Arkasında kimlerin olduğu, nasıl gerçekleştiği, ne zaman planlandığı gibi pek çok sorunun halen kesin olarak aydınlanmadığı 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler’e yönelik terör saldırısının, hakikaten de son 14 yıl içindeki pek çok gelişme için “önemli bir dönemeç” olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Çünkü, günümüz dünyasında cereyan eden pek çok siyasi gelişmenin, çatışmanın, savaşın görünürdeki nedenleri, bu saldırının tetiklediği olaylar zinciriyle bağlantılı. Bu nedenle 11 Eylül, sadece İslamcı teröristlerin bindikleri uçakları silah olarak kullanarak İkiz Kuleleri devirmesi ve üç bine yakın insanı öldürmesinden ibaret bir olay değil. Zira bu saldırının ardından dünyadaki çelişki ve çatışmaların ele alınış eksenleri değiştirilmiş, emperyalizm tarafından yeni bir düşman ilan edilmiş, halklar, emekçiler ve ülkeler de buna göre bölünmüş ya da dizayn edilmiş, edilmeye de devam ediliyor.
Başka bir deyişle, bütün kıtalarda ve ülkelerde yıldan yıla derinleşen sınıflar arası çelişkilerin üzerini örtmek amacıyla onların yerine dinler ve mezhepler arasındaki çelişkiler geçirilmeye çalışılmıştır. Gelinen aşamada ise, bunda azımsanmayacak bir mesafenin katedildiği, farklı inanç ve mezheplerden emekçi sınıflar arasındaki önyargıların katlanarak arttığı ve 11 Eylül’ün bir dönemeci ifade etmesinin de yanlış ve önemsiz olmadığı görülüyor. Bu durum, doğal olarak, egemen sınıfların, kapitalist-emperyalist devletlerin aynı sınıftan ama farklı dinsel inançtan emekçileri bölerek kendi egemenliklerini sürdürmesini kolaylaştırmıştır.
Bu nedenledir ki; ABD öncülüğünde, “11 Eylül’ün intikamını alma” adına “teröre karşı önleyici savaş” çerçevesinde hazırlanan bütün stratejiler, işgaller ve müdahalelerin aslında radikal dinci terörü bitirmekten çok terörü besleyip büyütme üzerinden dünyada egemenlik planlarını hayata geçirmeye yol açtığı görülüyor. Her ne kadar emperyalist politikaların 11 Eylül’den sonra farklı dinlerden ve inançlardan emekçileri ve halkları, “Kültürler/Medeniyetler Çatışması” tezi üzerinden karşı karşıya getirerek hayata geçirileceği dillendirilse de, bu yalanlandı. Ancak 2001’den bu yana cereyan eden pek çok olay, aslında bütün emperyalist devletlerin ve onların bölgesel dayanakları ve ideologlarının bu tezde ileri sürülenler üzerinden farklı inançlardan emekçiler ve halkları bölerek emperyalist-kapitalist düzeni ayakta tutmaya çalıştığını yeterince ortaya koyuyor. Bu nedenle, emperyalist-kapitalist düzenin savunucuları bir taraftan bu tezin doğru olmadığı ileri sürerlerken, diğer taraftan bu tezin hayata geçirilmesi için ellerinden geleni yapıyorlar, yapmaya da devam edecekler. Bu, elbette her coğrafyada, ülkede ve toplumda farklı şekillerde gerçekleşiyor ve farklı süreçlerden geçiyor.
AVRUPA’DA İSLAM KARŞITLIĞI ÜZERİNDEN YÜKSELEN IRKÇILIK
Halkları inançlar temelinde bölerek gerici politikaları hayata geçirme yönünde sürdürülen politikalar, Avrupa’da öncelikli olarak, “İslami terör” bahanesiyle demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasıyla başladı. SSCB’nin yıkılmasından sonra hız verilen neoliberal politikaların sonucu emekçilerin sosyal haklarında yapılan büyük kısıtlamalara bu kez demokratik hakların kısıtlanması eklendi. Zira, sosyal hakların kısıtlanması, sosyal devletin tasfiyesi genel olarak emekçi sınıfların durumunu kötüleştirirken, bunun nedeni oldukları iddiasıyla “göçmenler ve sığınmacıların devlete yük olduğu” şeklindeki gerici politikalar da yaygınlık kazanmaya başladı.
Yüzyıllar boyunca uğruna mücadele edilen ve kazanılan kişisel ve kolektif hak ve özgürlükler adım adım budandı. Ama 11 Eylül’ün etkileri sadece bunlarla sınırlı kalmadı; emekçi sınıflar arasında bölünmeleri derinleştirmek, dini ve milli değerleri yeniden piyasaya sürmek, parçalanmışlığı diri hale getirmek için terör eylemlerine yönelenlerin dininden olanlara karşı yaygın şekilde önyargılar körüklendi, tarihteki klişeler üzerinden ayrım derinleştirildi. Asıl olarak sermaye hükümetleri, partileri ve basını tarafından geniş kitleler üzerinden etkili hale getirilen Müslüman inancından olanlara ya da İslam ülkelerinden gelenlere yönelik oluşturulan olumsuz hava, kısa süre içerisinde ırkçılar ve yabancı düşmanları için bulunmaz fırsatlar sundu. 11 Eylül öncesinde genel olarak Avrupa’da yabancılar, göçmenler ve sığınmacılara karşı kampanyalar yürüterek siyasi güç haline gelmek isteyen ırkçı, muhafazakar gerici çevreler ve hareketler, 11 Eylül terör saldırısından sonra stratejilerinde önemli bir değişikliğe giderek, İslam karşıtlığını baş konu haline getirdiler. Böylece, sermaye partileri ve basını tarafından hedef haline getirilen, terörle bağlantılandırılan Müslümanlar ve İslam ülkelerinden gelen göçmenlere karşı ırkçı-faşist güçler daha kolay taban bulmaya başladılar.
Kısa bir süre önce Media Tenor (Rapperswil) Araştırma Ensitüsü tarafından yayınlanan raporda medyada İslam üzerine yapılan olumsuz haberlerin toplum üzerinde yarattığı etki gözler önüne seriliyordu. 19 Alman televizyonu, radyosu ve yazılı medyanın verdiği 266 bin haber üzerinde yapılan analizlerde, bu haberlerin yüzde 80’inde İslam ve İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin olumsuz gösterildiği belirtildi. Analizde, bu olumsuz yayınlarının İslam ülkelerinden gelen göçmenler üzerinde olumsuz sonuçlara yol açtığı vurgulanıyordu. Bu, elbette sadece Almanya’ya özgü bir durum değil. Aynı araştırmayı haberleştiren Spiegel Online, özellikle televizyonların yaptığı olumsuz haberlerin etkili olduğuna işaret ediyordu. Almanya, İngiltere ve ABD’de 2.6 milyon TV haberi ve programı üzerinde yapılan analizde de, İslam’ın ve İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin ağırlıklı olarak radikal dinci örgütler tarafından Ortadoğu (İslam Devleti-İD, El Kaide) ve Afrika’da (Boko Haram) yapılan katliamlar dolayısıyla gündeme geldiği belirtiliyordu. Belirtmek gerekiyor ki, Almanya’da bu türden yayınların başını Der Spiegel çekiyor.
Elbette radikal dinci örgütler tarafından “İslam adına” işlenen cinayetler, zamanla radikal sağcı, ırkçı kesimlerin hızla güç toplaması, kök salması, kalıcı hale gelmesine önemli ölçüde hizmet etti, etmeye devam ediyor.
Avrupa ülkelerinde son yıllarda ırkçı-sağcı ve İslam karşıtlığı üzerinden seçim kampanyaları sürdüren partilerin almış oldukları oylar, tablonun anlaşılması bakımından önemli. Geçen yıl yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağcı-milliyetçi partiler 751 sandalyeden 140’ını kazandılar. Seçimlere katılım oranının da düşük olmasının etkisiyle, Fransa, Front National (FN) yüzde 26 oyla birinci oldu. Benzer bir tablo, İngiltere’de de söz konusu. AB ve göçmen karşıtı UKIP seçimlerde yüzde 28 oy alarak geniş bir yankı yaratmıştı. Bu, İngiltere’de 1910’dan bu yana ilk kez İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti’nin dışında başka bir partinin birinci olması anlamına geliyordu. Danimarka, Belçika, Hollanda, Avusturya, Finlandiya, Polonya, Macaristan, İtalya, Yunanistan, İsviçre, Macaristan gibi ülkelerde de sağcı partiler ulusal parlamentolarda temsil edilirken, bazı ülkelerde bu partiler kimi zaman hükümet ortağı kimi zaman da hükümeti dışarıdan destekler konuma geldiler (Avusturya, İsviçre, Danimarka, Hollanda).
Belirtmek gerekiyor ki; söz konusu ırkçı – faşist partilerin güç toplamasında AB çapında yaşanan ekonomik – sosyal sorunlar da önemli ölçüde rol oynuyor. Özellikle AB çapında yaşanan kriz nedeniyle AB ve Euro karşıtlığı da öne çıktı ve Brüksel’den dayatılan ağır tasarruf politikalarına karşı çıkmaları da oy almalarında rol oynadı. Ancak bundan sonra da söz konusu parti ve akımlar İslam ve AB karşıtlığı üzerinden güç toplama politikasına devam edecekler.
AB’de yaşanan krizden sağcı partilerin oylarını artırarak çıkmasında, aynı zamanda solun çekimser, flu politikaları da rol oynuyor. Milliyetçilerle aynı görünmeme endişesiyle AB ve IMF tarafından dayatılan politikalara karşı çıkmama ve Euro’dan ve AB’den çıkmayı savunmama, pek çok sol akımda “Euro krizi” konusunda belirgin olmayan, ne söylediği tam anlaşılmayan politikalara dönüştü. Hal böyle olunca halk arasında AB ve Euro’ya karşı oluşan tepkilerin bir bölümü ırkçı – faşist partiler tarafından yedeklendi. Bunun en somut hali Almanya’da yaşandı.
ALMANYA’DA SAĞCILARIN YENİ ADRESİ: AfD
Geçmişi ırkçılıkla lekeli Almanya’da, uzun zamandan beri mayalandırılan milliyetçi, göçmen ve AB karşıtı hareket “Almanya İçin Alternatif” (AfD) adı altında kendisini ifade etti ve geçen yıl yapılan AP seçimlerinde yüzde 7 oy alarak Strasbourg’a temsilciler gönderdi. Ne var ki, bu partinin yükselişi sadece AP seçimleriyle sınırlı kalmadı. Ardından Doğu Almanya’da yapılan eyalet parlamentoları seçimlerinde de devam etti.
Resmi olarak 6 Şubat 2013’te kurulan AfD, asıl olarak “Euro Krizi” olarak bilinen Güney Avrupa ülkelerinin içine düştüğü ekonomik kriz ve buna bağlı yaşanan siyasi gelişmeler konusunda Alman sermayesinin çıkarlarını radikal bir şekilde savunma adına ortaya çıkmıştı. Partinin en tanınmış destekçilerinden birisi, 1995-2000 yılları arasında Alman İşverenler Birliği (BDI) başkanlığını yapan Olaf Henkel. Henkel AfD’den AP milletvekili seçildi.
Euro karşıtlığından çok, Euro’nun Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünmesini savunan Henkel, ekonomik durumu kötü olan Güney Avrupa ülkeleri ile ekonomisi iyi olan Kuzey Avrupa ülkelerinin ayrı Euro kullanması gerektiğini savunuyor. AfD’nin sözcüsü Prof. Dr. Bernd Lucke ise, ilk olarak neoliberal görüşlerini Prof. Dr. Thomas Straubhaar ve Prof. Dr. Michael Funke ile birlikte, 2005’deki genel seçimlerden önce, “Hamburg Çağrısı” (Hamburger Appell) adı altında ilan etmişti. Die Welt gazetesinde yayınlanan bu çağrıyı, çoğu ekonomi alanında olmak üzere, aynı görüşleri paylaşan 250 akademisyen de desteklemişti.
O dönem, hükümeti oluşturan partilerin alım gücünün yükseltilerek ücretlerin artırılmasıyla krizden çıkılabileceği yönündeki görüşlerine karşı hazırlanan çağrıda, açık bir şekilde, krizin ancak düşük ücretli işlerin çoğaltılması, ücretlerin aşağı çekilmesi, çalışma sürelerinin uzatılması, izin sürelerinin kısaltılmasıyla aşılabileceği ileri sürülüyordu.
Hamburg Çağrısı’nın gazetelerde çıkan ilanlarının parasını ise neoliberal görüşleriyle tanınan “Yeni Sosyal Piyasa Ekonomisi Enstitüsü” (INSM) ödedi . Bu enstitüyü asıl olarak metal ve elektronik işverenleri destekliyor ve yıllık bütçesinin yaklaşık 10 milyon Euro olduğu tahmin ediliyor.
AfD ilk olarak Euro karşıtı kampanyalarla dikkat çekmişti. Buna, Doğu Avrupa ülkelerinden insanların göç etmesi ve sığınmacılara karşı söylemlerini de ekleyince, mevcut Hıristiyan Demokrat partilerin sağındaki alana yerleşen bir parti oldu. Kurulduktan 8 ay sonra katıldığı genel seçimlerde yüzde 5 barajını az bir oyla kaçırarak, yüzde 4.7 oy aldı.
Federal Parlamento ve Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde elde ettiği başarıları Doğu Almanya’daki Saksonya, Thüringen ve Brandenburg eyaletlerinde de sürdürdü. Her üç eyalette de sorunsuz şekilde parlamentoya girdi. Yapılan anketlere göre, ülke genelindeki oy aranı 2014 sonu itibarıyla yüzde 6’ya kadar çıkmış. Bu demektir ki, 2017’deki genel seçimlerde parlamentoya girme şansı oldukça yüksek. Bu da, Almanya’daki siyasi dengelerin yeniden düzenlenmesi anlamına geliyor.
Ekonomide neoliberal politikaları ve ulusal sermayenin korunmasını savunan, ancak toplumsal konularda daha muhafazakar bir çizgide olan AfD’nin yükselişi, aynı zamanda uzun yıllar eyalet ve federal meclislerde bulunan, hükümet ortaklığı yapan liberal Hür Demokrat Parti’nin (FDP) çöküş dönemine denk geliyor. FDP, 2013’deki genel seçimlerde ilk kez ülke genelinde yüzde 5 barajına takılarak Bundestag’a gidemezken, benzer bir durum eyaletler düzeyinde yaşanıyor. AfD’nin başarı kazandığı eyaletlerde genellikle FDP barajın altında kalıyor. Genel seçimler üzerinden yapılan analizlere göre, FDP 430 bin, CDU/CSU 290 bin, SPD 180 bin, Sol Parti 340 bin, Yeşiller 90 bin seçmenini bu partiye kaptırmıştı.
Genel seçimler ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinden ve Ağustos 2014’te yapılan Saksonya Parlamentosu seçimlerinden sonra, AfD’nin bugüne kadar gelip geçici olan partilere benzemediği, dolayısıyla CDU’nun sağında kalıcı olabileceğine dikkat çekilmeye başlandı. Bu nedenle de CDU’nun ve başbakan Merkel’in daha fazla bu partiyi görmezlikten gelemeyeceği, artık muhatap alıp eleştirmesinin zamanın geldiği dile getirilmeye başlandı. Diğer bir yaklaşım ise, gelecekte bu partinin FDP’nin yerine CDU’nun koalisyon ortağı olabileceği yönünde.
Die Zeit gazetesinden Ludwig Greven’in kaleme aldığı “Görmezlikten gelmek isteğe bağlı değil” başlıklı yorum yazısında, bu partinin üzerinde oturduğu platform şu şeklide tanımlanıyor: “AfD başarılı bir şekilde CDU’nun bir kenara bıraktığı sağ muhafazakar konuları işliyor. Bunların başında iç güvenlik, göç, yabancılar ve aile politikası geliyor. Kendisini başka partilerde bulamayan protesto oylarını topluyor”
Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Bavyera eyaletindeki devamı Hırisyiyan Sosyal Birlik (CSU) partileri İkinci Dünya Savaşı sonrasında özel olarak kendi sağında güçlü bir siyasi oluşuma izin vermedi. Bavyera eski başbakanlarından ve CSU başkanlarından Josef Strauß bu politikayı “Bizim sağımızda olan hiçbir parti demokratik değildir” diyerek özetlemişti. Bu nedenle Neonazileri bir yana bırakırsak, belli dönemlerde ortaya çıkan eğilimler hemen bastırıldı. Yani, kendi sağında başka bir hareketin kurulmaması üzerinden inşa edilen planın günümüzde AfD’nin yükselişiyle artık pek geçerli olmadığı görülüyor.
Der Spiegel dergisinde yer alan “Sağdan Parlamento Dışı Muhalefet” başlıklı yazıda, son on yıldır Hıristiyan Demokratlar’ın muhafazakar seçmenlerin bir bölümünü kaybettiğine dikkat çekildikten sonra şöyle deniliyordu: “Almanya’da partiler yeniden biçimlendiriliyor. CDU 10 yıl önce kendisine bağlı olan muhafazakar seçmenler grubunun bir bölümünü kesin olarak kaybetti ve bunu da kabul etmiş durumda. Daha muhafazakar olan CSU ile de bunu telafi edemez. Avrupa ölçülerinde bakılırsa bu normalleşmedir: Birçok Avrupa ülkesinde muhafazakar partilerin sağında popülist gruplar oluştu. Almanya’da ise savaştan sonra bu hiç olmadı. Nazi döneminde yapılanları anımsayan kolektif hafıza buna yol açtı ve CDU da kendi sağındaki bir parti yaratmamayı değişmez politika haline getirdi. Bu elbette ‘devlet partisi’ olmaya uygun bir durumdu.”
CDU’nun sağında muhafazakar bir oluşumun taban bulmasının elbette sermayeyle bağlantılı olan önemli bir yanı bulunuyor. Sadece, Alman İşverenler Birliği Başkanlığı’nı yapan Olaf Henkel yok bu partinin içinde ya da arkasına. AB’nin ortak para birimi Euro’nun yürürlüğe konulmasından rahatsız olan ve bundan zarar gören belli sermaye grupları mevcut. Ülkeler ve sektörler arasında yaşanan rekabet karşısında dayanamayan Alman sermaye grupları, bu nedenle, mevcut haliyle Euro’nun devam etmesinden yana değiller. Dahası, kriz içindeki ülkelere Alman kasalarından paranın akıtıldığını ileri sürerek, “izlenen yanlış politikanın zararlarının Almanya tarafından karşılanmamasını” talep ediyorlar. Bu nedenle AfD’nin öncekilerden farklı olarak güçlenmesinin ardında, asıl olarak arkasına aldığı belli sermaye gruplarının çıkarları bulunuyor. Ve bu sermaye grupları kendi çıkarları temelinde AfD üzerinden AB ve Euro’dan kazanç elde eden sermaye grupları üzerinde baskı kurmanın, pazarlık yapmanın planlarını yapıyorlar. Bu planların başında, Euro’nun iki ayrı gruba (Zengin Kuzey, Yoksul Güney) ayrılması ve Almanya’nın “Zengin Kuzey” grubunda yer almasınının sağlanması var. Bu talep, özellikle kriz tartışmalarının yoğun olduğu dönemde değişik kesimler tarafından da gündeme getirilmişti.
AfD’NİN SOKAKTAKİ YANSIMASI: PEGİDA
AfD’nin yükselişi ve giderek kalıcı hale gelmesi, aynı zamanda, Euro, İslam ve göçmen karşıtlığı temelinde yeni bir sağ hareket için koşulların olgunlaştığı anlamına geliyordu. Ancak, buna rağmen bu partinin yükselişi yeni sağ tehlike olarak yorumlanmadı çoğunlukla.
Ne var ki, kendisine “Batının İslamlaştırılmasına karşı Avrupalı Yurtseverler” (PEGIDA) diyen hareketin Saksonya eyaletinin başkenti Dresden’de kitlesel eylemler yapmaya başlaması, ortada yeni bir hareketin olduğu tartışılmasını da beraberinde getirdi. Bu hareketin AfD ile ne kadar bağlantılı olup olmadığı tartışılan başka bir konu oldu. Her ne kadar PEGIDA’nın başını çekenler doğrudan AfD yöneticileri, kadroları olmazsa da, son seçimlerde bu partiye oy verdiklerini gizlemiyorlar. Keza, AfD içerisinde de bu hareketle bağlantı konusunda yoğun tartışmalar yaşandı. Eylemlere katılmak için Dresden’e giden AfD Brandenburg Başkanı Alexander Gauland, “Biz bu hareketin doğal müttefikiyiz” diyordu. Saksonya’daki Meclis Grubu PEGIDA yöneticileriyle görüşmeler yaparak desteklerini sunarken, Genel Merkez’den araya mesafe konulması gerektiğine dair açıklamalar yapılıyordu. Her ne kadar örgütsel bir bağdan söz edilmezse de, aradaki fikir birliği, doğal olarak PEGIDA’yı AfD’nin sokaktaki yansıması haline getirdi. Zira Deresden Teknik Üniversitesi Anayasa ve Demokrasi Araştırmaları Merkezi (ZVD) tarafından yapılan araştırmaya göre, eylemlere katılanların yüzde 17’si AfD seçmeni olduğunu belirtiyor ve bu oran, eylemlere katılan diğer partilerin seçmenlerinden çok fazla. Eylemlere katılanların yüzde 62’si hiçbir partiyle bağlantısının olmadığını söylüyor. Bu demektir ki, mevcut partilerle bağı bulunmayan azımsanmayacak bir kitle, ırkçı grupların yönlendirmesiyle kendisine yeni bir “siyasi temsilci” arayışı içerisinde.
IŞİD terör örgütünün Irak, Suriye ve Kobane’de yaptığı insanlık dışı katliamlar ve cinayetlere tepki olarak Almanya’da Kürtler ve demokratik güçler tarafından pek çok kentte eylemler düzenlendi. Bu eylemlerin Hamburg ve Celle ayağında çok sayıda kişi Selefi Kürtlere karşı saldırıda bulunarak, katliam provası yaptı. Hem de polisin gözleri önünde. Basında “Kürtlerle Selefilerin çatışması” olarak yansıtılan bu durum PEGIDA ve diğer ırkçı gruplar tarafından “Almanya toprakları üzerinde vekalet savaşı istemiyoruz” sloganıyla işlendi ve bu temelde eylemler örgütlenmeye başlandı.
İşte bugün kitlesel bir hareket olma özelliği kazanan PEGİDA, ilk olarak Dresden’de, 20 Ekim 2014 Pazartesi akşamı, sosyal medya üzerinden yapılan ve 300 kişinin katılımıyla gerçekleşen bir gösteriyle işe koyuldu.. Bu eylemlere katılım 24 Kasım 2014’te şaşırtıcı şekilde 5 bin 500’e, 22 Aralık 2014’te 17 bin 500’e, 5 Ocak 2015’te 18 bine, Paris’teki Charlie Hebdo saldırısından sonra 12 Ocak’ta ise 25 bine ulaştı.
Her hafta katlanarak artan kitlesellik, aynı anlayıştaki ırkçı örgütler tarafından diğer kentlere de yayılmaya çalışıldı, ancak bu başarılamadı. Tam tersine, Dresden dışındaki kentlerde kitlesel şekilde antifaşist gösteriler yapılmaya başlandı.
NEDEN SAKSONYA, NEDEN DRESDEN?
Halen Doğu Almanya’da Dresden’e özgü lokal bir hareket olma özelliği taşıyan PEGIDA’nın neden bu kentte zemin bulduğu en çok merak edilen soruların başında geliyor. Elbette, geçmişle bağlantı kurulduğuna, bu hareketin Saksonya’da zemin bulmasının nedenleri var.
Bugün İslam’a karşı bir söylem üzerinden yapılan propagandanın merkezi haline gelen Saksonya, 1918/19’daki Kasım Devrimi’nden sonraki Weimar Cumhuriyeti’nin ilk “Hür Eyaleti” (Freiestaat) olma özelliği taşıyor. Bugün de bu özelliğini koruyor. En dikkat çekici nokta ise, Saksonyalıların dinle ilişkisi. Reformasyon döneminde Protestanlığı kabul eden Saksonya’da, Demokratik Almanya Cumhuriyeti döneminde hiçbir mezhebe ait olmayanların sayısı önemli oranda artmış. Şu anki resmi verilerde de Saksonyalıların yüzde 75,4’ü Hıristiyanlığın her iki mezhebine de bağlı değil. Geriye kalanların yüzde 20,9 Protestan (840 bin 490) ve yüzde 3,7’si (149 bin 570) Roma-Katolik Kilisesi’ne bağlı.
Benzer bir tablo, eylemlerin merkezi haline gelen başkent Dresden için de geçerli. 1949’de kentte yaşayanların yüzde 85’i bir kiliseye bağlı iken, bu oran 1989’da yüzde 22’ye düşmüş. Son verilere göre de, Dresden’de yaşayanların yüzde 80’i herhangi bir mezhebe bağlı değil. 530 bin nüfuslu kentte Protestan Kilisesi’ne 75 bin, Roma-Katolik Kilisesi’ne 20 bin kişi üye.
Rakamlara bakıldığında, hem Saksonya hem de Dresden’de yaşayanların önemli bir bölümü kendisini herhangi bir mezhebe ait hissetmezken, İslam karşıtlığı ve “yurtseverlik” söylemi üzerinden bir araya gelerek sokaklara dökülmeleri pek inandırıcı bir durum değil.
Kaldı ki, ZVD tarafından eylemlere katılanlar üzerinde yapılan araştırma da bunu doğruluyor. Eylemlere katılanların yüzde 5’i “dinsel ve ideolojik şiddete tepki”den, yüzde 54’ü “mevcut politikadan rahatsızlık”tan ötürü eylemlere katıldığını söylüyor. Araştırmada PEGIDA eylemlerinin temelindeki “dinsel tepki”yi ölçme konusunda başka bir veri daha bulunuyor. Eylemlere katılanların yüzde 73’ü hiçbir mezhebe ait olmadığını söylerken, yüzde 21’i Protestan, yüzde 4’ü Katolik ve yüzde 2’si de ‘diğer” diyor. Dolayısıyla ortada “İslam’a karşı Hıristiyan-Batı değerlerini” savunma diye bir tepkiden söz etmek oldukça zor. Çünkü, eylemcilerin kendileri Hıristiyan-Batı değerlerine göre yaşamıyor.
Öyle görünüyor ki; muhafazakar değerler üzerinden yürütülen propagandalarla bölgede yeniden Hıristiyanlığın mezheplerini ve milli değerleri güçlendirme amaçlanıyor. Zira, kilisenin etkisinin bu denli sınırlı olduğu bölgede, ileri sürüldüğü gibi bir “İslam tehdidi” de bulunmuyor. 4 milyonluk eyalette göçmenlerin oranı yüzde 2,8 (117 bin). Bunlar arasında İslam ülkelerinden gelenlerin miktarı kayıtlarda yer almayacak kadar az. Bu nedenle, Batı değerlerinin korunması, İslam korkusu üzerinden yaratılan propagandanın bu denli etkili olmasının arkasında daha derin nedenlerin olabileceği tahmin ediliyor.
SİYASAL MUHAFAZAKARLIK VE MİLLİYETÇİLİK
Din faktörü açısından muhafazakarlığın etkilerinin az görüldüğü Saksonya’da siyasi anlamda muhafazakarlık ise etkili. İki Almanya’nın birleşmesinden bu yana Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi eyaletin en güçlü partisi. CDU 1990-2002 yılları tek başına iktidardı. Sonraki yıllarda ise hep hükümetin büyük ortağı oldu. Sol Parti yüzde 20 civarında oyla yıllardır anamuhalefet.
Faşist Alman Milliyetçi Demokrat Parti (NPD) her ne kadar 2014’teki seçimlerde yüzde 5 barajını aşmasa da, 2004’ten bu yana eyalet parlamentosundaydı. 2004’teki eyalet parlamentosu seçimlerinde NPD yüzde 9,2 ile 190 bin oy aldı. Bu yüksek oy oranı ülke genelinde büyük tartışmalara yol açtı. 2009’daki seçimlerde ise, oy oranı gerilese de (yüzde 5,6, 100 bin oy), barajı geçerek Meclis’te grup kurmayı ikinci kez başardı.
Faşist parti NPD, Ağustos 2014’teki seçimlerde 82 bin oyla yüzde 4,9 oy alarak parlamentonun dışında kaldı. Buna karşın “yeni sağ”ın temsilcisi Almanya İçin Alternatif (AfD) büyük bir sıçramayla yüzde 9,7 (105 bin) oy alarak parlamentoya girdi.
Özetle, seçim sonuçları eyalette 10 yıldan beri “muhafazakar” bir seçmen kitlesinin olduğunu gösteriyor. NPD ve AfD’ye verilen oylar göz önünde bulundurulduğunda, sağcı partilere giden oyların aslında 2004’ün seviyesinde olduğu görünüyor. Rakamlar, Saksonya’da radikal sağcılığın, ırkçılığın asıl olarak 2000’li yılların başından itibaren güç topladığını, bu nedenle bugün gelinen aşamanın tesadüf olmadığını yeterince ortaya koyuyor.
IRKÇILIK DOĞU ALMANYA’DA DEVLET ELİYLE GÜÇLENDİRİLDİ
Ama, ırkçı-faşist örgütlerin Doğu Almanya’da 2000’li yılların başında yükselmeye başlaması da bir tesadüf değildir. Sermaye basını ve politikacıları tarafından “Doğu’ya özgü bir durum” olarak yansıtılanların arkasında, asıl olarak Doğu Almanya’da “sol”u zayıflatma amacıyla devletin ırkçı-faşist örgütleri açık ya da gizli şekilde desteklemesi bulunuyor.
Neonazi örgütlerin Doğu Almanya’daki oluşumu en çok Saksonya’da etkili oldu. Arkalarında istihbarat örgütlerinin olduğu Skinheads Sächsische Schweiz (SSS) ve Sturm 34 adlı silahlı ırkçı örgütler bu eyalette çok sayıda solcu ve göçmene saldırdılar. Açıktan, antifaşistlerin şiddetle sindirilmeye çalışıldığı günler yaşandı. NPD, artan işsizlik ve yoksulluğun da etkisiyle, tam da bu sağ terör üzerinden gelişti. Öyle ki, Eyalet Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın 2012 yılı raporuna göre, aynı yıl eyalet genelinde politik karşıtlarına karşı toplam 1602 ırkçı suç işlenmiş, bunların 131’iyse yabancılara yönelik yapılan saldırıdan oluşuyor. Bu suçların 281’i Dresden’de yaşanmış. Rapora göre, yabancılara yönelik suçun 6’sı şiddet içerikli, 18’i Dresden’de yaşanmış. Aynı yıl yine eyalet genelinde toplam 56 antisemit eylem yapılmış. Eyalet genelinde bir önceki yıla göre ırkçı suçlarda yüzde 5 azalma yaşanmış. Rapora göre, Dresden’de ise, bir önceki yıla göre ırkçı suçlarda çok düşük miktarda bir azalma görülüyor.
İstihbarat örgütlerinin kontrolünde geliştirilen şiddete yatkın aşırı sağ, sonunda, seri cinayetler işleyen NSU gibi bir terör örgütüne dönüştü. Daha önce Neonazi örgütleri kuran ve yöneten istihbarat örgütlerinin geriye çekildiğine dair bir işaret bulunmuyor. Bu nedenle, PEGIDA hareketinin merkezinde ya da etrafında daha önce şiddete açık ırkçı örgütleri yöneten istihbarat elemanlarının olması şaşırtıcı olmayacaktır. Zira, eyalette sistem partileriyle bağ kurmayan azımsanmayacak bir kitlenin olduğu göz önünde bulundurulduğunda, PEGIDA, aynı zamanda bu kitlenin yönlendirildiği bir kanal olma özelliği taşıyor. Bunun siyasal anlamdaki yansıması da AfD’den başka bir şey değildir.
PEGIDA hareketinin neden kentte taban bulduğunu araştıran Dresden Teknik Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. Werner Patzelt, PEGIDA eylemlerine katılanlar arasında kentin çevresinden gelenlerin hatırı sayılır bir miktarda olduğuna işaret ediyor. Yani, meselenin Dresden’den çok Saksonya ile alakalı olduğunu ifade ediyor. Patzelt, sokağa çıkanlar için düşman imgesinin yabancı, sığınmacı, siyaset ve medya olduğuna dikkat çekerken, eylemlerde atılan ya da taşınan “yalancı basın”, “ihanetçiler”, “sığınmacı endüstrisi” ve “ekonomik sığınmacılar” kavramlarını buna kanıt olarak gösteriyor. Zira, PEGIDA tarafından düzenlenen eylemlerde yapılan konuşmalarda da çoğunlukla bu kavramlar öne çıkıyor.
Özetle, eylemlerin kitlesel özelliğinin sadece Saksonya ile sınırlı olmasından, bunun Alman halkı içerisinde gösterilen doğal bir tepkinin sonucu olmadığı anlaşılıyor. Hareketin kitleselliği politik atmosferin oluşturduğu hassasiyet üzerinden gelişmiş olsa idi, bunun diğer eyaletlerde ve kentlerde de doğal bir yansıması olurdu. Örneğin daha önce Hartz IV’e karşı Magdeburg’da başlayan “Pazartesi Gösterileri” bir süre sonra başka kentlerde de benzer kitleselliğe ulaşmıştı.
Belirtmek gerekiyor ki, PEGIDA eylemlerinin her pazartesi yapılması ve “Wir sind das Volk!” sloganının atılması ve pankartlarda taşınmasının da tarihsel bağlantıları bulunuyor. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin (DDR) çöküşünü getiren Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 9 Kasım 1989’den bu yana Almanya’da ‘Pazartesi Gösterileri’ ve “Wir sind das Volk” fenomenleri yaşanıyor. DDR’in sonunu getiren gösterilerin her pazartesi tekrarlanması üzerine bunlara “Pazartesi Gösterileri” denmişti. İstenmeyen bir sistemin yıkılması “Wir sind das Volk” sloganı eşliğinde gerçekleştiği için adeta “kutsal” ilan edilen “Pazartesi Gösterileri”, halen de özellikle Doğu Almanya’da halkın gücünü göstermesi açısından önem taşıyor.
Pazartesi Gösterileri, daha sonra 2003’te SPD-Yeşiller hükümeti tarafından çıkarılan Hartz Yasaları’na karşı tekrar ortaya çıkmıştı. Her Pazartesi günü yapılan gösterilere ülke geneline on binlerce işçi ve emekçi katılıyordu. Eylemler, SPD’nin önemli oranda güç kaybetmesine, sonra da erken seçime gitmesine yol açtı. Bu etkinin farkında olan bazı sol gruplar halen “Pazartesi Gösterileri” düzenlemeye devam ediyor.
Pazartesi Gösterileri’nin halkın tepkisini ortaya koyması açısından yarattığı “kültür” şimdi de sağcılar tarafından kullanılıyor. Doğu Almanya’da adeta fenomen haline gelen Pazartesi Gösterileri, bu nedenle hala insanları bir araya getirmede önemli bir misyon içeriyor.
DİNSEL BÖLÜNMEDEN NEMALANIYORLAR
Açıktır ki, burjuvazinin farklı inançlardan emekçileri dini/inançsal değerler üzerinden karşı karşıya getirerek böldüğü ve bunun üzerinden dış politikadan iç poltikaya kadar değişik alanlarda uzunca bir süredir planlarını hayata geçirdiği ya da geçirmeye çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. 11 Eylül saldırılarından sonra uygulamaya konulan bu strateji değişik aşamalar ve evrelerden geçerek bugüne gelindi. 7 Ocak 2015’te Paris’te Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırı son 14 yıldır izlenen ve uygulanan bu planın bundan sonra sertleştirilerek devam ettireceğini bir kez daha gösterdi. Zira saldırıdan sonra burjuvazinin temsilcileri tarafından verilen sağduyulu açıklamaların üstü biraz kazınınca altından tehdit ve şantajın olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.
Gelinen aşamada, geçmişte yaşananların geleceğe yansımasının önümüzdeki sürece etkisini şu başlıklar altında sıralamak mümkün:
a – ) “İslami terör”le mücadele adı altında emperyalist devletler tarafından Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerindeki sömürgecilik ve işgal politikaları yoğunlaşarak devam edecek. Charlie Hebdo saldırısından sonra Fransa’dan yapılan açıklamalara bakılırsa, Ortadoğu’da bundan sonra daha aktif bir politika izlenecek. Ancak, genel olarak emperyalist devletlerin besleyip büyüttükleri IŞİD (İslam Devleti-İD) daha uzun bir süre bölgede varlığını sürdürecek. Irak ve Suriye topraklarında kontrol altında tutulan kentlerde artık bir devlet sisteminin kurulduğu, devasa gelir kaynaklarına sahip olduğu biliniyor. Bu nedenle, kısa sürede İD’nin bitirilmesi beklenmiyor. Zira, ABD’nin güvenlikten sorumlu politikacıları da İD ile mücadelenin 10-20 yıl sürebileceğini her fırsatta söylüyorlar. Bu demektir ki, İD’nin askeri bir müdahaleyle yok edilmesi, kontrol ettiği kentler ve toprakları başka güçlerin hizmetine sunması kısa sürede pek olası görünmüyor. Hal böyle olunca, İD’nin varlığı aynı zamanda bölge üzerine kontrolün şiddetle sağlanmasının koşullarının devam etmesi gerektiğini de beraberinde getiriliyor. Bu konuda elbette Suriye’deki rejimin ne kadar ayakta duracağı da önem taşıyor. “İslami terör” bu nedenle bölgenin yeniden dizaynı için emperyalist devletler tarafından kullanılmaya devam edilecek.
b – ) Ortadoğu merkezli terör devam ettikçe bunun Avrupa başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgeleri ve ülkelerine etkileri ve yansımaları da sürecek. Bu etkilerin bir ayağını farklı inançlardan emekçiler arasındaki bölünmeyi derinleştirmek oluştururken, diğer ayağında “İslami terör saldırıları” gerekçesiyle temek hak ve özgürlüklerde önemli kısıtlamalara gitme bulunuyor. 7 Ocak Charlie Hebdo saldırısı şimdi bu temeller üzerinde etkisini sürdürüyor.
“Batı değerlerini savunma” adına İslam karşıtlığı temelinde ırkçıların nasıl güç topladığı ortada. Ve bunlar Avrupa halkları arasında “İslam korkusu” yaratmanın çabası içerisindeler. Bundan sonra da olmaya da devam edecekler.
Resmi rakamlara göre, AB ülkelerinde İslam ülkelerinden gelen toplam 16 milyon göçmen yaşıyor. En çok Müslüman barındıran ülke 5-6 milyonla Fransa. Fransa’yı yaklaşık 4 milyon ile Almanya takip ediyor. AB içerisinde Müslüman nüfusun oranı yaklaşık olarak yüzde 3,5.
Gerçek bu olduğu halde, değişik kurumlar çeşitli tahminlerde bulunarak önümüzdeki dönem için bir “korku senaryosu” oluşturuyorlar. Örneğin Pew Forum on Religion & Public Life adlı kurumun araştırmasına göre, 2030 yılında Avrupa’daki nüfusun yüzde 8’i (44 milyon) Müslüman olacak. Aynı araştırmaya göre, 2030’da Fransa’daki Müslüman sayısı 6,9 milyona, Almanya’daki sayının ise 2030’da 5.5 milyona ulaşacağı ileri sürülüyor. İngiltere’de ise, şu anda 3,8 olan Müslüman sayısının 7,5 milyona çıkacağı dile getiriyor. Tahminlerden yola çıkan bu kurum, şu anda AB nüfusu içinde yüzde 3,8 olan Müslüman nüfus oranının 2030’da yüzde 8’e çıkacağını ileri sürüyor.
Bütün bunlar, önümüzdeki süreçte radikal dinciler tarafından uygulanan şiddet ve katliamların etkisiyle Müslüman ve Hıristiyan inancından emekçiler arasındaki bölünmenin 11 Eylül’den bu yana bazı açılardan derinleştirildiği ve bundan sonra da derinleştirilmeye devam edileceği anlamına geliyor.
İkinci önemli ayak da, 11 Eylül’den sonra güvenlik gerekçesiyle temel hak ve özgürlüklerde yapılan kısıtlamaların bir kademe daha kısıtlanmasını beraberinde getirmiş oluşudur. Hem AB düzeyinde hem de tek tek AB ülkelerinde Charlie Hebdo saldırısı bahane edilerek güvenlik yasaları hazırlanmış durumda . Bunlarda en dikkat çekici olan noktayı, uzun süreden beri “potansiyel suçlu” haline getirilen İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin daha somut şekilde kontrol altına alınması oluşturuyor. Bundan elbette bütün uluslardan emekçiler etkilenecektir.
c- ) Hiç şüphe yok ki, emperyalist-kapitalist devletler ve onların ideologları tarafından gündeme getirilen farklı inançlardan halklar arasındaki “medeniyet çatışması”ndan en çok nemalanan bir diğer kesim de, İslam adına hareket ettiğini ileri süren radikal dinci terör örgütleridir. 11 Eylül’den bu yana “terörle mücadele” adına başlatılan süreç, gelinen aşamada terörü bitirmek bir yana daha da büyütmüş, hatta Ortadoğu coğrafyasının en kıymetli bölgesinde “devletleşme”sine yol açmıştır. Bu akımlar, bundan sonra da etki alanlarını genişletmek ve seslerini duyurmak için Madrid (2004), Londra (2005) ve Paris’te (2015) olduğu gibi terör eylemlerine devam edecekler. Bu terör saldırılarının en çok Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslüman inancından, sonra da bütün uluslardan inanan ya da inanmayan emekçilere zarar verdiği açıktır.
Bu saldırıların daha fazla etkide bulunmaması için öncelikli olarak kendisini İslam’ın temsilcisi olarak ilan eden kurumların ve şahsiyetlerin zaman geçirmeden tepkisini göstermesi, terör ile Müslüman inancından olan emekçiler arasında bir bağın olmadığını ortaya koyması gerekiyor.
Zira her terör saldırısı, köken olarak bu ülkelerden gelen her bir bireyi Avrupa’da “potansiyel suçlu” ya da “şüpheli” haline getiriyor. Bununla birlikte İslam’ın ne denli şiddet içerikli bir din olduğuna dair açıklamalar, yazılar arka arkaya diziliyor. Ancak İslam adına hareket ettiğini ileri süren örgütlerin çoğu “ama”ları öne çıkararak, İslam adına işlenen terörle araya mesafe koymakta tereddüt ediyor.
Elbette sermaye ve gerici akımlar tarafından din üzerinden körüklenen kutuplaşmada, bu çevrelerin de rolü ve sorumluluğu var. Radikal İslamcı terör gruplarını eleştiren, İslam dinini onların temsil etmediğini söyleyen bu çevreler, bugüne kadar izledikleri politikalarla, ortaya koydukları tavırlarla halklar ve inançlar arasında kardeşliği öne çıkarma yerine kendi cephelerinden önyargıları körüklediler.
Bu nedenle, Avrupa’da da son birkaç yıldır olup bitenler, farklı inançlardan ve mezheplerden emekçiler arasında din üzerinden ayrımın öncekine göre çok daha derinleştirildiğini gösteriyor. Ekonomik-sosyal sorunlardan çok inanç ve ulusal kimlik üzerinden bölünmenin yaratıldığı ya da yaratılmaya çalışıldığı politikaların en etkili olduğu bölgelerin başında Batı Avrupa geliyor. Hal böyle olunca da, İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin sosyal sorunlarının üstü çoğunlukla ‘İslam kimliği”yle örtüldü. İşçilikten, emekçilikten, göçmenlikten kaynaklı sorunlar çoğunlukla inanç düzeyine indirgendi. Hal böyle olunca, bu durum en çok bu bölme politikalarından yararlanan hükümetlerin, ırkçıların ve din temelinde örgütlenen cemaatlerin işine yaradı.
Elbette; İslam adına hareket eden, örgütlenen kişi ve kurumların İslam adına yapıldığı ileri sürülen alçakça bir saldırıyı “ama”sız mahkum etmesi, tavır alması önemlidir. Ancak; Almanya’da Müslümanlar adına hareket ettiğini ileri süren cemaatlerin çoğu Alman kamuoyuna “barış dili”ni kullanırken; diğer taraftan cami-dernek cemaatleri başta olmak üzere Türkiye kökenlilere yönelik propaganda ve faaliyetlerinde ise “Müslümanların haklarını ve kutsal değerlerini savunma, dinine sahip çıkma” adına bölünmeci, kutuplaştırmacı bir tavır göstermekte; yerli halka karşı önyargı ve endişeleri büyüten bir pratik sergilemektedir.
“Biz” ve “Onlar” üzerinden yaratılan dini ve milli ayrım, asıl olarak Müslüman-Hıristiyan ikilemi üzerinden canlı tutularak, Müslüman inancından olanların kendi içine kapalı halde yaşamasına kendi cephelerinden önemli ölçüde katkı sağlamaktadır. Bu nedenle “Biz” ve “Onlar” ayrımını sadece terör saldırıları dolayısıyla yapılan sembolik törenlerde değil, hayatın her alanında kaldırmak gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde bir taraftan radikal dinciler diğer taraftan radikal ırkçılar güçlenmeye devam edecekler ve her cinayet, farklı dinlerden gelen emekçiler arasındaki bölünmeyi daha da derinleştirecektir.
Hayatın her alanında karşılıklı saygı ve ortak sosyal sorunlar temelinde birlikte yaşam elbette kurmaca-yapay ve salt dilekle olacak bir durum değildir. Bunun olabilmesinin en önemli koşullarından birisi, etnik ve dini değerler üzerinden yaratılan önyargılar ve kutuplaşmanın kırılması; ortak sosyal sorunlar ve ihtiyaçlar etrafında bir araya gelebilmektir. Bugün Almanya’yı etkisi altına alan İslam karşıtı harekete karşı yapılan eylemlere, çoğunluğu Alman antifaşisti, demokrat olmak üzere binlerce, on binlerce insan katılıyor.
Paris Katliamı’ndan sonra, ırkçı hareketlerin bunu siyasi malzeme olarak kullanma çabalarına karşı demokratik kamuoyunun daha da güçlü bir şekilde bu eylemleri sürdürerek, meydanı ırkçılara bırakmayacağı mesajı vermesi ise oldukça anlamlı ve dine dayalı bölünmüşlüğün zayıflatılması adına umut vericidir. Türkiyeli ve diğer Müslüman kökenli göçmenler açısından da asıl kulak verilecek ve karşılık bulması gereken mesaj bu olmalıdır.
“İslam karşıtlığı” adı altında yapılan ırkçılığa ya da göçmenlere yönelik ayrımcılığa öncelikli olarak Alman halkı ve demokratik örgütlerin karşı çıkması oldukça değerli ve anlamlıdır. Ancak bu İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin ve onların örgütlerinin antifaşist gösteriler karşısında kayıtsız kalması anlamına gelmiyor, gelmemelidir.
Ne var ki; başta Türkiye kökenli İslami örgütler olmak üzere, İslam ülkelerinden gelen göçmenleri temsil iddiasındaki birçok örgüt, Alman halkıyla birlikte ırkçılığa karşı ortak tutum sergilemekten adeta kaçınır bir tutum içinde olmuştur. Üyeleri ve cemaat arasında ırkçılığın, ayrımcılığın ne kadar yakıcı bir sorun olduğunu propaganda etmiş, ama ırkçıları, milliyetçileri protesto eden Alman halkının eylem ve etkinlikleri ise bileşilecek türden, güven verici hareketler olarak görülmemiş, gösterilmemiştir.
Sonuç olarak; Paris’te İslam adına yapılan ve hem yerli hem göçmen halkta yeni kırılmalar, kuşku ve önyargılar yaratan Charlie Hebdo sarsıntısı, bir kez daha göstermiştir ki, bu katliamın sorumluları, dini siyaset aracı haline getiren çevrelerdir; ve halkları din üzerinden bölüp kutuplaştıranlara karşı gereken tavır gösterilmezse son olmayacak; toplumu zehirleyen bölücü politikalar daha da can yakmaya ve hem yerli halk hem de göçmenler için hayatı zorlaştırmaya devam edecektir.
İSLAMOFOBİ: TEHLİKELİ BİR SİYASET
Elbette bu derneklerin tutumu bağlı oldukları Türkiye devletinden ve AKP hükümetinden farklı değil. Son birkaç yıldır Avrupa’da İslam karşıtlığı üzerinden güçlenen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, AKP ideologları ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından bilinçli olarak “İslamofobi” ilan edilerek, bu kavram altında önemli bir politik argümana dönüştürüldü. Hal böyle olunca, tıpkı Charlie Hebdo saldırısından sonra olduğu gibi, her olayın altında İslamofobi olduğu dillendirildi. Bu, aslında, AKP Hükümeti’nin de, Avrupa’da İslamı kendilerine önemli bir “enstruman” haline getiren ırkçıları kendisine siyasi bir malzeme haline getirdiğini gösteriyor.
Günümüzde bütün olup bitenlere darlaştırılmış halde “İslamofobi” çerçevesinde bakanlar, aslında bununla Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli milyonlarca emekçinin yaşadığı ülkenin emekçileriyle, halklarıyla birleşmesinin önüne geçmek istiyorlar. İçeride ise, emekçiler arasında dini ve milli duyguları güçlendirmek, kendi yedeklerine almak için kullanıyorlar.
Adı üzerinde gerçekten çok bir “fobi” durumu söz konusu ve AKP ideologları da bu “fobi”yi gerçek olarak sunmanın çabası içerisindeler. Bugüne kadar bu kavramı yerli yersiz kullanmaları yetmiyormuş gibi, bir de 20-30 Nisan 2015’te, Dünya İslamofobi Kongresi’ni Ankara’da toplamayı planlamış bulunuyorlar. Demek ki, Batı’daki ırkçı ve yabancı düşmanı hareketi “ırkçılık” yerine “İslamofobi” olarak tanımlamak ve geniş kitleleri de bu temelde ikna etmek çok daha verimli bir durum olarak görünüyor! Çünkü “İslamofobi” olarak tanımlandığı takdirde İslam’la doğrudan bağlantılı olan fanatizm, şiddet eğilimleri, kadına baskı ve laikliğin reddine kadar birçok konunun üzerini örtmek çok daha kolay hale gelmektedir.
Uzunca sayılabilecek bir süredir, Avrupa’daki klasik ırkçı parti ve hareketler, hitap ettikleri kesimler arasında daha fazla etkili olabilmek için strateji değişikliğine giderek, İslam ve cami karşıtlığını kullanıyorlar ve buradan pek çok ülkede de azımsanmayacak düzeyde siyasi bir güç elde elde etmiş durumdadırlar.
Irkçıların İslam düşmanlığını bu denli etkili kullanmasında, elbette İslamcı terörizm ve uyguladıkları şiddet, radikal siyasal İslam’ın katliam ve kıyımları, İslam ülkelerindeki totaliter rejimler ve temel hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar önemli bir rol oynamaktadır.
Yani; siyasal İslam’ın terörist saldırıları ve cinayetlerinin sayısı arttıkça, İslam düşmanlığı üzerinden ırkçılık yapılarak toplum içerisinde etkili olma da o denli artıyor.
Bu nedenle, bolca sözü edilen “İslamofobi”nin artmaması için, aynı zamanda, İslam adına işlenen cinayetlere en net ve kesin tavrın yine İslam adına hareket ettiğini ileri süren kurumlar, devletler ve liderler tarafından gösterilmesi zorunludur. Bu yapılmadığı taktirde ırkçıların İslam’ı kendi görüşlerine kalkan yapması ve bunun geniş kitleler arasında destek görmesi daha fazla “haklılık” kazanıyor.
Bu nedenle, Avrupa’da siyasal İslam’ın cinayetlerinden hareketle İslam’ı kendilerine kalkan edinip Hıristiyan inancından olanlarda “fobi” haline getirerek güç toplayan ırkçı hareketler, en başta bu cinayetler karşısında açık tutum almayan bu yaklaşım üzerinden büyüyorlar. Meseleyi Hıristiyan-Müslüman ikilemine sokarak, “İslamofobi”ye indirgeyenler de ırkçıların güçlenmesini kendilerinin güçlenmesine vesile olarak kullanıyorlar. Birbirini besleyen ikiz kardeştirler!
Bu nedenle, günümüzde ırkçılıkla mücadele aynı zamanda İslam adına yapılan cinayetlere, barbarlıklara, her türden insanlık dışı uygulamalara karşı mücadeleyle birlikte ele alınmalı ve yürütülmelidir. Bu yapılamadığı taktirde her iki gerici kesimden birisinin yedeğine düşme tehlikesi her zaman bulunmaktadır.
BİRİBİRİNİ BESLEYEN GÜÇLERE KARŞI MÜCADELE
11 Eylül 2001’den bu yana dünya çapında yaşananlara bakıldığında görülecektir ki, “medeniyetler çatışması” tezini ortaya atan ve bunun üzerinden dünyayı ve farklı uluslardan inançlardan emekçileri bölüp kutuplaştırarak yönetmek isteyen emperyalist devletler, egemen sınıflar ve değişik bölgesel aktörler; gerek kendi ulusal sınırları içinde gerekse Ortadoğu, Afrika ve Asya gibi stratejik önem taşıyan coğrafyalara ilişkin politika ve hamlelerine dayanak oluşturmak üzere “İslami tehlike”yi adeta bir ‘korkuluk’ olarak kullanageldiler. Bu, “radikal İslam” adı takılan siyasal İslamcı terörist çetelerin faal olmadıkları ve emperyalistler ve onlarla işbirliği yapmakta olan bölgesel gerici dikktatörlükler ve burjuvazileri tarafından önleri açılıp teşvik edilerek katliamlar düzenlemedikleri anlamına gelmiyor; tersine bu katliamlar teşvikçilerinin işlerini kolaylaştırmakta, atacakları adımlar bakımından “İslami tehlike”yi argüman olarak kullanmalarını sağlamaktadır. “Teröre karşı güvenlik”; “totaliterliğe karşı demokrasi ve uygarlık” gibi propagandalarla ülkeler işgal edildi, yüz binlerce insan katledildi, milyonlarcası da yerinden yurdundan edildi. Kimi zaman doğrudan işgaller, kimi zaman iç savaşları, çatışmaları körükleme biçiminde sürdürülen bu politikalarda İslamcı terör örgütleri işgaller ve rejim değişiklikleri için enstrüman olarak kullanıldılar, kimi zaman da bu örgütler “uygar dünyanın karşısındaki en büyük düşman” ilan edilerek emperyalast metropollerde emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik saldırıların hareket noktalarını oluşturdular.
Haliyle bu emperyalist işgal politikaları ve saldırganlıklar, dönemsel zaferler elde etse de, Irak işgalinin ardından gelişmesi için münbit toprak bulan IŞİD örneğinde olduğu gibi, aynı zamanda yok edileceği ilan edilen terörü bitirmek yerine büyüttü, güçlendirdi. Uzak Asya’dan Ortadoğu’ya ve Afrika’ya kadar uzanan şeritte giderek kök salan radikal dinci terör, içi boş bir anti-emperyalizmi kullanıp Batı karşıtı kılıfa da bürünerek bütün dünyanın başına bela edilmiş oldu.
Emekçileri ve halkları bölüp, düşmanlaştırmaya dayalı bu çatışma ve saldırılardan ne Ortadoğu ne de Batı coğrafyasındaki halkların bir yarar sağlayamayacağı; tersine hayatları, ekmek ve özgürlüklerinin daha da zora gireceği, girdiği ortadadır. Nitekim, birbirini büyütüp besleyen bu iki gerici gücün çatışması arasında sıkışıp kaldığı müddetçe, işçi ve emekçilerin nefes alabilmeleri daha da zorlaşmaktadır. Tersine, gerek Avrupa gerekse Ortadoğu ve diğer bölgelerde nefes alabilmenin yolu bu kıskaçtan çıkabilmek; yani hem dinci gericiliğe hem de emperyalist talan ve zorbalığa “dur diyebilmek”ten, onların etkisini kırabilmekten geçmektedir.
Son 15-20 yıldır yaşadığımız tecrübe çok açık bir biçimde göstermektedir ki, hem siyasal İslamcı hareketler hem de emperyalistler ve ırkçı-ayrımcı hareketler, dinsel değerleri siyasi hegemonya konusu olarak görmekte ve kullanmaktadırlar. Ve her üç akım ve gücün de halklara ve insanlığa karşı işlediği suçlar o derece ağırdır ki, birbirlerinin yaptıklarını gerekçe göstererek bunun sorumluluğundan kurtulamazlar.
Süreci gerici politikaları tersine çevirme süreci olarak ele almak gerekiyor. Alman halkı PEGIDA karşıtı kitlesel eylemlerle ırkçılığa ve kutuplaşmaya karşı değerli ve anlamlı bir mesaj vermektedir. Bu ülkenin kopmaz bir parçası haline gelen göçmen kökenli emekçiler Alman sınıf kardeşleriyle birleştikleri ve bu birleşik mücadele işyerinden okula hayatın her alanında yaygınlaştırıldığı ölçüde gericilik püskürtülecek, ırk, din, ulus, dil ayrımının olmadığı, bütün halkların kardeşçe bir arada yaşadığı, sömürüsüz ve aydınlık yarınlar için mevziler kazanılmaya başlanacaktır.