İşçi Kıyımlarına Karşı Sihaz Direnişi 40 gündür sürüyor…
KÖYTEKS’tcn SlHAZ’ı kiralayan Ayşe Balcı, ilk günlerde, işçilere yakın gelecekte çok iyi çalışma koşulları ve ücret vaat etti. İşveren “sözünü tutup”, daha ayını doldurmadan 18 çalışanın işine son vererek ve 18 kişilik ücret karşılığında asgari ücretle sözleşmeli 78 kişi alarak gerçek yüzünü gösterdi.
İşverenin, işçileri sendikasızlaştırma ve sindirme çabalarına, sınıfın davasından uzak sarı sendika Tekstil-İş’in kayıtsız kalmasıyla birlikte, Sivas’ta açılması gereken sendika şubesinin her ne sebepse açılmamasından sonra kıyımlar daha da azgınlaştı.
Yasalar ve toplu iş sözleşmesi gereği doğum, süt, evlenme, ölüm kinleri ya çok az ya da hiç kullandırılmadı, ödemeler 1 ay kadar gecikmeli yapıldı, son ikramiye 75 gün gecikmeli ödendi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, sendikacıların da onayıyla, ücretsiz cezai mesai uygulandı. Acil hastası olduğundan dolayı izin isteyen Nail Gürseven adlı işçi, “durumun acil, bir haftalık izin belgesi düzenleriz” oyunuyla izin dönüşü izinsiz gösterilip sendikadan istifası koşuluyla işe başlatıldı.
Bardağı taşıran son damla, Hayati Tipici adlı işçinin 12 Ağustos günü mesai bitimi, ücretsiz cezai mesaiye zorlanması ve kabul etmediğinde iş aktinin feshi oldu. İş güvenliği olmayan işçiler, 400’ün üzerinde çalışan, 13 Ağustos sabahı topluca uygulamaları protesto için bir günlük iş bırakma eylemi gerçekleştirdi. 14 Ağustos’ta Hayati Tipici işe başladı.
Sihaz’da dananın kuyruğu bir kez kopmuş; işçiler, birliği, dayanışmayı yakalamıştı. Tez elden paçayı kurtarmak isteyen işveren 16 Ağustos cuma günü, 193 kişi hariç, 75 gündür ödenmeyen ikramiyeyle birlikte Temmuz maaşlarını ödedi. Ödeme yapılmayan 193 kişinin iş aktini feshettiğini açıkladı. Bir olmanın verdiği güce inanan SİHAZ işçileri, 17 Ağustos cumartesi günü mesai olmadığı halde topluca işyeri önünde olayı protesto ettiler. Arkadaşlarının haklarını birlikte aradılar. 19 Ağustos pazartesi günü 193 kişi işe alınmayınca, (20-30 kişi hariç) işi bıraktılar. Kıyımlar karşısında Sivas Hazır Giyim, Sivas’ta öfkenin doruğu oldu. Sivas’ın onuru, gururu da olacak. Sınıf olarak kazanacaklar.
Sivas’tan bir ÖD okuru
Merter’de İşten Atmalı Kâr Oyunu!
Merter irili ufaklı yüzlerce tekstil atölyesinin bulunduğu yoğun işten çıkarmaların olduğu bir sanayi bölgesi. Burada işyeri sahiplerinin sık sık başvurdukları bir yöntemle işçiler hiç bir tazminat ve hak alamadan işten çıkartılıyor ve yerlerine yeniden işçi almıyor. Merter’de bu olaylardan sonuncusu Besa Tekstil’de yaşandı.
Besa Tekstil yaklaşık 80 işçinin çalıştığı Merter’deki yüzlerce tekstil atölyesinden birisi. Daha önceki adı ise Çılgı Tekstil. Bu isim değiştirmelerin nedeni ise, Besa Tekstil patronunun çalıştırdığı işçilerin parasını ödemeden tazminatlarını vermeden işten çıkartmak için bulduğu bir yöntem olması. Besa Tekstil yaklaşık üç ay önce 45 işçisini hiç bir gerekçe göstermeden işten çıkartıyor. Günlerce paralarını almaya çalışan işçiler hiç bir hak talep edemeden bu haksızlığa boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Çünkü işyerinde çalıştıklarına dair hiç bir kayıt yok.
İşveren bu sefer aynı oyunu bu işçilerin yerine aldığı yeni işçilere oynuyor. Daha önceki adıyla Çılgı Tekstil yeni adıyla Besa Tekstil, yaklaşık 80 işçiye bir günlük izin veriyor. İşçiler bir gün sonra işyerine geldiklerinde işyerinin Sobe Tekstil adlı bir başka işyerine satıldığını öğreniyorlar. Kendi haklarının ne olacağını soran işçilere yeni patron bunun kendisini ilgilendirmediğini söylüyor. İşçilerin diretmesi ve haklarından vazgeçmeyeceklerini söylemesi karşısında kendisinin bu borçları ödeyebileceğini söylüyor. İşçilerin haklarını iki gün sonra alabileceklerini söylemesi karşısında dağılan işçiler iki gün sonra tekrar işyerine döndüklerinde yeni patron Besa Tekstil patronuyla anlaşamadığını bu yüzden paralarını ödemeyeceğini bildiriyor.
İşçilerin başvurdukları Bölge Çalışma Müdürlüğü gibi devlet kurumları ise “yaptıkları inceleme sonucunda konunun kendilerini ilgilendiren bir yönü olmadığını” söyleyerek mahkemeye başvurmalarını bildiriyor. İşverenin işçilere yaklaşık 100 milyona yakın bir borcu var. İşçilerin ilk başlangıçta işyerinde kalarak duruma müdahale etmemeleri sonucunda makinalar da sökülerek Sobe Tekstil’e götürülmüş.
Merter sürekli işsizliğin olduğu ve işçilerin bir işyerinden çıkarak diğerine girdiği bir bölge olduğu için bir işçi alımı olduğunda onlarca işçi atölye kapılarına yığılıyor. Bu yüzden işçiler uzun süreli işsiz kalmak istemiyorlar. Bu yüzden böylesi durumlarda uzun bir hak alma mücadelesine girilmiyor. İşçiler bir süre sonra bu işten vazgeçerek yeniden iş aramaya başlıyorlar. Bu sayede Besa patronları gibileri kurdukları düzeni sürekli işletebiliyorlar. Merter’de bu çarkı kumanın yolu örgütlülükten ve mücadeleden geçiyor. Eğer Besa Tekstil gibi işyerlerindeki işçiler böylesi durumlara örgütlü bir şekilde müdahale edebilseler ve patronların onları oyalama taktikleri karşısında kararlı bir şekilde mücadele edebilselerdi patronların bu oyunları boşa çıkarabilirlerdi.
Yeni bir İnkılap DAL cinayetine hayır!..
Şu anda İzmir Devlet Hastanesi’nin mahkûm koğuşlarından birinde yatan kanserli bir mahkûm var.
Adı Muharrem Eryaşar. Dev Yol davasından. Yıllarını cezaevlerinin sağlıksız koşullarından geçirmiş. Kansere ve Behçet hastalığına yakalanmış. Bir süredir radyoterapi ve kemoterapi görüyor.
Devlet Hastanesi Sağlık Kurulunca hakkında verilmiş “cezaevi şartlarında yaşaması sakıncalıdır.” raporu var.
Bu rapor İstanbul Adli Tıbba onay için gönderiliyor. Muharrem Eryaşar hala buradan gelecek onayı bekliyor, her nasılsa bu rapor bir türlü gelmek bilmiyor. Daha önce Özal ve şürekâsı “özel af dilekçesi” istiyorlar, Muharrem’den; vermiyor. “Ben affedilecek bir şey yapmadım” diyor. “Ben değil, halka karşı suç işleyenler, işkenceci-zindancı takımı halkımızdan af istemelidir.” diyor.
Muharrem’in acilen tahliye edilmesi ve tedavisinin dışarıda sürmesi zorunlu. Ancak malum karanlık eller sürekli uzanıyor onunla ilgili işlemlere. Herhalde “önce öldürelim, sonra tahliye edelim” diye düşünüyorlar.
Muharrem boyun eğmiyor ve bekliyor. Dışarıda karısı ve beş çocuğu bekliyor. Eryaşar ailesinin durumu Türkiye’de “insan hakları” ve “insan sağlığı”na verilen önemin tipik bir örneği.
Tüm duyarla insanları, tüm devrimci-demokratik kamuoyunu yeni bir İnkılâp Dal cinayetine izin vermemeye, ulusal ve uluslararası platformlarda tepkilerini ortaya koymaya çağırıyoruz.
BUCA CEZAEVİ’nden DEVRİMCİ TUTSAKLAR
Dokunmayın Başkana!
“Başkan seninle ölüme de gideriz.” Bu söz, geçen yılın Aralık-Ocak aylarında Zonguldak madencilerinin en çok haykırdıkları sloganlardan biriydi. Ama Başkan Denizer, madencilerle Ankara’ya gitmedi. “Canları”nı Mengen barikatında bıraktı. Ankara’ya yalnız gitti ve yürüyüşü bitirdi. Şemsi Denizer, Ankara’dan sonra da “canları”ndan ayrı yürümeye, kendi yolunda yürümeye devam etti.
Şemsi Denizer’in yolu sınıfın yolu değildi. O, bir parçası olduğu Türk-İş ve yönetimi gibi, bu düzenin savunucusu ve ondan çıkar uman biriydi. Zonguldak madencilerinin direnişini kârlı bir yatırım olarak görmüş ve milletvekili seçilme kişisel amacına ulaşmak için kaldıraç olarak kullanmayı tasarlamıştı.
Denizer, düzenin diğer adamları gibi, kişisel çıkar peşindeydi ve çıkarının gerektirdiği yollarda yürümeye, gerekli olduğunda bu yolları değiştirmeye hazırdı. Milletvekili olmak için önce DYP ile SHP arasında “tercih yapma”da zorlandı. Zonguldak madencilerinin çıkarını savunmak için (!) önce sicilli faşist Demirel’in DYP ile flört etti, sonra da işçi çıkarlarıyla en küçük bir ilgisi olmayan SHP’ye transfer oldu. Bu arada SHP’den DYP’ye transfer olan Bakırköylü deli doktor Y. Aktuna’nın kulaklarını çınlattı. Denizer’in işçi sınıfının çıkarlarıyla ilgisi olmadığı gibi ideolojisi ile de bir ilgisi yoktu. Sosyal demokrat bile değildi. Sadece SHP’den seçilebileceğini düşünmüş ve oraya yönelmişti. Mengen’de işçilerin karşısına dikilen barikata payanda olan Denizer, bu kez, işçilere hayâsızca “Mengen barikatını oylarımızla yıkalım” çağrısında bulunuyordu. Ama “papaz her zaman pilav yemiyordu”. Madenciler, “emeğiyle geçinen insanların temsilcisi olarak parlamentoda haklarını korumak istedi”ğini söyleyen Denizer’in aldatmacasını bu kez “yutmadılar”. Başkan, seçilemedi. Kendisine yöneltilen “madenciler sizi cezalandırdı mı? İşçi neden güven duymadı?” (Cumhuriyet, 23 Ekim) sorusuna, “belki bildikleri bir şey vardır” diye yanıt veren Ş. Denizer bir gerçeği kabul etmek zorunda kalıyordu: Madencilerin gerçekten bildikleri şeyler var artık. Sınıf yaşayarak öğreniyor.
Denizer, “politikaya devam edeceğim” diyor. Dokunmayın başkana; herkes yoluna…
Demirel ABD Yolcusu
Demirel’in partisi seçimlerin yarı-galibi olarak ortalıkta salınmaya başladığında, C. Çandar’ın deyişiyle “Amerika’nın Türkiye politikasını formüle edenlerin Washington’da düzenledikleri bir yemekte müstakbel Başbakana acil bir ABD ziyareti davetiyesi çıkarıldı. Ve öğrenildi ki Amerikalılar Demirel’e daha önceden de büyük bir “uzak görüşlülük”le davetlerini iletmişlerdi. Bir ülkenin henüz taze Başbakanı bile atanmamış zat vakit geçirilmeden sığaya çekilmek üzere ayağa çağrılıyordu. Ülkenin ayağa düşmüşlüğünü herkesin gözüne sokmak üzere.
Demirel önceki başbakanlık dönemlerinde Amerikan emperyalistlerine unutulmayacak hizmetler sunmuştu; eski gözbebeğiydi. Uzunca bir süre Özal’la birlikte Türkiye’yi yöneten emperyalistler, şimdi Özal’ın yanında yeniden Demirel’i görmekten memnun olacaklarını vurguluyorlar, bir ANAP-DYP koalisyonu öngörüyorlardı. Çandar gibiler, bundan ANAP-DYP hükümetini anladılar. Oysa ABD’ci koalisyon daha hükümet kurulmadan kurulmuştu bile. Nasıl bir hükümet kurulacak olursa olsun, Özal ve Demirel birbirleriyle “zıtlaşmaktan” vazgeçmişlerdi. Demirel Özal’dan “hesap sormayacak”tı ve cumhurbaşkanlığını kabullenecekti; Özal’sa Demirel yönetimine zorluk çıkarmayacaktı. Yeni slogan atılabilirdi: “Özal-Demirel el ele Amerikancı milli cephede”!
Cezaevlerinde anti-faşist direniş…
“Kamuoyuna
Egemen sınıflar içinde bulundukları ekonomik kriz koşulları ile sınıfsal ve ulusal mücadelenin yükselişi karşısında yeni tedbirler almak, istikrar unsurları bulmak için, ellerindeki kozları oynamaya başladılar. İfadesini “Terörle Mücadele Yasası”, “Ekonomik İstikrar Paketi” ve “Erken Seçim”de bulan söz konusu kozlar bir bir oynanıyor.
Kendisini, gelişmekte olan yığın hareketini engellemek, kitlelerin devrim ve devrimcilerden kopmasını sağlamak, radikal mücadele güçlerine her cepheden saldırı ve baskıyı örgütlemek, her türlü hak gaspları ve anti-demokratik uygulamalarla ifadelendirilen “Terör Yasası”nın yanı sıra, günlerdir kamuoyunun gündemini işgal eden erken seçim aldatmacasıyla da istikrar sağlanmaya ve çözümsüzlükler giderilmeye çalışılıyor. Ancak devletin politika üreticilerinin ömrü “istikrar ve huzur”a kavuşmuş bir Türkiye görmeye yetmeyecek. Enflasyon, işsizlik, pahalılık, yatırımlardaki durgunluk ve seçime rağmen tam takır bir bütçeyle kriz devam edecek ve bunun faturası emekçi halkımıza çıkarılacak.
Huzur ve istikrarı tehdit eden en önemli unsurlar olarak görülen devrim ve devrimci mücadeleye karşı geliştirilen “Anti-Terör Yasası” ile egemenlerin “demokrasi” gösterileri de çabucak dağıldı. Demokrasi perdesinin arkasından “Anti-Terör Yasası” çıktı.
Söz konusu yasa, karşı-devrim güçlerinin sınıfsal ve ulusal harekete yönelttikleri kapsamlı ortak saldırının hukuksal ifadesidir. Tamamen bir hukuksuzluk örneği olan bu yasa çıkmadan eskimeye başladı bile. Sindirilmeye çalışılan unsurlar sinmiyor, halktaki hoşnutsuzluk artıyor, işçi ve emekçilerin, gençliğin hak alma mücadelesi yeni mevziler kazanıyor, fabrika işgalleri, boykotlar, gösteriler artıyor, sosyalist basın toplatıldıkça yeniden basılıyor, yasanın uygulanabilirlik sınırları gittikçe daraltılıyor. Tecil yasasının kapsamı dışında bırakılan 146 kapsama alındı, ama 125. madde hala kapsam dışı. Bütün bu çarpıklıklar çözümsüzlüklerin ürünüdür. Sonuçta ortaya çıkan bu yasa; dizginsiz ve güçlendirilmiş bir polis devleti ve örgütlü terör; baskı, işkence, sokak infazları, katliamlar, gözaltı süresinin uzatılarak işkence ve ölümlere olanak sağlanması, muhbirlik ve itirafçılığın teşviki ve güvence altına alınması, cezaevlerinde hak gaspları, tecrit ve avukat sınırlaması yani savunma hakkının gaspı, yeni tip ya da “Terörist Tip” denen tabutlukların yaygınlaştırılması, sendika ve tüm demokratik kuruluşlara ve basına karşı azgın bir saldırı. Kısaca faşist, terörün yasallaştırılması demektir.
Yasanın yürürlüğe girmesiyle sokak infazları ve katliamlar yoğunlaştırılarak yaygınlaştırıldı. Hatice Dilek ve İsmail Oral’larla başlayan, ardından Türkiye ve Kuzey K….tan’ın pek çok yerinde sürekli olarak artan infaz ve katliamlarla halklara ve mücadele güçlerine gözdağı verilmeye çalışılıyor.
Egemen sınıfların bu birleşik ve bütünlüklü saldırısında reformist, düzen içi arayışlara uygulanan havuç politikası, mücadeleci unsurlara gelindiğinde sopa politikasına dönüşüyor. Bir yandan sahte demokrasi vaatleri, öle yandan ezilen çilekeş Kürt halkına, işçi ve emekçi yığınlara yoğun bir baskı…
Siyasi tutsaklara, yönelik hak gasplarına her gün yenileri ekleniyor. Cansiperane mücadelelerle kazanılmış haklar gasp ediliyor; devrimci kişiliklerinden ve siyasi kimliklerinden uzaklaştırılmış, tek tip, kişiliksiz, düzen insanları yaratılması hedefleniyor. Yasayla beraber “teröristlere” getirilen açık görüş yasağından sonra, en temel insani haklara dahi pranga vuruluyor, baskı ve işkence hâkim kılınıyor.
Cezaevlerinde tutsakların kazandığı mevziler egemen sınıflarca tek tek, adım adım, geri alınmaya çalışılıyor. İnsanca yaşamayı doğrudan etkileyen görüş, sağlık, savunma, yiyecek, giyecek gibi temel ihtiyaçlar kısıtlanarak baskı aracı olarak kullanılıyor. Tek tek başlayan ve gittikçe genele doğru yayılan bu hak gasplarıyla; cezaevleri, tutsaklar için cehennem, kapılarının da aileler için birer işkence hane olması hedefleniyor. Her açık görüş gününde cezaevi önünde toplanan aileler polis copu ve asker dipçiği ile karşılanıyor, yaşlı analar tartaklanıyor ve tutuklanıyor. Beş yaşındaki çocuklar cezaevi kapılarında polis copuyla tanışıyorlar. İnsanlık dışı uygulamalar günbegün artıyor. 12 Eylül’de yaşanan vahşetler yeniden yaşatılmak isteniyor.
Son olarak Buca cezaevinde ortaya çıkan gelişmeler, yasanın cezaevlerine yönelik en açık ve somut ifadesidir. Buca cezaevinde sıkıyönetim yıllarını aratmayacak türden uygulamalarla karşı karşıya kalan siyasi tutsaklara, görüş yasağı,, mektup yasağı, yemek yapma ve çay pişirme yasağı uygulanıyor, koğuşlar arası ziyaret engelleniyor, kapılar sürekli kapalı tutuluyor. Mahkemelere gidilirken insan onurunu zedeleyecek biçimde aramalar yapılıyor, ayakta sayım verilmesi isteniyor. Yani Buca’da her şey yasaklanmış durumda. Buca cezaevinde siyasi tutsaklar bütün baskı ve uygulamalara karşı hak alma mücadelelerini başlattıkları süresiz açlık greviyle sürdürüyorlar.
Can bedeli mücadelelerle kazanılmış hakların bir çırpıda gasp edilmesi söz konusu yasanın cezaevi yöneticilerine, polis güçlerine ve mahkemelere tanıdığı olağanüstü yetkilerin ve keyfiliğin bir sonucudur.
Hangi koşullarda olursa olsun kendisine insanım diyen, aydınım, demokratım diyen herkesi bu insanlık dışı uygulamalara karşı çıkmaya ve haklı mücadelemize destek vermeye çağırıyor ve diyoruz ki;
Egemen sınıfların çözümsüzlüklerinin ürünü olan bu saldırılar püskürtülecek ve bu yasa da SS kararnamelerinde olduğu gibi hak ettiği yere yani tarihin çöplüğüne gönderilecektir.
En insani hakkımız olan görüş hakkının gaspını ve Buca cezaevindeki insanlık dışı uygulamaları protesto ediyor, kamuoyunu duyarlı olmaya davet ediyoruz.
– Açık görüş hakkımız engellenemez!
– Anti-Terör Yasası bizleri yıldıramaz!”
Sağmalcılar Kapalı ve Özel Tip Ceza ve Tutukevi Siyasi Tutsakları
BABIÂLİ’NİN AYNASI: GÜNEŞ GAZETESİ
Asil NADİR’in “solcu” gazetesi GÜNEŞ’te 42 işçi ve emekçi, 2 EYLÜL’den beri direniyorlar. Gündüzün sıcağına, gecenin soğuğuna, yağmura çamura aldırmadan direnişlerini sürdüren GÜNEŞ çalışanları, sadece doğa koşullarına, sadece 8 aydır almadıkları ücretleri nedeniyle ekonomik güçlüklere karşı değil, basının, sendikacıların, aydınların ilgisizliğine, patron yanlısı olarak düzenlenmiş yasaların engellerine karşı da savaşıyorlar.
Babıâli patronları ve hınk deyici yazarları, kalemi ellerine aldıklarında, “işçi haklarından”, “insan haklarından”, “adaletten” “sendika hakkından” vs. dem vurmaktan çok hoşlanırlar. “Patronlar işçilerinin hakkını gözetir, işçi de hakkına razı olursa toplumda her şeyin günlük güneşlik” olacağı üstüne kurarlar propagandalarını. Eğer bir yerde bir patron onlara “kaba” gelen bir yöntemle işçileri sokağa atmışsa, patrona öfkelenir, “canım böyle de yapılmaz ki” gibi sitemlerle sayfalarını doldururlar. Hele patron “ilanları”nı başka gazetelere veriyor, ya da doyurucu ilan verecek kadar kıymeti harbiyesi yoksa kalemler daha da sivriltilir, işçilerin “savunulduğu” bile olur.
Sonra bu yazılanları dizgiciler, “vay be bizim patron” ya da hangi “büyük yazarımız ne de işçi yanlısıymış da belli etmiyormuş” diyerek dizerler. Düzelticiler, montajcılar, kalıpçılar, matbaa işçileri de aynı düşünceyi mırıldanırlar ve eklerler, “iyi adamlarmış da biz anlayamıyormuşuz herhalde”. Ama Babıâli’de bu “iyiliğin”, “işçi haklarını savunmanın” sınırı patronun çıkarlarına dokunduğu yere kadardır. Patronun ilan gelirine zarar verecekse, işçi hakkı, işçi mücadelesi görmezden gelinir. Görmezden gelinmeyecek kadar göze batıyorsa, haberiyle, yorumuyla patronların safından işçi mücadelesi karalanır.
Babıâli’nin, yüz yılı aşkın tarihinde bir gazetecilik kültü oluşturulmuştur. Onlara göre; “gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur”. Bu her ne kadar yazarlar için söylenmiş görünürse de, teknik hizmetlerde de aynı felsefe işlenir, hepsinin de “kutsal bir görev” yaptıkları imajı uyandırılmaya çalışılır. Gazeteci, belirli bir ücret karşılığı emeğini patrona satan kişi değil, bu dünyanın dışında, her şeyiyle gazeteye bağlanmış kişi olarak biçimlendirilir. Ve herkesin “gazeteci doğduğunu” ispat etmesi için var gücüyle çalışması istenir.
Doğrusu Babıâli patronları yüz yıldır bu safsatayla durumu idare etmişler, servetlerine servet katmasını bilmişlerdir.
Ama son yıllarda, emekçileri sokaklara döken fırtına onları da etkilemiş, hiç olmazsa gazete çalışanları ücret ve hak diye bir şeylerin olduğunu fark etmeye başlamıştır. Son bir yıl içinde gazetelerden yüzlerce işçi ve emekçinin kovulması, herkese ahlak, erdem öğüdü veren “büyük gazetecilerin” on milyonlara varan transfer ücretleriyle birleşince, herkesin kafasında “kutsal görev” konusunda kuşkular uyanmıştır. İşte GÜNEŞ’te 5 EYLÜL’den bu yana süren, işçi ve emekçilerin direnişi bu birikimin sonucu olarak ortaya çıkmış, bugün de sürmektedir.
GÜNEŞTE NELER OLUYOR?
GÜNEŞ Gazetesi’nin Asil Nadir’in yolsuzluklarının ortaya çıkmasından önce bile, ücret ve sosyal haklar konusunda, tepedeki üç beş kişi dışında gazete emekçilerine zamanında ücret ödememek için elinden gelen her şeyi yaptığı bilinen bir gerçektir. Ama bu durum, 8 aydan bu yana dayanılmaz bir hal almış, gazete çalışanlarına ücret, sosyal hak, ikramiye adına hiç bir şey ödeme meye başlamıştır. Ne zaman ki, çalışanlar başkaldırmaya kalksa, eski yöneticiler alınmış, yerlerine “tatlı dilli”, “işçi dostu”, “solcu” yeni yöneticiler atanarak, emekçilerden “biraz daha zaman” istenerek durum idare edilmeye çalışılmıştır. Sendikanın desteğinden yoksun, örgütsüz, çaresiz emekçiler, aylarca görünüşte “biraz daha zaman”ı gerçekte ise milyarlarca lirayı Asil Nadir’e bağışlamaya devam etmişlerdir. Nihayet 27 Mayısta ilk direniş Ankara ve İzmir’de patlak vermiş, İstanbul’da da bugün direnişi sürdüren bir grup emekçi onları desteklemiştir. Ne var ki, İstanbul’dakilerin büyük çoğunluğu, direnişi desteklemek bir yana, direnen arkadaşlarını “hain” ilan edecek kadar patron yanlısı bir tutum takınarak Babıâli geleneğini sürdürmüşlerdir. Direniş kırıcılarının TGS İstanbul Şubesi’nin gerekçeleri pek “uyanıkça”dır: Onlara göre; “Direnişçileri Nezih Demirkent kışkırtmaktadır, TGS’nin Merkezi’de ondan yanadır, direnişe katılırsak oyuna geliriz. Solcu GÜNEŞ Nezih Demirkent’in eline geçer. Bu da gazeteye darbe olur vb. vb.” GÜNEŞ ve CUMHURİYET “solculuğu”ndan beslenen bu düşünce, GÜNEŞ’teki emekçi mücadelesine ilk darbeyi vurdu. Ankara ve İzmir’de direnen işçiler, tazminatsız işten atıldılar.
Çalışanların dağınıklığını, sendikanın aymazlığını fark eden patron, bu sefer hiç ücret ödememeye başladı.
12 Ağustos’ta, İstanbul çalışanları direnişe geçti. Ve şu talepler öne sürüldü: 3’er milyon liralık avans verilmesi ve geriye dönük alacakların garanti altına alınarak bir ödeme düzenine bağlanması, Ankara ve İzmir’de işten atılanlara tazminatlarının ödenmesi. Ne var ki, patron 3’er milyon ödenmesi dışındaki istekleri hiç kabul etmediği gibi, 3’er milyonu da ancak Eylül başında ödeyeceğini bildirdi. Ve pazarlık sonucu, 3’er milyonluk 350 senet düzenlenerek yediemine verildi. Ama aybaşı geldiğinde, senetler de ödenmedi. Bunun üzerine Merkez binadaki çalışanlardan 120’si 2-3 Eylül günleri yeniden direnişe başvurdular. Patron anlaşmaya yanaşmayınca, kısa bir direniş sonrası hak alınacak düşüncesiyle direnişe katılan servis şefi vb. durumunda olanlar direnişi bıraktılar. Kalan 62 kişiyse; 5 Eylül’de iş yasasının 17. maddesine göre, tazminatsız olarak, işten çıkarıldı. Ama bu sefer işten çıkarılanlar, çekip evlerine gitmediler. İlk üç günü gazete binasının içinde geçiren direnişçiler, 4. günden itibaren gazete binası önündeki kaldırımda direnişlerini sürdürmeye başladılar. Bazen sadece kendileri, bazen de eşleri ve çocuklarıyla direnişlerini sürdürdüler. Gece gündüz çadırlarının önünde direndiler. Havaların soğumasıyla birlikte, işçilerin direnişini kırmak için soğuktan yararlanmayı düşünen gazetedeki A. Nadir’in temsilcisi Erdal YILMAZ, polise çadırı yıktırdı. Ama işçiler yılmıyorlar. Soğuğa ve yağmura karşın gece gündüz demeden direnişlerini sürdürüyorlar.
BABIÂLİ BASINI SESSİZ
Babıâli’de gazeteler, varlıklarını birbirinin boğazını sıkmasına bağlamışlardır. Birisi köşeye sıkışmışsa hemen hepsi ona yüklenir, batırmaya çalışır, bu kapitalizmin yasalarının kaçınılmaz gereğidir. Her gazetenin kendi içinde de sistem yardımlaşma, ortak bir ürün çıkarma üstüne değil, kişisel rekabet üstüne oturtulmuştur. En yakın “dostlar” bile birbirinin ayağını kaydırmak için fırsat kollar. Bu rekabetten de en çok patronlar yararlanır, her birini emeklerinin son damlasına kadar sıkarlar. Gerek kişiler, gerekse gazeteler birbirlerine çamur atmak için her vesileyi kullanırlar.
Babıâli’nin ilk ciddi direnişi olma özelliğiyle, pek çok haber, yorum ve röportaja konu olabilecek GÜNEŞ DİRENİŞİ, Babıâli basınının ilgisini hiç çekmedi. Bir gün olsun bu direnişi haber yapmadılar, ilerici, emekçi yanlısı yazarlar, “Neden bu emekçiler kapı dışarı edildi?” diye sormadı, sormak ihtiyacını duymadı. Muhabirler, kendileri gibi birer emekçi olan GÜNEŞ çalışanları için bir haber yapıp gazetelerine sokamadılar, sokmadılar. Sağcısıyla, “solcu”suyla adeta bir duvar oldu, Babıali’nin gazeteleri. Garip olmayan bir “garip sessizlik” var Babıâli’de.
“Garip” değil. Çünkü daha dün Tercüman, Günaydın, Cumhuriyet çalışanlarının önemli bir kısmını kapı dışarı etti. Şimdi, Milliyet ve Hürriyet aynı şeyi yapmaya hazırlanıyor. Hiç birisi GÜNEŞ patronundan daha temiz değil işçiler ve işçi hakları karşısında. Kısacası Babıâli patronları çok bilinçli bir sınıf dayanışması içindeler, GÜNEŞ direnişçilerine ve yakında kendi gazetelerinde de olası işçi eylemine karşı. Bu yüzden yazmıyor kalemleri, inanmadan da olsa, basın çalışanlarının haklarından, güçlüklerinden söz etmemekte direniyorlar. Bu beklenen bir tutum ve garip değil. Ama garip olan, GÜNEŞ çalışanları başta olmak üzere diğer gazetelerin emekçilerinin de patronlarıyla aynı sessizliği paylaşmaları. Yarın onları bekleyen bugünkü GÜNEŞ direnişçilerinden farklı değil. Üstlerindeki küflenmiş Babıâli kültünü atmadıkça da birleşip mücadele etme şansını elde edemeyecekler. Bu yüzden de GÜNEŞ direnişi binlerce Babıâli çalışanı adına bir direniştir ve bugün ön saflardaki 42 emekçi sadece kendileri için değil, kendileri bunun farkında olmasa da, bütün Babıâli çalışanları için bu sıkıntılara katlanmaktadır. Babıâli’de, bugün sıcak masası başında günlük işini yapan, akşam evine dönen her emekçi, soğukta, yağmurda, gece-gündüz direnen GÜNEŞ emekçilerini düşünmek, onlara destek olmanın bir yolunu bulmak zorundadır.
SENDİKALAR İLGİSİZ
GÜNEŞ’te olup bitenlerle ilgili olarak TGS başta olmak üzere sendikalar da ilgisizliğini sürdürüyor.
Güneş çalışanları TGS’nin üyeleri. Ama TGS’nin yöneticileri bugüne kadar GÜNEŞ çalışanlarının direniş çadırını bir kez bile ziyaret etmiş değil. Sağda solda nutuk atılacak toplantılara vakit bulup katılan TGS’nin yöneticileri GÜNEŞ çalışanlarını ziyaret edecek, onların “halini-hatırını” soracak vakit bulamıyor olmalılar. TGS İstanbul Şubesi yöneticileri, sadece ziyaret etmemekle yetinmiyor, direnişte olan işçilere yardım da etmiyor. Çalışanların GÜNEŞ hakkında açtıkları davanın sadece mahkeme harçları 29 milyon tuttuğu halde, TGS’nin bugüne kadar direnişçilere verdiği 10 milyon TL’den ibarettir. Ve sendikacılar, “bizim yapacağımız yardım bundan ibarettir, bizden daha fazla bir şey beklemeyin” diyorlar.
Diğer sendikacıların tutumu da tam bir ilgisizlik, işçilere, “maddi, manevi her olanağımızla arkanızdayız”, “bu paralar zaten sizin paranız, böyle günlerde size yardım etmeyeceğiz de kime edeceğiz”, “sendikamız sizlerle beraberdir” diyen çeşitli sendikaların “ilerici”, “demokrat” başkan ve yöneticileri, iş mahkeme masrafları vb. harcamalara gelince yan çiziyor, “yönetim kuruluna kabul ettiremedik”, “yönetim toplanamıyor”, “hangi kalemden göstereceğimizi bilemiyoruz” vb. gibi gerekçelerle, işçilerin “borç olarak” istediği birkaç milyonu bile vermekten kaçınıyor. Dahası, Tümtis ve Deri-İş Kazlı Çeşme Şubesi dışında hiç bir sendikacı direnen işçileri ziyaret etmek zahmetine bile katlanmamıştır.
İşçiler bugün, günlük geçimlerini sağlamak, dava açmak ve haciz için gereken zorunlu harcamaları (milyonlarca lirayı buluyor) evlerindeki eşyaları satarak karşılamaya çalışmaktadırlar. Ama direnmekte kararlılar. Mücadele içinde dostlarını, sahte dostlarını ve düşmanlarını tanıyorlar. Babıâli çalışanlarının mücadelesini omuzlamış olmanın onurunu taşıyorlar. Sonuçta tek kazançları bu bile olsa, bundan sonra aynı yollardan geçmek zorunda kalan her gazete işçisi ve çalışanı onların deneyiminden öğrenerek ilerleyecek. Babıâli’nin tarihi düşünüldüğünde bu çok önemli bir kazançtır.
GÜNEŞ’TE “ÖRNEK” BİR SENDİKA BAŞKANI ADAYI VE BİR “68”li
TGS İstanbul Şubesi eski Mali Sekreteri Yusuf ENGİNKAYA 1 GÜNEŞ, Asil Nadir’in “solu da ben biçimlendireceğim” iddiasıyla satın alıp yayımladığı bir gazetedir. Bu yüzden de, GÜNEŞ’e yapılan makyajın malzemesi bir zamanların solcuları oldu. Zaman içinde bu uysal “solcular”a bile tahammül edemeyen A. Nadir, bunların bir bölümünü kapı önüne koydu, ama yine de birçok eski solcu” GÜNEŞ’te kalmaya devam etti. Bunlardan ikisi TGS İstanbul Şubesi İdari sekreteri Merdan Yanardağ ve Tarık Tavatoğlu’dur.
Merdan Yanardağ, daha Mayıs sonundaki Ankara ve İzmir çalışanlarının dir nişi sırasında TGS’nin diğer yöneticileriyle birlikte, işçilere karşı tavır aldı. “Yasa dışı direniş yapmışlar. 17. Maddeden çıkışları verilmiştir, patron haklıdır” diyerek patronun yanında tavır almış, İstanbul’daki eylemin kırılmasında da başrolü oynamıştır. Dahası günde 16-18 saat çalışarak gazetenin çıkması için elinden ne gelirse yapmıştır. Patron da onun hizmetlerinin karşılığını vererek, Merdan ve ekibini gazetenin üst yönetimine getirmiştir. Merdan bununla da yetinmedi. 2 Eylül’de İstanbul GÜNEŞ’te başlayan eyleme, “bize danışılmadan yapıldı” gerekçesiyle karşı çıktı ve direnişi kırmak için gazeteyi Dünya Gazetesi’nin tesislerinde bastırdı. Bu da yetmedi, direnen işçileri ve çalışanları “sağcılar, ihbarcılar eylem yapıyor” diye karalamaya, bölmeye çalıştı. Şimdi bu Merdan, bir yandan Demokrat!’ın sayfalarında “ilericilik”, “emeğe saygı” üstüne yazılar döktürüyor, bir yandan da İstanbul TGS Şube Başkanlığı için çaba harcıyor. Yöneticiler, başka işlerinden fırsat bulup bir gün toplanabilirse onu başkan yapacaklar. Eh, işçi mücadelesine cepheden saldıran, açıkça A. Nadir’den yana tutum alan bir sendika yönetimine de patron uşaklığında hayli deneyim kazanmış Merdan yakışır!
Güneş direnişinin ikinci “kahramanı”, her vesileyle “68’liliği” ile övünen, sağda solda o yıllardaki “kahramanlıklarıyla” övünen Tashih Şefi Tarık Tavatoğlu’dur.
2 Eylül günü başlayan eylemde, servis servis dolaşıp “Bu eylemi de başaramazsak sonumuz geldi!” diyerek herkesi mücadeleye çağıran T. Tavatoğlu, üç gün boyunca direnişi destekledi. Ama direnenlerin 17. Maddeden çıkışının verilmesiyle, pabucun pahalı olduğunu gören T. Tavatoğlu, bütün söylediklerini unutup masasının başına koştu. Üstelik karısını patron Erdal YILMAZ’a göndererek yalvarttırdı. Ama yine de E. Yılmaz’a yaranamadı. E. Yılmaz bir sürüngene nasıl davranılırsa ona karşı da öyle davrandı: “Sen ne utanmaz kişisin, hem eylem yapıyorsun, hem de hamile karını bana gönderip çıkışını durdurmak işitiyorsun. Ben senin gibi bir adamı çalıştırmam defol git” dedi. Alçalmada sınır tanımıyor Tavatoğlu; bu sefer direnen işçilere dönüp, “Ben komitedeydim, avukatlar benim davamı da üstlensinler.” diyerek ne menem ‘68’li olduğunu bir kez daha kanıtladı.
GÜNEŞ’te mücadele sadece patronun değil, uşaklarının da içyüzünü açığı çıkararak sürüyor. İçimizden patron uşaklarının çıkması bizi üzüyor, ama maskelerin düşmesine de seviniyoruz.
Önümüze çok engel çıkardılar, bunları aştık. Daha büyük engeller çıkaracaklarını da biliyoruz, ama biz direnen 42 kişi olarak bu engelleri de ezerek ilerleyeceğiz. Kararlıyız ve geri dönmeyeceğiz.
Dergimizin
32. Sayısında, göz ameliyatı için arkadaşlarının kampanya açtıkları İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğrencisi için kampanya sürdürülmektedir.
Hesap No: 094272-2 Yapı Kredi Bankası Beyazıt Şubesi
Arkadaşımız
AYNUR PİŞKİN her iki kalp kapakçığından rahatsızdır. Acilen ameliyat olması zorunludur. Ancak bu ameliyat, hastane masrafları dışında 36 milyon TL bir parayı gerektirmektedir. Bu paranın karşılanabilmesi için bir kampanya başlatmış bulunmaktayız. Özgürlük Dünyası okurları ve tüm duyarlı kamuoyunun ilgisini bekliyoruz.
Banka Hesap No: İŞ BANKASI, Ankara Merkez Şube: Döviz Hesap No: 23881 TL Hesap No: 4725669
Cam Ambalaj işçileri direniyor
Nakit bunalımı içine düşen İş Bankası’nı, Türkiye Cam Sanayisinin desteği ile kurtarma operasyonu, genel işçi kıyımlarıyla ve işçi direnişleriyle sürüyor.
İş Bankası’na bağlı genel yönetimlerin olduğu işyerlerinden, bir yıl kadar önce Tuzla Porselen Sanayisi’nden 1500 işçi işten atılarak fabrika kapatıldı. Arkasından Gebze Tez-san’dan 300 dolayında işçi kıyımı yapıldı. Paşabahçe Cam fabrikasında 700 işçi atılarak şanlı Paşabahçe direnişi ile süren olaylar, bir uzlaşma ve sendika oyunuyla yatıştırıldı, ama işten atılmalar başka biçimlerde sürdürülerek asgari 750 işçinin işine son verildi. Şimdi ise MEŞS patronlarının, Cam Sanayisi işverenin tehditleri para etmiyor. Camiş Ambalaj Sanayisi isçileri, fabrika kapatma tehdidine rağmen direnişlerini sürdürüyorlar.
7.10.1991 tarihinde Camiş Ambalaj sanayisi işçilerinden 72’si hiçbir gerekçe gösterilmeksizin işten atıldı. 300 işçinin çalıştığı işyerindeki diğer işçiler bu kıyıma göz yummadılar ve direnişe başladılar. Çünkü bugün, sınıf kardeşlerinin başına gelen olay yarın kendi başlarına da gelecekti. Bunun esas nedeni MESS patronlarının toplu sözleşme dönemlerine yakın sürekli işçi atarak, kadroya geçecek işçilerin tekrar asgari ücretli duruma düşürmek, ucuz işgücü sağlamayı sürdürme gayretleridir. Bir diğer nedeni, geçici işçi çalıştırarak sendikasızlaştırmayı sağlamak, yeni teknolojinin sağladığı avantajları işçinin aleyhine kullanmaktır. Genel olarak MESS ve diğer patronların bugünlerde işçinin daha fazla sömürülmesi doğrultusunda uygulamaya başladığı yeni bir yöntem olan taşeron firma ve geçici işçi çalıştırma dolayısıyla işçinin sendikasızlaştırma politikasının sürdürülmesidir. Patron oyunlarının ancak kararlı bir direnişle bozulabileceği Camiş işçilerinin çok yakından bildikleri bir gerçektir.
İki yıldır zaman zaman işverenin kısmi işlen atma çabalarını çeşidi biçimlerde direnişlerle savuşturan işçiler, bu kez de atılan işçiler geri alınana kadar direnişi sürdürme kararındalar.
Üç temsilcinin ve işten atılan 7 işçinin 3 günlük açlık grevi ile sürdürülen direnişte, aileler gündüz eşlerini fabrikaya gelerek sürekli destekliyorlar. Oysa işyerinin bağlı olduğu Selüloz-İş sendikası, desteklemek bir yana patronun uşaklığını yaparak, işçilerin direnişini kırmak için fabrikaya patronlarla konuşmaya geliyor. Zorla çağırılıp getirtilen sendika ağalan işçilere nasihat verip gidiyor.
Seçim dönemi Refah Partisi dâhil tüm burjuva partileri, göstermelik olarak destek ziyaretlerinde bulundular. Reformist vaatler verdiler, ama işçiler;”Biz düzen partilerinden hiçbir şey beklemiyoruz. Bize kendimizden başka hiç kimse yardım edemez” diyerek, vaatlerinin boş olduğunu belirttiler.
Direnişçi bir işçi “5 yıldır buradayım, hep direniş ve grevler sürüyor, bıktık artık. Salt ekmek mücadelesiyle bir yere varılamayacağını görüyoruz. Patronlar her seferinde fabrikayı kapatma tehdidinde bulunuyorlar. Yeni makinaların alınması, bunun bir blöf olduğunu gösteriyor. Ama makinaların parasını biz işçilerden çıkarma çabasında olduklarını görüyoruz.” diye belirtiyor. İşçiler, sendika temsilcilerinin kendilerinden farklı olmadığını ve direnişte kendileri ile birlikte hareket ettiklerini belirttiler.
Fabrikada üretim % 10-15 oranında sürdürülüyor. 70 kadar işçi kısmi üretim sürdürüyor, ama patronun işçiler arasında ayrılık yaratmak için sürdürdükleri bu üretim işyerine zarardan başka bir şey vermiyor. Çünkü otomatik makaralar az üretimle fazla enerji harcayarak zarara neden oluyor, çıkan mamul de genelde bozuk olarak çıktığı için patron yararından çok zararını gördüğü üretimi sürdürme çabasından vazgeçemiyor. Sendika temsilciler toplantısı ile işçiler, 27.10.1991’den itibaren de üretimi tamamen durdurma kararı aldılar. Bu hafta içinde de Cam San’ın merkezine yürüme kararı alındı. Ayrıca işçiler atılan arkadaşları alınana ve hakları olan ücretlerinin tamamı ödeninceye kadar direnişe devam etmekte azimliler.
“Büyük bir Kürt Kadın Ressamı” olmaya aday üstün bir yetenek:
NERİMAN OYMAN
AVNİ MEMEDOĞLU
Geri kalmış sınıflı “Kapitalist” toplumlarda, her şey GÜÇ’e ve ADAM KAYIRMA ilkelliğine dayandığı için, gerçek değerlerin ve yeteneklerin kendilerini kanıtlaması, gelinip sivrilmesi (Temayüz etmesi) çok zordur. Bu değerler yoğun bir savaşım içerisinde “Acıyı bal eyleme” yazgısına tutsaktırlar. Toplumda hak ettikleri yere gelene dek başarılarını kendi sonsuz çaba, istenç ve uğraşları başta olmak üzere, bazen de mutlu rastlantılardan yararlanabilme becerisine borçludurlar. Evet, onları her hangi birisi bulgulayıp (Keşfedip) yol gösterir ve özendirebilir. Ama gerçek anlamda gönül ister ki toplum ve toplumdaki eğitim kurumları bu görevi üstlenip yerine getirmiş olsun, o yeteneğe iye (Sahip) çıksın, o değerli cevheri işlesin, ülkesine ve insanlığa mal etsin. Bu toplum gerçekten kendi bireylerine hiç bir ayrıcalık tanımayan, gerçekten TOPLUM BİLİNCİNE erişmiş, halka dönük, ilerici ve devrimci bir toplumdur.
1961 yılında VAN ilimizin Erciş kasabasında dar gelirli bir terzinin (Bir erkek, üç kız) 4 çocuğunun sonuncusu olarak dünyaya gelen Neriman, resim sanatı’na karşı olan büyük yetenek ve sonsuz iştahı ile daha ilkokulun birinci sınıfından öğretmenlerinin ilgisini çekmiş, ama ona ilerde RESSAM olması için hiç bir öğüt ve özendirmede bulunmamışlar veyahut bulunamamışlar. Aslında parasal gücünün yetersizliği nedeniyle terzi baba, diğer çocukları gibi Neriman’ı da ilkokulu bitirdikten sonra okutamamış.
1975’te aile daha geniş iş olanaklarına kavuşabilme amacıyla İstanbul’a göç edip yerleştikten sonra, Neriman diğer kardeşleriyle birlikte babasının terzi dükkânında çalışırken, bir yandan da yüreğinde taşıdığı sanat ve kültür açlığını bu kentte var olan geniş olanaklardan yararlanma yollarını aramış, ilerici sanat ve kültür çevreleriyle tanışma becerisini göstermiş. Bol, bol kitap okumuş, resim sergilerini izlemiş, müzeleri gezmiş. Böylece devrimci bir kafa yapısına ve evren görüşüne iye (sahip) olurken, durmadan resim çalışmış, ustaları incelemiş. Ekonomik nedenlerden ölürü çok pahalı olan RESİM KURSLARINA girememiş. Bir aralık Dolma Bahçe Resim Müzesi’nde açılan kursa yazılma olanağını bulmuş ise de orada kursiyerlere empoze edilen BİÇİMCİ, kuru sanat anlayışıyla bağdaşmadığı için ayrılmış. Derken kendi düşünce ve yapısına uygun bir ustadan ders almak isteği ile aranırken onu kendi atölyemde buldum.
Bir yıldan beri öğrencimdir.
Birlikte çalışmalarımız sırasında söylediklerimi ve gördüklerimi büyük bir kavrayış ve beceriyle özümseyen öğrencim az oldu diyebilirim.
Desen çizerken SÜJE’yi o denli doğru ve realist bir biçemle (üslupla) yerine oturtup kompoze ediyor ki şaşkınlık içerisinde sevinç ve mutluluk duyuyorum. Resim sanatının ana temeli olan GÜÇLÜ BİR DESEN, SAĞLAM BİR KOMPOZİSYON ANLAYIŞI, boyada dengeli bir SİYAH-BEYAZ ve LEKE anlayışı, yani sağlam PENTÜR, renkte başarılı bir MÜZİKALİTE ve ARMONİ. Konu seçiminde (tercihinde) toplumsal sorumluluk erdemi, konuya POZİTİF BAKIŞ, hümanist yaklaşım, seyirciye iyimser bir dinamizmle güç ve umut veren MESAJ.
Neriman Oyman’a, bu Kürt kızına öğrencim demeye dilim varmıyor, bu kız DÖRT-DÖRTLÜK BİR RESSAM. Sosyalist realist bir sanatçı!
Batı Kültür Emperyalizmi’nin Türkiye misyonerliğini üstlenen, öykünmeci, bireyci, neme gerekçi, egosantrik, kozmopolitik ve de KİŞİLİKSİZ KİŞİLİKLERİYLE sözüm ona sanatçılara duyuruyorum!!!
DUYURU
Kapitalist emperyalizm ve onunla işbirlikçi uydu ülkelerin, halk kitlelerini yozlaştırmaya yönelik KÜLTÜR ve SANAT İDEOLOJİLERİ paralelinde ÇİRKİN SANAT SİMSARLARINCA, çirkin bir META durumuna düşürülen RESİM sanatının, beyzadelerin ve hanımefendilerin lüks salonların süsleyen bir MOBİLYA AKSESUARI olmayıp, yaratıcılığa dayalı, geniş bir kültür, sağlam bir teknik ve yoğun işçilik ürünü, ulusal, toplumsal ve evrensel sorumluluk taşıyan, kalıcılığı amaçlayan bir uğraş ve beceri olduğuna inananlar için Avni MEMEDOĞLU tarafından Atölye Çalışmaları sürdürülmektedir. Bu derslere katılmak isteyenler her gün saat 9.00-12.00 ve 20.00-24.00 arasında 347 76 65 numaralı telefona, saat 14.00-19.00 arasında 337 84 83 numaralı telefona başvurmalıdırlar. Dostluk ve sevgilerle…
YENİDAL SANAT GALERİSİ
Altıyol, Halitağa caddesi, Şemsitap Sokağı, No:2 Dikici İş-hanı Teras Katı KADIKÖY-İSTANBUL
“UZLAŞMA”nın diğer adı;
KATİLİNE TEŞEKKÜR ET!
Aynur SARICA
Bugünlerde sinemalarımızda “UZLAŞMA” adında bir film oynuyor. Gazeteci-yazar Abdi İpekçi’nin Mehmet Ali Ağca tarafından öldürülmesi olayını gündeme getiriyor bu film. Ama olaylar konusunda net görüş öne sürmek cesaretinden yoksun olanlar, yeni bir savunma biçimi olarak şunu ekleyiveriyorlar filmin başına: Abdi İpekçi cinayetinden esinlenilmiştir. Ancak olaylar gerçek değil, kurgudur. Böylece çalışmanın özensizliğini ve araştırılmamışlığını örtecek bir kılıf bulunduğu gibi senaryoya da özgün bir hava verilmiş oluyor.
Filmin, adı dahi tatsız bir takım mesajlar içerdiğini ifade etmeye yetiyor. Her şeye rağmen, “Kimler, nasıl uzlaşacak?” diye, önyargılarımızı geçici bir süre rafa kaldırıp, giriyoruz. Daha jenerikte önyargılar kazanıyor. Eeee, ülkede demokrasi var, filmin adı da uzlaşma, üstüne üstlük belgesel bir yanı var; dönemin siyaset adamlarının konuyla ilgili görüşleri alınıyor ve MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş de filme yaptığı katkıdan dolayı teşekkürü hak ediyor. Ve film, adıyla ve jeneriğindeki bu teşekkürle kimliğini ve mantığının zavallılığını ortaya koyuyor. İpekçi’nin anısını yaşatmak üzere çekilmiş bir filmin, dönemin terör örgütüne teşekkürle başlaması “UZLAŞMA”nın ne talihsiz bir zeminde hareket ettiğini gösteriyor.
“Uzlaşma” kavramı 12 Eylül sonrasında değişik biçimlerde bolca köşe yazarlarının sütunlarında, politikacıların dillerinde ve bir kısım sosyalistlerin “Yeni Açılım”larında kendine yer buldu. Terör, sağ-sol çatışması, “kardeş kardeşi vurur mu?” edebiyatıyla başlatılan kampanyanın sonunda askerler ve onların sivil iktidarları ve muhalefetleri bir sihirli değnek buluverdiler. Her darbenin ardından rejimin adını “demokrasi” ilan edenler kolları sıvadılar. Çare demokrasiydi ve tabii demokrasi de bu uzlaşma rejimiydi. ’80 öncesinin bütün eli kanlıları demokrasi peygamberi oldu birden. “Artık kimse 12 Eylül öncesine dönmek istemiyor”du. Evet, kimse faşistlere 5000 kurban vermek istemiyordu. Sadece ve sadece buydu halkın meselesi. Ama artık çözüm bulunmuştu işte; UZLAŞMA. Her kapıyı açan sinirli anahtar. Generaller önce devrimci muhalefet seslerini kan dökerek susturdular. İşlerini bitirip, ellerini yıkadılar ve o eşsiz çağrıyı yaptılar UZLAŞMA. Önce dış mihraklara karşı birleşme, sonra “ülkenin ve TC devletinin bölünmez ve yıkılmazlığı” için uzlaşma.
Sovyetlerdeki karşı-devrimci hareketin boyutlarının Gorbaçov’la birlikte iyice su yüzüne çıkması ve globalleşme, küreselleşme kılıfının Türkiye’deki temsilcilerinin tutumu da bir başka türlüydü. Onlar “uzlaşma” demiyorlardı. “Yakınlaşma”, “sınıflar-arası farklılıkların ortadan kalkıyor olması”, “bilimsel teknolojik devrim” en gözde sözcükleriydi, ama kullandıkları jargon ne olursa olsun, sol gösterip sağ vuruyorlardı ve UZLAŞMA kervanına katılıverdiler… O kadar uzlaştılar ki şimdi yoklar.
Müzmin sosyal-demokratlar ise tüm reformcu elbiselerini giyerek, yer yer Türkiye’de “sağcı” olarak tanımlanan partilerden dahi daha sağda yer alarak, halka afyon olmaya, muhalif söylemleri içinde eritmeye devam elli. Ak koyun-kara koyun giderek belli oldu, bir zamanlar “umut” olanlar, şimdi “ulusal birlikçi” oldular. Teorisini uzlaşma üzerine kurmuş sosyal-demokratlar, uzlaşmayı değil, saldırmayı yeğliyorlar şimdi… Bir başka sosyal-demokrat İnönü’nünse saldırmaya dahi mecali yok.
Sosyal demokrasinin ikiyüzlü politikasının hele de bizim gibi Amerika’yla telefon konuşmaları yapılarak yönetilen bir ülkede tutmayacağı açık. Ama neticede burjuvaziye yarıyor. Ezilenlerden oluşmuş bir nehir var akıyor. Kimi zaman taşacak gibi oluyor. Çevresi sosyal demokrasiyle çevrelenmiş, çıkamıyor. Ancak onlar açısından ne talihsizliktir ki, burjuvazinin kuyruğuna takılıp çareyi uzlaşmada düzen içi değişikliklerde gören reformcu gün geliyor faşist namlular oluyorlar. Namluya kurşun sürüyorlar, o kurşun kendilerini vuruyor
Burjuvazi yalan söylüyor. “Uzlaşma” dediği, demokrasi dediği onun kurallarına “HE” demektir, Onun demokrasisini, burjuva demokrasisini, onun diktatörlüğünü benimsemektir. Bugün “uzlaşma” çağrıları yapanları, yarın uzlaşmayanları, zorla “uzlaştıracak”, kan dökerek kazandığı her zaferin ardından, gemiyi yürütmek için tekrar “uzlaşma” çağrılarına başvuracak.
Uzlaşma ve demokrasi kavramının sınıfsal özünü yitirenler, kavrayamayanlar, tarihin motorunun uzlaşma değil, çatışma olduğunu, sınıf kavgası olduğunu anlayamayanlar, saf bir iyi niyetle uzlaşma çağrıları yapanlar gün gelecek, bu ideolojinin, kendi ideolojilerinin kurbanı olacaklardır. Abdi İpekçi sermaye gerçeğini kavrayamamış, onun sözcülüğünü yaparken çarkları arasında ezilmiş hazin bir kişiliktir. Ölümünden sonra hala körlükten kurtulamamış gözler, onun katiline teşekkür ediyor.
Filmin her karesi ticari sinema kokan “UZLAŞMA” Milliyet gazetesinin reklâm filmi olmanın ötesine geçemiyor. Demokrasinin ticareti oldukça karlı. Hem uzun metrajlı bir reklâm filmi yapıyorlar, bunu demokrasi adına göstererek de prim topluyorlar.
UZLAŞMA filminin prodüktörü Sabahattin Çetin ve Belge Filmcilik şimdi yeni bir proje üzerine çalışıyorlar. DENİZ, YUSUF ve HÜSEYİN belgeseli. Ama biz bir grup burjuva aydını gibi katillerimizle uzlaşmak, burjuvaziyle uzlaşmak niyetinde değiliz. Biz ölülerimizin hesabını er-geç soracağız. Biz katillerimize teşekkür etmeyeceğiz.
PAZAROLA… HAYROLA!
PERDECİ- Mehmet Esatoğlu
Önümde beyaz kâğıt, elimde ince uçlu kalem…
Bir masanın arkasındayım.
Haydi elim yaz artık…
Kalemi kağıdın üzerinde hareket ettirmek istedim; tuhaf bir şekil oluştu, ama bu harf değildi.
Ajansta sessizlik vardı. Beyinler arıyor., beyinler zorlanıyor., beyinler inliyor.
Bir sözcük., bir sözcük yazmalıyım…
İşim bu benim.. Haydi elim gevşe biraz…
Sözcükler., nerdesiniz sözcükler? Gelin artık bekliyorum.
Mamul tanıtımı, çarpıcı-vurucu tanıtım ve ay sonu param, pirimlerim.
Ajansta sürekli çalan bu klasik müziğin rehabilite yanı var mı acaba?
Ne biçim yer burası?..
Hiç sertleşemiyor insan burada. Küfür yese bile.. Yumuşama.. Hep yumuşama. Yumuşacık sözler, yumuşacık gülüş, yumuşacık halı, para uyan pamuk eller…
Öff.. Öff diyorum bazen. Mesela, şu önümdeki beyaz kâğıda gıcık olduğum falanca gazetenin satışını artıracak sözcükler yazmak istemiyorum.
Ama..
Zorunluyum…
Müzik ne kadar yumuşak.
Dışarıdaki ayaz burada yok.
Bir kısa camel yakayım. “Nescafe var mı Fadime hanım”.
Başımdaki uğultu ne?
Ateşleyici birkaç söz yazsam da kurtulsam..
Sözcükler…
Bütün bu düzenek bütün ajans sözcükleri dizebilmede.
Bilinir bir sözcükle yine bilinir bir sözcüğün yan yana gelişi, yer değiştirmesi ya da ters iki sözcüğün buluşması.
Sözcükler, bütün numara sözcüklerde.
Zaten Shakespeare’i Shakespeare yapan sözcükler değil miydi? 1600’lerde şöyle konuşturuyor Hamlet’le Polonius’u:
“Polonius- Sevgili efendimiz Hamlet nasıllar bugün?
“Hamlet- İyiyim.. Tanrıya şükür.
“Polonius- Beni tanıdınız mı efendimiz?
“Hamlet- Tanımaz mıyım? Bir kadın tellalısınız.
“Polonius- Yanlış, değilim efendim.
“Hamlet- Öyleyse onun kadar namuslu olmanızı dilerim.
“Polonius- Namuslu mu dediniz?
“Hamlet- Evet, bayım; dünyamızın bugünlerinde namuslu insan binde bir çıkıyor da. “(…)
“Polonius- …Neler okuyorsunuz efendimiz?
“Hamlet- Sözcükler, sözcükler, sözcükler.
“Polonius- Aralarında ne var efendimiz?
“Hamlet- Kiminle kimin arasında?
“Polonius- Kitapta neler var demek istedim?
“Hamlet- Bir sürü iftira, bayım; bu hicivci maskaraya göre, yaşlıların sakalları kır, suratları buruşukmuş, güzlerinden sarı yağlar, çam sakızları akarmış; akılları kıt, bacakları cılız olurmuş. Elbette doğru bütün bunlar, tastamam doğru, ama bunları yazıya dökmek edepsizlik. Neden derseniz sayın bayım, siz mesela benim yaşıma gelebilirsiniz. Yengeç gibi gerisin geri yürüyebilirseniz.
“Polonius-… Bu havanın dışına çıkamaz mısınız efendimiz?
“Hamlet- Çıkarım, mezarımda.”
Hamlet oyunu durdurup yüzüme baktı birden:
“Kimsin sen?
Kimim ben.. Bir tür yazar.. Metin yazarı.
Ruhlarını krala satan Rosencrantz ve Guildenstern’den farkın ne?
(Rosencrantz ve Guildenstern Shakespeare’nin Hamlet oyununda yükselmek uğruna kralın hizmetine giren iki karakterdir. Hamlet’in en yakın arkadaşları olmalarına rağmen günün birinde O’nu yok etmeleri gerekir. Çünkü kral böyle istemekledir. Rosencrantz ve Guildenstern tereddüt etmeden harekete geçerler. Hamlet’i öldürmek isterken öldürülürler.)
Hooop! Saldırı yok.
Ben önemli biri değilim. İşim yalnızca sözcüklerle oynamak. Buyurun, kartvizitim. Metin yazarı dışında bir açıklama var mı?
Yeni bir meslek bu, sözcükleri değişik biçimlerde bir araya getirip dikkati pazarlanacakların üzerinde toplama sanatı.
“Şiir metalaşıyor” diye şairlerin ağladığı bir çağda, biz metin yazarları bütün sözcükleri, bütün şiirleri, bütün duyguları metanın, pazarlamanın bizzat emrine veriyoruz.
“Al meta, bütün sözcükler senin.” Sunuyoruz pazarına ham sözcükleri, yoğrulmuş sözcükleri daha çok kazandırmak adına.”
Bir dostum vardı. Akşamları iş çıkışı ağlardı içtiğimiz barda. İşkence.. işkence gibi metanın emrine vermek sözcükleri. Kimi zaman sıkışınca, en özellerini bile. Ah! Ne acı verici. Giderek sana ait hiçbir sözcük kalmıyor. Her sözcük birer kez patronun önüne atılıyor, orada evriliyor, çevriliyor, elleniyor, kirleniyor. Çöp sepetinden sözcük topladığım gün oldu.
Önümde beyaz kâğıt, elimde ince uçlu kalem.
Düşünceler uçuşuyor kâğıtla yüzüm arasında. Düşünceler sürükleniyor, çarpıyor hırçın dalgalarla sert kayalara. Yaşam gibi kayalara.
Kafamı kaldırıp masalara bakıyorum. Tanımıyorum bazen onları. Bu masaların başına tünemiş soluksuz düşünenler kim? Kim bu sessizliğin ortasındakiler? Nereden geliyorlar? Belki aynı yerden, belki değil.
Dünden gelenler de var aralarında. On bir yıl ötesinden… Masalardaki insanlara bakıyorum. Sözcüklerle oynamaktan yorulmuş, sıcak nescafeleri yudumlarken, ilkel, yanlış diye dudak kenarından dünü karalayanlara bakıyorum. O, beğenmediğimiz dün nasıl da hepimizi etkilemiş. Dışındakiler! bile… Oturuşumuza, sözcüklerimize, gülüşlerimize sinmiş.
Dünkü gibi değiliz. Bugün tuhaf bir yarışla herkes bir masaya yapışmış, gözleri kâğıt üstünde. İnce uç sözcükler çızıktırmaya alesta bekliyor.
Dünkü koşturmacada bu masa tutkusu hangi batakta boy verdi?
Eski karım 79 Kasım’ında iki arkadaşımı masa tutkusundan suçlamıştı. Tek kelimesini bile kabul etmemişlerdi. Bir gün Eylül geldi, maskeler düştü. Kaç kez masa aldılar, kaç kez battılar. Masa tutkusu içinde nice şeyleri çiğneyip geçtiler.
Benim buraya gelişim nasıl oldu?
“Bir iş arıyorum”un anlamı ne? “Karnımı doyuracak bir iş” masum bir talep.
Karın doyuracak işleri saysana. “Zücaciye”.
“Saçmalama, şakanın sırası değil. Bir işe ihtiyacım var. Acil., acil.”
Karın doyurmak ya da ne iş olsa yaparım. Hayır., hayır. Ben, “ne iş olsa yaparım”cılardan değilim. Yeteneklerim var. Yabancı dil ve -sosyalizm aşkına- okuyup biriktirdiklerim.
Ne yollar geçtik, nerelere geldik. Birikimler… Bu düzeni değiştirmek üzere biriktirdiklerimizi bile para eder hanemize yazıp düştük yollara. Bu düzende para etliğini fark ettiğin an mı başlıyor kaybedecek bir şeylerinin olması?
Bir zamanlar haftalık dergimizde gece-gündüz çeviriler yapardım. Çalışmak bir coşkuydu adeta. Uykuyu koyu çaylarla kovardım. Bir başka dili biliyorum. Okuyorum, anlıyorum. Aktarmalıyım. Düşünceler akmalı dilden dile. Satırlara bak, deneyimlerle dolu. Yeniden yürünmesin aynı çıkmazlarda diye aktarıyorum büyük bir hırsla. Beğenmiyorum her sözcüğü. Bazen bir harf ya da son hece bile keyfimi kaçırmaya yetiyor. Zaman akıyor. Kafamı kaldırıyorum, pencerede ışık var. Kafamı indiriyorum, masada gece olmuş. Gençliğimin en parlak yirmi ikisi. Sevgilim., sahi sevgilim var mıydı o günlerde…
Üniversite günlerim.. Bir sosyoloji dersi. Doçent hanım milliyetçilikleri söz ediyor:
“Tanrının insanları tek bir ırk üzerinde değil de ayrı ayrı milliyetler ve kavimler halinde yaratmasının hikmeti aralarındaki ihtiyaç ve münasebetlerin kolaylaştırmasından ibarettir. Bu durum şüphesiz insanda içinde yaratıldığı kavme karşı bir alaka ve rabıta meydana getirmekledir.”
Sınıfta uykulu-ilgisizlik egemen. Yanımdaki kız garip şekiller çiziyor. Önündeki çocuk dinlemeden baş sallarken arkadan biri ayağa kalktı, söz aldı. Uykuları parçalamasına sözcüklerin üstüne basa basa konuştu. Doçent hanım amfiyi terk etti.
Üniversiteyi işgal ettiğimiz gece binlercemize sabaha kadar faşizmi anlattı.
Önümde beyaz kâğıt, elimde ince uçlu kalem.
İlham perisi mi bekliyorum? Ne komik, bu ajansla boş inanışlara yer yok. Önümüzde bir kâğıt, üzeri dolmak için bekliyor.
Ajans yöneticisi bizi odasına çağırdığında, bir ürün beklerken karşımıza seçimde pazarlanacak bir parti çıktı.
Patron anlattıkça, kimileri vakit geçirmeden ilk akıllarına gelen şeyleri notlamaya başladılar.
Öff… Ne yapmalı?
Pazarlamaya çalıştığımız ürünün bozukluğu yüzünden tanıtım filmi çekiminde kusan çocuğu gördüğüm akşam masamı toplayıp çıkmak istedim. Yolumu keştiler:
“Sen bir profesyonelsin.”
Profesyonelin sözcük anlamı “her şeye rağmen yap” mı? Yooo, reddediyorum. İnsanım ben, “Boş ver, hıyarca bir duygusallık bu. Sen yapmazsan bir başkası yapacak.”
Evet, şımarıklığın alemi yok. Köpek sürüsü kadar adam var bu işi yapacak. “Sen matah bir mal mısın?”
Evet değilim. Duygulanıyorum, coşuyorum, ama artık korkuyorum. Sarhoş kafayla “kıytırık” dediğim maaşımı – primlerimi kaybetmekten, patronumdan korkuyorum.
Umursamazlık içinde gezdiğim günlerde, bir gün toplantıda patronumun konuşurken bana bakmadığını hissettim. Korktum. Odadan çıkışım ve bütün kentin duvarlarını süsleyen mucizevî sözcükleri buluşum bir anda oldu. Patron kâğıda yirmi saniye baktı, ayağa kalktı, ajansla keyifli bir tur atlı. Masama döndüm, İş konuşuyormuş gibi yapmadan telefonda kız arkadaşımla sohbet ettim.
Yazdığım mucize sözcüklerin filme dönüşeceği gün çekimin yapılacağı platonun yanında bir barda firma temsilcisi, patron ve ben içiyorduk. Konu, kampanya ve yeni aşamalarıydı.
Kampanya. Ne severdim bu sözcüğü. İşkence ve siyasi cinayetlere karşı koşuşturduğumuz, on binlerle Sultanahmet’e yürüdüğümüz kampanya günleri.
İşkence ve siyasi cinayetler sürüyor. Ben başka kampanyalar peşindeyim.
Bulunduğum ajans güzel ve manzaralı bir yer. Çay, nescafe bol. Hele öğlenleri çaycı kadının yaprak sarmaları. Eski derneğin mazotla silinmiş tahtaları yerine yumuşacık taban halıları.
Önümde beyaz kâğıt, elimde ince uçlu kalem.
Şimdi ben, 1979’da sırtımı coplayan partiyi pazarlamak için hangi sloganı yazacağım?
HASAN ALDEMİR YOLDAŞI KAYBETTİK
Acı bir haber ulaştı Dersim köylülerine;
Dersim, yiğit bir evladını daha kaybetti. Kürt halkının özgürlük mücadelesinde, Türkiye’nin tüm milliyetlerinden işçileri ve emekçilerinin kurtuluş mücadelesinde devrimci komünizm değerli bir savaşçısını daha yitirdi. Mütevazılığın, sarsılmaz inanç ve kararlılığın simgesi olan Hasan (Özmen) yoldaş, Denizlerin, Sinan’ların, Erdal’ların, Ekrem’lerin, İmran’ların yanına ismini yazdırdı. O, gerçek bir insan, gerçek bir yodaş, gerçek bir komünistti. Yusuflar, Veliler, Hüseyin’ler, Hıdırlar, Süleymanlar, açın kollarınızı; sarın yoldaşımızı.
Hasan Aldemir (Özmen), 10.2.1960’da Dersim Hozat ilçesinin bir köyünde yoksul bir köylü ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini ekonomik sıkıntılar içinde tamamladı. 14-15 yaşlarında genç bir lise öğrencisiyken, THKO ile tanıştı ve onun sempatizanı oldu. 1975-76’dan itibaren komünist örgütlenmeler içinde yer aldı. Gericilik yıllarında ayakta kalmasını bilen ender yoldaşlardan biriydi. Tasfiyecilik yıllarında tereddütsüz devrimci komünizmi savundu. 1987 sonrası il düzeyindeki çalışmalarıyla tanınıyor. Hasan’ımızı 8.10.1991 günü kaybettik. O da ölümsüzler arasına katıldı.
ÖZMEN’E İTHAF
Aysız, yıldızsız bir gece vaktidir
Aman vermiyor yağmur,
Boyun eğmiş ağaçlar,
Toprak sancılı.
Düşüyor yoldaşlardan biri, otururcasına
dayanarak ardına.
Ah ne büyük acı!
Kaybediyor yoldaşlarını; partinin savaşçıları.
Kurdun, kuşun uyku saatidir,
Bulutların yasa durduğu,
Dağların sökün eylediği andır.
Hey kardeşler!
Acının, yoksulluğun kardeşleri,
Kaldırın kollarınızı.
Kusur olmasın saygıda.
Bırakın özgürce yol alsın gözyaşları;
Hey kardeşler!
Dağların kardeşleri, özgürlüğün kardeşleri,
Yoldaşlar;
Bu giden kaçıncı savaşçıdır,
Kaçıncı sıra neferi?
Biz Yusufları verdik toprağa,
Velileri, Hıdırları, Hüseyinleri,
Denizleri, Sinanları, İnanları,
Yüzyıllar yaşandı onyıllarda,
Nice kurban verdik özgürlüğe,
Nice dal fidan.
Hey dağlar, dost dağlar!
Siper durun rüzgâra, uykuda yoldaşım,
Etekleriniz babaevi, dorukların yankı verir
türkülerimize.
Dertlerimiz, eritir sizi, tanık oldunuz kırımımıza,
Laş sizde gizli, Dündül sizde, Düzgün sizde.
Ağıttan geçilmez ülkemin acılı anaları,
Sitemkar bakmakta Düzgün’e.
Düzgün,”hey Düzgün!
Nerde kutsallığın, düşmana aman vermez topların,
Böyle miydi dostlara vefan?
Nice kurban aldın, nice ağıt dinledin,
Salındı düşman orduları üstümüze,
Mahzun seyrettin onar onar katlimizi,
Sen Düzgün tarih oldun sayemizde.
Hey yoldaş, can yoldaaş;
Konuşamamanın, kucaklayamamanın acısı,
Kanayan bir yaradır yüreğimde.
Ben bulutlara binmiş bir Afrikalı,
Yaşama sevdalı bir Kübalı,
Ve esarete öfke bilenmiş bir Kürdistanlıyım.
Acılı bir ülke sürgünüyüm,
Kurtuluşa inanan bir devrimci.
Ve mavi göklerin ortasında,
Nilin ta göbeğinde,
Hasretim suya.
Yağmurlu bir Ekim gecesi,
Bulutlar kapanmış yere,
Ağaçlar hummalı, titremekte,
Ve yoldaş naaşı başında halka olmuş savaşçılar,
Kaldırıp yumruklarını,
Ve kaldırıp silahlarını,
Düşünerek yarınları,
Ve bakarak, dağların doruklarına,
Kenetlenmeye,
Ve mücadeleye ant içtiler!
EKİM 1991
Kasım 1991