Ağustos ayının başında Vehbi Koç’un iki ay önce SHP ve DYP Genel Başkanlarına birer mektup yazdığı ve İnönü’ye yazdığı “toplumsal uzlaşma” önerisi içeren mektubu basına yansıdı. SHP’nin işten çıkarmalar konusunda hükümetin önlem alması ve iktidara geldiklerinde bu konuda anayasa değişikliğine gidileceği yolundaki sözlerine yanıt niteliğinde olduğu belirtilen mektupta, Vehbi Koç, işsizlik ve işten çıkarmaların sorumlusunun sendikalar olduğunu öne sürüyor. Bir sendikanın yaptığı toplu sözleşmeden sonra ikinci sendikanın daha fazla ücret almadan sözleşme imzalamadığını, bu durumun lüzumsuz grevlere yol açtığını; dünyada grevler süratle azalırken, hatta neredeyse ortadan kalkarken, ülkemizde grevlerin yaygınlaşması ve grevde kaybolan işgünü sayısının çığ gibi büyümesinin hepimiz için düşündürücü olması gerektiğini söylüyor. Yükselen ücretler karşısında ayakta durabilmek için Türk sanayisinin mekanizasyon ve robotlaşmaya gitmesi halinde yüzde 30-50 daha az işçi kullanmak zorunda kalacağını, işsizliğin daha da artacağını söylüyor. En önemli husus olan, nüfus artışını yavaşlatmak için önlem alınması gerektiğine iktidar ve muhalefet partilerinin hiç eğilmediğinden yakınan Vehbi Koç, bugünkü şartlarda birçok fabrikanın yaşamak için ya işçi çıkarmak ya da kapanmakla karşı karşıya olduğunu, “memleket sanayisi”nin ayakta durması gerekliğini vurguluyor. İşçi çıkarmalarını mevduat yoluyla önlemenin sanayi gerçeklerine uymadığını, başta ABD olmak üzere batıda sanayinin zarar ettiği ülkelerde derhal işçi çıkarabildiğini, sanayicinin zor durumda olduğunu, “sanayici fazla kar ediyor, işçi az ücret alıyor” kanısının doğru olmadığını, sanayicinin kazandığının yüzde 40-50’sini vergi olarak verdiğini, bazı yıllarda yaptığı karın enflasyonu bile karşılamadığını, vs. öne sürüyor. Sonuç olarak Vehbi Koç, “Sermayedarın sermayesinin hakkını, işçinin emeğinin hakkını, devletin de vergisini dengeli bir şekilde alabilmesi için iktidar ile muhalefetin, ilgili tarafları, uzmanları dinleyerek, Batı’daki örnekleri inceleyerek, beraberce adil bir çözüm bulunmasını, aksi halde ülkede kalkınmanın zorlaşacağını” söylüyor.
İlk bakışta insan bu sözlerden yola çıkarak Türkiye’de işçi sınıfının yaratılan artı-değerin yüzde 90’ını ‘götürdüğünü’ düşünebilir! Ve burjuvazinin Vehbi Koç’un ağzından dile gelen “mağduriyeti” karşısında Türkiye’de işçi sınıfı ile burjuvazinin yer değiştirdiğini sanabilir! O denli ‘dokunaklı’ bir mektup! Hemen burada, burjuva ekonomistlerinin saptamasına göre, son on yılda % 30 olması gereken işçi maliyetinin % 10’un altına düştüğünü söylersek, Vehbi Koç’un “adil çözüm” önerisinin neyi amaçladığı anlaşılabilir.
“Toplumsal uzlaşma” öneren burjuvazinin, “uzlaşma” sözü ” “Çatışma”yı burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmayı, kabulünü ele verirken, aynı anda (söz konusu mektupta) “memleket sanayisi”, “ülke kalkınması” sözleriyle kendi fabrikalarını, toplumun mülkü, kendi sınıf çıkarlarını toplumun ‘kalkınması’ gibi kolektif bir sahiplik ve yarar kılıfında sunması, bu ikiyüzlülük, dokunaklı adil çözüm önerisi gerçek amacını açığa vuruyor.
Mektuptaki bir diğer ince demagoji de, işçi sınıfını açıkça suçlamaktan kaçınarak sendikaları günah keçisi ilan etmektir. Bunda burjuvazinin yakın vc uzak çıkarları gizlidir. Vehbi Koç’un Batı’daki örneklerinin incelenmesini önerdiği “adil çözümler” de, işçi sınıfının uzun ve kanlı mücadelelerle elde etliği kazanımlar üzerine örneklenen sendika bürokrasilerinin burjuvaziye eklenmesi söz konusudur. Türkiye’de de sendika bürokrasisi, her toplu sözleşme döneminde, her toplumsal çatışma sürecinde burjuvaziye hizmet etmekle büyük bir çoğunluğuyla üzerine düşeni canla başla yapmaktadır. Ama öte yandan, işçi sınıfının gelişmekte olan mücadelesi sendika bürokratlarını, bu işçi sınıfı içindeki burjuvazinin hizmetkârlarını zorlamaktadır. Burjuvazi, sendikaların, Batı’daki örneklerinde olduğu gibi, işçi sınıfı mücadelesini bütünüyle düzen sınırları içine hapseden, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında tampon bir kast teşkil eden bir güç olarak görmek istemektedir. Batı’da birkaç yarım yüzyıl dinmeyen kanlı sınıf mücadelelerinin deneyimiyle, tez elden işçi sınıfının önünün kesilmesi dileği, aynı süreci bir yüzyıl gecikmeyle yaşayan Türkiye açısından tehlike çanlarının çalması karşısında burjuvazinin acil bir gereksinimi olarak gündemde durmaktadır. Vehbi Koç’un şahsında dile gelen burjuvazinin “toplumsal uzlaşma” önerisi bu gereksinimi gündeme getirmektedir. Burada tarihteki örneklerinden farklı olarak “toplumsal uzlaşma” işçi sınıfına karşı burjuvazinin uzlaşma isteğidir. Burjuvazi işçi sınıfına karşı zaten uzlaşma içindedir. Ancak, sendikaların tabandan gelen baskılara karşı göstermelik işçi sınıfı savunuculuğu, işçi sınıfı mücadelesinin son yıllarda sendikal bürokrasileri de tanımayan, sokaklara taşan, fabrika işgalleri, direnişler boyutlarına varan mücadelesi karşısında, dipten gelen dalganın savurmaya başladığı sendika bürokratları işlevlerini sürekli kılabilmek, kolluklarına tutunabilmek için işçi sınıfı mücadelesinin yanında gözükmek zorunda kalmaktadırlar. Henüz büyük çoğunluğuyla sınıf sendikacılığından uzak olan sendika mücadelesi ile aynı şekilde kendisi için mücadele sınırlarını aşmamış olan sınıf hareketi burjuvazinin kendi geleceği açısından tehlike sınırında bulunmaktadır. İşçi sınıfı hareketi içinde bulunduğu yoğun mücadele sürecinde geliştikçe, sendikal bürokrasinin işçi sınıfına hükmetmesi, mücadeleyi hak talepleri ve kendiliğinden mücadele sınırları içinde tutması şansı giderek kalmayacaktır. Bu durumun kendi geleceği açısından taşıdığı önemi gayet iyi bilen burjuvazi, sendikal bürokrasiyi burjuva ittifakı içine resmen dâhil etmek için SHP ve DYP’nin amcalığına başvurmakladır. Sendika aracılığıyla mücadelenin işçi sınıfı içinde gördüğü genel kabul nedeniyle sendika yönetimlerinin oynayacağı rolün önemi açıktır. “Toplumsal uzlaşma” görüntüsü altında işçi sınıfına karşı sendikaları da kapsayan bir burjuva ittifakı, işçi sınıfı hareketini yalnızlaştırmaya ve meşru mücadelesini gayrimeşru bir konumda göstermenin zeminini hazırlamaya yöneliktir.
Vehbi Koç’un ve burjuvazinin “adil çözüm”, “toplumsal uzlaşma” önerilerinin gerçek içeriği budur. Peki, “toplumsal uzlaşma” nedir? Bugün Türkiye’de toplumsal bir uzlaşma olabilmesinin koşulları var mıdır?
Toplumsal uzlaşma, uzlaşmaz sınıf çıkarları bulunan sınıfı toplumda, sınıflar-arası mücadelede bir ara dönem, bir geçiş dönemi, belirli koşullar altında karşılıklı güç ilişkilerinin dengelendiği geçici bir süreç olarak tanımlanabilir. Kapitalist sistemde uzlaşmaz sınıf çıkarlarına sahip burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadele süreklidir. Bu, sistemin karakterinden kaynaklanır. Ta ki, işçi sınıfının sınıf bilinci ile donanmış olarak siyasal iktidarı ele geçirerek sosyalizmi kurmasına, burjuva sınıfı ortadan kaldırmasına kadar bu uzlaşmaz çelişki sürer. Burjuva sınıfın ortadan kaldırılması ve ekonomik ve toplumsal sistemde burjuva unsurların tedrici olarak temizlenmesi ile çelişki ortadan kalkar ve komünizme geçişle sözcüğün tam anlamıyla bir toplumsal uzlaşma süreklilik kazanır. Ama bu sınıfları olmayan bir toplumsal uzlaşmadır.
İşte işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesine kadar kendiliğinden veya örgütlü öncü gücüyle burjuvaziye karşı verdiği mücadelenin sürekliliği içinde yükselişler, gerilemeler, inişler, çıkışlar olur. En yaprak kıpırdamadığı sanılan dönemlerde bile içten içe bir mücadele yaşanır. 12 Eylül darbesiyle tüm sendikal mücadele, grevler yasaklandığı halde yer yer az da olsa eylemler, fiili grevler oldu. Nihayet ‘80’li yılların ortalarından itibaren giderek yükselen bir mücadele seyri yaşanıyor.
Türkiye’de de geçmişte zaman zaman dile getirilen toplumsal uzlaşma önerileri, gelişme seyri Batı’dakine pek benzemeyen emperyalist kapitalizmin işbirlikçisi burjuvazisini gönlünde bu talep, kafasına vur ekmeğini elinden al türünden bir işçi sınıfı görmek arzusunun dile getirilişi olmuştur. Zira 24 Ocak kararlarını, silah zoruyla susturulmuş bir halk ve işçi sınıfı; bütün muhalefeti susmuş, örgütlülükleri dağıtılmış, grevleri yasaklanmış, bir toplum; diledikleri yasa ve kararları hükümetler eliyle anında çıkarılan ve uygulamaya sokulan bir ortamda yaşama geçiren burjuvazi, ekonomik krizine 12 Eylül uygulamalar ve devamındaki aynı siyasal ortamda da çare bulamamıştır. Ekonomik krizlerin nedeninin, işçi sınıfı, onun grevleri, toplu sözleşmelerde işçi maliyetini % 10’un üzerine çıkarmayan işçi ücretleri olmadığı, 12 Eylül den sonraki süreçte ekonominin
‘düze çıkamaması’ ile en kalın kafalı olanları bile ikna edecek açıklıkla ortaya çıkmıştır, işten atmaların, işsizliğin sorumluluğunu sendikaların üzerine alan burjuvazi, kapitalist sistemin onmaz hastalığını açık etmeme çabası içindedir. Ekonomik krizlerin nedeni kapitalist sistemin kendisi, eşitsiz ve anarşik üretim yapısıdır. Türkiye’deki biçimiyle emperyalizme bağımlı, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin aşırı kârı ile ayakla kalabilen niteliğidir. Son on yılda işçi maliyetlerinin % 10’un allına düştüğünü burjuva ekonomistleri itiraf ederken, bununla yetinemeyen burjuvazinin hastalığının çaresizliğini açıklayacak başka bir kamla ihtiyaç yoktur. Hal böyle iken, burjuvazinin çıkarları doğrultusundaki yasa ve kararlar dişe dokunur bir müdahale ile karşılaşmaksızın meclisten geçerken, uygulanmaları ile ortaya çıkan hak ihlallerine karşı hiçbir yasal yaptırım yolu yokken, halk muhalefetinin sesi zorbalık ve anti-terör yasalarıyla karşılanırken, burjuvazi hangi uzlaşmadan, hangi koşullarla uzlaşmadan söz ediyor? Eğer gerçeklen uzlaşma söz konusu ise, burjuvazinin ödün vermek için hiçbir nedeni yoktur. O nasıl ki, kendi fabrikalarının işletmelerini ‘memleket sanayisi’ diye yutturmaya çalışıyorsa, aynı şekilde işçileri dilediği gibi işten atmak özgürlüğünü meşrulaştırmayı siyasal partilere ‘memleket sanayisinin kurtarılması’ olarak dayatıyor. Bu konuda muhalefetinin onayını, aracılığını, mutabakatını istiyor ki, muhalefeti yanına kalabilirse, işçi ve halk muhalefetine karşı sesini daha gür ve kesin yükseltebilsin! Toplu sözleşme görüşmelerinde sendika yönetimlerinin tabandan gelen baskıyı göz ardı edememeleri karşısında sendikaları suçlayıp, bu sadık hizmetkârlarını azarlasın ki, bir sonraki dönemde hizmetlerini daha kusursuz yerine getirebilsinler. İçinde bulunulan ekonomik ve siyasi çıkmazların sorumlusu sendikalar gösterilsin ki, işçi sınıfının mücadele merkezleri olmasının önlenmesi için geleceğe yönelik düzenlemelerde, buralar mücadele merkezleri olmaktan çıkarılıp, tam anlamıyla burjuvazinin hizmetinde göstermelik işçi örgütleri haline getirilsin. Özgürlük Dünyası’nın geçen sayısında incelenen Kalite Çemberi ve Japon Modeli Sendikacılık türü, sınıf mücadelesini baltalayan, işçileri burjuvazinin hem işgücünü sömürdüğü, hem sömürüsünü arttırmakla sorumlu tuttuğu, hem de zarar ettiği takdirde işveren zahmet etmeden kendiliğinden işten çıkan, burjuvazinin külfetini azaltıp, karını artıran fedakâr “köle örgütleri” haline getirebilsin.
İşte, burjuvazinin “toplumsal uzlaşma” koşullan bunlardır! İşçi maliyetini % 10 altına düşürüp, sömürüyü % 1000’e mümkünse! çıkarmak, işten atmaları burjuvazinin meşru hakkı olarak resmen tanıtmak, sendikaları tümüyle kontrolüne almak.
Bugünkü siyasi ve ekonomik koşullarda, nasıl burjuvazinin işçi sınıfı ile uzlaşmak için hiç bir nedeni yoksa işçi sınıfının burjuvazi ile uzlaşmamak için binlerce nedeni vardır. Bunların en başında, onmaz hastalığı ile kıvranan emperyalist kapitalist sisteme alternatif olarak, kendi elleriyle kurup, yaşatabileceği, yerleştiği oranda sağlamlaşarak geleceği, sosyalist sistemi vardır. Bu geleceği yakınlaştıracak en önemli faktörlerden biri, işçi sınıfının burjuvazi ve onun her türden destekçisi ile asla uzlaşmamasıdır. İşten atmalara karşı aktif direniş, sendikaları sınıf sendikacılığı çizgisine çekmek için çalışmak, mücadele etmek, işçi sınıfı bilinciyle donanarak, öncü partisiyle geleceğin iktidarının nüvelerini oluşturmak, gasp edilen hak ve özgürlükler için mücadeleyi sosyalizm mücadelesi ile birleştirmek; bu koşullarla köylü ve diğer emekçi halk kesimleri ile ancak bunlarla uzlaşmak! İşçi sınıfının uzlaşabileceği alan budur.
EK:
TOPLUMSAL UZLAŞMA NEDİR?
Uzlaşma, sözcük anlamıyla karşılıklı ödünler içeren bir anlaşma olarak tanımlanabilir. Sınıflar mücadelesi tarihinde toplumsal anlaşma olarak niteleyeceğimiz olumlu ve olumsuz örnekler vardır. Örneğin, Bismark’ın Almanya-Avusturya savaşı öncesinde Alman ulusal birliğini sağlamak için verdiği “genel oy” vaadi karşısında Lassalcıların ve liberal burjuvazinin desteğini sağlaması, bundan kendi diktatörlüğünü sağlamlaştırmak için yararlanması toplumsal anlaşmalara tarihsel kötü örnektir. 1930’ların ortalarında, Fransa’da “halk cephesi” hükümetleri döneminde, ya da İspanya’da iç savaş öncesinde yapılan, faşizme karşı çeşitli demokrat güçlerin ittifakı koşullarında ortaya çıkan toplumsal uzlaşmalar ise olumlu örneklerdendir.
“Toplumsal uzlaşma’nın doğruluğu ya da yanlışlığı hangi koşullarda gerçekleştiğine bağlıdır. Eğer anlaşma burjuvazinin lehine, emekçilerin aleyhine sonuçlar doğuruyorsa, sınıf mücadelesini gerileten bir amaca hizmet ediyorsa emekçilere ihanettir.
Genel olarak yaklaşıldığında “toplumsal anlaşma”, emekçilerden yana bir hükümetin işbaşına geldiği ve gerici güçlerin bu hükümeti devirmeye yöneldiği koşullarda, hükümetin emekçilerin desteğini sağlamak, emekçilerin de kimi kazanımlar; elde etmek için yaptıkları bir anlaşmadır. Örneğin, ilerici, anti-emperyalist bir hükümetin, emperyalizmin çıkarlarına tutum alması, fiyatları dondurma, yabancı sermayeyi ya da tekelleri ulusallaştırma programını uygularken, emekçilerden ücret artışı, grevler vb. konusunda destek istemesi, bu koşulların belirli bir sözleşmeye bağlanması bir “toplumsal anlaşmadır” ve koşullara göre de sınıf mücadelesini ilerletici olacağından desteklenebilir. Ama bugün Koç ve diğer büyük burjuvazinin sözcülerin önerdiği “toplumsal anlaşma” sınıf düşmanı bir anlaşma olacaktır. Çünkü her şeyden önce bugün başta bulunan hükümet işçi ve emekçi düşmanı politikalar izlediği gibi, emperyalizme hizmette kusur etmeyen, bütün politikası emperyalizm ve büyük sermayenin çıkarları doğrultusundadır, böyle bir hükümetle, bu politikaları destekleyen burjuvazi ile işçi sınıfının, emekçilerin uzlaşacağı hiçbir şey yoktur. Bu yüzden de değil bir toplumsal uzlaşma, bunun burjuvazi ve hükümetle tartışılması bile sınıfa yapılabilecek en büyük ihanettir.
Eylül 1991