Son bir yıl içinde, başta DİSK’in yöneticileri olmak üzere, reformculardan iş adamlarına, eski devrimci-demokrat unsur ve gruplara uzanan bir dizi çevrenin çabasıyla DİSK yeniden sınıfın gündemine sokulmaya çalışılıyor.
Uzun zamandır işçilikle bir ilgisi kalmamış, eski işçi yeni işadamı, DİSK’in çeşitli kademelerinde yöneticilik yapmış kişilere dayanarak sürdürülen faaliyet, DİSK’in kapatılmasından 11 yıl sonra yeni bir “Tüzük Genel Kurulu” yapılmasıyla noktalandı.
DİSK yöneticileri ve destekçilerinin söylediklerine bakılırsa; her şey işçi sınıfı için yapılıyor, DİSK’in yeniden kuruluşuyla 12 Eylülcülere meydan okunmuş, sınıfın kaybettikleri bir yanıyla da olsa yeniden kazanılmış oluyor. Daha da ileri gidiliyor: “Türkiye işçi sınıfını 2000’li yıllara DİSK”in taşıyacağı, DİSK’in yeniden kuruluşunun “demokrasi mücadelesine katkı” olduğu vb. vb. iddia ediliyor.
Bu iddialar, iki bini aşkın DİSK üyesinin yargılanması ve yöneticilerin uzun yıllar cezaevlerinde kalması, yargılamalarda cuntacılara “demokrasi ve hukuk dersi” verildiği mizanseni içinde verilerek, dün ve bugünün gerçeklerinin üstü örtülmeye, kendilerinin kimi yakın ve uzak çıkarları “sınıfın çıkarları” propagandası arkasında saklanmaya çalışılıyor.
12 Eylül’ün gadrine uğramış bir çevre olarak DİSK yöneticileri “çektikleri”ni “nakit”e çevirmeye çalışırken, destekçileri yardımıyla da DİSK’in bütün geçmişi ve çizgisini tartışma dışı, tartışılamayacak kadar kusursuz bir devrimci sendikacılık mirası olarak sunmaya çalışıyorlar. Sadece geçmişi aklamakla da yetinmiyor, “yeniden kuruluş”un “meşru” ve “gerekli” olduğunu da ön koşul olarak dayatan bir tutum alıyorlar.
12 Eylülcülerin saldırı hedeflerinden birisinin DİSK olduğu, iki bin DİSK’linin sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandığı, kimi üst yöneticilerin yıllarca cezaevlerinde yattıkları doğrudur ve az çok demokrasi ve özgürlük yanlısı olan herkes, cuntanın DİSK ve DİSK yöneticilerine yönelik uygulamalarını lanetler. Zaten burada tartışmak istediğimiz yan, DİSK yöneticilerine ve DİSK’e yönelik 12 Eylül saldırısının amaç ve sonuçları değil. Burada tartışılmak istenen, bugün DİSK’in yeniden “kurulması”nın sınıf için acil ve mücadelenin sorunlarına bir çözüm olup olmayacağıdır. Ama bugüne ışık tutması bakımından “eski DİSK’in işlev ve niteliği üstünde durmak gerekiyor.
İKİ AYRI DİSK
Bugün DİSK’in pazarlayıcıları, 1960’ların ikinci yarısından başlayarak yükselen ve çeşitli dalgalanmalarla 1980’lere kadar süren dönemdeki işçi sınıfı mücadelesinin bütün olumlu atılımlarını DİSK’e mal ediyorlar. Bununla da yetinmiyorlar; bu mücadelenin DİSK yöneticilerinin eseri olduğunu, dolayısıyla bugün aynı yöneticilerin DİSK’i yeniden kurmasıyla işçi sınıfı mücadelesinin yeni bir atılım içine gireceğini, sınıfın karşılaştığı sorunların çözümleneceğini vb. iddia ediyorlar.
Gerçek tamamen farklıdır: 1960-70’li yıllarda DİSK vardır, ama DİSK’in en şaşaalı günlerinde bile, işçi sınıfı mücadelesi bugün taşıdığı zaafları fazlasıyla taşıdığı gibi, sendikal mücadele alanındaki sorunlar açısından da bugünkü sorunlarla yüz yüzeydi. Sendikal demokrasi, sınıfın sendikal mücadele dışında tutulması, TİS’lerin tümüyle sendika ağaları ile patronlar arasında bir “pazarlık” a dönüşmesi, taban inisiyatifinin bastırılması, sınıfın burjuva partilerinin peşine takılması, bugün olduğu gibi, DİSK’in var olduğu dönemde de sendikal mücadelenin başlıca sorunlarıydı.
12 Eylülcülerin DİSK’e yönelik saldırıları sonucu DİSK’in “gadre uğramış” bir sendika merkezi konumu kazanması ve aradan geçen zamanın DİSK’e o günlerde yöneltilen eleştirilerin üstünü örtmesinin vesilesi yapılmak istenmektedir. DİSK aklanırken, DİSK’in çeşitli türden sendika ağaları ve bürokratları da aklanmaya, “emektar işçi önderi” payesi verilmeye, çalışılmaktadır. Oysa ne DİSK’in, nede DİSK ağalarının şeceresi, iddia edildiği gibi temizdir. Bu nedenle de bugüne ilişkin söyleyeceklerimizin anlaşılması için DİSK’in ve çizgisinin oluşum sürecini değerlendirmek gerekecektir.
Bütün 1970’li yıllar boyunca, devrimcilerin, komünistlerin DİSK’e yönelik eleştirilerinin yinelenmesine, DİSK çizgisinin ayrıntılı incelenmesine elbette bugün de ihtiyaç vardır. Ama bu konu bir dergi yazısını çok aşar. Bu yüzden biz burada, bugün DİSK’e yüklenmeye çalışılan misyonun yanlışlığını, yaratılmak istenen imajın sahteliğini ortaya koymakla sınırlı bir tarihsel özetlemeyle yetineceğiz.
DİSK’in kuruluşu ve çizgisinin oluşumu DİSK, Kristal-İş tarafından yürütülen Paşabahçe Şişe-Cam Fabrikası grevini destekleyen Türkiye – Maden-İş, Lastik-İş, Türk-Maden-İş, Basın-İş sendikalarının, 1966 sonlarında Türk-İş’ten “geçici” olarak ihraç edilmelerinden sonra, 12 Şubat 1967’de, bu sendikalar tarafından kuruldu. Kısa bir süre sonra aynı nedenle Türk-İş’ten ihraç edilen Bank-İş ve Kimya-İş de hemen DİSK’e katıldılar.
DİSK’i oluşturan sendikaların üst yöneticilerinin çoğunluğu TİP’e yakın sendikacılardı ve bunların bir bölümü TİP’in üst yönetiminde ya da milletvekili durumundaydı. Biraz da bu etkiyle, bu sendikacılar daha baştan itibaren Türk-İş’le ayrılıklarının pratik kimi tutumlar üstüne değil, ilkeler temelinde olduğunu iddia ediyorlardı. Bu yüzden de, Türk-İş’in artık ipliği pazara çıkmış olan “24 İlkesi”ni topa tuttular, özellikle de “partiler-üstü politika” ve sendikal demokrasi anlayışına saldırdılar. Bu tutumlarıyla, TİP, CHP’nin “sol kanadı” ve devrimci-demokrat çevrelerden destek gördüler. Çünkü Türk-İş, partiler-üstü politika diyor ama gerçekte kim iktidara gelirse onunla “sıcak ilişkiler” kuruyordu. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak Türk-İş üst yönelimi iktidardaki AP ile yakın ilişki içindeydi. AP’ye muhalefet olanlarsa Türk-İş’in bu tulumunu eleştiriyordu. Bu ortamda DİSK’in “partiler-üstü politika”ya saldırması ona geniş bir destek sağlamıştı.
Öte yandan bu yıllar gençlik, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin hızlı bir uyanış içine girdiği, anti-Amerikancılığın yaygınlaştığı, aydınlar ve gençlik içinde sosyalizmin prestijinin hayli yüksek olduğu yıllardı. DİSK de kendi tutumunu bütün bu motiflerle süsleyip sunuyordu. Böylece DİSK, bütün devrimci-demokrat, ilerici çevrelerce koşulsuz desteklenen bir odak oldu.
İşçiler, Türk-İş’in “partiler-üslü politika”sı ve grev hakkını kullanmaya yanaşmamasına tepki duyuyorlardı. Aynı şeyleri DİSK’in de öne çıkarması, işçi yığınlarının, özellikle mücadeleci kesimlerin DİSK’e büyük bir sempatiyle bakmasının yolunu açıyordu.
Aydınların ve yükselen devrimci-demokrat hareketin koşulsuz desteği ve işçilerin Türk-İş’e tepkisi birleşince, 1967’den itibaren DİSK işçiler için bir çekim merkezi oluyor ve Türk-İş’ten DİSK’e geçiş mücadelesi olarak adlandırabileceğimiz yoğun işçi eylemleri dönemi açılıyordu.
DİSK’i oluşturan sendikaların yöneticileri bu ortamı iyi değerlendirdiler ve Türk-İş’e alternatif bir sendikacılık merkezi oldukları imajını işlemeye koyuldular. Nitekim DİSK’in kuruluş bildirgesi, Türk-İş’in “24 ilke”si karşısında DİSK’in ilkelerini formüle eden bir metindi. Her vesile ile devrim sözcüğünün geçirilmesine özel önem verilen bu metnin, öz ve muhtevasındaki koyu reformculuk, devrim cilası ile kapatılmak istenmişti.
DİSK’in Kuruluş Bildirisi, “Büyük Atatürk’ün”, “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı” sözleriyle başlayıp, 1961 Anayasası metninde yer alan tanımlamalarla sürdürülmüş, anayasa metni “devrimci” bir bildiri olarak sunulmuştur. Öyle ki, tıpkı “Atatürk devrimleri” gibi her şey, en sıradan reformcu istemler bile, devrim sözcüğü altına sokulmuştur. Örneğin bildirinin ara başlıkları şöyle: “Beslenme devrimi”, “Barınma devrimi’, “Sağlık devrimi”, “Eğitimde devrim”, “Çalışma devrimi”, “Milli gelir devrimi”, “Vergide devrim”, “İşçi ücretlerinde devrim “, “Borçtan kurtulmak için devrim”, ‘Teşkilatlanmada devrim” V.
Onca devrim edebiyatından sonra DİSK yöneticileri bildirinin sonunda devrimcilikten ne anladıklarını şöyle açıklıyorlar:
“işte biz devrimciliği; bugünkü tutucu, gerici ekonomik sosyal ve politik ilişkilerin Anayasa uyarınca değiştirilmesi ve yukardan beri özetlediğimiz ilkelerin hayata uygulanması anlamında anlıyoruz. Devrimcilik hepimizin mülk sahibi olmasını ve uygarlık nimetlerinden eşitçe yararlanma olanağını sağlayacağı için bizim sendikacılık çalışmalarımızın özünü kapsayacaktır.”
DİSK’in Kuruluş Bildirisi’nin son paragrafında da açıkça görülebileceği gibi, mülkiyet hakkını kutsayan DİSK’in devrim ve devrimcilik anlayışının allına, her burjuva imzasını alabilirdi.
Öte yandan, DİSK’i kuran sendikacılar, bir dönüşüm geçirerek, farklı bir mücadele anlayışını savunarak, Türk-İş’ten kopan sendikacılar değildir. Tersine önce pratik sorun ve aralarındaki çekişmeler nedeniyle ayrılmışlardır. Sonradan, yeni bir sendika merkezi, bir çekim merkezi olmak için o anda çıkarlarına en uygun laktiği izlemek için “ilkeler” öne sürüp devrimci bir görünüm vermeye çalışmışlardır. Süreç içinde bu görünüm, DİSK ağalarının çıkarlarına göre bazen “devrimci”, ama çoğu zaman da bürokratik, baskıcı bir tulum olarak biçimlenmiştir. Buna biraz aşağıda değineceğiz. Ama önce, DİSK’in kendisini Türk-İş’ten ayırdığını iddia etliği “partiler-üstü olmayan politikası”nın nasıl uygulandığına ve kime hizmet elliğine bakalım.
Birinci DİSK ve DİSK’in “partiler-üstü olmayan” politikası
DİSK daha kuruluşundan itibaren, Türk-İş’in ipliği pazara çıkmış partiler-üstü politikasına saldırdı. Ve kendisinin işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda bir politika izleyeceğini propaganda elti.
Bu tutum, “Türk-İş Üyeliğinden Ayrılma Hakkında Rapor”da şöyle ifade ediliyor:
“Türk-İş partiler-üstü bir terane tutturarak, gerçekte iktidara gelen her partinin dümen suyuna girmiş, Türkiye’nin en önemli üretici gücü olduğundan şüphe duyulmayan işçi sınıfının kanun yapacak bir güç olarak parlamentoya girme bilincini köreltmeye kalkmıştır. Bu sınıfsal ihanetini örtebilmek için de, bir takım acayip ve komik yollara başvurmuş, örneğin seçimlerden önce 9 milletvekilinin seçtirilmeme-si için kampanya açmıştır… Hâlbuki asıl mesele hangi parti programının Türk işçisinden yana olduğunu tespit ederek cesur atılışla işçilerin o parti listesine oy vermelerini kanalize etmektir.”
Kimlerdir, DİSK’in işçiden yana partileri, şimdi de onu görelim:
(1) DİSK, 1969 seçimlerinde, zaten yöneticilerinin önemli bir kısmının içinde bulunduğu, parlamentarist, reformcu-revizyonist bir parti olan TİP’i desteklemiştir.
(2) 12 Mart darbecilerini ilk destekleyen kuruluş olma “onurunu” da DİSK taşır.
12 Mart 1971 günü, generallerin darbe bildirisinden hemen sonra toplanan DİSK yürütme Kurulu aynı gün aşağıdaki “ibret belgesi” bildiri ile tutumunu kamuoyuna açıklar:
“DİSK, Atatürk devrimlerinin ve Anayasa ilkelerinin korunmasında, uygulanması ve geliştirilmesinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanında olduğunu bildirmekten kıvanç duyar.
Parlamentodan çıkarılan Anayasaya aykırı kanunlar ve hükümetlerin ısrarla yürüttüğü Anayasa dışı uygulamalar, sosyal patlamalara yol açan tutum ve davranışlar memleketi bir kardeş kavgasının eşiğine getirmiştir.
İşte böyle bir ortamda memleketin beceriksiz ellerde emekçi halkımızın da perişanlığını artıracak bir yuvarlanmayı gören ve Türk milletinin bağrından oluşan Silahlı Kuvvetlerin bu vahim durum karşısında aldığı kararlar işçi sınıfımızın devrimci kesiminde büyük bir ferahlık yaratmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tanıdığı hakları en cesur şekilde kullanan Türk Silahlı Kuvvetlerinin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, Atatürk devrimlerini hâkim kılmak ve Anayasa’nın öngördüğü reformları gerçekleştirmek, özellikle Anayasa’mızın temel ilkelerine yürekten bağlı kalmak yolunda görev başında olduğunu radyolardan ilanı karanlık ufukları aydınlığa kavuşturmuştur.”
Böyle bir bildirinin yayınlanmış olması, bırakalım işçi sınıfının devrimci sendikacılarını her hangi bir burjuva ilericisi için bile utanç vesilesidir. Ama DİSK ağaları, “cunta konusunda yanıldık” bile dememişlerdir. Dahası, cunta konusunda yanılınsa bile, bildirinin içeriği bütünüyle devletçi, orducu, su katılmamış burjuva reformcudur.
DİSK yöneticilerinin yaltaklanmaları para etmez ve DİSK de 12 Mart darbesinden nasibini alır. Ama DİSK yöneticileri için 12 Mart darbesini desteklemek “talihsiz” bir yanlış karar değildir. Nitekim Kuruluş bildirisi de dâhil, DİSK’in genel tulumu ve “devrimciliği” Kemalizm’e yaltaklanmak ve bir takım reformlarla kapitalizmin iyileştirilerek sürdürülmesinden ibarettir. Bu da 12 Mart darbecilerinin programından hiç farklı değildir.
(3) TİP ve cunta destekçiliğinden sonra “partiler-üstü olmayan politika”nın üçüncü adımı CHP destekçiliği oldu. Ve 1973 seçimlerinden başlayarak ’70’li yıllar boyunca DİSK, CHP kuyrukçuluğu yaptı.
DİSK ağaları 14 Ekim 1973 seçimlerinde CHP’yi desteklemek için ona olmadık misyonlar yüklediler; özgürlük ve demokrasinin CHP’nin iktidar olmasıyla geleceği umudunu yaydılar. CHP’nin seçim bildirgesinden, Eylül 1973’de toplanan DİSK Yönetim Kurulu, şöyle sonuçlar çıkardı:
“Çünkü (CHP) özellikle 12 Mart sonrası dönemde, parlamento içinde ve dışında demokrasinin, tüm özgürlüklerin ve işçi haklarının savunmasını yapmış, bunlara karşı tüm girişimlere karşı çıkmış ve mücadele etmiştir.
Çalışanları ezerek, sömürerek, yoksullaştırarak kalkınma ve sanayileşme anlayışını çağın gerisinde bulmuş, insanca ve demokratik bir çalışma hayatını gerçekleştirecek bir düzen değişikliği anlayışına yönelmiştir.
Grevleri yasaklayan, Lokavtları serbest bırakan devlet politikasına karşı çıkmıştır.
Lokavtın kısıtlanmasını (anladığımız anlamda kaldırılmasını), işsizlik sigortasının kurulmasını, işçilerin haksız yere işten atılmasını önleyici yasal tedbirlerin alınmasını (iş garantisi), Memur sendikalarının kurulmasını, işçi hakları ve demokrasiyi sınırlayan yasaların demokratik kurallara uygun olarak değiştirileceğini, özellikle bunların başında Sıkıyönetim, DGM, Dernekler, Toplatın ve Gösteri yürüyüşleri yasaları bulunduğunu, Tüm çalışanların iş ve Sosyal Sigortalar yasaları kapsamına alınacağını, düşünce ve basın özgürlüğünün gerekliliğini kabul etmiş ve bunları gerçekleştirmeye söz vermiştir.”
CHP’nin seçim bildirgesinde, böylesi vaatler icat eden DİSK yöneticileri işçi ve emekçilere şu çağrıyı yapıyordu: “Anayasal özgürlükleri ve demokratik hakları ve uygarlıkçı bir anlayışı savunan tek parti olduğu için işçileri, köylüleri, esnafı, memurları ve tüm dar gelirli vatandaşı, CHP’ye oy vermeye çağırıyoruz.”
Bilindiği gibi, CHP 70’li yıllar boyunca iki kez hükümet oldu, ama ne işsizlik sigortası çıkardı, ne lokavtı kaldırdı, ne memurlara sendika hakkı lamdı ne de özgürlükleri genişleten yasalar çıkarmaya yanaştı. Ne var ki, DİSK ağaları her seçimde yığınları CHP’ne oy vermeye çağıracak “gerekçeler” icat eltiler. İşçileri ve emekçileri reformizmin peşinden sürükleme misyonlarını kusursuz yerine getirdiler.
DİSK yöneticilerinin sadece CHP’nin peşinden sürüklendiğini söylemek onlara “haksızlık” olur. DİSK içinde, özellikle 12 Mart sonrasında mevziler kazanan TKP, Maden-İş başta olmak üzere çeşitli sendikalara yuvalanarak, DİSK’i kendi politikalarına alet etmeyi başardı. 1975-76’larda DİSK, TKP’nin UDC (Ulusal Demokratik Cephe) politikasının aleti olarak işlev gördü. Başarısızlığa uğrayan bu politikanın sonucu olarak, ‘70’lerin sonlarına doğru CHP, DİSK içinde güç kazandı ve DİSK yönetimini ele geçirdi.
DİSK ağaları sadece TİP ve CHP’ni de desteklemekle yetinmedi; devletçi, militarist ve şovenist tutum almakla Türk-İş’le yarışır durumdaydı. Anli-emperyalistlikleri de devlet yanlılığından kaynaklanıyor, anayasacılık ve devlet savunuculuğunda sınır tanımıyorlardı. Tıpkı 12 Mart darbesini “devleti kurtarıcı”, “Şanlı Türk Ordusunun eylemi” olarak karşıladıkları gibi, Kıbrıs’ın işgalini de “mehter takımıyla” karşıladı DİSK yöneticileri.
Kıbrıs’ın işgalini değerlendiren DİSK yöneticileri, Sıkıyönetimin isteğine uyarak bütün grevleri kaldırırken kamuoyunu da “aydınlatıyordu. Şöyle diyordu DİSK yöneticileri:
“Bilindiği gibi, Ecevit’in Başbakanlığındaki Türk Hükümeti, Silahlı Kuvvetlere Kıbrıs’a müdahale emrini, adada barış ve düzeni yeniden kurmak ve Kıbrıs devletinin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü güvence altına almak için verdi. Çünkü Türkiye için Kıbrıs’ın bağımsızlığının korunması Akdeniz ve Ortadoğu için hayati bir önem taşır. Çünkü 120 bin Kıbrıslı Türk’ün hayatı ve Türkiye’nin güvenliği ile Kıbrıs’ın bağımsızlığı arasında sıkı bir ilişki vardır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin girişimi Kıbrıs Anayasasını garanti altına almak için, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında imzalanmış olan “Garanti Anlaşması” uyarınca yürütülmüş bir ‘barış harekâtı’ olarak değerlendirilmiştir.”
DİSK ağaları işgali lafla desteklemekle de yetinmedi, İşçilerden birer yevmiye keserek bunu Türk Silahlı Kuvvetlerine verdi. Türk-İş de daha fazlasını yapmadı. Zaten yukarıdaki bildiri Türk-İş’in işgali destekleyen bildirisinden daha az şovenist bir bildiri değildir. İşte DİSK’in “partiler-üstü olmayan” politikasının özü kısaca böyledir.
Birinci DİSK ve sendikal demokrasi
DİSK ağaları, işçilere karşı da ikiyüzlü bir tutum izlediler: DİSK ilk kurulduğunda, DİSK yöneticilerinin Türk-İş ağalarına en haklı eleştirilerinden birisi de Türk-İş bürokrasisinin işçi talep ve isteklerini göz önüne almadığı, işçi inisiyatifini yok ettiği, sendikalarda demokrasi yerine bürokrasinin egemenliğini kurduğu eleştirisiydi. Ve DİSK, kendi anlayışını, “Tabanın söz ve karar sahibi” olduğu bir sendikacılık anlayışı olarak tanımladı. DİSK yöneticileri, kuruluş döneminde, ilk bir-iki yıl, tabanın isteklerini gözeten bir tutum takındılar. Özellikle Türk-İş’ten DİSK’e geçiş eylemleri olan direniş ve fabrika işgallerinde, en azından kırıcı bir tutum takınmaktan kaçındılar. Ama DİSK bürokrasisinin biçimlenmesine paralel olarak da, işçileri mücadelenin dışında tutan, patronların gözünde “aklı başında sendikacılar” olmak için uygun politikalar geliştirdiler. Yavaş yavaş, işçi eylemlerinin amaca hizmet etmediği, sorunların görüşmelerle çözüleceği propagandasını yürüttüler. 1969 sonlarına doğru artık patronların gözünde itibar kazanmışlardı.
Öte yandan, işyerlerinde işçileri kendi denetimleri altına aldıkların düşünüyorlardı. Bu yüzden de Türk-İş’ten daha sistemli çalışan bir sendika bürokrasisi oluşturulmuş, “tabanın söz ve karar sahipliği” ilkesi sadece nutuklarda yinelenen bir laftan ibaret kalmıştı.
DİSK yöneticilerinin gerçek niyetlerini sergileyen politikalardan birisi de onların devrimci demokratlara ve komünistlere karşı tutumudur.
Yukarıda, DİSK’in TİP’e yakın sendikacılar tarafından kurulduğuna değinmiştik. 1967’nin koşulları göz önüne alındığında bu durumun, tüm devrimci-demokratlar tarafından ilgiyle karşılanması ve DİSK’in bu çevrelerce desteklenmesi anlaşılır bir şeydir. Ama DİSK ağalarının bu desteğe yaklaşımı son derece “bilinçli” ve tamamen yararcıdır. DİSK ağaları devrimci demokrat çevrelerin desteğini, kendi işlerine geldiği sürece kabul etmişler, bu destek işçilerle bağ kurmak ve DİSK ağalarını da hedefler bir doğrultu kazandığı her yerde; ağalar, devrimci demokratlara gericilerin, faşistlerin ağzıyla saldırmaktan geri durmamışlardır.
DİSK yöneticileri, 1967-68’de “ülkenin göz bebeği”, “devrimci gençler” dediklerine, 1969-71’de “goşist”, “anarşist”, (TİP’le paralel tutum) 1975’ten sonra ise “maceracı”, “terörist”, “Maocu faşist”(TKP ile paralel tutum) diye saldırmıştır.
Devrimci-demokratlar ve komünistlere karşı, DİSK yöneticilerinin saldırıları, sadece ideolojik boyutta da kalmadı; İGD’lileri kışkırtarak saldırılar düzenlemek, işçi grev ve gösterilerine devrimcileri sokmamak, sıkıyönetim ve polisle işbirliği de dahil her yolla, işçiler arasında devrimci ajitasyonu engelleme, 1977 1 Mayıs’ında olduğu gibi provokasyonlara alet olma vb. yöntemlerle devrimciler ve komünistlerle işçilerin bağı kesilmeye çalışıldı. Bunda da hayli başarılı oldular.
DİSK ağalarının yüzünü açığa çıkaran büyük işçi eylemi: 15-16 Haziran
15-16 Haziran, bürokrasinin artık her şeye egemen olduğunu sandığı koşullarda gelip çattı. Ayağa kalkan işçiler patronların, hükümet ve sendikacıların barikatını yıkmak zorunda kaldı ve yıktılar da. Eylemin karşısında üç güç birleşmişti. DİSK ağaları, tam sınıf işbirlikçisi bir tutum almak zorunda kaldılar. Bugün ve 1970’lerde “Şanlı 15-16 Haziran direnişi” edebiyatı yapanlar, 15-16 haziran günü barikatın burjuva tarafında olanlardı. Öle yanda ise sadece işçiler ve DİSK ağalarının “goşist”, “maceracı” dediği devrimciler vardı.
16 Haziran günü, İstanbul’un her köşesinde işçiler, polis ve jandarmayla çalışırken DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, devletin radyosundan, işçilere şu çağrıyı yapıyordu:
“İşçi kardeşlerim, işçi sınıfının bilinçli temsilcileri, sizlere sesleniyorum. Beni iyi dinleyiniz. Anayasal haklarınız için direndiniz, direniyorsunuz. Anayasamız her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler Anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuz için hiç bir hareketimiz Anayasaya aykırı olamaz. Ne var ki bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta kötüsü, gözbebeğimiz şerefli Türk Ordusunun bir mensubuna kötü maksatlarla taş atabilir, tahrikler yapabilirler. DİSK Genel başkanı olarak sizleri uyarıyorum.”
Aynı gün öğleden sonra İçişleri Bakanı, Vali ve “yetkililerle DİSK yöneticileri bir toplantı yapıyorlar ve toplantı çıkışında DİSK Genel sekreteri Kemal Sülker şunları söylüyor:
“Girişilen tahripkâr eylemle ilgimiz olmadığını İçişleri Bakanına söyledik. Ve kesinlikle de bu tahripkâr olayları tasvip etmediğimizi bildirdik. Ayrıca işçilere de radyoda bir uyarma yaparak (Kemal Türkler’in radyodan yayınlanan yukarıdaki konuşması kastediliyor.) kötü cereyanlara alet olmamalarını istedik.”
Sonradan, 15-16 Haziran’ın kahramanı kesilenlerin ayağa kalkan işçiler karşısındaki tavrı budur.
Denebilir ki, 15-16 Haziran eyle-. mi DİSK çatısı altında örgütlenmiş işçilerin kendi inisiyatifleriyle davranıp ayağa kalktıkları son eylemdir. DİSK bürokrasisi bundan kendi hesabına ders çıkardı ve işçiye yaklaşımını değiştirdi. Her şeyden önce artık devrim ve sosyalizm sözcükleri lafla bile edilmez oldu, DİSK’in adının propagandası her şeyin önüne çıkarıldı, adeta fetişleştirildi. Nitekim Kemal Türkler, 1972 sonlarındaki bir temsilciler toplantısında izlenecek politikayı şöyle ifade etti: “Bana, şu fabrikaların işçileri devrimci, sosyalist orada örgütlenelim diye gelmeyin. Bana, şu fabrikaların işçileri DİSK tüzüğüne harfiyen uyarlar diye gelin.”
Döneme bir bütün olarak bakıldığında şu çok açık görülür: Kuruluş yıllarından sonra, DİSK bürokrasisinin güçlenmesine bağlı olarak DİSK ağaları, işçi yığınları üstünde tam bir denetim kurmuşlar, işçilerin yasa, tüzük ve sendika ağalarının istekleri dışına çıkan her türlü eylemini, bazen polisle ve patronlarla işbirliği yaparak, bastırmışlardır. Özellikle 1970’li yıllarda, DİSK bürokrasisinin işçiler üstündeki baskısı Türk-İş’i bile aratacak boyutlardadır.
DİSK’in kuruluş gerekçesi olarak gösterilen, sendikal demokrasi, işçi isteklerini esas alma, sınıfın burjuva partilerinin peşine takılması (ya da partiler-üstü politika) gibi şeylerin tümü giderek DİSK’te de egemen hale gelmişti.
Kısacası DİSK’e mücadeleci sendika merkezi imajını veren, ne DİSK ağalarının Türk-İş ağalarından daha işçi yanlısı daha devrimci olmasıydı, ne de Tüzüğünün daha demokrat, işçi inisiyatifine yol veren maddeler içermesiydi. Asıl fark, sınıfın en ileri, o güne kadar mücadelenin yetiştirdiği en deneyimli işçi ve işyerlerinin DİSK çatısı altında toplanmış bulunmasıydı.
İkinci DİSK ya da ayağa kalkmış işçiler
DİSK’in ve revizyonistlerin propagandası etkisi altında kalan çoğu kişi, 1960’ların ikinci yarısında yoğunlaşan işçi eylemlerini DİSK’in örgütleyip yönlendirdiğini sanır. Bu sanı bir yanılsamadır.
Özellikle grev hakkının elde edilmesinden (1963) sonra işçi eylemlerinin yoğunlaştığı, bu mücadeleyi engellemeye çalışan Türk-İş’e karşı bir tepkinin oluştuğu gözlenir…
İşçiler Türk-İş’in patron yanlısı politikasından hoşnutsuzdur. Bu tepki Zonguldak’ta olduğu gibi bazen sendika binalarını tahribe kadar varmaktadır.
Öte yandan 1960’larda devrim ve sosyalizm rüzgarı da ileri işçilerin önemli bir kesimini etkisi altına almış olup sınıf, sınıfın çıkarları, sosyalizm, devrim vb. üstüne Türkiye işçi sınıfı tarihinde görülmedik biçimde yoğun bir ilgi vardır. İşçiler, bir işçi sınıfı partisi, sosyalist bir parti olarak düşündükleri TİP’e karşı sıcak bir ilgi göstermekledir. Denebilir ki, 100-150 yıllık Türkiye işçi sınıfının mücadele deneyiminin yetiştirdiği en ileri unsurlar devrim ve sosyalizme eğilim göstermekledir. Ve bu en ileri işçiler, Türk-İş’in bürokratik sendikal yapısına, onun “partiler-üstü” politikasına en,çok tepki duyan işçilerdir.
DİSK, 1967 Şubat’ında kurulduğunda, her iş kolundan, işte bu en ileri işçilerin, desteğini aldı. Ek olarak, aydınlar ve hızla devrimcileşme sürecine giren öğrenci gençliğin, öğretmenlerin ve her sınıflan ilericilerin yakın desteğine sahip oldu.
Bu koşullarda, Türk-İş’e bağlı işyerlerindeki hoşnutsuz işçiler kendilerine kurtuluş yolu olarak DİSK çatısı altına gitmeyi seçti. Bu geçiş kimi işyerlerinde sancısızca olurken, özellikle Demir Döküm, Sungurlar, Bossa, Adel, vb. büyük işyerlerinde tüm toplumu sarsacak boyutlara varan direniş, işgal, gösteri, polis ve jandarmayla çatışmalara varan bir seyir izledi.
İşgal edilen fabrikaların içi işçiler tarafından doldurulurken bütün çevresi de gençler, semt emekçileri, işçi aileleri tarafından kuşatılıyor, işgal edilen fabrika semti adeta tüm semt işgal edilmiş gibi, çoğu zaman doğrudan olayın içinde yer alıyordu. Bu durum, DİSK’e geçmek isteyen diğer işyerleri içinde moral ve cesaret kaynağı oluyordu. Öyle ki, bir il ya da ilçedeki bir fabrika, oradaki bir kaç devrimci tarafından örgütlenip DİSK’e “Buyur gel biz DİSK’e geçiyoruz” diyorlardı. Sendikacılara sadece resmi işlemleri yapma işi kalıyordu.
1967-69 arasındaki bu coşkulu “DİSK’e geçiş” dönemi, işçi sınıfımızın tarihindeki en yoğun, ve işçilerin kendi inisiyatifleriyle eyleme kalktıkları en kitlesel mücadele dönemlerinden biridir. Daha sonra DİSK’in çeşitli kademelerine girip ağalar tarafından bürokratlaştırılacak olan çok sayıda işçi önderi bu mücadeleler içinde yetişti.
DİSK tarihinde bir dönüm noktası ve DİSK’li işçilerin kendi inisiyatifleriyle gerçekleştirdikleri son büyük eylem olan 15-16 Haziran direnişi de yine bu mücadele içinde yetişmiş işçi önderlerinin eseriydi. Yukarıda da değinildiği gibi, bu eylemin asıl özelliği DİSK ağalarının engelleme çabalarına karşı gerçekleştirilmiş olmasıdır.
15-16 Haziran’dan sonra DİSK, işçileri Türk-İş’in bile başaramadığı biçimde denetim altına aldı. Yasa ve tüzük dışına çıkan her eylemi anında bastırdı. İşyerlerinde sükûn ve huzurun baş savunucusu oldu. Nitekim 1972’de Vehbi Koç, işverenlerle yaptığı bir sohbette, “İşyerlerimde “DİSK’in örgütlü olmasından dolayı çok rahatım, hiç bir yasadışı ve kurallara aykırı davranışlar olmuyor, işyerlerim huzur içinde” diyerek diğer işverenlere de DİSK’e karşı olma tutumlarını terk etme çağrısı yaptıracak kadar “uyumlu” bir sendika görünümüne girmişti DİSK.
Elbette, sonraki yıllarda da DİSK çatısı altında uzun grevler, 1 Mayıs kutlamaları vb. yaşandı. Ama bunlar, tam bir askeri disiplin altında yasa ve düzenin kabul edebileceği sınırlar içinde gerçekleşen eylemler olarak kaldı. Bu anlamıyla da işçi sınıfının mücadele tarihine damgasını vuracak eylemler olmadılar, olamazlardı da.
Bir başka söyleyişle, DİSK’e devrimci sendika merkezi imaj ve niteliğini veren DİSK’in kuruluş yıllarındaki tabandaki işçi başkaldırısıydı. DİSK sonraki yıllarda bu mirası yemekle yetindi ve ‘80’lere yaklaşıldığında, artık Türk-İş’ten ciddi bir farkı kalmamıştı. Dahası işçilerin bir bölümü DİSK’i terk edip Türk-İş’e bile yönelmişlerdi. (Elbette sorunun bu yanı kendi başına bir inceleme konusu olacak kadar önemlidir. Ama konumuz açısından bu kadarla yetinmek zorundayız.)
Demek ki İkinci DİSK, doğrudan işçilerin mücadelesinin simgelediği, 1967-69 mirası tarafından temsil edilen DİSK’tir. Bugün yaşadığı kadarıyla işçiler arasında yaşayan da bu DİSK’tir.
Söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, resmi bir kuruluş olarak bir tek DİSK vardır. Ama gerçekte, bu kuruluşun çatısı altında, özlemleri ve istemleri tamamen farklı iki DİSK vardı.
BUGÜN KURULAN HANGİ DİSK’TİR?
Bugün kurulmak istenen DİSK’in hangi DİSK olduğunu anlamak için atılan nutuklara değil, kurucuların yaptıklarına ve koşullara kısaca göz atmak yeterlidir.
Bugün yeni bir DİSK kurmaya uğraşanlar nutuklarında iki konuyu işliyorlar. Birincisi, DİSK’e saldırının işçi sınıfına saldın olduğunu, işçi haklarının bugün Türk-İş’in savunduğundan daha radikal bir biçimde savunulması gerekliğini, Türk-İş’in bu işlevi yerine getirmekten uzak olduğunu vb. İkincisi ise; Sıkıyönetimin yüzlerce DİSK’liyi yargıladığını, pek çoğunun işkence gördüğünü, yöneticilerin yıllarca zindanlarda tutulduğunu söylüyorlar.
Elbette her iki konuda söylediklerinde de haklıdırlar. Ama söylenenler sadece görünen yanıdır ve diğer söyledikleri ve yaptıkları göz önüne alındığında amaçlarının ne devrimci bir işçi sendikası yaratmak, ne de 12 Eylül’ün işçi sınıfına yönelttiği saldırının hesabını sormak olduğu açıkça görülüyor.
Her şeyden önce DİSK ağalarının, gerek 12 Eylül öncesi, gerekse sonraki politik tulumları hiç de işçi yanlısı değildir. Çünkü onlar, 12 Eylül dönemi öncesi, mücadelenin en yüksek olduğu günlerde mücadeleyi yatıştırmaya çalışmışlar, TARİŞ Direnişinde olduğu gibi, hükümet ve polisin kıramadığı direnişleri “görüşmeler” ve “uzlaşmalar” zincirine bağlayarak bastırmışlardır. Dahası 12 Eylül darbesi karşısında sıradan burjuva politikacıları kadar bile bir cesaret gösteremeyerek, işçi sınıfına cuntaya karşı mücadele çağrısı bir yana, cuntanın ilk çağrısıyla birlikte Selimiye’deki “teslim kuyruğu”nun ilk müşterileri olmaktan geri durmamışlardır. Ama “çektikleri”nin, bu tutumlarının üstünü örteceğini sanarak dost sohbetlerinde, kulislerde işçileri suçlamaktan, işçilerin kendilerine sahip çıkmamış olmasından yakınarak “mağdur” insan rolü oynamakladırlar. DİSK ağalarının basındaki yandaşları da her vesileyle, aynı gerekçeyle, “sınıfın vefasızlığı” üstüne duygu sömürüsü yapmaktadırlar.
DİSK’çilerin kulislerde konuştukları başlıca konu asla işçi sınıfının bugünkü ihtiyaçları ve bugün
DİSK’in hangi ilkeler üstünde yükselmesi değildir. Onları asıl ilgilendiren, 550 milyon dolar (yaklaşık 2 trilyon 625 milyar TL) olarak hesaplanan DİSK’in mal varlığının nasıl ele geçirileceğidir. Elbette DİSK’in mal varlığının devlete hibe edilmesi düşünülemez. Ama ağaların düşüncesi bu kaygıdan kaynaklanmıyor. Onlar bir biçimde, bu parayı kendi kişisel güçlerini artırmak ve DİSK’in kapalı olduğu ve cezaevinde yattıkları süredeki maaş ve tazminatlarını DİSK varlığından kolayca transfer etmek için almaya çalışıyorlar. Böylece, her biri küçük olmayan bir servet edinmiş olacaklar. Kısaca ağalar, kendilerini mağdur eden devletten alamadıklarını DİSK’ten alıyorlar. Sanki kendilerini içerde tutan, “işsiz bırakan” DİSK’miş gibi.
Burada denebilir ki, DİSK yöneticisi olmasalardı başlarına bir şey gelmezdi. Elbette. Ama DİSK yöneticisi olmasalardı; bu baylar, milletvekili de olamazlardı, yüksek maaşlı, şaşaalı bir yaşam da süremez, sıradan bir işçi olarak yan aç yaşayıp giderlerdi. DİSK’in kendilerine sağladığı avantajları görmezden gelip, DİSK yüzünden çektiklerini abartmaları onların niyet ve tutumlarının da en açık ifadesinden başka bir şey değildir.
DİSK ağaları yeni DİSK’i, eski DİSK’in “ileri gelenleri”ne dayanarak, kurmayı planlamaktadırlar. Ki, bu ileri gelenlerin büyük çoğunluğunun; sadece devrim, sosyalizm ve işçi sınıfının çıkarlarıyla ideolojik olarak değil, fiili bağları bile kalmamıştır. Pek çoğu 12 Eylül sonrasının “köşe dönücülerine” karışırken geri kalanlar da mücadele ile bağını koparmış “eleği asanlar”a katılmışlardır. DİSK’in “12 Eylül mağduru” üst bürokrasisi ise, SHP’nin yöneticisi ya da en ilerileri “SHP’nin eleştirici taraftarı” (Baştürk, Işıklar) durumundadırlar.
Kısacası, bu eski DİSK takımının bugün sınıfın mücadelesinin önünü açacak ne ideolojik-politik tutumları ne de sosyal konumları vardır.
DİSK ilk kuruluşunda, yükselen sınıf hareketi için bir kanal açmak şansına sahip olmuş, bunun sonucu olarak da mücadeleci bir sendika merkezi olduğu imajını yaratarak, işçiler için bir çekim merkezi olmayı başarmıştı. Bugünkü durumda yeni DİSK böyle bir şansa da sahip değildir. Tersine bugün kuruluşu sürdürülen DİSK, belirli çıkarlar (ki bu çıkarların işçi sınıfının çıkarlarıyla bir ilgisi yoktur) etrafında birleşmiş bir grubun hareketi niteliğinde olup, sınıfla hiç bir organik ilişkisi olmayan bir çevreye dayanarak ayağa kalkmaya çalışmaktadır. Dahası ilk kuruluşunda DİSK, işçilerin kitlesel hareketine grevler, sokak gösterileri, işgaller vb. dayanarak meşruiyetini dayatmıştı. Şimdikiler ise; yasalar, Anayasa mahkemesi, reformcu-gerici partilerinin icazetine bel bağlamış durumdadır. Böyle bir oluşum ise, kendisine hangi tüzük ve programı yaparsa yapsın devrimci bir sendika merkezi olma şansını elde edemez.
Peki, bugün DİSK, bir takım işyerlerini kendi çatısı altında toplayarak sahneye çıkamaz mı?
Bugün sendikalar yasasındaki %10 barajı buna olanak tanımaz gibi görünüyor. Ama baraj her an kalkabilir bir şeydir ve DİSK ağaları, hesaplarını barajın uzak olmayan bir gelecekte kalkacağı üstüne yapıyorlar. Bu, uzak bir ihtimal değil. Barajın kalktığı koşullarda, Türk-İş bünyesindeki Türk-İş’ten rahatsız olan kimi işyerleri ya da Türk-İş bünyesindeki bazı sendikaların Türk-İş’ten ayrılarak DİSK’e katılmaları hiç de beklenmeyen bir şey olamaz. Bu durumda DİSK, bir sendika merkezi olarak yeniden faaliyet gösterme şansını elde eder.
Bu durum, yukarda sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı (DİSK ve Türk-İş’in özünde ayrı olmayan sendikacılık eğilimlerini temsil etmesinden dolayı) işyerlerinde ve sendikalar içinde karışıklığa yol açıp, suni nedenler temelinde işçiler arasında ayrılıklar çıkması gibi olumsuz sonuçlara yol açabilir ve açacaktır. Ne var ki, bugün işçi sınıfımızın içinde bulunduğu, eskisine göre oldukça ileri bir çizgide bulunan mücadele birikimi ve devrimci ve komünistlerin yine eskiye göre bu alanda etkinliklerinin hayli artmış olması, bu olumsuz durumda bile mücadeleyi ilerletmek için yeni olanaklar da yaratabilir. Türk-İş, DİSK ve patronların tersi istemlerine karşın olumsuzluk bir olumlu gidişata dönüştürülebilir. Devrimcilerin iradesi dışında bir DİSK gerçeği ile yüz yüze gelindiğinde bu olanaktan mücadeleyi ilerletmek için yararlanmak elbette ihmal edilmemesi gereken bir şeydir. Ve bu durumda hangi taktiğin uygulanacağı tamamıyla günün koşullarının doğru bir analiziyle belirlenebilir. Bu yüzden de DİSK’in bugünkü haliyle yeniden örgütlenmesi elbette sınıfın ve onun mücadelesinin ihtiyacı değildir, ama yine bugünkü koşullarda Türk-İş’ten şu ya da bu sendikanın, şu ya da bu işyerinin kopması da sınıf için bir kayıp sayılamaz.
Son bir kaç yıllık işçi hareketinin yöneliş ve boyutları göz önüne alındığında şunlar söylenebilir: Yükselen işçi sınıfı hareketi karşısında Türk-İş barikat işlevini yerine getiremez olmuştur. Bu koşullarda hükümet, DİSK’in sahneye çıkmasına göz yumarak, 12 Eylül öncesinin “bölünmüşlüğü” ve sendikalar arası rekabetten medet ummaktadır. Ancak bu politika da umutsuzluğun politikasıdır. Çünkü işçi sınıfımız 12 Eylül karanlığı ve sonraki mücadele yıllarının deneyimine sahiptir. Bu deney birikimi, sendika ağaları, hükümet ve patronların hesaplarını bozabilecek bir birikimdir ve bu birikim sınıfın, devrimci bir platformda sendikal birliğin gerçekleşmesinin olanaklarını yaratmaktadır.
Eğer işçi sınıfının ileri kesimleri yüz binlik kitleler halinde DİSK çatısı altında örgütlenmeye yönelirse, DİSK bürokrasisinin amaç ve niyetlerine karşın, işçi sınıfı mücadelesinin genişleme ve radikalleşme olanakları daha da artacaktır. Sınıfın ileri kesimlerinin bugünkü sınırları aşan eylemleri, sınıfın geri kalan kesimlerinin uyanışını hızlandıracak, ileri atılımlarının yolunu açacaktır.
Bu yüzden de, işçi sınıfı mücadelesini ilerletmek isleyen, işçi sınıfından yana herkes, özellikle de komünist ve ileri işçiler için yapılması gereken, sendika ağalan arasındaki çatışmada yan tutmadan, yığınların eğilimini gözetmek, bu çatışmadan yararlanarak sınıfı birliğini güçlendirecek bir eylem çizgisine çekmektir. Soruna yaratıcı bir biçimde yaklaşılırsa bunun sayısız yolu olduğu görülecektir. Yeter ki yığınların nabzı elde tutulabilsin ve ortaya çıkan her yeni durum gereği gibi değerlendirilebilsin.
Ocak 1992