayışı göstermesi bakımından önem taşıyor.
Lenin’in örgüt teorisini, mücadele biçimleri hakkındaki görüşlerini ve emperyalizm teorisinin başlıca tezlerini tartışmaya Mahir Çayan, bu tespitten yola çıkarak başladı. Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in görüşlerini, kendince yorumladığı yaşanan dünya koşulları bakımından geçerli olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayırdı, birbirinin karşısına koydu. Bazı saptama ve çözümlemeleri, kendi teorisinin kanıtı olacak şekilde tersyüz etti, tanınmaz hale getirdi.

VAHİM BİR YANLIŞ ANLAMA VE SİYASİ SONUÇLARI:
Bunlardan özellikle bir tanesi, Mahir Çayan’ın, bütün sisteminin temeline koyduğu, örgüt ve mücadele anlayışını dayandırdığı ve emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi’nin özelliklerini çözümlerken kanıt olarak kullandığı ve Marx’a ait olduğunu ileri sürdüğü bir görüş, onun sisteminin içeriği hakkında öğretici bir örnek olma özelliği taşımaktadır.
Mahir Çayan, Marksist-Leninist devrim ve parti teorilerinin, ancak bir dünya savaşının gerçekleşmesi halinde ve savaşın sonucu olarak doğabilecek bir devrim öngörüsüne dayandığını ileri sürüyordu. Ona göre, Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao, “devrimin önkoşulu dünya savaşıdır” tezini savunmuşlardı. Gene ona göre, Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in ortaklaşa savundukları bu görüş, geçmiş zamanlar için doğruydu! Ustaların beklentileri doğru çıkmıştı ve her büyük savaşın ardından büyük devrimler patlamıştı. Ama artık, bir dünya savaşı imkânsız hale gelmişti, “II. Evren savaşından sonra, kapitalizm yeni bir bunalım dönemine girmiştir. Bu dönemde, emperyalistler-arası zıtlığın savaşa yol açması imkânsızdır.” (Çayan, age: s. 514) Dolayısıyla bir dünya savaşı beklentisine göre kurulmuş bulunan Marksist-Leninist devrim teorisi, Leninist parti teorisi ve “klasik mücadele anlayışları” artık geçersiz hale gelmişti.
Mahir Çayan, bu düşüncesini şöyle ifade ediyordu:
“Marx, Fransa’daki (184&-50 arası) sınıf mücadelesinin genişleyebilmesi ve Avrupa devrimine (dünya devrimi anlamında) varılabilmesi için, bütün Avrupa uluslarını karşı karşıya getirecek bir dünya savaşının mevcudiyetini şart koşmaktadır. Birinci dünya savaşının, dünyanın ilk büyük proleter devrimine yol açması gerçeğine bakarak, Marx’ın bu düşüncesinin gerçekten de büyük bir kehanet, ama bilimsel bir kehanet olmadığını söylemek imkânsızdır.” (Kesintisiz Devrim I. ‘Bütün Yazılar”, s. 244-25)
Çayan, bu görüşünü kanıtlamak için, Marx’tan bir alıntı yapıyor:
“Fransa toplumunun içindeki sınıflar mücadelesi, bütün ulusların karşı karşıya geldiği bir dünya savaşı halinde genişler. Dünya ölçüsünde bir çözüme, dünya pazarına hâkim olan ulusun, yani İngiltere’nin başına bir dünya savaşı dolayısıyla proletaryanın geçmesi sonucunda yaklaşmak mümkündür. Orada bitiminde değil, örgütlenmesinin başlangıcında bulunan devrim, kısa soluklu değildir. Bugünkü kuşak, Musa’nın çöllere götürdüğü Yahudilere benziyor. Fethetmek zorunda olduğu sadece yeni bir dünya değildir, yeni dünya ile boy ölçüşebilecek olan insanlara yer açmak için kendisini feda etmesi gerekmektedir.” (Çayan, age. s. 245)
Burada geçen “dünya savaşı” kavramını, Mahir Cayan, birinci ve ikinci emperyalist savaşları tanımlamak için kullandığımız kavramla özdeşleştirmiştir. Marx’ın “dünya savaşı” kavramını, hangi anlamda kullandığına hiç dikkat etmemiştir. Paragrafın Mahir Cayan tarafından görmezlikten gelinen baş tarafı şöyledir:
“Fransa’da küçük burjuvazi, normal olarak sanayi burjuvazisinin yapması gerekeni yapıyor; işçi, normal olarak küçük burjuvazinin görevi olması gereken şeyi yapıyor; ama işçinin görevi, onu kim yapıyor? Hiç kimse. Fransa’da bu yapılmıyor, Fransa’da bunun sadece sözü edilir. Bu ulusal sınırlar içerisinde, hiç bir yerde başarılamamıştır. Fransa toplumunun bağrında, sınıf savaşı ulusları karşı karşıya getiren bir dünya savaşına dönüşmektedir. Çözüm, ancak dünya savaşı yoluyla, proletaryanın dünya pazarına egemen olan ulusun başına, İngiltere’nin başına geçtiği anda başlar…” (K. Marx, “Fransa’da Sınıf Savaşımları, 1848-50, Sol yayınları, ocak 1988 üçüncü baskı, 5.134)
Bu paragrafı, eserin bütününü göz önünde tutarak özetlersek, Marx’ın şunları söylediğini görürüz: Fransa’da sınıf mücadelesi, Avrupa’nın bazı ülkelerindeki ulusal kurtuluş mücadelelerini de (Macaristan, Polonya, İtalya’da ulusal birlik ve bağımsızlık mücadeleleri kastediliyor. Kitabın diğer bölümlerinde açıklanmaktadır bunlar) hızlandırarak, Avrupa çapında genişleyen bir sınıf savaşma yol açacaktır. Bu savaş, Mahir Çayan’ın yorumladığının aksine, kapitalist devletlerin birbiri ile savaştıkları günümüzdeki anlamıyla bir dünya savaşı değil, ezilen ulusların ve proletaryanın kapitalist- feodal devletlere karşı bir savaşı olacaktır. Bu devrim savaşı, eğer dünya pazarına egemen olan ulusun, İngiltere’nin, başına proletaryanın geçmesiyle sonuçlanırsa, gerçek bir çözüm için adım atılmış olacaktır. Tekel öncesi kapitalizm için tamamen doğru olan ve bütün gelişmiş ülkelerde proletarya devriminin zamandaş olarak yapılacağına işaret eden çözümleme de bu pasajda yer almaktadır. Paragrafta ancak alıntı yapmak, kendi düşüncelerini doğrulatmak için okunduğunda gözden kaçacak olan gerçek anlam bundan ibarettir. Tekrar edelim, burada ifade edilen şey, dünya savaşının proleter devrimine yol açacağı düşüncesi değil, bir ülkede başlayan devrimin Avrupa çapında yayılacağı ve bu anlamda devrimci bir “dünya savaşı” biçiminde genişleyeceğidir. Nitekim Marx, önceki bölümlerde, bu anlayışı daha açık bir şekilde, eğer kitabın tümü okunursa görülmeden geçilemeyecek bir açıklıkla anlatmaktadır:
“En sonu, Kutsal İttifakın zaferleri, Avrupa’nın öyle bir biçim almasına yol açtı ki, Fransa’da her yeni proleter ayaklanması, hemen bir dünya savaşının başlama işareti olacaktır. Yeni Fransız Devrimi, derhal ulusal alandan ayrılmak ve 19. yüzyılın toplumsal devriminin üstün gelebileceği tek alanı, Avrupa alanını ele geçirmek, zorunda olacaktır. Şu halde, Fransa’nın Avrupa devriminde inisiyatifi ele almasına olanak verecek koşullar ancak Haziran yenilgisi ile yaratılmış oldular. Ve ancak Haziran isyancılarının kanlarına bulandıktan sonradır ki, üç renkli bayrak, Avrupa devriminin bayrağı, kırmızı bayrak olabilmiştir.
Ve biz bağırıyoruz: Devrim öldü! Yaşasın Devrim!” (Marx, age, s.68-69)
Mahir Çayan, bir proleter devriminin ancak ve yalnızca bir dünya savaşı sonucu doğabileceğini Marx’ın ileri sürdüğünü sanmakta, üstelik bunu çok büyük bir bilimsel kehanet olarak değerlendirmekteydi. Kuşkusuz Mahir Çayan, samimi bir devrimciydi ve kendi düşüncelerini Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao tarafından doğrulanmış düşünceler olarak sunmayı içtenlikle istiyordu». Ama içinde bulunduğu koşullarda, çok önem verdiği “Kesintisiz Devrim” adlı broşürünü yazarken dahi, Marx’ın alıntı yaptığı kitabının tamamını okumak fırsatını bulamamıştı besbelli.
Bunun bir diğer işareti, aynı yerde, Marx’ın “devrimin merkezi” hakkında yaptığı tespiti gözden kaçırmış olmasıdır. Marx, değişik dönemlerde, ekonomik ve sosyal gelişmenin ve sınıf mücadelesinin boyutlarına bakarak, değişen koşullar altında, Avrupa’da devrimin nerede başlayabileceğine ilişkin öngörülerde bulunmuştur. Fransa, İngiltere, Almanya, Rusya değişen koşullarda, dünyanın belli bir konjonktüründe, sınıf çelişkilerinin en fazla keskinleştiği, devrimci kaynaşmaların en yoğun olduğu, devrimci odaklar olarak öne çıkmışlar ve ayrı zamanlarda Marx tarafından devrime en yakın ülkeler olarak nitelendirilmişlerdir. Bu öngörüler, burjuva eleştirmenler tarafından, “Marx’ın gerçekleşmeyen kehanetleri” olarak adlandırılmış ve sözde, Marksizm’in yanlışlığının kanıtı sayılmışlardır. Oysa Marx’ın yaptığı, yalnızca gelişen eğilimler üzerine bir tahmin yapmak değildir. O, devrimin gelişme koşulları hakkındaki teorisi ile somut durum arasındaki ilişkiyi, daima faal bir üyesi olarak çalıştığı dünya komünist hareketinin politikalarını düzenlemek ve yönlendirmek amacıyla ele almış ve sınıf mücadelesinin yakın ve uzak hedeflerini yorumlamak ve program düzeyinde ifade etmek için kendisine ve komünist harekete bir temel sunmuştur. Bunun, özü ve amacı bakımından bugün de pek çok siyasi hareketin yaptığı tespitlerden farkı yoktur. “Emperyalizmin zayıf halkası Türkiye” denildiği zaman, kimse bir kehanette bulunmuş olmuyor. Mahir Çayan, broşürünün bu bölümünde, “… (Tabii Marx’ın kehanetinin önce devrimin İngiltere’de olacağı ve proleter devriminin bütün Avrupa’daki ülkelere yayılacağına ilişkin kısmının gerçekleşmediği bilinen bir gerçektir. Fakat burada önemli olan kapitalist ülkelerarası bir dünya savaşının proleter devrimine yol açacağının kâhince gözlenmesidir.)” demektedir. (Çayan, age. s.244- 245)
Marx’a atfedilen birinci kehanetin tamamen bir yanlış anlamaya, eksik okumaya ve okuduklarını kendi düşüncelerini kanıtlamak üzere değiştirmeye dayandığını gördük. Çayan’ın “gerçekleşmeyen kehanet” dediği sözleri de Marx’ın yanlış ve eksik okunmuş olmasından kaynaklanıyor. Marx’in üzerinde konuşulan eseri yazıldığında, Fransız proletaryası henüz 1871 Komün yenilgisini yaşamamıştı ve o dönemde, Marx, İngiltere’yi değil, Fransa’yı devrimin merkezi, Fransız proletaryasını da devrimin önderi olarak görüyordu. Gerçekte, kendi aktardığı paragrafta Marx, Fransa’daki durumu değerlendirirken, proletaryanın ulusal sınırlar içerisinde başarılı olamayacağını ama Fransız proletaryasının mücadelesinin ulusları karşı karşıya getiren bir dünya savaşı biçiminde gelişme özelliğine sahip olduğunu söylemektedir. Mahir Çayan, eğer paragrafı özenle ve dikkatle, ama kafasındakini doğrulamak için değil, gerçekte ne söylendiğini anlamak için okumuş olsaydı, İngiltere’nin burada ne amaçla anıldığını açıkça görebilirdi. Bunun için yeterli zekâ ve birikimin çok daha fazlasına sahipti. Ama okumamıştır. Kendisini, tartıştığı kişi ve gruplar karşısında üstün duruma geçmiş gibi gösterecek cümleler ve paragraflar seçerek, aslında okumak bakımından kendisinden daha da geride olan muhaliflerini acele bastırmak, susturmak ihtiyacıyla hareket etmiştir. Bunda, o dönem için başarılı da olmuştur.
Mahir Çayan, “devrimin ancak savaşın sonucu olabileceği” düşüncesinin Marksizm-Leninizm’in temel önermelerinden biri olduğunu kanıtlamak için, yalnız Marx’ı değil, Lenin ve Stalin’i de tahrif etmiştir. Örneğin, Lenin’in savaşın muhtemel iki sonucu olacağını söylediği bir yazısını, tek ihtimal belirtilmiş gibi yorumlamıştır. Lenin’in savaşın sonunda devrimin belki de geriye itilebileceği yolundaki tespitini görmezden gelmiş, bir başka olasılık olarak ileriye sürdüğü “zafer”!, tek olasılık olarak tanıtmıştır. Böylece Lenin de, “savaş olmazsa devrim olmaz” diyen bir teorisyen haline sokulmuştur.
Mahir Çayan, Lenin’in şu sözlerini alıyor kitabına:
“Son hadde ulaşmış karşılıklı silahlanma yansı sistemi, nihayet meyvelerini vermeye başladığı zaman durum budur… Savaş, belki de bizi geçici olarak geriye itebilir, kazandığımız birçok mevzileri bizden kopartıp alabilir. Fakat tekrar kontrol altına alamayacağımız güçleri bir defa başıboş bıraktınız mı, her şey kendi bildiği gibi hareket edebilir: Dramın sonunda siz mahvolursunuz ve proletaryanın zaferi ya kazanılmış olur ya da herhalde kaçınılmaz hale gelir.” (Lenin, Sosyalizm Ve Savaş, s. 172-173- aktaran Mahir Çayan, age. s. 246)
Bütün bu sözler içinden, bir olasılık belirten bir kaç kelimeyi seçerek “devrim için savaş, gereklidir” fikrini çıkarabilmek için ne kadar gayret sarf etmek gerekir! Ve gene, eğer Mahir Çayan, “Sosyalizm Ve Savaş” başlığı altında derlenen Lenin makalelerinin tümünü göz önünde tutsaydı, kuşkusuz, Lenin’in, “savaşın devrimci bir ortam yaratacağını ileri sürerek savaşı destekleyenleri” nasıl şiddetle eleştirdiğini de görebilirdi. (Örneğin, İkinci Enternasyonal’in Çöküşü, Savaş Üzerine Başlıca Alman Oportünist Çalışması, Savaş Ve Devrim vb. makaleler)
Savaşların, sınıf çelişkilerini keskinleştirdiği, yoksulluğu, kıtlığı olağanüstü boyutlara çıkardığı, devlet ve ekonomi sistemlerinde çöküntüler yarattığı, bu yüzden de halk muhalefetini devrimci tarzda geliştirdiği, bütün Marksistlerin işaret ettiği bir özelliktir. Ama hiçbir Marksist, özellikle de Marx, Engels, Lenin ve Stalin gibi kurucu ve geliştirici önderler “devrimin temeli, vazgeçilmez koşulu dünya savaşıdır; örgütlenmemizi ve teorimizi buna göre kurduk” dememişlerdir. Bu, tamamen Mahir Çayan’ın hayal dünyasının zorlamasıyla, kendi teorisini geçerli ve “yeni” olarak gösterme isteğinin sonucunda yaptığı bir yakıştırmadan başka bir şey değildi.
Gerçekten, devrimle savaş arasında bir bağ bulunduğu, bütün Marksistlerin ortak tespitidir. Ama bu bağın niteliği nedir? Bu, bir nedensellik bağıntısı mıdır? 1871 Paris Komünü, Prusya-Fransa savaşıyla belirginlik kazanan, had safhaya ulaşan ve keskinleşen sınıf çatışmasının ürünüydü. Ama “Fransa-Prusya savaşının sonucu” değildi. 1905 Rus Devrimi, Rus-Japon savaşının Rusya aleyhine geliştiği bir zamanda patladı. Ama yalnızca, işçi sınıfını barikatlara sürükleyen Rusya’daki kapitalizmin derin çelişkilerini, dev dalgalar halinde ayaklanan köylülüğün karşı karşıya kaldığı zulüm ve sömürünün nesnel toprak ve sermaye ilişkilerinden kaynaklandığını görmeyenler, 1905 Devriminin Rus-Japon savaşının dolaysız ve nedensel sonucu olduğunu söyleyebilir. Diğer yandan, Marksist-Leninistler, daima, emperyalist savaşların her ülkenin proletarya hareketini bastırmak ve saptırmak ve proletaryanın ve halkın muhalefetini egemen tekelci burjuvazinin kanalına akıtmak için geniş imkânlar yarattığını da söylemişlerdir. Savaşa karşı çıkmanın ilke edinildiği bir siyasi ve ideolojik sistemde, savaşlara devrimlerin nedeni olarak bakılamayacağı açıktır. Aksi takdirde, savaşa karşı çıkmak bir yana, Marksistler savaş kışkırtıcılığı yapmalıydılar! Bu konuda son olarak Lenin’in ünlü sözünü hatırlayalım: “Savaşı önlemenin tek yolu devrimdir!” Mahir Çayan’ın hayal ettiği tipte bir Marksist için ne kadar yabancı bir söz! Eğer Lenin, onun tasarladığı gibi bir Marksist olsaydı, nedenleri sonuçlarla önlemeye kalkışan bir mantık yoksunu durumuna düşemeyecek miydi?
Savaşlar ve devrimler, kapitalizmin iç çelişkilerinin ürünüdürler. Her ikisi de aynı topraktan, kapitalizmin krizinden doğarlar. Bir devrimin önkoşulu olarak sayılan bütün olgular, kapitalizmin doğasından kaynaklanırlar. Onun bir başka sonucu olan savaştan değil. Sonuç olarak, Marksist-Leninist literatürde savaş ve devrim ilişkisinin dolaysız bir neden sonuç ilişkisi olarak ele alındığı, örgüt ve mücadele biçimleri hakkındaki Bolşevik “klasik” anlayışın bu ilişkiye dayandırıldığı şeklindeki Mahir Çayan görüşü, tamamen geçersizdir.

MAHİR ÇAYAN, KENDİ DEVRİM TEORİSİNİ REVİZYONİST SOVYET TEZLERİYLE DESTEKLİYORDU:
Bir yandan Sovyet revizyonizminin başını çektiği açık sağ sapmaya karşı keskin bir “sol” çıkışla cevap vermek isteyen Mahir Cayan, diğer yandan, dünya çözümlemesi konusunda, Kruşçev revizyonizminin tezlerini geçerli kabul ediyordu.
“Kapitalist olmayan kalkınma yolu” teorisi, Sovyetler Birliği’nin sömürge ve yarı-sömürge ülkeler için önerdiği bir yol olarak, dünyada artık sosyalist devrimlerin çağının geçtiği düşüncesini de içeriyordu. Bu teze göre, dünya, birbirine karşıt iki ana kampa ayrılmıştı. Sosyalist ve kapitalist-emperyalist kamplar arasında, “barış içinde bir arada yaşama” ilkesi gereğince, artık savaşlar değil, bir “yarışma” söz konusu olacaktı. Devrim, bu yarışma fikrini zedeleyen, öyleyse desteklenmemesi gereken bir yoldu. Aynı teze göre, dünya, nükleer silahların oluşturduğu hassas bir denge üzerinde duruyordu ve devrimler, bu dengeyi bozarak bir dünya savaşına yol açabilirdi. Bu da yalnızca bloklardan birinin değil, bütün insanlığın sonu olacaktı.
Mahir Çayan, Sovyet revizyonizminin gerici pratiği karşısına, aslında onun bu gerici tezlerini büyük ölçüde geçerli kabul ederek çıkmıştı.
Mahir Çayan’a göre, “Emperyalizm’in III. Bunalım Dönemi denilen bu dönemde, emperyalist ilişki ve çelişkiler biçim olarak iki temel cephede değişikliğe uğramıştır:
1) Emperyalistler-arası rekabetin (uzlaşmaz çelişkilerin) emperyalistler-arası yeniden paylaşım savaşına yol açması imkânı ortadan kalkmıştır
2) Emperyalist işgalin biçimi değişmiştir.” (Çayan, age. s303)
“Nükleer vurucu güçlerin dünya çapında erişmiş olduğu seviye ve de esas tayin edici olarak da, dev dünya sosyalist bloğunun varlığı, emperyalistler-arası had safhaya ulaşmış olan uzlaşmaz çelişkilerin ekonomik plandan askeri plana sıçramasına engel olmaktadır” (age. s. 304)
Mahir Çayan’ın teorisinin can alıcı noktası burasıdır.
O, bir yandan Marksist-Leninist devrim teorisinin ve buna bağlı olarak geliştirilmiş bulunan Leninist parti teorisinin ve Bolşevik devrimci taktiklerin emperyalistler-arası bir savaşın kaçınılmaz olarak devrime yol açacağı koşullara uygun olarak inşa edildiğini ileri sürüyordu, diğer yandan da emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmeler “korkunç” boyutlara vardığı halde, “dev sosyalist bloğun varlığı, nükleer güç dengesi ve emperyalistler-arası entegrasyon” dolayısıyla savaşın imkansız hale geldiği çözümlemesi yapan revizyonist tezleri geçerli kabul ediyordu. Buradan yola çıkarak, bir dünya savaşı imkânının olmadığı bir çağda, Leninist partiden farklı bir parti, Marksist-Leninist devrim teorisinden farklı bir devrim teorisi, Bolşevik taktiklerden farklı taktikler ve stratejiler uygulanması gerektiği sonucuna varıyordu.
Onun, bu özel sistemi kurmak için kullandığı bütün dayanaklar, ya yanlış anlaşılmış veya tahrif edilmiş Marksist argümanlardan, ya da revizyonist tezlerden kaynaklanıyordu. Yukarıda da gösterdiğimiz gibi, Marksist- Leninist devrim teorisinin emperyalistler-arası savaş olgusuyla dolaysız bir ilişkisi yoktur. Diğer yandan, Mahir Çayan’ın, başlıca çıkış noktasını oluşturan ve “III. Bunalım Dönemi’nin özellikleri” olarak saydığı, “entegrasyon, dev sosyalist bloğun varlığı ve nükleer güç dengesi”, bütün bir çağın değil, olsa olsa geçici bir dönemin, bir konjonktürün özellikleri olabilirdi. Çağın temel niteliğinin değişmediğini, hala emperyalizm ve proleter devrimleri çağında yaşadığımızı, o da, görünüşte kabul ediyordu. Gerçekte Mahir Cayan, Leninist Parti teorisine, kendi küçük burjuva mücadele, devrim ve örgüt anlayışı yüzünden karşıydı. Ancak, Marksizm-Leninizm’in geçersiz hale geldiğini kendince kanıtlamadan, devrim, parti ve taktik- strateji konularındaki görüşlerini yeterince kabul ettirememekten endişeliydi. Bu yüzden, önce Marksizm –Leninizm’in ilkelerini “evrensel ilkeler” ve “tarihsel dönemlere göre geçici olarak ileri sürülmüş tezler” olarak ikiye ayırmak, kendi anlayışıyla çelişen ilkeleri ve tezleri “zamanı geçmiş tezler” olarak bir kenara koymak, bunu yaparken de Marksizm-Leninizm’i iyice çarpıtmak yolunu seçmişti.
Bugün, kendisini THKP-C çizgisinin tek temsilcisi, Mahir Çayan’ın sadık takipçisi olarak adlandıran bütün hareketlerin, özellikle de Mücadele dergisinin cevaplandırması gereken yakıcı bir sorudur bu aynı zamanda. Mahir Çayan’ın politik tespitlerinden geriye ne kaldı?
“Dev Sosyalist Blok”, zaten Mahir Cayan döneminde bile “Dev Revizyonist Blok”tan başka bir şey değildi, şimdi o haliyle de yaşamıyor. “Nükleer güç dengesi” denilen şey, yalnızca karşıt askeri paktların varlığı koşulunda bir denge ya da güç unsuru olabiliyordu. Paktlar karşıtlığının ortadan kalkması ve nükleer silahlara ilişkin politikalar ve anlaşmalar sonucunda artık, bir denge unsuru değildir, o dönemde kullanıldığı anlamda bir güç olmaktan da çıkmıştır.
Entegrasyon sorununu ise, Mücadele dergisi, artık kesinlikle Mahir Cayan gibi ele almıyor. 1 Aralık 1991 tarihli 33. sayısında yayınlanan “EMPERYALİSTLER-ARASI ÇELİŞKİNİN YENİ BİR BOYUTU: FRANSIZ-ALMAN ORTAK ORDUSU” başlıklı yazıda, Amerika ile Avrupa arasındaki çelişmelere değiniliyor ve “entegrasyon” kavramı, yalnızca Avrupalı emperyalistlerin bir iç ilişkisi olarak sınırlanıyordu. Oysa Mahir Çayan’ın sözlüğünde bu kavram, ABD’nin ekseninde bütün emperyalist devletlerin Sosyalist Blok karşısındaki durumunu ifade ediyordu. “Sosyalist Blok”un dağılmasının sonucu olarak veya bir başka sebeple, her ne ise, artık Mahir Çayan’ın tespitlerinin geçerli olup olmadığı, cevap bekleyen bir soru olarak ortadadır. Acaba Mücadele dergisi bu konuda ne düşünüyor? Emperyalistler-arası bir savaş, bir “Dünya Savaşı” artık olanaklı mıdır? Bir an için Mahir Çayan’ın Marx’ı, Lenin’i doğru yorumladığını, çarpıtmadığını varsayalım: Bu durumda, “III. Bunalım Dönemi”nin temel özelliklerinden en azından ikisi değiştiğine göre, acaba Marksist-Leninist devrim ve parti teorisi yeniden geçerli olabilecek midir?

MARKSİZM-LENİNİZMİN FELSEFİ, BİLEŞENLERİNİN TAHRİFİ VE İRADECİLİĞE GEÇİRİLEN KILIF; DETERMİNİZM VE VOLUNTARİZM
Mahir Çayan’ın, bu geçersiz önermeye dört elle sarılmasının temelinde, onun Marksist-Leninist devrim teorisini kendiliğindenci ve determinist bir teori olarak yorumlama ve bu teoriyi, kendince, iradeci bir biçimde aşma isteğinin de bir payı vardı. Devrimci inisiyatife, “silahlı propagandaya”, “politikleştirilmiş askeri savaş stratejisine ulaşmak için, Marx dönemi Marksizm’inin, devrimi kendiliğinden gelişen bir toplumsal olay olarak anladığını, Lenin’in ise Marx’ı bu yönde aştığını, değişen koşullar bakımından ise her ikisinin de çağı geçmiş teoriler olduğunu göstermesi gerekiyordu.
Mahir Çayan, Leninist parti teorisine, bu örgütlenme teorisinin temel taşları olan çalışma tarzlarına, gene bu teori ile çok sıkı bağlantısı olan ajitasyon ve propaganda kavramlarına bambaşka içerikler vermek ve Marksist devrim teorisinin zamanının geçmiş olduğunu kanıtlamak için bundan başka bir yol bulamamıştı.
Bugün Devrimci Sol hareketinin, gerek THKP-C çizgisinden devraldığı miras içinde en büyük önemi verdiği, gerekse bütün pratiği ve teorisine hâkim kıldığı başlıca ilke, “iradenin belirleyiciliği’dir. MÜCADELE dergisi, bu konuda birçok yazı yayınladı. Karşı-devrimci saldırılar karşısında, tek tek militanların ve örgütün kendi iradi gücünün, kendi seçtiği mücadele biçimlerini inat ve ısrarla sürdürmesinin sonuç üzerinde belirleyici olduğunu savundu. Tek başına alındığında iradenin belirleyiciliği ilkesi, hiç tartışmasız felsefi idealizmin ifadesidir. Ancak bu düşünce, Devrimci Sol belgelerinde, daima, bir başka kavramla birlikte anılır. İradenin, moral üstünlüğün, devrimci inisiyatifin bir maddi güçler çatışması alanında hayat bulduğu, maddi hareketin bir unsuru olarak ortaya çıktığı daima belirtilir. Ama tarihsel olayların ya da gündelik ilişkilerin ve çatışmaların yorumunda, “maddi güçler” tamamen analiz dışı bırakılır. “Belirleyici olan” diye adlandırılan sübjektif etkenler, bütünüyle “tek belirleyici” durumuna yükseltilir.
Bunun nedeni açıktır: Devrimci Sol, “sınıflar mücadelesi” kavramını, gene THKP-C geleneğinin en olumsuz, Marksizm’e en yabancı unsurlarından birisi tarafından belirlenmiş bir sistem içinde anlamlandırır. Sınıflar, halk kitleleri, milyonlarca insanın sosyal ve ekonomik gücünden doğan maddi varlığı değildir, sınıf mücadelesinde taraf olanlar: Devrimci Sol literatüründe, sınıf mücadelesinde bir avuç silahlı militan ve onların maddi ve manevi gücü, kitleleri ve işçi sınıfını temsilen yer almaktadır ve önemli olan, bu gücün maddi ve manevi durumudur. Bu görüşü savunan, ya da bu görüşten kaynaklanan pek çok saptama ve tez içinden seçtiğimiz şu örnek, bu bakımdan tipiktir: “Bizim gibi ülkelerde “ricat” taktiği, ancak önderliğin sübjektif durumu ile orantılı olarak gündeme gelebilir. Önderlik savaş içerisinde bir noktada silahlı savaşı sürdürecek gücünü yitirir ya da çok büyük kayıplar verirse -geçici bir süre- örgütsel yaralarını sarmak için geri çekilebilir.” (Dava Dosyası, Haziran Yayınevi, Ocak 1991. “Harekelimizin Gelişimi Ve Devrimci Mücadele” başlıklı bölüm, s.435.) Mücadele dergisinde yayınlanan ve Devrimci Sol’u anlatan yazıya da bakarak söyleyecek olursak, Devrimci Sol’un, THKP-C çizgisinden devralarak “geliştirdiği” belki de en önemli miras budur.
Mahir Çayan, Maocu Halk Savaşı Teorisi’nin etkisiyle, “kırların temel alındığı” bir devrim stratejisine, şehirlerin rolünü de “ihmal etmeyen”, kendi ifadesiyle “her ikisini diyalektik bir bütünlük içinde düşünen” bir plana sahip olduğu kanısındaydı. Buna göre, “yarı-sömürge, yarı-feodal Türkiye’de”, halk savaşının temel alanı kırlardı ve köylülük demokratik devrimin temel gücüydü. Bu durumda, işçi sınıfı adına, onun “ideolojik önderliğini” temsil eden örgüt, köylülere ve işçi sınıfı dışındaki diğer emekçi tabakalara önderlik edecekti. Önderlik, sosyal, siyasal ve pratik bir tarzda düşünülmüyordu: İşçi sınıfı ideolojisini benimsemiş bir militanlar örgütü, işçi sınıfını temsilen demokratik devrimde öncülük yapmalıydı. “Öncü”, apaçık bir biçimde sınıfın yerini tutuyordu. Bu görüş, Mahir Çayan’ın özellikle “Kesintisiz Devrim III” adıyla bilinen ve THKP-C’nin devlet güçleriyle amansız bir takip içinde savaştığı, THKP-C’nin esas olarak savunma içinde bulunduğu ve sürekli kayıp verdiği bir dönemde, Maltepe Askeri Cezaevi’nden firar ettikten sonraki dönemde yazdığı broşürde açıklıkla ifade edilmiştir. “Ülkemizdeki baş çelişki, oligarşi ile halkımız arasındadır. Bunun pratikteki görünümü, halkın devrimci öncüleriyle oligarşi arasındadır.” (Cayan, age. s.344)
Bütün toplumsal ve siyasal olayları kapsayan bir süreç içindeki bir aşamayı karakterize eden, diğer toplumsal çelişmelerin çözümü için bir başlangıç noktası teşkil edecek olan çelişme anlamında kullanılan baş çelişme, Mao tarafından kullanıldığı anlamıyla bile, hiç bir zaman bir örgütle, bir militan devrimci grupla devlet arasındaki çelişmeye indirgenemez. Söz konusu olan, toplumsal süreçlerdir ve burada rol oynayan bütün etkenler toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel olayların, kapitalist toplumun çelişmelerinin ve bunlar üzerinde yükselen sınıflar mücadelesinin, bu kadar dar bir yoğunlaşmaya uğradığının ve sınırlı çatışma noktaları ekseninde ifade edilebilir hale geldiğinin düşünülebilmesi, olup biten her şeyin mutlak bir sübjektivizmle değerlendirildiğini gösterir. Sınıflar çatışmasını, sınıfların gerçek maddi güçleri, hareket imkânları ve toplumsal etkileri bakımından değerlendiren ve çelişmeleri gerçek “maddi güçler” ekseninde çözümleyen bir Marksist’in, böyle bir tespitte bulunması imkânsızdır. Ama her türden sendikal faaliyetin yasaklandığı, sendika yöneticilerinin ve işçi önderlerinin tutuklandığı, fabrikalarda askeri bir kışla düzeninin hâkim kılındığı, ekonomik ve demokratik üretici köylü harekelinin sindirildiği, toprak işgalleri döneminin kapatıldığı ya da düzen sınırları içinde eritildiği ve kaba güçle bastırıldığı, anti-emperyalist kitlesel öğrenci hareketinin sona erdirildiği bir dönemde, bütün gücünü silahlı eyleme yöneltmiş bir örgüt önderinin bakış açısının bu olması, bir ölçüde, kaçınılmaz görünüyor. Görünüşte, ülke çapında çatışan başlıca iki güç kalmıştır. Ve bu görünüş, hareketin önderine göre, toplumsal gerçeğin bütünüdür ve ta kendisidir. Maddi olanaklarını iyice tüketmiş, kitle hareketleriyle bağı kopmuş ve inançlarından ve moral güçlerinden başka güveneceği bir şey kalmamış olan bir militan grubun önderi için, çatışan toplumsal güçlerin hepsi, yalnızca iki örgütün çatışmasına indirgenebilir: Oligarşi ve THKP-C. Böyle bir durumda, Mahir Çayan için, yeni bir eylemi planlamak ve uygulamaya cesaret etmek için dayanılacak tek faktör, öznel durum ve grupsal değerlerdir. Çünkü “savaş”, maddi olanaklar bakımından kıyaslanamayacak taraflar arasında cereyan etmektedir. Bu bakımdan tam bir “eşitsiz savaş” söz konusudur. Sübjektif etkenin abartılmasının, maddi güçlerden daha yüksek bir belirleyicilik değeri kazandırılmasının siyasal ve ideolojik çizgideki karmaşanın ve eklektizmin yanı sıra, bir nedeni de, budur.
Aynı bakış açısı, yukarıda aktardığımız Devrimci Sol belgesinde de kendisini göstermektedir. Orada, devrimci siyasal literatürde belirli bir anlamı bulunan “ricat -geri çekilme- taktiği” tartışılmakta ve 12 Eylül dönemiyle ilgili olarak bu taktiği bir başka açıdan tümüyle yanlış anlamış ve uygulamış olan başka siyasi hareketler eleştirilirken bunlar söylenmektedir. Devrimci Marksizm açısından, bu tür konular, daima sınıf mücadelesinin gerçek güçleri, nesnel, maddi sınıf ilişkileri, toplumsal hareketin ve olayların gelişme eğilimleri, toplumsal sınıfların ve onların sözcüsü olan siyasal güçlerin karşılıklı güç ilişkileri ekseninde, daha açık bir deyişle “devrimci dalganın alçalma ya da yükselme kıstaslarına göre” tartışılır. Devrimci Sol, bunun kıstas olarak kabul edilmesini “kendiliğindencilik” olarak adlandırıyor.
“Sübjektif etken” kavramının Marksizm’in tahrif edilmesine dayanan bir yorumu açısından ele alınması, Mahir Çayan’ın ve onun izleyicisi olduğunu söyleyen Devrimci Sol’un literatüründe, örneğin “baş çelişmenin tespiti”, ya da “ricat taktiğinin tartışılması” gibi konularda, tümüyle maddeci tarih anlayışının karşıtı idealist sonuçlar doğurmuştur. İçinde bulunduğu koşullar, Mahir Çayan’ı, Marksizm’in felsefî temelleri hakkında keyfî yorumlara, kendi durumunu teoride haklı göstermek için tahrifatlara sürüklemiştir.
Mahir Çayan, Marksizm hakkındaki yorumlarının önemli bir kısmını ikinci elden kaynaklara dayandırmıştır. Böylece de, Marksizm’in yanlış yorumlara yol açabilecek şekilde basitleştirilmesi ve şemalaştırmasının sonucu olan formülasyonlar, onun teorisinde Marksizm’in temel gerçekleri gibi yer almıştır.
Bunlardan konumuzla ilgili olan en önemlisi, Mahir Çayan’ın Marksizm’in felsefi bileşenleri hakkındaki görüşleridir.
Ona göre, “Marksist devrim teorisi, hem determinist, hem de voluntaristtir (iradecidir). Bu ikili yön, diyalektik bir bütün oluşturmaktadır. Devrimin olabilmesi İçin, maddi bir temelin varlığı şarttır. Üretici güçler devrim için gerekli olan (belli bir) seviyede olursa devrim olabilir. Bu anlamda Marksist devrim teorisi, deterministtir. Fakat sadece devrimin zaferi için üretici güçlerin belli bir seviyede olması, objektif şartların olgun olması yetmez. Devrimin zaferi için ihtilalci inisiyatif de gereklidir. Bu anlamda Marksist devrim teorisi voluntaristtir.” (Çayan, Kesintisiz Devrim 1, age. s.233)
Marksizm üzerine bir şeyler yazıp söyleyen her burjuva siyaset ve toplum-bilimcisi, Marks ve Lenin arasında önemli farklılıklar bulmaya, Marx’ı Lenin’den ayırmaya ve karşı karşıya koymaya çalışır. Bu çabaların yoğunlaştığı noktalardan biri de, Marx’in bir “ekonomist”, ya da bir “determinist”, Lenin’in ise bir “voluntarist” ya da bunun siyasi karşılığı olarak “Blankist, anarşist” olduğunun kanıtlanmaya çalışılması noktasıdır. Bu çabanın ardında bir başka ideolojik ve politik saldırının yığınağı bulunmaktadır: Onlara göre Marx, kapitalizmin kendi iç çelişmeleriyle, üretici güçlerin aşırı gelişmesi ile üretim ilişkilerinin gerici bir karakter kazanması arasındaki çelişmenin derinleşmesi sonucunda kendi kendine yıkılacağını savunmuştur; bu gerçekleşmedi! Kapitalizm kendi çelişmelerinin üstesinden gelmeyi başardı ve gittikçe gelişerek ayakta kalabileceğini gösterdi! Buna karşılık Lenin, darbeci yöntemleri seçmiş ve silahlanmış, kararlı bir azınlığın örgütü olan Komünist Partiyi yaratarak demokratik cumhuriyeti devirmiştir. Yani, eğer Lenin olmasaydı, Rus kapitalizmi gelişerek yaşamaya devam edecekti. Öyleyse, sosyalizmin tarihsel bir zorunluluk olduğu tamamen palavradır; sosyalizmi, sosyalizme inanmış bir azınlık kurar!
Marx’la Lenin arasında “önemli ayrılıklar” bulunduğu, ya da Marksist devrim teorisinin Marx’a ve Lenin’e göre değişik içerikleri olduğu tezinin ardında yatan burjuva saptama bundan ibarettir: Kapitalizm, insan doğasına uygundur, yeter ki, komünistler onu yıkmasın, o yaşamaya devam edecektir! Bu görüş, yalnızca yakın zamanların değil, Menşevik- Bolşevik i ayrışması sırasında Lenin’in muhalifleri ve İkinci Enternasyonal oportünistleri tarafından ileri sürülmüş, eski ve artık her Marksist tarafından tanınan görüşlerdir. Ne var ki, kapitalizmin serbest rekabetçi -tekel öncesi- koşullarına göre hazırlanmış devrim programlarıyla, emperyalizm çağına göre geliştirilen program ve taktikler arasında gerçekten varolan farklılıklar, böyle bir yorumun bazı eksik bilgili devrimciler tarafından da “doğru” kabul edilmesine yol açabilmektedir. Stalin, “Kapitalizmin tekelci evresine ulaşmasıyla birlikte, proleter devrimin sorunlarının ele alınışı, dolayısıyla devrimin niteliği, kapsamı, genel olarak devrimin şeması değişmiş bulunmaktadır” diyordu. Eğer Marx’la Lenin arasında bir farklılıktan söz edilecekse, bu, yalnızca Stalin’in işaret ettiği noktayla sınırlı kalacaktır. Bunun dışında, Marx’la Lenin arasında, felsefi temeller, tarihi materyalizm teorisi, ekonomi politik, sınıf mücadelesi teorisi gibi Marksizm’in temelleri bakımından hiç bir farklılık yoktur. Özellikle, felsefi materyalizmin tarihe uygulanmasında ve onun politik sonuçlarında, çağın gerektirdiği teknik ve programatik farklılıklar dışında bir ayrılık bulmak, kasıtlı bir karşı karşıya koyma çabası ve Marksizm-Leninizm’i kendisine bir engel olarak görme söz konusu olmadıkça mümkün değildir. Bu açıdan bakılınca, Mahir Çayan’ın sözünü ettiği farklılığı onaylamasının, tamamen burjuva ideologların etkisiyle ve teoriyi kendi düşüncelerinin ve eylemlerinin bir engeli olarak görmesi sonucunda doğduğunu söyleyebiliriz.
Her şeyden önce, Marksist-Leninist devrim teorisini, bir yanıyla determinist, diğer yanıyla voluntarist olarak ayırmak ve böylece onu iki ayrı geçmiş dönem burjuva felsefi eğilimin birliği olarak tanımlamak tamamen Marksizm’in özüne aykırıdır. Başka yoruma ve kaynağa ihtiyaç duymadan, doğrudan doğruya Marx’ın ve Lenin’in eserlerine başvurularak görülebilir ki, Marksizm, felsefî bakımdan esas olarak iki kaynaktan gelmektedir. Birincisi, Klasik Alman Felsefesi’nin idealist Hegel geleneği, diğeri, gene aynı kaynağın metafizik materyalist Feuerbach geleneği. Ama Marksizm içinde bu iki ayrı ve birbirine karşıt gelenek, eleştirilmiş ve aşılmış halleriyle yer alırlar. Marksizm’in ayrıştırılmasında, yeniden bu iki unsuru kendi özellikleriyle bulmak imkânı kalmamıştır. Bir başka deyişle, eğer Marksizm ikiye bölünebilirse, biri idealist, diğeri metafizik materyalist iki ayrı yan elde edilemez.
Ayrıca, determinizm ve voluntarizm, Marksizm’in kaynağı olarak sayılan Klasik Alman Felsefesinin başlıca öğelerini adlandırmak bakımından da yetersiz ve yanlış kavramlardır. Gerek Hegel idealizmi, gerekse Feuerbach metafizik materyalizmi, bu iki kavrama indirgenemez ve onlarla formüle edilemezler.
Determinizm, felsefi düşüncenin başlangıcından bu yana, daima maddenin hareketini evrenin temeli olarak düşünen materyalist akımların temel eğilimini ifade etmiştir. Nedenler ve sonuçlar arasındaki ilişkiyi araştırmak ve bunu hareket eden maddenin bir özelliği olarak bulup çıkarmaya çalışmak, en eski filozoflardan günümüz modern bilimine kadar, başlıca yol gösterici ilke değerini korumuştur. Antik Çağ atomcularından, Orta Çağ ilerici filozoflarına, Bacon, Galileo, Descartes ve nihayet Newton gibi bilim adamlarına kadar, madde ve hareketi bir biçimde, evrenin temelinde gören her düşünürde determinizm prensibi önemini korumuştur. Determinizm pozitif bilimlerde, 19. yüzyılda teknoloji ve sanayinin gelişmesinin özelliklerinin sonucu olarak “evrenin temel yasası” halinde yüceltilmiş ve her şeyi açıklayıcı temel ilke olarak adlandırılmışken, 20. yüzyılın başında fizikteki gelişmelerle birlikte, bir yanılma, “mekanik bir ilke” olarak ağır saldırılara uğramaya başlamıştır. İndeterminizm prensibinin ortaya atılmasıyla birlikte de, bilimlerde ve felsefede eski gücünü ve etkinliğini yitirmiştir. Burjuva düşünce dünyasındaki bu “değer kazanma” ve “değer kaybetme” serüveni, kavramlara borsa kurallarıyla yanaşma alışkanlığının bu sonucu, determinizm hakkında Marksistlerin düşüncesinde bir değişiklik yaratmamıştır. Çünkü, determinizm, diyalektik materyalizm bakımından, doğada, toplumda ve düşüncede hareketin genel yasaları içinde, olayların ve nesnelerin bağıntılarından yalnızca birisiydi ve burjuva düşünce sistemlerindeki yeri ne biçimde değişirse değişsin, onun diyalektik materyalizm içindeki yeri ve önemi diğer yasa ve bağıntılardan farklı olmayacaktı. Determinizmin, diyalektik materyalizm içindeki yeri hiçbir zaman onun bileşenlerinden biri olmak düzeyinde olmamıştır. Diyalektiği, büyük Hegel okulundan devralan Marx için, bunun tersi imkânsızdı. Hegel, determinizm ilkesine, kendi diyalektik sistemi içinde oldukça zayıf bir yer vermiş, tek yönlü belirlenimlerin her türünü eleştirdiği sisteminde, determinizmi, “karşılıklı etkileşme ve belirlenme” ilkesi içinde değerlendirmişti. Henüz fizikte, bilimsel anlamda indeterminizm prensibi yokken, Hegel’in sisteminde, buna yapılmış pek çok gönderme bulunuyordu. Marx’ın bir determinist olduğu iddiası, sadece onun burjuva eleştirmenlerinin bir yakıştırmasıdır. Birçok burjuva eleştirmen, Marx’ın sistemini giderek tümüyle “ekonomik determinizm” olarak adlandırırlar.
Voluntarizm, felsefi anlamıyla idealist metafiziğin, iradeyi evrenin merkezinde gören, iradenin nesnel doğa ve toplum yasalarından bağımsız bir belirleyici gücü olduğunu ileri süren kavramlarından birisidir. Terim, ilk kez Alman filozoflar Tönniens ve Paulsen tarafından kullanılmıştır. Ancak felsefi bir teori olarak son biçimini 19. yüzyılın ünlü Alman filozofu Schopenhauer’de (ölümü 1860) bulmuştur. Bir yandan Kant idealizmine, diğer yandan da Hint felsefi geleneklerine dayanarak kurduğu sisteminde, irade gücü kavramı üzerinde duran bu filozofun düşüncelerinin özeti şudur: Dünya, akılda tasavvur edildiğinden başka bir şey değildir; evrende karşı karşıya gelen her kuvvet  bir iradedir. Voluntarizmin bu temel önermesi, daha sonra, E. Hartmann ile Nietzsche’nin elinde geliştirilerek faşizmin doktriner unsurlarından birisi haline getirilmiştir. Diğer yandan, Rus Narodnikleri de, voluntarist felsefede, kendilerini ifade eden bir yan bulmuşlar ve Lavrov, Mihaylovski gibi sözcüleri aracılığıyla, nesnel yasaların karşısında “kahramanların iradesinin” belirleyiciliğini ileri sürmüşlerdir. Gerek Marx, gerekse Lenin, tarihin gelişmesinin ve doğanın nesnel yasaları kavramı çerçevesinde, idealizmin diğer bütün biçimlerine olduğu gibi, voluntarizme de şiddetli eleştiriler yöneltmişler, iradeciliğin değişik akımlardan sözcülerini, burjuva felsefesinin temsilcileri olarak değerlendirmişlerdir. Marx ve Engels’in ortak imzalarını taşıyan “Alman İdeolojisi’nden başlayarak, “bireysel kahramanlık”, “irade”, “sübjektif güç” gibi kavramlarla toplumsal hareketin nesnel yasaları arasındaki ilişki ve çelişmede, tarihsel materyalizmin nesnel hareket yasalarına ve bunun unsurlarına verdiği belirleyici rol açıklık kazanmaya başlamıştır. Ama Marx ve Engels, Mahir Çayan (ve onu izlediğini iddia edenler) tarafından tümüyle “kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine ait görüşleri savunuyorlar” gerekçesiyle bir kenara atılmış olduklarından biz de onların üzerinde fazla durmayacağız. Ne de olsa onlar “deterministti” ve voluntarizmi eleştirmelerinden daha doğal bir şey olamazdı!
Buna karşılık, göstermek gerekir ki, Mahir Cayan tarafından “Marksist devrim teorisinin voluntarist tarafını temsil eden” kişi olarak tanıtılan Lenin de, voluntarizmin eleştirisi konusunda Marx ve Engels’ten hiç de geri kalmamıştır. 1894’de yazdığı “Halkın Dostları’ Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?”, onun narodnik iradeciliğe karşı materyalist tarih teorisini (determinizmi değil) savunduğu ilk yapıtıdır. “Materyalizm Ve Amprokritisizm” daha özel bir alanda, öznel idealizmin bilimsel gelişmeler içinde kendisine bir yer arayışına karşı yazılmıştır ve yenilgi yıllarının özelliklerinden etkilenerek parti içinde buna yandaş olanların diyalektik materyalizmin temelleri doğrultusunda eleştirilip eğitilmesini amaçlar. Ancak burada da, tıpkı politika alanında kendisini “voluntarizm” olarak gösteren öznel idealizme karşı geliştirdiği eleştirilerde olduğu gibi, Lenin’in bütün silahları iradeciliğe yöneltilmiştir.
Sonuç olarak, “Marksist devrim teorisi, hem deterministtir, hem de voluntaristtir” önermesinin, tarihsel ve teorik bakımdan hiçbir geçerliliği yoktur. Mahir Çayan’ın, elbette ki “devrimin objektif ve sübjektif koşulları” biçiminde ifade edilen ve devrimin genel yasalarını topluca özetleyen kavramlardan haberi vardı; onun “diyalektik bir bütün oluşturmaktadır” dediği şey objektif ve sübjektif koşullar arasındaki bir ilişkidir. Buna rağmen, neden o sübjektif koşullar yerine “voluntarizm” kavramını kullanmıştı? Marksizm’i, önce objektif koşullara ağırlık veren, sonra da Lenin’in eliyle sübjektif koşulları öne çıkaran iki ayrı içerik gibi almaya neden ihtiyaç duymuştu?
O dönemin siyasal tartışmalarında, Sovyet revizyonizminin tezlerini devrimin ertelenmesi, devrimci hareketin düzen içi yollara çekilerek yolundan saptırılması için kullanan siyasal akımların belirlediği tartışma gündeminde, militan devrimci hareketin önüne daima içeriği çarpıtılmış bir “objektif koşullar tahlili” çıkarılıyordu. Sovyetler Birliği, kendisine bağlı bütün komünist ve işçi partilerini, devrimden el çekmeye, mevcut hükümetleri desteklemeye ve “kapitalist olmayan kalkınma yolu’nu izlemeye zorluyordu. Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği revizyonizmin, dünya çapında devrimci hareketlerden desteğini çekmiş olması, “bir devrim için objektif şartlar uygun değildir” türünden tezlerin güç kazanmasına ve gerçek anlamda bir pasifizme yol açıyordu. Perdenin bir yerinden yırtılması gerekiyordu. Mahir Çayan’ın yapmak istediği ve büyük ölçüde Marksizm’in tahrifatına yol açmasına rağmen, başardığı buydu. Sağ revizyonizm, karşısında bir “sol” revizyonizm doğurmuştu. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde birbirine benzer tezlerle “sol” akımların aynı zamanda boy vermesinin başlıca nedeni de buydu.
Bu tahrifatların pek çoğunda, Mahir Çayan’ın, “Marksizm’in devrimci özüne sadık kalmak” endişesi taşıdığından bugün kimse kuşku duyamaz. Ama bu içtenlik, yanlışı doğru yapmaz, Marksizm’in çarpıtılmasını haklı gösteremez. Hele bu hata ve çarpıtma “derinleştirilerek” sürdürülüyor ve bugün etkili bir küçük burjuva devrimci hareketin temel siyasi ve ideolojik çizgisini belirliyorsa, artık tartışmanın tarafı, Mahir Çayan da değildir.
Biz yalnızca açıklık bekliyoruz: Mahir Çayan, Marksizm’i çarpıtmış, işine geldiği gibi yorumlamıştır diyoruz ve belgelerimizi sunuyoruz. Bunun karşısında, Mücadele dergisi, bu çarpıtma ve keyfi yorumları, nasıl değerlendiriyor? Yoksa teorinin bütün bu alt-üst edilişi, Marksizm’in bir aşılması mıdır?
Açıklık istiyoruz: Ya dürüstçe “Evet”, denilsin, “Mahir Çayan Marksizm’i derinlemesine bilmezdi, Marx’tan, Lenin’den yaptığı alıntıların hepsi yanlış yorumlanmış, keyfi olarak cımbızlanmış alıntılardır. Ama bu bizi ilgilendirmez, çünkü Mahir Çayan’ın teorik tespitleri, THKP-C’nin politik ve ideolojik çizgisi Marksizm-Leninizm’den daha devrimcidir!” Evet, THKP-C’nin ve onun sürdürücüsü olduğunu ilan eden THKP-C / Devrimci Sol un, Marksizm-Leninizm’den ayrı, onun “çağı geçmiş” içeriğine karşı bir başka teorik sisteme dayandığını açıklaması yalnızca gerçeği ifade etmek bakımından değil, aynı zamanda tarihsel bir hatanın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak bakımından da dürüst bir tutum olur.

LENİNİST DEVRİM VE PARTİ TEORİSİ KARŞISINDA MAHİR CAYAN
Mahir Çayan, yalnızca devrim teorisi bakımından değil, kitlelerin devrimci eylemi, kendiliğinden eylem ve bilinç gibi konularda ve Marksizm’de özel bir önemi bulunan temel mücadele biçimleri hakkında da Leninizm’den apayrı şeyler düşünüyordu. Leninizm’le olan farklılığın açıklanması, Mahir Çayan tarafından gene “III. Bunalım Dönemi” kavramıyla yapılıyordu. Leninizm’in “emperyalistler-arası bir savaşın kaçınılmaz olarak göründüğü” döneme ilişkin tezleri arasında sayılarak reddedilen bu temel görüşlerin karşısına ise, Latin Amerika’dan, Vietnam’dan, Çin’den derlenmiş pratik ve taktik örgüt ve savaş biçimlerinin bir karmaşası konuluyordu.
Mahir Çayan, bu eklektik teori kurma çabasında da, gene sübjektif idealist görüşlerini hâkim kılıyor, değişik ülkelerin deneylerini ve değişik devrim önderlerinin görüşlerini bir araya getirirken gene iradeciliği eksen alıyordu.
O, teori ile pratik arasındaki ilişkiyi, tamamen tarihsel materyalizmin ilkelerini bir yana bırakarak yorumladığı için, sonuçta, Leninizm’in kendince yakıştırdığı “voluntarist karakteri”ni, devrimin koşullarından biri olarak tanıtabiliyordu.
“Leninist devrim teorisi, proletaryası zayıf olan bir ülkede, ihtilalci inisiyatifin, çeşitli imkânları -bu imkânların en önemlisi köylülerin devrimci potansiyelidir- devrim için kullanmasına dayanır.
“Belli bir tarihi aşamanın sınıfsal karakteri ile bu aşamadaki sınıfların fiili rolü arasındaki farklılık, bu teorinin temelidir. Bu farklılık, Leninist devrim teorisinde voluntarist yanın ağır basmasının doğal sonucudur.”
“Belli bir tarihi aşamanın sınıfsal karakteri ile bu aşamadaki sınıfların fiili rolü arasındaki farklılık” Mahir Çayan’a göre, “Leninist devrim teorisinde voluntarist yönün ağır basmasının doğal bir sonucudur.” Paragrafın özeti budur. Yani Leninist teori, “voluntarist yönün ağır bastığı bir teori” olmasaydı, tarihsel aşamanın sınıfsal karakteri ile o aşamadaki sınıfların tarihsel rolleri arasında bir farklılık doğmayacaktı. Tartışılan konu, demokratik devrimde proletaryanın öncülüğü sorunudur. Bu soruna ilişkin olarak, Mahir Çayan, proletaryanın tarihsel rolünün gerçekte sosyalist devrim yapmak olmasına karşın, demokratik devrimle sınırlandığını bunun da Leninist teorinin bir “doğal” sonucu olduğunu ileri sürüyor. Ona göre, teori, sınıfın tarihsel rolünü belli bir aşamanın objektif niteliği yüzünden değiştiriyor. Teori, tarihin objektif akışını kendi isteğine göre değiştirebiliyor. Bunlar, yanlışlıkla söylenmiş sözler değildir. Sübjektif etkenin, “belirleyici” olduğunu söyleyen Devrimci Sol ideolojisinin kökleri, burada açıkça görülmektedir.
Sözü edilen problemin Marksist teori içinde nasıl yer aldığını inceleyelim:
1789 Fransız İhtilali ile birlikte, gelişen her devrimde, her devrimci kalkışmada, sınıf olarak proletaryanın artan rolü gözleniyor. Proletarya, artık burjuvazinin peşinde, onun aristokrasiye ve krallığa karşı mücadelesinin bir eklentisi olmaktan çıktı, kendi taleplerini ileri sürmeye, burjuvaziden daha ileride ve daha derinlemesine değişiklikler talep etmeye başladı. İlerleyen proleter hareketin her devrimde kendisini daha ağırlıkla hissettirmesi, burjuvazinin mücadele ettiği aristokrasiyle yakınlaşmasına, kendi devrimci taleplerinden vazgeçmesine yol açtı. Proletaryaya karşı, feodaliteyle uzlaşma eğilimleri güçlendi. Diğer yandan, kapitalizmin gelişmesinin tıkanması, burjuvaziyi de tarihsel hareketin önünde bir engel haline getirdi. Böylece, feodalite karşısında hala devrimci talepleri devam eden köylülüğün de, sanayi burjuvazisinden kopmasına, giderek proletaryanın talepleriyle birleşmesine zemin hazırladı.
Marx ve Engels, özellikle Almanya’nın somut durumundan hareket ederek, burjuva demokratik devrimin proleter sosyalist devrimle tamamlanmasının tarihsel bir gereklilik olduğuna, devrimin bu anlamda süreklilik kazandığına işaret ettiler. Eğer Mahir Çayan’ın yorumu açısından bakarsak, Marks ve Engels buna işaret edene kadar, proletaryanın burjuva demokratik devrime katılması söz konusu olmayacaktı. Ya da, proletaryanın burjuva demokratik devrime katılması, bu teorinin “doğal” bir sonucu olacaktı!
Burjuva demokratik devrimde proletaryanın rolü, bir partinin, bir teorinin, bir dâhinin isteğinin ve iradesinin sonucu değildir. Aksine, Marksist-Leninist teorinin bu fikri işlemesi ve geliştirmesi, proletarya ve burjuvazi arasındaki tarihsel karşıtlığın, bir devrim sürecinde ve emperyalizm çağında kazandığı yeni boyutların değerlendirilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Kısacası, teori tarihi değil, tarih teoriyi yaratmıştır. Bir başka deyişle öznel faktör nesnel durumu değil, nesnel koşullar öznel durumu yaratmıştır. Kuşkusuz, eğer Mahir Çayan’ın önüne bu biçimde, “tarih mi teorinin temelidir, yoksa teori mi tarihin?” biçiminde konulsaydı, bu apaçıklık karşısında onun vereceği cevap, eğitiminden geçtiği tarihsel materyalizm okulunun en temel ilkeleri açısından doğru olacak ve bu soruyu bile saçma bulacaktı. Ama iş, bir devrim teorisi inşa etmek ve bunu öznel etkenin değerinin öne çıkarılmasına dayandırmak gibi bir amaçla belirlenince, Mahir Çayan, en temel ilkeleri bile unutabiliyor, görmezlikten gelebiliyordu.
O, aynı şekilde, devrimin objektif ve sübjektif koşulları hakkındaki Leninist tezleri de kendince yorumlamış, büyük ölçüde çarpıtmış ve kendi görüşlerini Marx’in, Lenin’in, Stalin’in görüşleri olarak ileri sürmüştür.
Örneğin, Leninist devrim teorisini anlattığı şu satırlara dikkat edelim:
“Leninizm’e göre, proletarya devriminde o ülkenin iç gelişmesinin bir meselesi olarak bakıp, üretici güçlerin gelişmesinin yeterli olup olmadığının tetkiki artık geride kalmıştır. Emperyalist dönemde, herhangi bir ülkede devrim şartları, üretici güçlerin gelişme seviyesine bağlı değildir. Çünkü emperyalizm ekonomik otarşiyi yıkarak, milli özel ekonomileri, dünya ekonomisi denilen zincirin halkaları haline getirmiştir. Ve sistemin bütünü açısından, bütün ülkelerde devrimin objektif şartlan mevcuttur. Bu yüzden, ilk proletarya devrimini kapitalizmin en gelişmiş olduğu, demokrasinin ve kültür seviyesinin en yüksek olduğu ülkede olacağını beklemek yanlıştır. Marx ve Engels’in tekel öncesi dönem için doğru olan bu önerisi, emperyalist dönemde, artık eskimiştir. Ve Leninizm’e göre, ilk proletarya devrimi, kapitalizmin ve demokrasinin en gelişmiş olduğu şu veya bu kapitalist ülkede değil, emperyalist sistemin en zayıf olduğu ülkede yapılacaktır” (Çayan, age. s. 263)
“Leninist devrim teorisinde, ihtilalci inisiyatifin rolü (emperyalist dönemin özelliklerinden dolayı) Marx ve Engels’inkilerine kıyasla çok daha ağırlıklıdır. Emperyalist dönemde, devrimlerin maddi temeli hazır olduğu için, meseleyi çözmek ihtilalci inisiyatifin uygun zamandaki atılımına kalmaktadır.” (Çayan, age, s. 264)
Bu aşırı derecede basitleştirilmiş mantık bağlantılarının, Marksizm-Leninizm’in konuya ilişkin tezleriyle uzak yakın hiç bir ilişkisi yoktur.
Emperyalizm çağında, devrim için objektif koşulların bulunması ne anlama gelir?
Stalin, Mahir Çayan’ın sık sık alıntı yaptığı LENİNİZMİN İLKELERİ adlı eserinde konuyu doğrudan doğruya Lenin’e dayanarak üç ana eksende yorumluyor:
“Birinci olarak, ilerlemiş kapitalist ülkelerde, tekelci kapitalizmin asalak niteliğinden tröstlerin, kapitalist konsorsiyumların boyunduruğu, yüz kat daha dayanılmaz hale’ gelir. ‘İşçi sınıfının kapitalizmin temellerine karşı öfkesi’ artar. Böylece ‘kapitalist ülkelerde, devrimci bunalım artar.”
“İkinci olarak, sömürge ve bağımlı ülkelere gittikçe artan sermaye ihracı, nüfuz bölgelerinin ve sömürgelerin yeryüzünün tamamına yayılması, kapitalizmin dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu bir avuç ‘gelişmiş’ ülke yararına mali alanda köleleştiren ve sömürgeci baskı altında tutan bir dünya sistemine dönüşmesi sonucu, sömürgelerde devrimci bunalım ağırlaşır. Dış cephede, sömürgeler cephesinde emperyalizme karşı ayaklanma öğeleri artar.
“Üçüncü olarak emperyalistlerin ‘nüfuz alanları’, sömürgeler, vs. üzerindeki mücadeleleri, eşit olmayan gelişme sonucu ortaya çıkan ‘denge’ bozulmasını yeniden kurmanın biricik aracı olan emperyalist savaşların kaçınılmazlığı ve emperyalist dünya cephesine karşı Avrupa’da proleter devrim ile Doğu’da sömürgesel devrim arasında bir tek dünya cephesi oluşturacak ittifak kaçınılmaz hale gelir.
“Bütün bu sonuçları, Lenin, şu genel sonuçta toplamıştın
“Emperyalizm, sosyalist devrimin arifesidir.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, s. 27-28)
Stalin’in aktardıklarından çıkarılacak birinci sonuç, Mahir Çayan’ın iddiasının aksine, Leninistlerin devrimi mümkün kılan koşulları, “tekeller arası anlaşmazlıkların derinleşip şiddetlenmesi” olarak görmedikleridir. Stalin, emperyalist sistemi bir yanında proletarya ile ezilen hakların bulunduğu diğer yanda ise emperyalist kapitalizmin bulunduğu bir çelişki ekseninde ele almaktadır.
Tekeller arası çelişki ekseninde değil.
Stalin, emperyalizm çağında cephe zincirindeki her ülkede proletarya devriminin mümkün olduğunu söylerken, esas olarak bu ülkelerde devrimin gerçekleştirilme şansının eşit olmadığını da söylüyor. Bu nokta, Mahir Çayan’ın iddiaları bakımından önemlidir. Stalin, iki önkoşul sayıyor: 1. Emperyalist cephe zincirinin en zayıf olmak, 2. Devrimin kolayca yayılabildiği noktalar ve ülkeler olmak. Stalin’in bu sözleri, genel olarak tüm emperyalist sistemde devrimin imkânlarının bulunduğunu söylemekle birlikte, her tek ülke için koşulların ayrıca incelenmesi gerektiğine bir işarettir. Bir imkânın, doğrudan doğruya gerçekliğe dönüşemeyeceği ise, her Marksist’in, temel bilgi dağarcığı içinde bulunması gereken ilk bilgilerdendir. Her ülkenin objektif ve sübjektif koşullarının ayrıca incelenmesi gereği ile sistemin tümünün genel olarak devrimin imkânlarını taşıması çelişen şeyler değildir. Buradan hareketle Stalin, emperyalizm çağında, tek tek ülkeler için ayrı inceleme gereğini, “gereksiz” görmüyor. Yalnızca bunun “yetersiz” kalacağını söylüyor.
Emperyalizmin, bütün dünyada devrim için nesnel koşulları hazırlamış olduğu yolundaki Leninist tez, bir” soyutlama ve genellemedir. Bu planda ele alındığında, bir diyalektikçi için, tek tek ülkelerin önemi ortadan kalkmaz. “Bütün dünyada koşullar olgundur, Türkiye dünyadadır, öyleyse Türkiye’de de koşullar uygundur” biçiminde bir çıkarsamayı ancak, formel mantıkla düşünenler yapabilir. Gerçekte bu tespit, tek tek ülkeler bakımından “somut durumun somut tahlili” ilkesini ortadan kaldırmaz. Her ülke için yapılacak ayrı tahliller, örneğin bir İspanya ile Türkiye arasında, Irak’la Kolombiya arasında, Hindistan’la Almanya arasında derin farklılıklar, devrimin koşulları bakımından bu ülkeler arasında bir kıyaslamanın bile yapılamayacağı kadar uzaklıklar bulunduğunu gösterecektir. Mahir Çayan’ın, emperyalizm çağında devrimin objektif koşullarının esas olarak bulunduğunu söyleyen Leninist tezi anlamakta eksik kaldığı ve yeni bir devrim teorisinin temel taşı olarak yanlış bir kavrayışı kullandığı birinci nokta budur.
Mahir Çayan, ayrıca, emperyalizm çağında genel olarak bir proletarya devrimi için gerekli koşulları özetleyen “zayıf halka” kavramıyla, her ülke için tek tek geçerliliği aranması gereği devam eden “milli çapta genel kriz” kavramlarını da birbirine karıştırıyor. Birincinin bulunmasının, ikincisinin aranmasını gereksiz kılacağını ileri sürüyor. Leninistlerin, emperyalist sistemi bir bütün olarak ele aldığını ve tek tek her ülke için “devrimci durum”, “milli çapta genel kriz” kavramlarıyla ifade edilen devrimin objektif koşulları ile ilgili görüşlerinin değişmediğini görmek istemiyor.
Onun, “devrimin objektif koşulları mevcuttur, devrimi yapmak ihtilalci inisiyatifin uygun zamandaki atılımına kalmıştır” yolundaki tezi, işte bu yanlış yoruma, Leninist tezleri görmezden gelmeye dayanmaktadır. Kaldı ki, ihtiyaten kullandığı “uygun zaman” kavramı bile, kendisinin önerdiği silahlı propaganda kavramıyla çelişmektedir. O, belki de, bütün bu hata ve eksikliklerinden dolayı mazur görülebilir. Ama onun göz göre göre yaptığı çarpıtmaları ve yanlışları bugün de tekrarlayanların, Marksizm-Leninizm’e sığınmaları için artık herhangi bir mazeret söz konusu değildir.

LENİNİST BİLİNÇ VE ÖRGÜT TEORİSİ KARŞISINDA MAHİR ÇAYAN
Lenin, “Ne Yapmalı?”da, ekonomizm ile terörizmin “aynı kendiliğindencilik önünde kölece boyun eğiş”in ürünü olduklarını söyler. Ekonomizm, işçi sınıfının ekonomik-sendikal mücadelesinin kendiliğinden siyasal sonuçlar doğurmasına bel bağlamışken, terörizm de, küçük bir aydın grubunun “tutkulu öfkesinin kendiliğindenciliği üzerine” kurulmuştur.
İki akım arasındaki benzerliğin, derin siyasal, tarihsel, sosyal kökleri vardır. Lenin, her iki akımı birbirine benzetirken, basit bir görünüş benzerliğine işaret etmiyor. Sınıf mücadelesinin genel seyri bakımından her ikisinin de aynı bakış açısından hareket ettiğine, politik çizgileri bakımından her ikisinin de işçi sınıfı dışında bulunuşuna dikkat çekiyor.
Mahir Çayan’ın devrim ve örgüt anlayışı, özellikle siyasal bilinç, çalışma tarzı, örgütlenme ve devrim biçimi konularında sınıf mücadelesine dışarıdan bakışın bir biçimlenmesi ve kendiliğinden harekete bel bağlamanın bir sonucu olduğundan, ekonomisttir.
Mahir Çayan, Leninist “işçi sınıfına sosyalist siyasal bilinç dışarıdan verilir” ilkesini, bütün tartışmalarında ve kendi örgüt ve devrim anlayışını savunduğu, açıkladığı hemen her yazısında önemle vurgular. Bu ilkeyi kendisine çıkış noktası yaptığını ileri sürer. Bu ilkeyi “sosyalist bilinç İşçi sınıfının dışından verilir” biçiminde yorumlayarak mutlaklaştırır, ilkenin bütünleyici unsurlarını göz ardı eder ve sonuçta “işçi sınıfının devrimci iradesini temsil eden örgüt” anlamında bir “sınıfsız parti” ve “ihtilalci inisiyatifin etkili azınlık tarafından kullanılması” anlamında bir “sınıfsız devrim” anlayışına ulaşır. Bütün bu anlayışların kökeninin Lenin olduğunu göstermek için de gene ilkeleri kendince yorumlar, yanlış sonuçlar çıkarır ve teoriyi tahrif eder.
“Profesyonel devrimcilerin teşkil ettiği savaş örgütünün objektif olarak proletaryanın devrimci iradesini temsil etmesi esastır. Ve proletaryaya bilinç, bu örgüt aracılığıyla dıştan iletilecektir.” (Çayan, age. s. 271-272)
Mahir Çayan, bu anlayışı temelinde, bilincin dıştan verilmesi ilkesini bir başka açıdan çarpıtan Mihri Belli ile tartışmaya girişir. Mahir Çayan’a göre, Mihri Belli, işçi sınıfına bilincin dıştan verilmesi ilkesine karşı çıkarak, “içten” verilmesini önermektedir ve bu menşevizmdir.
Dikkat edilmesi gereken nokta, Mahir Çayan ve Mihri Belli’nin “sosyalist siyasal bilincin dıştan iletilmesi” ilkesini, işçi sınıfının içinden mi, işçi sınıfının dışından mı sorusu ekseninde tartıştıklarıdır. Bu tartışmada Mahir Çayan, işçi sınıfı dışındaki profesyonel devrimcilerin bilinç taşıyıcı olarak rol üstlenmeleri gerektiği yolundaki tezini Lenin’e dayandırmaya çalışırken, Mihri Belli de, bu ilkenin Lenin tarafından Kautsky’den devralındığı ve “Ne Yapmalı?” adlı eserinde bir kez savunulduktan sonra bir daha kullanılmadığını iddia etmektedir.
Böylece gerçekte her ikisi de kendiliğindenci olan, biri açıkça sağcı ve ekonomist, diğeri “sol” kendiliğindenci iki akımın temsilcisi, Lenin’in tezinin gerçek içeriği ile hiç ilişkisi olmayan bir tartışmaya girişmişlerdir.
“İşçi sınıfına sosyalist siyasal bilinç dıştan verilir” sözü gerçekte ne anlama gelmektedir?
“Ne Yapmalı?”nın baştan sona titizce bir okunması, bu ilkenin, şu üç alanı kapsadığını gösterecektir:
– İşçi sınıfının devrimci teorisi, işçi sınıfı dışındaki burjuva, küçük burjuva aydınlar tarafından inşa edilmiştir.
– İşçi sınıfına sosyalist bilinç, ekonomik mücadelenin dışından, yani politik mücadele temel alınarak verilir.
– İşçi sınıfının siyasal sosyalist bilinçle donatılması, işçi sındı dışındaki emekçi sınıf ve tabakaların sosyalist siyasi çizgiye kazanılması için yürütülecek propaganda ve ajitasyon faaliyetinden ayrılmaz. (Bu konu için ayrıca bkz. Marksizm’de Temel Kavramlar, Evrensel Basım Yayın “Proletaryanın Sınıf Mücadelesinin Üç Temel Biçimi” bölümü.)
Mahir Çayan, bu üç alandan yalnızca birini, “işçi sınıfının devrimci teorisi, işçi sınıfı dışındaki aydınlar tarafından inşa edilir” biçiminde formüle edilen tezi, “işçi sınıfına sosyalist bilinç işçi sınıfı dışındaki aydınlar tarafından götürülür” biçimine sokuyor; bu bozulmuş hali, ilkenin tamamı olarak öne sürüyor. Lenin’in sözünü ettiği ve özellikle üstünde durduğu “ekonomik mücadelenin dışından, yani politik mücadele alanından” biçimindeki formülasyonunu tamamen göz ardı ediyor.
İşçi sınıfı ile bilimsel teori arasında, genellikle işçi sınıfı kökenli olmayan aydınların bir iletici, bir araç rolü oynadıkları genel olarak rastlanan bir durumdur. Bunun ayrıca teorik bir tespit haline getirilmesinin de fazla bir anlamı yoktur. Zaten Lenin’in sözünü ettiği durum da bu değildir. Ona göre, aydınların esas rolü, teorinin inşası ile ilgilidir.
Bilimsel teori, Lenin’in deyişiyle “modern toplumsal süreçten çıkar” ve “burjuva aydın tabakalar tarafından” formüle edilir. Lenin şunu da ekliyor:
“Ancak bu demek değildir ki, böyle bir ideolojinin yaratılmasında, işçilerin payı yoktur. Ama bunlar işçi olarak değil, sosyalist teorisyenler olarak, Proudhon’lar, Weisling’ler olarak katıldılar; bir başka deyişle bunlar, yapabildikleri ‘ aman yaşadıkları çağın bilgisini şöyle böyle kazanabildikleri ve bu bilgiyi şöyle böyle geliştirebildikleri ölçüde katıldılar.” (Lenin, Ne Yapmalı?, sf. 55)
Marx ve Engels, bu aydınları, Komünist Manifesto’da “burjuvazinin bir kesimi-proletaryadan yana geçmektedir, ve özellikle de burjuva ideologların kendilerini tüm tarihsel hareketi teorik olarak kavrama düzeyine yükseltmiş olan kesimi” olarak tanımlamışlardı.
Lenin, teorinin esas olarak işçi sınıfı dışındaki aydınlar tarafından inşa edildiğini söylerken, Marx ve Engels’in de “burjuva aydın tabakasına mensup” olduklarını söyler: “… Sosyalizmin teorisi, mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen felsefi, tarihi, iktisadi teorilerden doğup gelişmiştir.” (Ne Yapmalı? s A3)
Burada özellikle, daima “teorinin inşa”sından söz edildiğine dikkat edilmelidir. Bunu, “bilincin götürülmesi aydınların işidir” biçiminde anlamak, bir sübjektivizmin ürünüdür ve tasarlanmış eylem ve örgüt biçimlerini haklı ve meşru göstermek için ilkenin içeriğinin çarpıtılması anlamına gelmektedir.
Bilincin sınıfa taşınması, öncü partinin politik faaliyetinin, işçi sınıfının politik mücadeleye çekilmesinin sağlayacağı bir sonuçtur. “İşçi sınıfına sosyalist siyasal bilinç vermek”, eğer tek tek işçilere sosyalizmin anlatılması olarak anlaşılırsa, bunu kimin yapacağı sorusuna herkes kendisinden yola çıkarak cevap verecektir. İşçi Ahmet’e sosyalizmi kim anlatacak? Öğrenci Mehmet! Ama Lenin, tek tek işçilerden, tek tek aydınlardan söz etmiyor. Bir sınıf hakkında konuşuyor. Sosyalizmi, işçi sınıfına iletmenin yolunu ise, Lenin, zincirleme bir ilişki içinde düşünüyor. Teori, önce aydınlar tarafından “modern sosyalizmi proleter sınıf mücadelesine sokan proleterlere”, öncü işçilere, işçi sınıfının en ileri kesimlerine taşınır. Bir başka yerde Lenin, aydınların rolünün proletarya örgütlenmesini ilerletmek yoluyla, “aydınlar arasından özel liderler çıkmasını gereksiz kılmak” olduğunu söyler, (Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir? sf. 230) Bu, doğrudan doğruya proletarya partisi bünyesindeki bir işleyiştir ve partinin sınıfın partisi olmasının bir sonucu olarak elde edilebilir.
Görüleceği gibi, Lenin’in “bilincin dıştan verilmesi” ilkesinin işçi sınıfının dışından gibi bir anlamı yoktur.
Lenin’in bu ilkesinde asli unsur, işçi sınıfına sosyalist siyasal bilincin ekonomik mücadele alanının dışından verileceğine ilişkin olanıdır. Lenin’in, ekonomistlerle olan tartışmasının özü bu noktadır. Ekonomik mücadelenin kendiliğinden siyasal bilinç doğuracağını, örneğin bir grevde polisle çatışan işçilerin bir anda devlet, devrim, sosyalizm gerçeklerinin farkına varabileceğini düşünen kendiliğindencilere karşı Lenin, bilincin edinilebileceği biricik alan olarak siyasal mücadele alanını, iktidar için mücadele alanını göstermektedir.
Ekonomik mücadele, her zaman yalnızca sendikal bilince yol açar. Bu bilinç, “bir rubleye bir köpek ekleme” talebinin, burjuva devlet ve ekonomi sınırları içinde gerçekleştirilmesi mücadelesinden ileri geçemez. Bu da, işçi sınıfını egemen sınıf yapmaya hiç bir zaman yetmez. Çünkü zaten, burjuvazinin varlığını ön koşul olarak almaktadır. Burjuvaziyi yok etmeyi değil, ondan daha fazla ücret, daha fazla hak elde etmeyi hedeflemektedir. Sosyal güvenlik, ücret artışı, işyerlerinde şartların düzeltilmesi, işgününün kısaltılması vs. gibi taleplerin gerçekleştirilmesini hükümetten istemekle yetinen bu mücadelenin, kapitalizmle ve burjuva devletle çelişen bir yanı yoktur. Sınıf mücadelesinin bu köklü deneyini özümlemiş olan Lenin, “yığınların eyleminin yükseltilmesi” mücadelesini, ekonomik mücadele temelinde yükseltilecek bir ajitasyona bağlayan Martinov’u şiddetle eleştirir.
Mahir Çayan, özellikle kitlelerin “ekonomik-demokratik hak ve talepler etrafında örgütlenmesini” önerirken ve ekonomik mücadelenin siyasi mücadeleye dönüştürüleceğinden söz ederken, tamamen Lenin’in eleştirdiği düşünceleri ileri sürmektedir. Böylece, kitleler ve işçi sınıfı için ekonomik, kendisi için siyasal bir örgütlenmeyi öneren menşeviklerin çizgisiyle, görünüşteki bütün anti-menşevik sözlerine rağmen, birleşmektedir.
Lenin, işçi sınıfı için ekonomik mücadeleyi, aydınlar için de siyasi mücadeleyi uygun görenlerin, “katışıksız bir işçi hareketi” tezi arkasına sığındıklarını, ama gerçekte, işçilerin hareketini liberal burjuva hareketin kuyruğuna takmayı hedeflediklerini açığa çıkarmıştı. İşçi sınıfına, “siyasal mücadeleyi biz yürütürüz, siz ekonomik mücadelenizi yürütün” diyenlerin, örneğin oy verme zamanı geldiğinde, bir liberal partiyi, sosyal-demokratları sessiz sedasız desteklemeye koyulmalarına bakınca, Lenin’in eleştirisinin geçmiş tarihlerde kalmadığını, günümüzdeki “sol” kendiliğindencileri de kapsadığını görebiliyoruz.
Lenin’e göre, yığınların siyasal bilinci ve devrimci eğitimi kapsamlı bir şekilde örgütlenmiş siyasal teşhir temelinde genişletilecek ve ancak böyle genişleyebilecek olan bir siyasal ajitasyonla sağlanabilirdi.
Lenin, işçi sınıfının sosyalist siyasal bilince ulaşmış olmasından, bütün halkın mücadelesini kucaklayan, “hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı sosyalist açıdan tepki gösteren” (Ne Yapmalı?, s.89-90) bir bilince ulaşmış olmasını anlıyordu. Siyasal propaganda ve ajitasyonun önemi üzerinde dururken, bu faaliyetin şunları kapsaması gerektiğini söylüyordu:
-İşçi sınıfı dışındaki bütün sınıflar hakkında kapsamlı bilgi;
-Diğer emekçi sınıflar ve “eza gören din ve mezhepler”, “ezilen uluslar” üzerindeki baskı ve sömürünün bilgisi, ile buna sosyalist açıdan tepki göstermenin bilgisi; -Eylem çağrısı.
Bütün bunlar, işçi sınıfının ekonomik-sendikal mücadele içinde kendiliğinden edinemeyeceği türden bir bilincin, ona ancak ekonomik alanın dışından verilebilecek türden bir bilincin unsurlarıdır. Bu, hiç kuşkusuz, “işçi sınıfı dışında” durarak, ona “dışarıdan” yapılacak silahlı eylemlerin açıklanmasını ulaştırarak verilemeyecek kadar kapsamlı ve derin bir içerik taşımaktadır.
Ütopik sosyalistler, proletaryanın kurtuluşunun dışarıdan bir takım örgütlenmeler, planlamalar, tasarılar ve örnek göstermelerle gerçekleşebileceğini sanıyordu. Proletaryanın sınıf olarak devrimci bir atılımdan ve kendi kurtuluşunu kendi kollarıyla sağlayabilme yeteneğinden yoksun olduğu şeklinde bir anlayışa sahipti. Ütopik sosyalistlerin tasarılarında, işçi sınıfı hep kurtarılacak bir sınıf olarak görünüyor, ama kendisini kurtarması için ne yapması gerektiğine dair bir şey söylenmiyordu. İşçi sınıfını, onun dışındaki aydınlar, iyi kalpli kapitalistler aydınlatabilir ve kurtarabilirdi. Marx ve Engels, proletaryanın saflarına katıldıkları andan itibaren, sınıfın kurtuluşunun yalnızca kendi kollarının eseri olabileceğini anlattılar. Lenin, “devrimci sınıfa (proletaryaya), bütün emekçi insanlığı sömürücülerden kurtarmak için verdiği savaşta yardımcı olmak” deyimini kullandı. Marx, Engels ve Lenin, işçi sınıfı adına, onu ideolojik olarak temsil etmek iddiasındaki burjuva, küçük burjuva aydın tutumunu mücadelelerinin her aşamasında eleştirdiler. Proletarya adına onu kurtarmaya çalışanların ya iyi niyetli başarısızlar, ya da yalancılar olduklarını gösterdiler.
Mahir Çayan ve onun takipçileri de aynı kategoridendir. Onlar için sınıf mücadelesi, maddi bir gerçek ve “modern toplumsal sürecin bir fonksiyonu” değil, isteğe, iradeye, duyguya, inanca, moral üstünlüğe ve tutkuya bağlı olarak gerçekleşebilecek, yükselecek ya da alçalacak bir süreçtir!

Temmuz 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑