Kamu çalışanları mühürleri söktüler!

90 Temmuz’unda yükselen kamu emekçilerinin mücadelesi grevli-toplu sözleşmeli Eğit-Sen, Tüm Bel-Sen, Tüm Sağlık-Sen ve Tarım-Sen’in kurulmasıyla taçlandırıldı. Devletin yoğun olarak sürdürdüğü baskı ve gözdağlarına rağmen, kamu çalışanları sendikaları hızla örgütlendi, kitleselleşme yolunda ilerledi. Bu gelişme karşısında baskı ve engellemeler had safhaya ulaştırıldı; sendikaların kapılarına mühür vuruldu.
Mevcut yasalarda herhangi bir açık ve doğrudan yasaklama olmadığı için, kurulmasına yasal engelleme bulunmayan kamu çalışanları sendikalarına, başvurudan hemen sonra İstanbul Valiliğinin bir kararı bildirilmişti. Bu kararda, memurların sendika kurmalarına ilişkin bir yasal düzenleme olmadığından, başvuru evraklarının yürürlüğe konmadığı ve kurulan sendikaların sendika olarak kabul edilmedikleri belirtiliyordu. Valiliğinin işleminin iptali ve yürütmeyi durdurma istemi ile Eğit-Sen, Tüm Bel-Sen ve Tüm Sağlık-sen’in idare mahkemesine açtığı dava sonucunda; mahkeme usulüne uygun başvuruyla sendikaların kurulmuş sayılacağını, memur sendikalarının sendika olup olmadığına karar veremeyeceğini, belirterek bu nedenle valiliğin işleminin durdurulmasına ve dosyaların işleme konulmasına karar verdi. Daha önce valiliğin sendika olmadıklarına ilişkin verdiği karara dayanarak, Eğit-Sen, Tüm Bel-Sen, Tüm Sağlık-Sen ve Tarım-Sen polis tarafından umuma açık yer olarak gösterilip mühürlenmişti.
Sendikaların mühürlenmesi, mücadelenin düzen-dışı konuma itilmesine ve sendikacılığın binalara hapsedilmesi yerine fiili sendikacılık şekline dönüşmesine yol açtı. Sürgünler, gözaltılar, baskılar alabildiğine yoğunlaşırken, kamu çalışanları yine alanlardaydı, Ankara yollarındaydı.
Mahkemenin, memur sendikalarının usulüne uygun başvuru yaptığı için sendika sayılacağına karar vermesi üzerine, mühürlerin gerekçesi (umuma açık yer) ortadan kalkmıştı. Bu nedenle, valiliğe mührün sökülmesi için yapılan başvuru yapıldı. Ancak valilikçe başvuruya hiç bir cevap verilmedi. Devlet, kendi yasalarını bile uygulamaktan kaçınıyordu.
Bunun üzerine, Eğit-Sen, Tüm Bel-Sen ve Tüm Sağlık-Sen sendikaları, sırayla Eylül ayının 14’ü, 16’sı ve 21’inde “kendi gücüne güven; hak verilmez alınır” şiarıyla sendikalarını açarak faaliyetlerine devam ediyorlar.


İşten atmanın da püf noktası var!

Özellikle magazin gazetelerinin her gün yayınladıkları küçük köşelerdir “püf noktalan”. Eskimiş ayakkabıların, sökülmüş elbiselerin, yıllardır giyilmekten rengi solmuş memur pantolonlarının nasıl giyilir hale geleceğini anlatarak, içimize bir avuç su serperler. Bütün bunlar zaten bir zorunluluk ve yazgıdır. Değişmez. O halde küçük “Pollyanna” çözümleri bulmak lazımdır.
Dünya gazetesi de bu zavallı mantıktan yola çıkmış ve bir köşe hazırlamış: Yöneticinin Not Defteri.
Geçtiğimiz ay içerisinde bu köşe yöneticilerin ve işletmecilerin önemli sorunlarından biri olan “işten çıkarma zorunluluğu” üzerine hayli hissi bir yazı çıktı. Magazin gazetelerinde yoksulluk mutlaklaştırılarak “bir lokma, bir hırka” felsefesi önerilirken, Yöneticinin Not Defteri işten atmanın “püf noktası”nı öğretiyor. Onun yola çıktığı mutlak ve değişmez olan şey ise “ömür boyu istihdamın” bir hayal olması. İşten atmak bir yöneticinin istemediği, elinde olmayan sebeplerle ortaya çıkan bir zorunluluk Dünya Gazetesi’nce. Ama bu “usulü ve adabınca” yapılmalı. Vezir idama mahkûm. Bu kesin. Ama padişah onu “en iyi sözlerle ve taltifle göndermeli idama” Sömürü düzeninin, sermaye egemenliğinin, yoksulluğun sürüp gitmesinin “püf noktası”nı açıklıyor Dünya Gazetesi. Hiç değiştirmeden yayınlıyoruz. Yorumsuzdur.
“İşten adam çıkarmak” yöneticiliğin en zevksiz ve hassas duyguyla yüklü görevlerinden birisidir. Hal böyle olmakla beraber, “ömür boyu istihdam” bir Japon esprisi olmaya devam ettikçe, bundan kaçış yoktur! Üstelik işten adam çıkarma (tenkisat: atma, şutlama, personel indirimi vb.), bazı sağlıkları (vücuttan ziyade kafa sağlığı!) tartışmalı yöneticilerce, bir güç sembolü, gövde gösterisi yapma imkânı ve ağırlıkla patronlara karşı olmak üzere, üçüncü kistlere yaranma/mesaj verme taktiği olarak görülebilmektedir.
Bazen yönetim de, adam çıkarma konusunda baskı ve empozelerle karşılaşmakta, kontrol ile isteğinin dışında bu tür olaylar gelişebilmektedir. Durum ne olursa olsun, “işten adam çıkarma” işi de, belirli bir usul ve adap dâhilinde yerine getirilmelidir, ilk kural mümkün olduğunca sakin ve saldırganlıktan uzak bir tavırla kararı tebliğ etmektir. Aksi tavırlar, ani veya uzun süreli saldırı, kindarlık ve hesaplaşma arzularını pompalamaktan başka bir işe yaramaz! Yönetici olarak duygularınızı gereğinde gizlemeyi/maskelemeyi bilebilmelisiniz.
Ayrıca uzun ve ayrıntılı nedenlere, sözün dönüp dolaştığı dolambaçlı konuşmalara gerek yoktur. Kısa ve kesin konuşunuz. Islarlar uzarsa, nazikçe “yargı yollarının açık olduğunu” söyleyip şahsı bertaraf ediniz.
Hırsızlık, ahlaksızlık gibi nedenlerle tasfiye edilenler dışında, diğerlerine mümkünse, alternatif işler bulmada yardımcı olmaya çalışmalıdır.
İşten atılmaları, personel yöneticisince tebliğ edilen bir uygulama olmaktan çıkararak kendiniz tebliğ ediniz. Yöneticiliğin sadece “kaynak taraflarına” değil, zorluk ve üzüntülerine de hazır ve idareye muktedir olduğunuzu dosta düşmana gösteriniz!.. Tarihten hisse almak isterseniz, vezirini en iyi sözlerle idama yollayan padişahları düşününüz. Unutmayınız ki, üslup ve adap, her yerde, her zamanda, her konuda geçerlidir, modası geçmeyen tek şey de, her işi usul ve adabına uygun yapmaktır.
Her işi, adım atmak dâhil, “uhuletle ve suhuletle” yapmak gibi erdem bulunmaz. Kendinizi bu erdemden mahkûm etmeyiniz.

Çorum-Karakaya’da direniş sürüyor!
Çorum’un Bayat ilçesine bağlı Karakaya Linyit İşletmesinde 75 gündür bir direniş yaşanıyor. Yine işçi kıyımı. Günde 15-20 bin TL’ye bütün sosyal haklardan ve iş güvencesinden yoksun olarak çalışmaya mahkum edilen maden işçileri, üzerlerindeki sömürüyü bir parça olsun hafifletebilmek ve yalnızlıktan kurtulup örgütlenmek, örgütlü mücadeleye atılmak için Türk Maden-İş Sendikası’nda örgütlenmeye başlıyorlar. İşçilerin sendikalaşma çabalarını öğrenen işletme sahibi Hakkı Köse, gelişmelerin önünü almak için, 14 Temmuz 1991 tarihinde silahlı adamlarıyla işçilere saldırıyor. Olayda bir işçi işverenin adamlarının açtığı ateş sonucu yaralanıyor. İşçilere ve emekçilere karşı yapılan benzer birçok saldırıda olduğu gibi, devlet yine sermayenin yanında yer aldı, işvereni korudu.
Karakaya Linyit İşletmesinde 300’den fazla işçi, en ilkel koşullarda: tahkimat direkleri çürük ocaklarda baretsiz, maske, grizumetre gibi bir maden ocağında bulunması hayati zorunluluk taşıyan en temel ve basit araç-gereçten dahi yoksun olarak çalışıyorlar, işyerinde ne doktor, ne ambulans ne de bir revir var. Herhangi bir iş kazası anında, 25 km uzaklığındaki sağlık ocağına işçiler ancak kendi olanaklarıyla gidiyorlar.
İşyeri şehirden yalıtılmış bir durumda. Ve aynı durum direnişte de sürüyor. Direnişçi işçiler aylardır ailelerinden, evlerinden ve çocuklarından uzak, toprak zemin üzerine kurulu naylon çadırlarda yaşıyorlar. Ve yine, tuvaletin olmadığı tepede işçiler suyu ancak 4-5 saatlik mesafeden jandarma kontrolünden geçerek bidonlarla taşımak zorundalar. Zatürree, bronşit, güneş yakması gibi hastalıklar yaygın olarak görülüyor. Direnişçi işçiler salgın hastalık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlar. Direnişin zorluğu yalnızca jandarma ve işverenin baskı ve tehdidiyle sınırlı değil. Açlık, susuzluk, hastalık da büyük bir tehlike direnişçiler için. Ama işçiler kararlılar. Başlangıçta 340 olan sayılarının 180’e düşmesi direnişçi işçilerin moralini sarsmıyor.
Örgütlenmeye çalıştıkları sendika, direnişçi işçilere gerekli desteği sağlamıyor. Hatta T. Maden-İş Sendikası, işçileri direnişten vazgeçirmeye çalışıyor. “Direnişten vazgeçin, sizin haklarınızı biz savunuruz” demagojisiyle işçileri uyutmak istiyorlar. Oysaki işçi sınıfı bu türden demagojilerin ardından hep ihaneti gördü. Ve her aldanışın bedelini çok ağır ödedi. Barikatlar, hep bu türden oyunlar, düzenlerle yıkıldı. Zonguldak madencilerinin yürüyüşü böyle bitirildi. Şimdi; işçiler ve emekçiler için sömürü ve baskı koşullarının şiddetlenerek, yeni koşullarda sürdürülmesinin bir aracı olarak tezgahlanan bir seçim gündeminde, burjuva partilerin hepsi bol bol vaatlerde bulunmaktan başka bir şey yapmıyor. Burjuva partilerin hiç birisi Karakaya işçilerinin sorunlarının bir tekine bile ilgi göstermiyor. İşçi sınıfının mücadelesinin her yükselişinde başı sıkışan burjuvazinin imdadına yetişen Türk-İş’li, Hak-İş’li ve diğer sendika ağaları bu seçimde de işçi ve emekçilere karşı burjuva düzenden ve burjuva partilerden yana tavır alıyorlar. İşçi sınıfının mücadele, deneyim ve kazanımlarının üzerine oturarak mecliste koltuk kapma yansına giriyorlar.
Çorum Karakaya işçileri, işte bu koşullarda direnişlerini sürdürüyorlar, sürdürmekte kararlılar.

KÜÇÜKÇEKMECE BELEDİYE İŞÇİLERİ DİRENİŞTE
18 ay önce, toplu sözleşmelerini imzalamalarından buyana, bir ay bile ücretlerini zamanında alamayan Küçükçekmece Belediye işçileri, belediyenin uygulamasına karşı birleşerek mücadele yolunu seçtiler.
Normal olarak 14 Eylül’de verilmesi gereken aylık ücretleri verilmedi. 24 Eylül’de verilmesi gereken kışlık kaban parası da oyalamaya alındı. 27 Eylül ise ikramiyelerin verilmesi gereken gündü. Ama belediye yöneticileri bin bir bahaneyle onu da ödemeyip, bugün, yarın diye işçileri oyalamaya koyuldular. Bu her ücret ve ikramiye döneminde başvurdukları yöntemdi.
Sendika yöneticileri ve işçilerin ödemeler için girişimleri sonuçsuz kalınca, işçiler çeşitli eylemlere giriştiler. Eylül sonuna kadar üç kez birimlerden belediyeye kadar yürüyerek işverenleri protesto eden işçiler, Ekim ayının başında alacaklarının ödenmemesi halinde geniş çaplı eyleme başvuracaklarını belediye yöneticilerine duyurdular. Bu arada Küçükçekmece Belediye Başkanı Ertuğrul TIĞLAY, geride “5 milyarlık karşılıksız çek bırakarak kayıplara karıştı”. Ne var ki, bunun da oyalama taktiğinin bir parçası olduğunu bilen işçiler, 2 Ekim günü, (2000 kişi) ellerinde boş tencereleri olan aileleriyle birlikte birimlerden yürüyerek, sloganlar atarak Belediyenin önüne geldiler. “Hakkımızı söke söke alırız” sloganıyla kadınlar, polisin engelleme çabalarına karşın binaya girdiler. Ama Belediye başkanı çoktan kaçmıştı.
İşçiler Belediyenin önünde toplanarak sloganlara devam ettiler. Burada, Belediye-İş 2 No’lu Şube Sekreteri Hilmi KARAOĞLAN, Genel Teşkilatlanma Sekreteri Hüseyin ÖZKAN konuşmalar yaparak eylemi desteklediklerini, işçilerle birlikte olduklarını belirttiler.
4 Ekim günü eylem genişleyerek devam etti. İşçiler, 4 Ekim saat 10’a kadar alacakları ödenmediği takdirde yeniden eyleme geçme kararı almışlardı. Saat 13’te eyleme geçtiler. Bakırköy ve Gazi Osman Paşa belediye işçileri de araçlar ve çöp arabalarıyla Küçük Çekmece işçilerine katıldı. Kornalar çalarak E-5’e çıkan işçilere Makina Bakım Atölyelerinin işçileri de katıldı. Yarım saat boyunca E-5 trafiğe kapandı. Ağır ağır ilerleyen kamyonlara büyük bir işçi kalabalığı coşkulu alkış ve sloganlarla eşlik etti. Birleşince güçlerini daha içten duyan İşçiler “Yaşasın İşçilerin Birliği”, “İşçiyiz, Haklıyız, Güçlüyüz” diye haykırıyordu.
Belediye işçilerinin eylem, salt ekonomik talepler uğruna yapılmış bir eylemdi ama işçilerin birleşen gücü ve coşkuları bu basit taleplerin ötesine geçiyordu. Daha önemlisi en basit talepleri için bile birleşmek gerektiğini fark ediyorlardı. En büyük kazançları da buydu.

PERDECİ
Mehmet Esatoğlu

SEÇ! Haydi, SEÇ biraz…
Sisli bir İstanbul sabahı başlangıcı. Sis ve sabah henüz kendini ele vermemişken, tiyatroda prova, gece yarısından sabaha doğru ağır ağır akıyordu.
Prova bitimi oyuncular uykulu-yorgunluklarıyla çıkmaya başladılar tiyatrodan. Perdeci ve oyuncu kız çıkarken bir an durakladılar. (Perdecinin eski bir alışkanlıkla sahne ve civarında yanık izmarit arama telaşı.)
Yürüdüler.. Sis ağır ağır caddeyi sarıyordu. Perdeci, uykusuzluğa ve yorgunluğa aldırmadan oyuncu kıza prova bitimi karlı bir Duisburg sabahım anlatıyordu.
Oyuncu kız dinledikçe coşkulanıyor ve geçen yıl topluluğun oynadığı, kendisinin rol almadığı bir oyundan şarkı mırıldanıyor:
Oradan geçen
Bir başka kuş
Delince karanlığı
Yerlerde bildiriler uçuşuyordu. Oyuncu kız bitmeyen bir tutkuyla her yinelenişinde kaçınmadığı Solanas’ın ünlü “GÜNEY” filmini anımsatıyor.
(Filmde hep bitmeyen bir atmosferdir, sis ve uçuşan bildiriler…)
Uzun bir süre yürüdüler, sabahı koklayarak.
Oyuncu kız, “provadan hiç söz etmedin, sence kayda değer bir şey yok muydu?” Perdeci suskun…
Oyuncu kız birden -öfkeyle- “oynayacağım kız benim şu anda oynadığım değil belki, ama şişko yönetmenin oynamamı istediği tip hiç değil. Kafasında bir resim var, sürekli beni oraya çekmek istiyor.
Perdeci “bir tartışma mı bu?”
Oyuncu kız “hayır ama yönetmen kim? Oyuncu ne? Huzursuzum…”
“Oyunu okuyorum, bir sürü sözcük. Sözcüklerle tek tek buluşmaya çalışıyorum. Tam dokunurken koca göbeğiyle dalıveriyor araya şişko yönetmen. Sözcükler kopuyor. Kovalamaya başlıyorum. Yakaladıkça ucundan, kaçırıyorum. Yalvarıyorum:
“Hey sözcük! Kaçma! Haydi, sütünü ver. Yeniden yoğurayım seni. Gel, yeni bir boyuta gidelim. Metnin üzerinde kalırsan çürürsün zamanla. Yeniden üredikçe yaşarsın. ‘Olmak ya da olmamak’ı düşün. Hala ne kadar canlı değil mi?
“Sözcük uçuyor. Duymadı. Bırakmayacağım peşini. Soluğum terk etme yüreğimi.”
Perdeci, “kulağın iyi mi?”
“Anlamadım.”
“Duymakla işitmek üzerine ortaokulda bir parça okumuştum. Belki de görmekle bakmak üzerineydi. Bence şişko yönetmenin bazı ara sözcüklerini kaçırıyorsun gibime geliyor.”
Oyuncu kız, “doymuyorum”
“Sor”
Oyuncu kız, “sormak…” “Soruyorum bazen, yanıtlar kafamdaki bütünlüğü dağıtıyor.” “Yeni sorular… Hiç görmediğim bir boyuta sürüklüyor beni…””… Yoo, her zaman keyifli olmuyor bu yolculuk.”
“Çehov’un MARTI’sını çalışıyoruz. Yönetmen yardımcılığı yapıyorum. ‘Ben bir martıyım’dan… ‘yoo ben bir aktristim’e doğru bir yolculuk.” •
“Yönetmen oyuncuları yavaşça sürüklemeye başladı, önce bir oyundu bu sanki. Trigonin’i, Treplev’i oynayanlar başta olmak üzere herkes katıldı bu yolculuğa.
“Oynadıkları birer oyun kişisi olmasına karşın sonuçta birer insandı ve toplumdaki sınıflar mevzilenmesinin şurasında ya da burasında bir yerleri vardı. Oyuncular oyun kişileriyle hesaplaşırken bir gün kendileriyle hesaplaşmaya başladılar.
“Oyunun atmosferini yakalamak üzere gittiğimiz göl kıyısında -ki oyun da bir göl kıyısında geçer- oyun ve gerçek içice geçti. Herkes kıyasıya yargıladığı oyun kişilerinin bazı yanlarım kendinde de hissetmeye başladı! Yönetmen, müthiş bir keyifle bu durumu kışkırtıyordu.
Oyuncular sarsıldılar. Çıkış yolu bulamayanlar ertesi gün kapılarını kapamaya başladılar. Yönetmen şaşırdı. Dışarıda kalmıştı.
(Değişmek, hata ve zaafları aşmak Üzerine ucuz reçeteler üretenleri düşündüm bir an.)
(Değişimi kutsayıp yeni adımlan bilinmez bir geleceğe erteleyenleri düşündüm bir an.)
NEŞTERİ HANGİ ANDA VURMALI?…
(‘DÜN ERKENDİ, YARIN GEÇ’ deyip neşteri anında vuranlara EKİM günlerine doğru bir kez daha selam olsun.)
Perdeci, “‘DEĞİŞİM’, bu sözcük ne zor günler yaşadı, şu 91 yılında.”
Değişti birçok şey. Değişen neydi? Değişim düşmanı tutucular avuçları patlarcasına alkışladılar. Teni bir dünya’ dediler.
“Aşağıladıkları eski, çağın başında, BAKÜ’ DE dünya halklarını birlik için toparlarken alkışladıkları yeni, kokuşmuş milliyetçilik duygularım hortlattı çağın sonuna doğru. Saldırdı dünya insanları birbirine acımasızca. ‘Ebedi barış’ın ardında Ölüm çığlıkları yükselmeye başladı.”
“Şimdi de ülkemizde değişim Özerine bir tartışma başladı, seçimle birlikte.”
“Ülke son 11 yıldır yürüdüğü yoldan mı gidecek? Seçim bir değişim mi getirecek?”
“Değişecek diye formüller hazırladılar. Yollara naylon afişler gerdiler. Hangisi hangi partinin belli değil.”
“Ne diyor düzen içi muhalefet:
Değişecek vatandaşlar
değişecek ‘
Biz başa geçince
Olmayan demokrasi
İnmeyen pahalılık
Bitmeyen işkence
Açmayan güller
Değişecek,
Biz baş olunca

Patronlar vekili Bahri Bey der ki: “Toplanıyoruz akşamları, bize anlattıklarım videoda seyrediyoruz. Ardından halka vaatlerini. önce şaşıyoruz, sonra kıçımızla gülüyoruz. Bize anlattıklarını onlara yaparlarsa kopacak kızılca kıyamet. Onlara anlattıklarını bize yaparlarsa, yapışacağız yakalarına, özetle bir kaç ucu boklu değnek.”
“Tepede biz olacağız, ama her şey değişecek. Hem de aleyhimize. Peki, beyler, bizim patronlar derneğinde işiniz ne?”
Halk korosu:
“Doğru ya… Nasıl değişecek?” Muhalefet
Değişik demokrasi Değişik pahalılık Değişik işkence Değişik güller
“Bu seçim, politikacılar ve reklâmcılar birlikte anılıyorlar. Bin kazık yemişler ‘ne hakla, 35’e bakla’ edebiyatını artık yemiyorlar. Reklâmcılar -imal ve milli olmak üzere sloganlar seçiyorlar yığınları etkilemek üzere.
“Bahar eylemlerinden bu yana ‘açız’ diye sokaklara koşan, sendikalaşmaya çalışanlar, bu sözlerin yüzde kaçım yiyecek? Üstüne kurşun sıkılan Kürtler kendilerinden oy istemeye gelen yüzsüzlere ne yanıt verecek?”
(Haydi partili haykır onlara: KURTULUŞUN SOSYALİZMDEDİR!
Bence tam günü. Kremlin’de 1917’den beri dalgalanan bayrak inerken -bilmene rağmen- için cız etti, biliyorum. Kolay değil, gerçeği görmek, bilmek ve yaşamak.
Unutulan, böylesi zamanların ilk kez yaşanmadığı.
Paris’te komünarların kıstırıldığı o duvarı gördüm bu kış. Yaşadığımız günler gibiydi. Zor… Çok zor.
Umuda dair, insana dair ne varsa, sıkışmış, yok edilmiş, gericilikle duvar arasında.
Geri çekilmenin bir sınırı var. Sınırda da bir duvar.
Duvarın önünde boyun eğmemek. Yüzyıllara karışmak. Yok olmamak.
Yine de ‘hey., hey’ diyenler yüzyıllardır yaşıyor, her an yanı başımızda.
Bütün bu anlattıklarımı düşün. Kızıl bir karanfil uzat onlara. Bizi anlat. Yalnız kalmasınlar: Yem olmasınlar.)
Duvarda çıplak popo çekerek ünlenmiş fotoğrafçıların çektikleri fotoğraflarla donatılmış afişler vardı. Afişlerde iktidar lideri ve muhalefet liderleri gözlerinde garip pırıltılarla bakıyorlardı. Oyuncu kız, bu parıltılardan geleceğimize dair anlamlar çıkarmaya hazırlanırken, afişlerin dibine çökmüş birini gördü.
“Hey, şuraya bak perdeci, liste dışı kalmış bir aday adayı. Göbekleriyle ezip buraya atmışlar.”
Aday adayı, inleyerek:
“Nereden nereye geldik. Bir zamanlar bizim baş muhalefet partimizde sınırlı da olsa bazı şeylere tepki duyan insanlar vardı.”
“Ön-seçimler sırasında kıyasıya sıra kapma dövüşünde bütün bili-nen-bilinmeyen çirkinlikler ortaya döküldü. Bir zamanlar seçilmek, meclise gitmek isteyenlerin dudaklarında -yalan da olsa- bazı umutlandırıcı sözcükler olurdu! Özellikle Belediye Seçimlerinden sonra artık herkes koltuğa oturur oturmaz yapacağı yalama-yutma işlerini tasarlamaya başladı. İktidar bizim bütün adaylar için bir yalama-yutma tarlası.
“İktidar-muhalif belediyelerdeki talanı gıptayla izleyenler göklerini devlet çarkına diktiler. Bir önceki iktidardan yalama-yutma işlerini devralmak üzere kendi aralarında kıyasıya boğuştular. Liste başı olmak için. İktidara yönelik bütün eleştirilerinin satır araları ‘ah biz de yesek’le dolu.
Perdeci, “üzülme, geçmişte sahte bir umutken de farklı değildiler. Faşist terörden hesap sorma iddiasıyla başa geçtikleri gün ‘geçmişe sünger çekeceğiz’ diyerek halk düşmanı canilere hoşgörü gösterdiler. Ortalık kan gölüne dönünce sıkıyönetime sığındılar. Adına da ‘demokratik sıkıyönetim’ dediler.
“1973’lerde meydana çıktıklarında başlarında kasket vardı. Giderek miğfere dönüştü. Miğfer karanlığın başlangıcıydı.” ,
Oyuncu kız, “bizim çocuklar bu kepazeliğe çomak sokmak üzere seçim günlerinde gerçek muhalif bağımsız adaylarla yollara düşmek istiyorlar. Düşünsene perdeci, sokakta ya da kahvede şöyle bir gösteri:
Secim var seçim
Haydi, acımayın seçin
(Seçmek de ne ola ki diye bakma aval aval.)
Seçim ya da demokrasi
Haydi, acımayın demokrasi
(Demokrata de ne ola ki diye bakma aval aval.)
Demokrasi ya da
Latincesi demos kratos
Halkın kendi kendini
Yönetmesi
Haydi, acuna yönet
(Kendi kendini yönetmek de ne ola ki diye bakma aval aval.)
Memlekette olan-bitene
Karar vermek
Haydi, acıma karar ver
(Memlekette demokrasi adına bunca kepazeliğe bakıp da şaşma aval aval.)
Afişlere buyurun
Bütün çeşitler bu vitrinde
Sol gösterip sağ vuranı
Sağ gösterip çift dalanı
Hepsi ama hepsi
Bu vitrinde
(Birlik beraberlik dedikleri bu mu diye şaşma aval aval.)
Perdeci: “Bir dakika beni ayrı koy.”
Oyuncu kız: “Sen kimsin?”
Perdeci: “Ben, gerçek muhalif bağımsız aday.”
Oyuncu kız: “Hani afişin, altında vecizli sözün, anlamlı gülüşlü fotoğrafın?”
Perdeci: “Daha yetişmedi.” Oyuncu kız: “Neden?”
Perdeci: “Malum ay sonu.”
Oyuncu kız: “Meclise girip ne yapacaksın?”
Perdeci: “Kürsüye çıkıp yemin edeceğim.”
Oyuncu kız: “Sonra?”
Perdeci: “Sonra.. Yeminimi bozacağım.”
Duvarın dibindeki aday adayı da katıldı bu oyuna:
Aday adayı: “Erkeksen bizim partide ön seçime gir.”
Perdeci: “Erkek olmak şart mı?”
Aday adayı: “Kadının şansı nanay. Yasalar kadın-erkek eşit diye yazsa da meclis genelde erkekler hamamı gibidir.”
“Zaten kadınları da ön seçimde koca göbekleriyle ezip geçiyorlar. Ön sıralara yerleşiyorlar. Kutluyorlar birbirlerini, ne güzel demokrasi yaptık diye,”
Perdeci: “Evet, koş vatandaş! Bulamazsın daha büyük çirkeflik. Vurma, sövme, sökme, çamur atma, aşağılama her şey serbest. Gerçek muhalefet dışında her şey.”
Haydi başlıyor
Adaylar ortaya
Ezenler kapalı ve numaralı
tribüne
Halk yine açık tribüne
Bağırıyor aday
Ey açık tribün
Sana insanca yaşam
Karşı tribünden itiraz
Höst! zarar ederiz sonra
Kaynak göster kaynak
Evet, adaylar dikkatli atın
Beylere kaynak gerek
Belki de kaymak gerek
(Seçim-meçim derken yine kaymağı kimler yiyor diye bakma aval aval.)
Hazır mısınız kampanyaya? ‘Gözün aydın., daha yapacak işlere., güller açarken.. (Affedersiniz, yer darlığından biraz içice oldu ama bizim dergide bu mavallara fazla yer yok.)
Müjde! Dergimiz seçim bittikten sonraki sabahı şimdiden açıklıyor:
“Başa kim geçerse geçsin enflasyonu ‘düşürmek’ üzere yeni zamlar ve acı ekonomik reçeteler. Zamlara tepkileri etkisizleştirmek için yeni yasalar, yeni sopalar. Ve güzel günlerin sürekli bilinmez geleceğe ertelenişi…”
Zonguldak’tan bir işçi kardeşimiz yazıyor: “1970’lerde ‘1992’de Türkiye’de işsizlik kalmayacak’ diye nutuklar atan adamı yolda görürseniz bana da haber verir misiniz.”
Aday adayı, oyuncu kıza: “bu kadar şamata yapıyorsun anladık, ama oy verme zamanı gelince ne yapacaksın?” Oyuncu kız gülümsedi: “Oyumu ‘bizden seslere’ vereceğim.”
Perdeci, “yine EKİM’e geldik çocuklar. Bu Ekim buruk bir Ekim. 1917’de bütün insanlık adına Kremlin’e çekilmiş kızıl bayrak -1956’dan bu yana bir gecikmeyle- geçtiğimiz günlerde indirildi. 1956’dan bu yana süren maskeli balonun bitişi ilan edildiğinde burjuva demokrasisi ve seçim aldatmacası tahtına oturtularak kutsandı. Her şey yolunda sanılırken küçük bir ‘ayrıntı’ bütün huzurları kaçırmayı sürdürüyor:
PROLETARYA
Ve onun güçleri..
(Proletarya her gün yeni baştan diyor. O böyle dedikçe de benim gönlümde EKİM rüzgârları esiyor.)

İLAN
7. Bölge (Çekmeceler, Çatalca, Silivri) Bağımsız Milletvekili Adayı HİLMİ KARAOĞLAN SECİM BÜROLARI
1. ESENYURT – SON DURAK (Dilan Restaurant üstü) Tel: 596 47 96
2. ESENYURT – SON EVLER Depo Durağı (Minibüs Park Yeri)
3. AVCILAR – Belediye Cad. (Karatay Spor Okulu Karşısı)

4. İKİTELLİ PARSELLER – SON DURAK (Müteahhitler Kıraathanesi üstü)


İzmir Belediyesi’nde direniş

İzmir belediyesinde 8.000 işçi Konak meydanında 10 gün direniş yaptı.
İzmir’de SHP’li belediye başkanı Yüksel Çakmur, göreve gelir gelmez, sosyal hizmet kuruluşlarının özelleştirilmesi formülleri geliştirmeye başladı. Sık sık halka icraat raporu veren Çakmur’un anlatmadığı icraatlarını bir de biz sıralayalım:
-ANAP’lı belediye başkanının başlattığı TANSA’ları TANSAŞ yaparak şirketleştirme operasyonunu tamamladı.
İzmir fuarını belediye bünyesinden çıkarıp işçileride fuardan alarak İzfaş Şirketine dönüştürdü.
-ESHOT’un alternatifi İZULAŞ Şirketini kurdurdu.
ESHOT’un Yeşilyurt, Buca atölyelerini ve otobüsleri İZULAŞ’a karşılıksız verdi. Sırada diğer atölye ve otobüsler var.
İZULAŞ’ta 380 işçiyi sendikadan istifa ettirdi. İstifa etmeyenleri 17. maddeden işten attı.
ESHOT ve İZSU işçilerinin alacaklarını hala vermedi. Bunun için eylem yapan işçilerden 400’e yakınını 17. maddeden işlen altı.
-Üç sendika şubesinin tüm temsilci ve (profesyoneller hariç) yönetim kurullarını işten attı.
-Eylemdeki temsilci ve işçi önderlerini fotoğraflayıp emniyete verdi.
-Tüm işçilere 3 günlük yevmiye kesintisi ve son uyan disiplin cezası verdi.
Bunlar işçilerin “sosyal demokrat” belediyeden beklemediği şeylerdi. Önce şaşkınlık ve tedirginlik yarattı. Ama giderek bunların, sistemin sonuçları olduğunu daha iyi anlıyorlar.
Eylem şartları nasıl oluştu?
Aylardır alacakları ve son maaşları ödenmeyen ve şirketleşmenin tehlikesini gören belediye işçileri sendikasının da kararıyla 26 Ağustos günü üretimi durdurup eylem alanına çıktı. Sendika, İnönü’nün de geleceği fuarın açılış törenlerine gitme kararından son anda SHP ile uzlaşarak vazgeçti. İlk 2 gün işyerlerinde sürdürülen eylem 28 Ağustos’ta Belediye Sarayı önünde tüm işçilerin toplanması kararıyla kitlesel direnişe dönüştü. 28 Ağustos’ta Konak Meydanında 8 bin işçi toplandı. Dövizler, pankartlar asıldı: “ESHOT satılamaz, İş-Ekmek-Özgürlük, Üreten Biziz Yöneten de Biz Olacağız, İşçiyiz-Haklıyız-Kazanacağız vb.” sık sık konuşmalar yapıldı. Coşkuyla halaylar çekildi.
Katılım ve coşkusundan bir şey kaybetmeden 8 gün süren direniş boyunca, 8 bin işçi hep bir ağızdan “İş-Ekmek-Özgürlük, yılgınlık yok direniş var” sloganlarıyla Konak Alanı’nı inletti. Kutlutaş ve Tekel Şarap Tansaş işçileri, Eğit-Sen’li öğretmenler, AHSED, Özgür-Der, Halkevleri destek verdi.
6. günden sonra, hiç makamına gelmeyen işveren, savcılığa suç duyurusunda bulundu. ‘İşbaşı Yap, Maaşını Al” pankartları açtırıp bu çağrıya uymayanları 17. maddeden atacağını söyledi. Sloganlarımız “Gemileri Yaktık Geri Dönüş Yok, 17 de Sökmedi Sökmeyecek” vb oldu.
Belediye işkolunda grev hakkı yokken, yasal olmayan hak 10 günlük eylemle meşrulaşmış, sıra 17. maddeyi işlevsiz kılmaya gelmişti. İşçi kararlıydı. İş güvencesi almadan dönüş yok. Ancak bir taraftan emniyet ve valiliğin diğer yandan genel başkan Fuat Alan’ın şubeler üzerindeki baskısı ve SHP ileri gelenlerinin saldırıları sonucu sendika çevrelerinde tedirginlik ve korku yarattı. 9. gün bitirme kararı almışlardı. Ancak iş güvencesi için protokol imzalatmadan dönülmeyeceğine inanan coşkulu kitle karşısında bu kararı açıklayamadılar. Devrimcilerin müdahalesi yerindeydi. Direniş boyunca ve genelde daha olumlu ve radikal tavır içinde olan 1 no.lu Şube baskılara dayanamayıp hukuki savunmaları tespit ettirmek gerekçesiyle,10. gün direnişin bitirilmesini açıkladı. 1 no.lu Şube daha sonraki günlerde işyerlerinde eyleme devam kararı aldıysa da, gerileyen tansiyon içinde tespit raporunu lehimize çıkarmak adına direniş tümden sona erdirildi.
Bu gerilemenin ardından sıra işverendeydi. Önce maaşları verip ardından alalarında tüm sendika yönetim kurulu üyeleri ve temsilcilerin de bulunduğu 400’e yakın işçiyi 17. maddeden işten çıkardı. Eylemin yasa dışı grev olduğu iddiasıyla, mahkemeye başvurdu. Tüm işçilere 3 günlük yevmiye kesintisi ve “son uyarı” cezası verdi. İZULAŞ’taki 380 sendikalı işçiyi “istifa ettirdi”; etmeyen 3 işçiyi işten attı. Halka yönelik broşürler dağılıp, işçiyi “size duraklarda çile çektiren, suyunuzu akıtmayan, vanaları kıran(!) işçilerle hesaplaştım; kangreni kesip attım 400 işçiyi attım…” diye kötüleme kampanyasına girişti Şu an 4 Ekim’deki mahkemeyi bekleme safhasına giren sendika, etkin eylemliliğini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya. Çakmur’un makamına işçi çocukları protesto için gitmişken, bir sendika başkanı “biz ettik sen bağışla” türünden yalvarışlarla İnönü’den, SHP milletvekili adaylarından medet umar pozisyonlarında kalmıştır. Son 28 Eylül mitingine gidip atılmaları protesto etme kararını da uzlaşarak durdurmuşlarken, işçi kitlesinde önceki tedirginlik yerini giderek hesap sormaya, atılan arkadaşları için mücadele etmeye bırakmaktadır, işçi sınıfı tüm bu gelişmeler boyunca devrimci görüşlere güvenini daha bir artırmıştır.
İzmir’den bir ÖD okuru

Ekim 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑