Günlerce, hatla aylarca öncesinden başlayarak Türk hükümet ve devlet yetkilileri, siyasi partiler ve basın, dünya emperyalizminin başı Bush’un Türkiye’yi ziyareti için övgülerin yanı sıra, Türkiye’nin bu ziyaretten elde edeceği kazancın propagandasını yaptılar. Körfez krizi ve savaşı sırasında Türkiye’nin ABD ve müttefiklerinin yanında tereddütsüz yer alması ile jeopolitik ve jeostratejik konum ve önemi ile Türkiye’nin emperyalistlerin için ne denli önemli olduğunu ispatladığını; bu ziyarette de bu avantajları iyi kullanarak Ortadoğu’da konumunu pekiştirmesi ve AT’a girilmesi için fırsatların değerlendirilmesi konularında akıl hocalığı yaptılar. En gericisinden en “liberal”, “demokratına kadar tüm siyasi çevreler ABD ile ilişkilerin daha da geliştirilmesi yolunda çağrılar ve propaganda yapmada birbirleriyle yarışa girdiler. Geleneksel devletçi politika yanlısı kimi çevreler, muhalefet partileri SHP, DYP, Kıbrıs konusunda tavizkar olunmaması dışında, ABD’nin getireceği her türlü öneriyi önceden kabul etmişlerdi. Bush’un Türkiye’ye gelişi üzerine söylenen sözler unutuldu; herkes Kıbrıs konusu olsun ya da bir başka konu olsun, Türkiye’nin çıkarları aleyhine baskı yapılmadığı, olumlu yaklaşımlar içinde olunduğu konusunda hemfikir davrandılar.
Bush’un gezisi, “32 yıllık bir aradan sonra olması” açısından değil, gerçekleştiği tarihi konjonktür açısından önem taşıyor. Gözlerden kaçırılmaya çalışılan tam da bu oluyor. Ziyaret, Körfez savaşının ardından, “yeni dünya düzeni”nin oluşturulması senaryolarının başladığı ve bunun bir parçası olarak bu “yeni düzen”de Türkiye’nin alacağı konum ve oynayacağı rolün belirginleştirilip netleştirilmesi planını gerçekleştirmek üzere yapılmıştır.
Emperyalizm; sosyalizmin uğradığı prestij kaybı, geçici yenilgisi, kendisi için yakın bir tehlike olmaktan çıkması, revizyonist diktatörlüklerin birbiri ardınca yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin ekonomik, sosyal ve siyasal sorunları nedeniyle kendi içine dönmesi vb. vb. nedeniyle dünya egemenliğini ve emperyalist statükoyu tahkim etmek ve yeni koşullarda yeniden düzenlemek ve dünyada tam bir egemenlik kurmak için “yeni düzen”ler kuruyor, yeni saldırılarla birlikte. Körfez savaşı, gösterilmeye çalışıldığı gibi, “Kuveyt’in kurtarılması” amacının çok ötesinde, emperyalizmin petrole dayalı çıkarlarının korunması ve petrol ihracatçısı ülkelerin denetimini sağlamaya yönelik bir operasyondu. Bu da, ancak, Ortadoğu’da “düzen” ve “sükûn”un sağlanmasıyla olanaklıydı. Bunun yolu ise, her an yeni patlamalara yol açacak olan sorunların, İsrail-Arap, İsrail-Filistin, Kürt-Türk-Arap vb. sorunlarının yakın askeri denetim altına alınmasından geçiyordu. Nitekim Irak operasyonunun ardından, başka bir yönde ve biçimde, ama yine askeri yöntemle Kürt operasyonu başlatılmıştır. Halen de askeri denetim düzeyinde bölgede yeni statükolar emperyalistlerin kontrolünde oluşturulmaya çalışılmaktadır.
ABD emperyalizminin Türkiye’ye yönelik plan ve hesaplan da bu doğrultudadır. Dünyadaki son dönem gelişmeler de dikkate alındığında, emperyalizm için Türkiye’nin önemi, Ortadoğu’da işgal ettiği/edeceği konuma bağlıdır. Körfez savaşı boyunca Türkiye’den bu konuma uygun olarak hareket etmesi beklenmiş ve öyle de olmuştur.
ABD emperyalizmi, içinde bulunduğu ekonomik sorunlar nedeniyle diğer emperyalistlere karşı da hâkimiyetini bu askeri operasyonlar aracılığıyla kabul ettirmeye çalışmaktadır. Panama, Liberya ve son olarak Irak, bunun örnekleridir. ABD egemenlik ve etkinliğini sürdürmek için ağırlıklı olarak askeri operasyon ve güç yığmalar ile bunun üzerinde şekillenen politika ve taktikler izliyor. Türk egemen sınıflarının politik eğilimleri de bu koşullar altında Ortadoğu’da ABD’nin çıkarları doğrultusunda “aktif bir politika izlemek oluyor.
Bush’un ziyareti, “yeni dünya düzeni”nin Ortadoğu’daki planının bir parçası ve ayağı olarak yeni düzenlemelerin adımlarının atılmasıyla sonuçlandı. Ortadoğu’da, dünyanın bu en kritik bölgesinde tam hâkimiyetini kurmak için ABD atağa kalktı. Bir yandan Arap- İsrail-Filistin, Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs sorunlarını çözmek için kendisine bağlı yeni sömürge ülkeler arasında anlaşmazlıkları çözmek yolunda görüşmeler ve zirveler oluşturmaya çalışırken; öte yandan bölgeye asker yığınağı yapıyor. Dikensiz gül bahçesi isteyen ABD, bölgedeki ileri karakollarını da kendisine tam bir itaatle bağlamaya çalışıyor. Ortadoğu ve dünya halklarına gözdağı vermeyi ve rakip emperyalist ülkelere kendi liderliğini kabul ettirmeyi de amaçlayan ABD, bölgeye yönelik düzenlemede Türkiye’ye 2. İsrail rolünü biçiyor.
“Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin kurumsallaştırılması” olarak lanse edilen yeni düzenlemeye göre, ABD ile başta askeri ve siyasal alan olmak üzere, ekonomik, ticari, kültürel ve teknik her konuda uzun vadeli ve sınırları ve içeriği ABD’ce belirlenen, ABD’nin bölgede ve dünyadaki çıkarlarını kollayan, yeni düzenin direklerini oturtan bir statü oluşturuluyor.
“Stratejik işbirliği” anlaşması olarak nitelendirilen anlaşma, Birleşmiş Milletler, NATO ya da herhangi bir bloğun çerçevesinde yer almıyor. Buna göre, Türkiye, her alanda, doğrudan ve yalnızca ABD’ye karşı tam bir yükümlülük altına giriyor. Resmi çevreler, stratejik bir ortaklığın söz konusu olmadığını, yalnızca ilişkilerin kapsamının zenginleştirilmesi amacının güdüldüğünü; bunun da, ilişkilerin stratejik boyutu nedeniyle yeni danışma ve işbirliği mekanizmalarına zemin oluşturacağını söyleyerek, Türkiye’nin Ortadoğu’da ABD’nin çıkarları doğrultusunda 2. bir İsrail olacağı gerçeğini gizlemeye çalışıyorlar.
“Stratejik işbirliği”, geçici veya dönemsel bir düzenlemeyi ve yapılanmayı değil, uzun erimli ve kalıcı bir statünün oluşturulmasını hedefliyor. “ilişkilerin kurumsallaştırılması”, Türkiye’nin iplerinin tam olarak ABD’nin elinde olacağının, politikasından ekonomisine, sanayisinden savunmasına değin her alanda plan, program ve uygulamalarının ABD tarafından belirlenip yönlendirileceği ve şimdiye değin olduğundan farklı olarak bunların uygulanmasının doğrudan bir takım “kurumlar” tarafından gerçekleştirileceğini kabul ediyor. Böylelikle Türkiye ABD’nin 53. eyaleti oluyor. “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” diyenlerin hülyaları gerçekleşiyor.
“Stratejik ilişki”, başkanlığını, iki ülke dışişleri müsteşarlarının yapacağı bir “Yönlendirme ve Koordinasyon Komitesi” ve buna bağlı “savunma”, “sanayi”, ”ekonomi” komiteleri tarafından yürütülecek. Bu “ilişki”de her ne kadar ekonomi ve sanayi boyutları da yer alıyorsa da, esas ağırlık, tamamen askeri boyuta ilişkindir. Ve “stratejik ilişki”nin asıl yürütümü, yine askeri-siyasal danışmanlar aracılığıyla sağlanacak. Diğer unsurlar bunun bir tamamlayıcısı ve biraz da görüntü olacak. Yönlendirme Komitesi’nin başında dışişleri müsteşarlarının bulunacağının açıklanması, olaya sivil görüntü vermeye yetmiyor. Kurumsallaşma, politika ve uygulama, esas olarak askerler tarafından, yani Pentagon tarafından belirlenecek ve onun emir ve direktifleri doğrultusunda gerçekleştirilecek. Her iki ülke dışişleri müsteşarlarının “Yürütme ve Koordinasyon Komitesi”nin başkanlığını birlikte yapacaklarının söylenmesi, Türkiye ile ABD’nin eşit koşullara, hak ve yetkiye sahip olacaklarım tanıtlamaya çalışmak için kullanılan bir malzemedir. Türkiye’nin ABD’ye göbeğinden bağlı olduğu gerçeği ve bugüne değin gerek ülke içi ve gerekse uluslararası sorunlarda hep ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket ettiği dikkate alındığında, iki ülkenin kesinlikle eşit koşullarda olmadıkları, olamayacakları ve tam tersine, ABD’nin Türkiye üzerinde tam bir tahakküm ve kontrole sahip olduğu görülecektir. Zaten TC. nin ve egemen sınıfların buna bir itirazları da yoktur. Çıkarları, ABD’nin çıkarlarıyla örtüşmüştür, onun çıkarlarına hizmet etmekle gerçekleşmektedir ve politikaları da bu doğrultuda şekillenmektedir.
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik olarak oluşturduğu “Çekiç Kuvvemin Silopi’de konuşlandırılması için 18 Temmuz gecesi ABD ile Türkiye arasında bir nota teatisi gerçekleşerek duruma resmiyet kazandırıldı. Çekiç güce bağlı hava kuvvetlerinin kullanımı için ise Batman Üssü düşünülüyor. Bu durumda ABD ile Türkiye arasındaki, Türkiye’deki Amerikan üslerinin işlevini NATO plan ve amaçlan çerçevesinde belirleyen “Siyasi ve Ekonomik işbirliği Anlaşması” (SEİA)’nın “Stratejik işbirliği” çerçevesinde içeriğinin genişletilmesi gündeme geliyor. Geçerlilik süresi 18 Aralık 1991’de dolan SEİA’nın 17 Eylül’den itibaren yeniden ve stratejik işbirliği uyarınca, Türkiye’deki üslerin NATO-dışı amaç ve kullanımına olanak sağlayacak şekilde düzenlenmesi planlanıyor. Böylece, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik askeri harekâtlarında Türkiye’deki üsleri herhangi bir engelle karşılaşmaksızın “hızlı ve zahmetsiz” bir biçimde kullanması sağlanmış olacak. Ve üslerin kullanımında, NATO’da bir alan-dışı kullanım tartışması ortadan kalkacak.
Görüldüğü gibi, ABD başkanı Bush’un Türkiye’ye gelişi, tamamen ABD’nin plan ve amaçları doğrultusunda gerçekleşmiştir. Türkiye’nin özellikle son birkaç yıl içindeki dış politikası dikkate alındığında, -içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal-siyasal sorunlar nedeniyle de- komşu ülkelerle arasındaki anlaşmazlıkların artması, dostane olmayan, halta saldırgan ve yayılmacı bir çizgi izlemesi; Ortadoğu’daki sorunlara son Irak olayında olduğu gibi geri dönülmez biçimde ve gırtlağına kadar batması, TC’yi bu yönde daha da ileri adımlar atmaya zorlamaktadır. Bölgede ABD’nin bir numaralı uydusu olma isteği de, onu bu politikalara itmektedir ve ABD’den gelen her türlü aşağılayıcı öneriyi kabule ve daha fazla Amerikan savunuculuğu ve temsilciliğine yöneltmektedir. Öyle ki TC, Özal’ın ABD gezisinden beri “Stratejik işbirliği” peşinde koşmakta, anlaşma konusunda Yunanistan’ı gücendirmek istemeyen ABD’nin hatta gönülsüz durduğu görülmektedir.
İsrail’in Ortadoğu ve dünya halklarının gözünde yeterince teşhir olmuş olması, ABD’yi bölgede ikinci ve yeni bir İsrail daha aramaya iten etkenlerden bir diğeridir. “Müslüman Türkiye” her ne kadar Körfez savaşı boyunca Ortadoğu ve özellikle Arap halklarından tepki görmüşse de, henüz işi bitmemiştir. Bölgede ABD yanlısı blok kurma planlarının içinde önemli bir rol yüklendirilecek olan Türkiye, ABD’nin İran devrimiyle gerileyen etkinliğini yeniden ilerletecek ve boşluğu dolduracak rol ve konumlara adaydır.
Özal ve hükümet bu yeni rol ve statüyü peşinen kabullenmişlerdir. Bu konuda en küçük bir tereddütleri bile olmamıştır. Bu uğurda “Kıbrıs’ta ufak bir taviz”i bile göze almaktadırlar. Muhalefetin bütün muhalifliği ise, Kıbrıs’ta taviz verilmemesi yönündedir. Yoksa onlar da, “ABD ile ilişkilerin derinleştirilmesi” ve “kurumsallaştırılması”ndan son derece memnundurlar. Koşa koşa Bush’u görmeye giden muhalif liderler İnönü ve Demirel, ABD’nin Kıbrıs konusunda Türkiye üzerinde baskı kurma niyetinde olmadığına dair izlenimlerini açıklarlarken; “Türk-Amerikan ilişkilerinde kurumlaşmanın önemini”, “Türkiye’nin dünyadaki bütünleşmedeki yerini 6 ay içinde alması gerektiğini”(Demirel, T. Çiller) ve “kim hükümet olursa olsun ABD ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin en iyi şekilde yürüyeceğini ve ilişkilerin karşılıklı çıkarlara bağlı olduğunu”(İnönü) belirterek bir gerçeği açıklıyorlardı: ister hükümet ister muhalefet olsunlar, egemen sınıfların çıkarlarının savunuculuğunu yapan burjuva düzen partileri ABD emperyalizmine sadakada hizmet etmekten vazgeçemezler, geçmeyeceklerdir. Politikaları bu zemin üzerinde şekillenmeye devam edecektir.
Ağustos 1991