13 Şubat 1992 tarihli gazetelerde yer alan Moskova halkının gösterisi, tüm kapitalist dünyanın yaymaya çalıştığı “özgürlük” ve “serbestlik” hayallerinin yerle bir edildiği, kapitalizmin protestosuna dönüştü.
Ekim devrimi’nin halklara ve emekçi kitlelere kazandırdığı sosyal ve siyasal kazanımların simgesi haline gelmiş olan orak-çekiçli bayraklar, Lenin ve Stalin’in posterleri, geçmişe, sosyalizme duyulan özlemin bir ifadesidir. Öyle görünüyor ki, Moskova meydanlarındaki göstericiler, kapitalizmin yozlaştırıcı ve her gün yoksullaştırıcı etkisini günlük yaşamlarının acı deneyleriyle görüp ders çıkarma pahasına sosyalizme ve sosyalizmin ideolojisine sarılıyor, yeniden örgütleniyor, iktidardaki gerici rejimlere karşı anti-kapitalist gösterilerle bu rejimlere karşı muhalefeti yükseltiyor.
Moskova gösterileri “emperyalizme karşı mücadele”, “kapitalizme karşı mücadele”, “işçi ve köylülerin, burjuvaların etkisinden kurtularak, kar peşinde koşan işletmelerin yok edilmesi” şiarlarının yükseldiği” anti-kapitalist mücadelenin yeniden gündeme geldiğini gösteriyor. Artık, revizyonizmin ve giderek tümüyle kapitalizmin etkisi altına girmiş bulunan Sovyetler Birliği’nde gericilik, gidebileceği en uç noktaya kadar gelmiş, gerçek kapitalizm tüm açıklığı ile halkın gözleri önüne serilmiş, kapitalist ilişkilerin ve hegemonyacı emperyalist sistemin insanların tümü üzerinde yarattığı olumsuzluklar yaşanmaz boyutlara varmıştır. Kapitalist sistemin çöküşü ve sosyalizmin yeniden gündeme gelmesi, gelinen süreçte Moskova halkı ve diğer doğu halklarının içlerinde toplumsal bir güce dönüşme aşamasına gelmiş, gösterilerle bunun ipuçları açıkça görünüyor.
29 Ocak tarihli Bugün gazetesinde “Orak-Çekiç Sadece Türkiye’de kaldı” başlıklı yazıda, Türkiye’li solcuların dışında hiç kimsenin “orak-çekiç”li bayrak kullanmadığı söyleniyor. Burjuva basın, genelde sosyalizmin artık çürümüş bir ideoloji olduğu şeklinde yanılsamalarını yayadursun, bizzat aynı basın Marksizm’in ve Leninizm’in ideolojisi arkasında, Lenin, Stalin posterleri taşıyarak Orak-Çekiç’li bayrak altında yürüyen on binlerce Moskova halkını da TV ve Gazetelerinde veriyor. Bu yanılsama, tüm alanlarda olduğu gibi, burjuvazinin kendi basınında da çözülmez çelişkilerinin olduğu gerçeğini başka bir biçimiyle kanıtlıyor.
BDT’nin bayraklarından sökülen ORAK-ÇEKİÇ, meydanlardaki halkların kalbinde ve düşüncelerinde yaşıyor.
SUSER İŞÇİLERİ TES –İŞ GENEL MERKEZİNİ PROTESTO EDİYOR
SUSER AŞ.’de çalışan işçiler 29 Ocak 1992 tarihinde işyerlerinde düzenledikleri bir basın toplantısı ile Tes-İş Genel Merkezi tarafından alınan şube ayırma kararını protesto ettiler.
1989 tarihinden beri üyesi oldukları Tes-İş İstanbul 4 nolu Şube’den ayrılıp, Tes-İş 2 nolu Şubeye bağlanmaları kararının anti-demokratik ve sınıfın birlik ve mücadelesini bölmeye yönelik olduğunu söylediler, işyeri temsilcileri tarafından yapılan açıklamada, kongre ve toplu iş sözleşmesi arifesinde alınan bu kararın, işçilerin seçme ve seçilme hakkının ellerinden alınmaya yönelik sarı ve uzlaşmacı sendikacılık anlayışının bir ürünü olduğu belirtildi. Yaptıkları basın açıklamasının arkasından, toplu olarak Mecidiyeköy’de bulunan Teş-İş 4 nolu şube yöneticileri ile görüşmeye giden işçilerin bu talebi, şube yöneticileri tarafından gerekçeli kararı açıklama yetkisinin Genel Merkeze ait olduğu söylenerek kabul edilmedi. Burada işyeri temsilcileri tarafından okunan gerekçeli kararın, Türk-İş’in Aralık ayı içerisinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına sunduğu, işkolları tüzüğünde yapılması istenilen değişikliğe ilişkin raporuna bağlanması işçilerin alkışlı protestosuna neden oldu.
Yapılan basın açıklamasına, SUSER işçilerine destek vermek amacıyla, demokratik kitle örgütleri ile işçi ve memur sendikalarının temsilcileri yanında İSKİ ve belediye işçileri de katıldı.
BUSH’UN YENİ YIL GEZİSİ
Amerikan emperyalizminin ve dünya gericiliğinin başı G. Bush, 1 Ocak 1992 günü Avustralya’ya geldi. Bush yeni yıl gezisine çıkmışa ve gezinin ilk durağı Avustralya idi. Avustralya yetkilileri Bush’un geliş amacını “yılbaşı tatili yapmak” olarak kamuoyuna duyurdular. Ama bu açıklama kamuoyunu hiç tatmin etmedi. Bush 500 kişilik ekibiyle adeta Avustralya’yı yeniden işgal eder gibiydi, özel uçakları, helikopterleri, otomobilleri ve bunları taşıyan kargolarıyla emperyalizmin elebaşısı, Avustralya’da üç gün kaldı. Sözde yılbaşı tatilini Avustralya’dan sonra Singapur, G. Kore ve Japonya’da sürdürdü.
Bush’un bu yeni yıl çıkartmasının amacı bir yönüyle gayet açıkta ve kamuoyu da durumu anlattı. Bush başta Avustralya olmak üzere gittiği öteki ülkelere Amerikan emperyalizminin ekonomik çıkarları, bu ülke pazarlarının ABD tekellerine sonuna kadar açılması için baskı yaptı. Her ne kadar Avustralya hükümet sözcüleri Avustralya ekonomisinin batmasında birinci dereceden sorumlu ABD’yi Bush ile görüşerek insafa getirip, kaybettikleri pazarlara yeniden girebilecekleri umudunu yaydılarsa da, sonuç hiç de öyle olmadı. Bush, basına yaptığı açıklamalarda “Kapılarınız dışarıya açın, sermaye ve mal gelsin ülkenize, böylece ekonominiz canlanabilir. Kapanırsanız siz kaybedersiniz” diyerek Avustralya yetkililerinin kulaklarını çekti.
Avustralya burjuvazisi ne de olsa İngiliz burjuvazisinin çocukları, İngiliz burjuvazisi gibi ABD’nin eteğinin altından ayrılmıyor. Bush’un ziyareti bu uşakça tavrı ortaya koydu. Avustralya kamuoyu herhalde bugüne kadar böyle debdebeli bir yabancı devlet başkanı ziyareti görmemişti. İngiliz kraliçesinin Avustralya ziyaretleri, Bush’un ziyareti yanında sıradan bir kişinin turistik gezisi sayılırdı. Üç günlük gezi açıklandığına göre 10 milyon ABD Doları’na mal oldu. Bir öyle yemeği kişi başına 1000 dolar tuttu.
Bush her şeye karşın Avustralya’dan suratı asık ve öfkeli ayrıldı. Yeni başbakan Paul Keating, eski başbakan Bob Hawke ve irili ufaklı iktidar ve muhalefet liderleri Bush’un yanında sırıtarak televizyonlara poz verseler de Bush Avustralya halkının, özellikle Melbourne halkının kendisine gösterdiği “ilgiye” iyice kızdı. Bush, Avustralya’da gittiği her yerde şiddetli protestolara maruz kaldı. Melbourne’da 2 Ocak’tan başlayarak Bush’un ayrıldığı 3 Ocak akşamına dek protesto eylemleri sürdürüldü. Üstelik 3 Ocak günü öğleye kadar polis Bush’un konuklandığı alana giden tüm yolları keserek protestoları zayıflatmaya çalıştı. Buna karşın 3 bin kişilik bir kitle alanı kuşattı. Polis Bush’un konaklandığı binanın etrafını barikatlarla kapattı. Barikatı yarmak isteyen protestocularla polis arasında sürekli kavga çıktı. Bush’u protesto edenler arasında çiftçiler de bulunuyordu.
Son birkaç yıl içinde Avustralya ekonomisi korkunç bir krize girdi. Ekonominin en kötü durumda olan sektörü ise tarım. Avustralya tarım ürünü sattığı tüm dış pazarları ABD’ye kaptırdı. Bu yüzden özellikle küçük üreticiler Bush’u protestolara katıldı. Bush’un gezisi kitlelerin Amerikan emperyalizmine ve katil başkanına derin nefret duyduğunu gösterdi.
M. SARI-AVUSTRALYA
DİDF’in SİYASİ TUTSAKLARA ÇAĞRISI
Sevgili devrimci tutsaklar. Almanya Devrimci İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) son 6 aydan bu yana devrimci tutsaklarla yeteri kadar dayanışmada bulunamamanın büyük rahatsızlığını duymaktadır. Özellikle Anti-Terör Yasası’nın yürürlüğe girmesinden bu yana bazı cezaevleriyle ilişkimiz koptu, bazılarıyla oldukça sistemsiz ilişki sürdürmekteyiz. Oysa her gün yeni insanların tutuklandığını, işkencelere çekildiğini, onlarca yıllık ceza talebiyle yargılandıklarını, yıllarca kan ve can pahasına verilen mücadeleler sonucu elde edilen bazı hakların yok edilmeye çalışıldığını biliyoruz. Devrimci tutsakların her türlü faşist teröre karşı direndiklerini ve yeniden ölüler vermek, sakat kalmak pahasına da olsa mücadele etmekte kararlı olduklarını da duyuyoruz, biliyoruz. Devrimci tutsaklar bunu; Eskişehir tabutluklarının gündeme gelmesiyle bir kez daha gösterdiler.
Türkiye ve Kürdistan’da azgın faşist terör sürdükçe, siyasal özgürlükler olmadığı surece saldırı ve zulmün ama yanı sıra mücadele ve direnişlerin hep gündemde kalacağı, zindanların devrimci tutsaklarla dolup-taşacağı gerçeğinden hareketle bugüne kadar sürdürdüğümüz çok yönlü dayanışmayı daha da geliştirmek, kapsamını genişletmek, zindanlardaki sesi Almanya’ya ve Avrupa’ya yaymaya devam etmek kararındayız. Bu, bizim vazgeçilmez bir görevimizdir. Bunu gerçekleştirmememiz veya eksik yapmamız devrimci vicdanımızı sızlatacaktır. Ama bu görevimizin yerine getirilmesinde en başta devrimci tutsaklar, İHD’ler, devrimci-demokratlar, tutsak yakınları bize yardımcı olmalıdırlar. Aksi halde yapmak istediklerimizi gerçekleştirebilmemiz mümkün olamayacaktır.
Federasyonumuz, isteyen her devrimci tutsakla mektuplaşmak istemektedir. Cezaevlerindeki koşulları, saldırı ve mücadeleleri bilip üzerimize düşenleri yapmak istiyoruz. Cezaevlerindeki devrimci yaşamı, bunun ürünlerini (Resim, karikatür, öykü, el işleri vb.) gerektiğinde sergilerle yaymak, böylece devrimci yaratıcılığı tanıtmak istiyoruz. Bugüne kadar şu ya da bu ölçüde yapabildiğimiz maddi katkıda bulunma görevimizi geliştirerek sürdürmek istiyoruz.
Anti-terör Yasası’nın niteliğini, uygulamalarını deşifre etmek, mücadeleyi geliştirmek istiyoruz.
Bütün bunları, en iyi şekilde geliştirebilmemiz için bütün devrimci tutsakları, İHD’leri, tutsak yakınlarını ve ilgi duyan bütün kişi ve kuruluşları bizimle ilişkiye geçmeye çağırıyoruz.
Adres: DIDF (Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu)
Jagerstr. 77
4100 Duisburg 11
Tel: 0203/53289- Fax: 0203/53804
İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİNDE BOYKOT
Bir süre önce İnönü Üniversitesi’nde sorunlara duyarlı üniversite öğrencileri olarak, üniversitemizdeki polis ve jandarmanın üniversiteyi terk etmesi, kapıda sık sık yapılan kimlik ve üst aramalarına son verilmesi üniversitemizin de bulunduğu, ‘özel statülü üniversite’ ve ‘mütevelli heyeti’ uygulamalarına geçme girişimlerini, okulda verilen yemeklerin kalitesiz ve pahalı olmasını protesto eden bir yemek boykotu düzenledik. Bu arada hiçbir sebep gösterilmeksizin iki öğrenci arkadaşımız okul içinde polis tarafından keyfi olarak gözaltına alındılar. Bu durum hakkında bilgi olmak, arkadaşlarımızın bırakılması ve demokratik-akademik istemlerimizi iletmek üzere rektörlük önünde oturup, rektörle görüşmek islediğimizi bildirdik. Bu sırada bizi çembere alan jandarma komutanı belirli bir süre tanıyıp dağılmamızı isledi. Fakat bu süre dahi dolmadan, jandarmaya saldırma emri verdiği. Öğrencilere acımasızca saldıran jandarma, bazı arkadaşlarımızı dipçikleyip, kız arkadaşlarımızı da saçlarından sürükleyerek arabalara bindirdiler. Boykotun ikinci günü meydana gelen bu olayların ertesinde daha büyük bir katılımla, arkadaşlarımız bırakılana kadar üç gün daha boykotumuza devam ettik.
Kısmen başarıya ulaşan boykotumuz sırasında, rektörlük önünde saldırılarak haksız gözaltına alınan 44 arkadaşımız hakkında DGM’den takipsizlik çıkmasına rağmen, üniversite tarafından disiplin soruşturması açıldı. Eğitim fakültesi soruşturmacısı olarak, üniversitemizde herkes tarafından aşırı sağcı olduğu bilinen Salim Cöhçe tayin edildi. Zaten cezaları ilk andan tahmin eder olmuştuk. Soruşturmanın açılmasının iki ay sonra tam da final sınavları öncesi cezalar açıklandı. Bu arada da gözaltına alınan arkadaşlarımızdan birine edebiyat bölümü asistanlarından İsmail Doğan tarafından polislik teklif edildi. Kendisine maddi ve manevi gelecek vaadinde bulunuldu. Eğitim fakültesi soruşturmacısının, yeminli olarak verilen ifadeleri kimseye göstermeyeceğini kabul etmesine rağmen, ifadelerin arkadaşımıza polislik teklif eden İsmail Doğan’ın eline geçtiğini öğrendik: Bu da gösteriyor ki polis ile idare, öğrenciler aleyhine işbirliği yapmaktadırlar.
Bu 44 arkadaşımıza verilen haksız ve taraflı cezalar, kasıtlı olarak finalleri kapsayacak şekilde uygulamaya konmuş ve arkadaşlarımız zor durumda bırakılmışlardır.
Bu haksız ve taraflı tutumlara karşılık üniversitemiz genelinde bir dilekçe kampanyası başlattık. Ve sonuç alana kadar gerici-faşist üniversite yönetim kadrosuyla mücadele edeceğiz.
Baskılar Bizi Yıldıramaz!
Özel statülü üniversiteye hayır!
Yaşasın Özerk-Demokratik Üniversite Mücadelemiz!
Malatya İnönü Üniversitesi’nden bir ‘Özgürlük Dünyası’ okuru
FARGLAS KİMYA İŞÇİLERİNİN 2 YILDIR DUYULMAYAN SESİ
1990 yılının Mart ayında konkordato uygulayan Farglas Kimya Fabrikası’nda çalışan 234 işçinin kaderi 24 saat bilfiil çalışan ve günlük 20 ton hammadde işleyen büyük kuruluş bir anda durarak 234 işçiyi hiçbir ödeme yapmadan sokağa attı. Bunun sorumlusu kim? Soruyoruz, işçilerin kendi sendikasının sahip çıkmadığı Farglas kimya işçilerinin 22 aydan beri ne yiyip ne içtiğini soran kimse yok. Bizleri bu duruma düşüren kimler? Kimden hesap sorulacak kime gideceğiz şaşırdık kaldık. Türkiye’de bir işçi 17-18 yıl özel bir sektöre emek veriyoruz. Tam yaşlanıp emekli olacağımız zaman ve tazminat alma hayali kurarken bir anda altüst olup büyük stres altında ezilerek büyük bir çöküntünün içine giriyoruz. Bazı işçiler felç oluyor, kimi evinden ocağından atılıyor, kimi 20 yıllık eşinden ayrılıyor, kimi çoluk çocuğunun yanında aciz durumlara düşüyor. Farglas işçileri de bu durumların içinde kıvranmaktadır.
Bizler Farglas işçileri olarak 22 aydan bu yana sefilleri oynayarak geçinmeye çalışıyoruz. Bizler çarşı sokak yüzü göremez olduk. Biz şu ana kadar kapanan fabrikamızda haftada bir defa toplanıp durum değerlendirmesi yapıyoruz. İşyerimize toplantıya gedeceğimiz zaman bile trenlere kaçak binmek zorunda kalıyoruz. Evlerimize ekmek götüremiyoruz. Bunun sorumlusu kim? Kimden hesap sorulacak? Şu anda çocuklarımızı okula bile gönderemiyoruz. Okul masrafını karşılayamaz olduk. Bu azgın sömürü düzeninin bile kültürünü alamaz oldular. Eğitim göremeyen çocukların sorumlusu kim? Ben 20 yıllık işçiyim sendikal mücadelemde hiçbir işyerinden tazminat alamadan ayrılmak zorunda bırakıldım. Hep 17. maddeyle işten atıldım. Farglas’ta ise iflas ettiğimden (!) sokağa atıldım.
Bizler Farglas işçileri olarak 22 aydan beri bu şekilde yaşamaya çalışıyoruz. Her şeyimi yitirdik. Sokaklarda gezemez olduk. Bunun sorumlusu kim? Trenlere kaçak biniyoruz, ev ekmek götüremiyoruz, çocukları okula gönderemiyoruz, eğitimini yaptıramıyoruz… Bunun sorumlusu kim? Ben kendim usta olarak onurumu, şerefimi işçi mücadelesine adayan bir işçi olarak sanatım olduğu halde hiçbir iş bulamadım bizleri açlığa sefalete mahkûm eden kim?
Biz Farglas işçilerine Petrol-îş sendika ağalarının bizlere oynadığı oyunlardan da bahsedelim. Sendika yöneticileri 22 aydan beri bizleri adeta uyuttular. Bizlere sahip çıkmadılar. (Dostlar anlatacak çok derdimiz var ama sayfalara sığmıyor bunu basıp sesimizi sınıf kardeşlerimize duyurun). Burjuva basın bizim sesimizi duyurmak istemiyor. (Onlar ancak Ajda’nın, Türkan’ın parmağının ojesiyle ilgileniyorlar).
Biz Farglas işçileri olarak sizlere bu duruma nasıl geldiğimizi anlatacağım. (Beni biraz mazur görün 22 aydan beri stresli yaşaya yaşaya hafıza kaybı oldu onun için aklıma geleni anlatacağım). Biz Farglas kimya işçileri Şubat 1990’da maaşımızı alamadığımız için bir iki hafta yemek boykotu yaptık. Ve maaşı zor bela alabildik. Ardından Mart maaşı verilmedi, ikramiye, sosyal haklar verilmedi ve bizler yine direnişe başladık. Biz direnişte iken sendika genel başkanı Münir Ceylan geldi ve bizleri sendika odasına çağırdı ve bizlere epey nasihat çekti. Ben kendisine sordum: “Münir bey bakın bizler Şubat-Mart maaşını, ikramiyeyi alamadık. Siz yöneticiler ne düşünüyorsunuz” dedim. Münir bey şunu söyledi: “Arkadaşlar hiç korkmayın arkanızda dağ gibi Petrol-İş Sendikası var, sizin hiçbir hakkınız kaybolmaz; hakkınızı arar ve söke söke alırız. Siz yeter ki birliğinizi bozmayın” dedi ve Gitti (gidiş o gidiş). Bizde bu sözlere inandık. Direnişimiz sürüyordu. Tabii bu arada fabrikadan ayrılamıyorduk. Bu arada evinde biraz parası olan geçinmeye çalışıyor, parası olmayan da SSK’ya çıkıp istirahat alıyordu. Bazı arkadaşlar Cumartesi-Pazar amelelik yapmaya çalışıyordu. Ve bir gün karar alıp açlık grevine gittik. Bize sahip çıkma lütfünde bulunan irili ufaklı fabrikalardan işçiler geldiler. Örneğin Mutlu Çimento, Belediye-İş Sendikası’na bağlı işçiler geldiler. Basın olarak da Yeni Demokrasi, Emeğin Bayrağı, Cumhuriyet, Sabah, Hürriyet, Milliyet, Günaydın gazete muhabirleri geldiler. Bizler tamam artık sesimiz duyuluyor diye düşündük ama ne var ki sabah olunca hayal kırıklığına uğradık. Sadece Cumhuriyet gazetesi biraz yer vermiş. Diğerlerinde bir şey yok. İşçi arkadaşlar ellerinde mercek ile açlık grevinde bulunan işçilerin haberini arıyordu. Ve açlık grevinin ikinci günü Petrol-İş Anadolu Şubesi Başkanı Şakir bey ve Yüksel Polat, Kemal Akbaş geldiler. Ve bizlere şunları söylediler: “Arkadaşlar açlık grevini bırakın. Çünkü bu fabrika kimya ile ilgili olduğu için sizlerin mideleriniz çok zayıftır, dayanamazsınız. Biz gereken görüşmeleri yapıyoruz” diyerek direnişi kırdı ve bir sonuç alınmadan işçiyi dağıttılar. Ertesi gün işyeri temsilcisi arkadaşlarla beraber belediyeler ve partilerden yardım aramaya başladık, ilk yardım Kartal Belediye Başkanı M. Ali Bükİü’den geldi. Bizlere gıda yardımı (bir defaya mahsus) çocuklarımıza kalem, defter, silgi, çanta dağıttı. Başka hiçbir kuruluştan yardım gelmedi. Sendikamız da bizlere 20’şer bin lira dağıttı. Bu anlattıklarım 1990 Haziran ayına kadar.
Tabii bu arada işveren boş durmuyordu. Devamlı kılıfını hazırlıyordu. Fabrikada Esbank, Egebank devamlı haciz işleri yürütüyor, ipotekler yapıyorlardı. Sendika yöneticileri de sadece seyrediyorlar hiçbir işlem yapmıyorlardı. Sorduğumuzda da “Sizlerin haklan kaybolmaz, iflas ederse sizler ilk sıradasınız” diye bizleri oyalıyorlardı. Şaşırıp kalmıştık, yasalara da aklımız eriniyordu. Tabii biz de “Sendikamızın avukatları var, bunlar yasaları iyi bilirler, sendika avukatları uğraşıyorlar” diye bekliyorduk; aç susuz.
Günler geçiyordu. Bir gün uyanık bazı kişiler çıktı. Hacı Şakir grubundan geldiklerini söyleyerek “Biz bu fabrikayı çalıştırır, sizlerin hakkını alır ve biz de kazanırız” diye el attılar. Sendikacılarımızda gelerek “Siz çalışırsanız hakkınızı alırsınız” diyerek bizleri ikna ettiler. Ve bunlar biraz hammadde getirdiler ve çalışmaya başladık. Gelen uyanık mafya bize bazı önğriler getirdi. O da şuydu: “Ben tenkisat yapacağım” dedi. Bizde razı olduk. Getirdiği teklif şuydu: İlk üç ay 500 bin lira maaş ondan sonra 12 ay taksitle tazminatlarımız ödenecekti. Ve bunu da genel merkezden gelen Tekin bey, Şakir beyin önerileri ile kabul ettik. Ve 80 arkadaşımız ayrıldı, senetleri verildi, bizde çalışmaya başladı. 2-” ay böyle devam edince her ay gecikmeli paramızı alırken bu sırada sözleşme zamanı geldi. 600 bin lira zamla bitirildi. Farklar da iki ay içerisinde ödenecekti. Tabii bu arada senetle ayrılan arkadaşlar tek tük parasını almaya başlamışlardı (bu arada kimya mühendisleri de paralarını alıyorlardı. Hem de fazlasıyla). Biz de azar maaş alıyorduk.
Hacı Şakir grubu epey para çekmişti. Gene oyunlar döndü kıvırmaya başladılar. Yok, işveren razı olmadı, hammadde getiremiyoruz gibi işler dönmeye başladı. İşyeri temsilcilerimizde sendikadan aldıkları talimatla, “Ancak çalışırsak paramızı kurtarırız” diye bizleri oyalamaya çalışıyorlardı. Kimseye bir şey söylenmiyordu. Aciz duruma düştük. Ne yapabilirdik ki? Sonunda o mafya da 4,5 milyar alıp gitti. Yine kaldık yalnız.
Şubat 1991’den sonra yine direnişlere başladık. Basma bildirdik, işvereni rehin aldık bir şey oluşturamadık. Bir ümit belirdi; seçim yaklaşıyordu. Burjuva partileri tek tek gelip bize vaatlerde bulunuyorlardı. Özellikle SHP’den Mehmet Moğultay, Ercan Karakaş, Hasan Aydın gibileri bizlere bir sürü vaatlerde bulundular. “İktidara gelelim sizlerin sorunlarını halledeceğiz” dediler. Yürekten destekledik, iktidar oldular. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Moğultay’a tebrik için gittiğimizde şunu söylemiştir: “Olay bizi aşmıştır”.
Şimdi soruyorum ne yapacağız?
FARGLAS KİMYA İŞÇİLERİ
ELİF TUNCER’IN DOSTLARINA;
Geçtiğimiz Temmuz ayında yitirdiğimiz Elif Tuncer’in Anıt-mezarının projesi tamamlandı, anıtın yapımına başlanıyor. O’nun yüce kişiliğini simgeleyecek olan anıta biz de bir harç koyalım, BAĞIŞ KAMPANYASI’na katılalım.
Hesap No: İş Bankası Adliye Şb. 156585- ADANA
Bayrampaşa’dan Genç Komünistler:
“Engin’i Mücadelemizle Yaşatacağız.”
Türkiye’de son günlerde, faşist diktatörlüğün, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm şiarlarıyla bütünleşme eğilimi gittikçe belirginleşen mücadelesini ve Kurt halkının ulusal özgürlük mücadelesini boğmak için başvurduğu sokak infazları ve gözaltında kayıplar daha da artmaktadır. Bu zincirin son halkası Engin Egeli yoldaşın katledilmesidir.
Merter işçilerinin Ocak /anıları ve toplu sözleşmeleri için çözümler, alternatifler sunan bildirilerin dağıtımı esnasında faşist diktatörlüğün katil çeteleri baskın yapmış ve Engin Egeli yoldaşı katletmişlerdir. Engin yoldaş ise diğer yoldaşlarını koruma pahasına kendini ortaya atmıştır.
O bu yolda ölümle bir gün kucaklaşacağını biliyordu ama bu uğurda ölüm onun için ve hepimiz için ölümsüzlüktür. Ne yapmıştı Engin Egeli? Merter işçi sınıfını uyarıcı bildiriler dağıtmıştı. Çünkü burjuvazi ve Merter patronları, bu sömürü cehenneminde Merter işçilerine zam diye sadece bir kırıntı ayıracaktı. Bu şekilde Merter işçilerini yine oyalamaya çalışacaktı. Oysa o sömürü cehenneminde Merter işçi sınıfının hakları bir kırıntı olamazdı. Ve yalnızca ekonomik hakları değil aynı zamanda, insanlık onurları hiçe sayılan Merter işçi sınıfının mücadelesini örgütlemek ve devrim ve sosyalizm mücadelesine kazanmak zorunluydu. Böylesi haklı ve meşru bir eylemde Engin Egeli katledildi. O, Leninist militan tipinin seçkin bir örneği olarak üzerine düşeni yaptı; ilk değildi, son da olmayacak.
Burjuvazi içine girdiği krizden kurtulmak için bir çare olarak başvurduğu seçimlerin ardından, üzerine “şeffaflık” “insan haklan”, “demokrasi” sosu sürülmüş bir hükümet sundu. Sözde “demokrat” hükümeti aracılığıyla insan haklarından, demokrasiden, reformlardan, işkencenin kalkacağından, sendikal örgütlenme hakkından, YÖK’ün kaldırılacağından bahsetti. Emekçileri ı oyalama faaliyeti sürdürdü yeşimdi de zaman isleyerek sürdürmeye çalışıyor. Geçmişin üzerine sünger çektiklerini söylüyorlar. Güya yeni bir dönem, insan haklarına dayalı, demokratik bir dönem başlattılar. Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin idamını imzalayan, Kızıldere’de devrimcileri katleden, binlerce insanı tezgâhtan geçiren, Erdal Eren’i idam ettiren, Kürt halkına yönelik toplu katliamları onaylayanlar şimdi yeni dönemlerinde neler yapıyorlar acaba?
Seçimlerden hemen sonra 6 Kasım’da öğrenciler ölesiye dövülüyor. Hüseyin Toraman’ı katlediyorlar, Kürt halkının üzerine kurşun yağdırıyorlar, işçi kıyımına devam ediyorlar, Engin Egeli’yi katlediyorlar, işte, üzerine sünger çekilen geçmiş ve demokratik diye yutturulan yeni dönemin son icatları bunlar. Bütün bunlar demokrasi ve insan hakları adına yapılıyor. Bize ve halklarımıza sunulan insan haklan ve demokrasinin son yansımaları bunlar. Biz Engin Egeli’nin dava arkadaşları diyoruz ki; Beyler bize sunmaya çalıştığınız bu insan hakları ve demokrasi demagojileri sizin içinde bulunduğunuz krizin çözümsüzlüğüdür. “Bu demokrasinizi alın başınıza çalın!”.
İşte böylesi bir ortamda Engin Egeli’nin katledilmesine bizler sessiz ve tepkisiz kalamazdık. Kinimizi eylemimizle koştuk, sloganlarımızı haykırdık. Diktatörlük bizleri ateş çemberi altına almakla susturacağını sandı. Ama kurşun sesinden korkmadığımızı Engin Egeli yoldaşın katlini protestoda da gösterdik. Birçok yoldaşımız daha karakola götürülürken dipçik darbeleriyle karşılaştı. Anlaşılan diktatörlüğün canı sıkılmış ve eylemlerimizi başarıya ulaştırmamak için elinden gelen her şeyi katillerine yapabileceği müjdesini vermişti. Ama karşılarında bizler genç komünistler çelik duvar gibiydik ve kolay kolay, Engin Egeli yoldaşı bir sloganla anıp dağılmayacaktık. Eylemimizin uzun sürmesi bizim kararlılığımızla doğru orantılıdır. Bir takım zaaflarımız olsa da eylemimiz başarıya ulaştı. Bundan sonra davaya daha fazla enerji ve özveriyle ve dört kolla sarılacağız. Engin Egeli ve tüm devrim şehitlerimizin onurunu mücadelemizle yaşatacağız. Onlar bizim her zaman gören gözümüz, konuşan dilimiz olacaklardır.
-Şan olsun devrim ve sosyalizm mücadelesinde şehit düşenlere.
-Şan olsun devrim ve sosyalizm mücadelesi verenlere.
-Faşizme ölüm halka hürriyet.
Bayrampaşa özel Tip’ten Engin Egeli’nin dava arkadaşları
MERTER İŞÇİSİ;
BU SEFER SUSMAMALI,
OCAK ZAMLARINDA HAKKINI ARAMALI ve MERTER’in İŞÇİ BİRLİĞİ İÇİN
MÜCADELE ETMELİDİR!
Engin EGELİ, Merter işçilerini mücadeleye çağıran bildiriler dağıtırken, görevi başında çalışarak can verdi.
DİYARBAKIR KÖYTEKS İŞÇİLERİ DİRENİŞTE
Fabrikalarının özelleştirilmesi nedeniyle işten atılan Diyarbakır Köyteks Hazır Giyim Fabrikası işçileri “Hak verilmez alınır” anlayışı ve “Ölmeye Geldik” yazılı pankarttan ile 15 Ocak 1992 günü Diyarbakır’daki mücadele ateşini Ankara İHD’ye taşıyarak 40 kişi ile açlık grevine başladılar.
Ulusal baskı altında inletilen, işsizlik oranının en yüksek olduğu, dolayısıyla emek sömürüsünün en yoğun olduğu, sefaletin, işsizliğin, sağlıksızlığın kol gezdiği Kürdistan’da işe girebilmek hele de bir devlet fabrikasında çalışmak adeta bir ayrıcalık. Mardin’den, Diyarbakır’ın kazalarından “ekmek parası kazanmak uğruna” Köyteks’te çalışmaya başlayan işçiler, başlangıçta parlak gelecek vaatleri ile işe girdiklerinin ilk beş ayında kursiyer işçi olarak gösterilip hafta sonu, bayram tatili olmaksızın, günde 15-16 saat, siparişlerin yoğun olduğu dönemde ise günde 24 saat, sigortasız, tüm sosyal haklardan yoksun olarak, karşılığında 60 bin lira gibi komik bir ücretle, bedavaya çalıştırılmışlardır. Kadrolu işçiler için de durum aynı, tek fark ellerine geçen ücretin 540 bin lira olması..
Köyteks fabrikaları içerisinde en önemli yere sahip olan Diyarbakır Köyteks Hazır Giyim Fabrikası, hiçbir gerekçe gösterilmeksizin, işçi için hiçbir güvence maddesinin konmadığı bir protokolle, arpalıkları ortadan kaldıracağını vaat eden yeni hükümet tarafından özel sektöre peşkeş çekilmiştir. 23 Eylül 1991 ‘de üretimi durdurulan fabrika, işveren yani devlet tarafından seçim dönemi, oy kaygıları nedeniyle işçilere bir aylık izin verilmiş, seçimlerin hemen sonrasında 22 Ekim günü işçilere, işten atıldıkları yazılı olarak bildirilmiştir.
Seçim döneminde ve Demirel’in Güneydoğu gezisi sırasında, burjuva düzen partileri, hükümet ve Başbakan tarafından Köyteks’in özelleştirilmeyeceği, işçilerin işlerine geri döneceği, demokrasi, insan hakları, sosyal adalet, refah vaatlerinde bulunularak Köyteks işçileri ve Kürt ulusu kandırılmaya çalışılmıştır. İşçilerin sendikası Türk-İş’e bağlı Teksif ise “Bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok, siz işten atıldınız artık, sendikamızın üyesi değilsiniz” diyerek her zamanki gibi devletten -işverenden- yana tavır takınmıştır. Daha sonra Diyarbakır Valiliği’ne ve Çalışma Müdürlüğü’ne 2 yıllık tazminatlarını almak için başvuran işçilerse oradan da elleri boş dönmüştür. Hak alma mücadelesinde tüm yasal yolları deneyen, işten atılmakla, üretimden gelen güçlerini, grev silahını kullanamaz duruma getirilen işçiler Ocak ayında 4 gün fabrikaya işgal etmişler, 11 Ocak günü siyasi polis ve işverenin adamları tarafından fabrikadan atılmışlardır. Bunun üzerine 13 Ocak’ta Ankara’ya gelerek Başbakanlığın önünde “Başbakanın verdiği söz tutulmadı, ölmeye geldik” pankartıyla slogan atarak gösteri yapan işçiler iki gece boyunca otobüste yatarak, Başbakan’la ve Ağa Şevket Yılmaz’la görüşebilmek umuduyla beklemişlerdir. Bekleyiş sonunda haklarını almadan Diyarbakır’a dönmeme kararı alarak eylemliliklerini farklı bir boyuta taşıyarak İHD’de açlık grevine başlamışlardır.
Eylemlerini bir üst boyuta sıçratmak amacıyla açlık grevlerinin 8. gününde Türk-İş Genel Merkezi’nin önüne gelen işçiler, arabasına binerken yakaladıkları Şevket Yılmaz’la konuşmak istemişler fakat sendika ağasının koruma polisleri “pis Kürtler” diyerek işçilere saldırmışlar. Bunun üzerine “İşçi Kıyımı Sosyal Cinayettir”, “işçi Kıyımına Son”, “Kavgamız Onurumuzdur”, “Yaşasın Direnişimiz, Yaşasın İşçilerin Birliği” yazılı dövizlerle alkış tutarak ve halay çekerek Türk-İş’i işgal eden işçiler, “Fabrika yeniden kamuya devredilsin, işimiz iade edilsin, yoksa açlık grevimize burada devam edeceğiz” diyerek Şevket Yılmaz’la görüşmek istemişlerdir. Önce işçilerle görüşmek istemeyen ve Türk-İş’in önüne polisi de yığarak gözdağı vermeye çalışan Yılmaz, işçilerin kararlı tavrı karşısında odasından çıkarak açlık greviyle bir yere varılamayacağını, yaptıklarının yanlış olduğunu, doğrusunun hak aramak değil de Diyarbakır’a dönüp efendi efendi oturmak olduğunu, eğer açlık grevini hemen bırakıp Diyarbakır’a dönerlerse burada kalacak 3 işçi temsilcisini Demirel’le görüştürebileceğini söylemesi üzerine işçiler, “Başbakan da söz verdi, sözünü yerine getirmedi size nasıl güvenelim” diyerek IHD Ankara Şubesi’ne dönüp açlık grevine devam etme karan aldılar, işçilerin kararlı tavrı karşısında Ş.Yılmaz ertesi gün, 3 işçi temsilcisi ile Başbakanlığa gidip Demirel’den İstanbul dönüşü randevu aldıktan ve basının önünde kamuoyuna Köyteks işçilerinin işine döneceğine dair söz verdikten sonra Köyteks işçileri 9. günündeki açlık grevini sona erdirdiler.
Köyteks işçileri yaptıkları basın açıklamasında “Sendikalar, milletvekilleri ve Başbakan dâhil hiç kimseye güvenmeyen bir duruma getirildiğimizi ve bu durumdan bizzat adı geçenlerin sorumlu olduğunu kamuoyuna duyururuz. Yaşasın direnişimiz! Yaşasın İşçilerin Birliği!” diyerek de ulusal baskının, sınıfsal sömürünün ortadan kaldırılmasının mücadele etmekten, örgütlenmekten, yani işçi sınıfının birliğinden geçtiğini yaşayarak öğrendiklerini ifade ediyorlardı.
MACİT HANGİ KADINI OTOMOBİLLENDİRİYOR
Nuray SANCAR
Bir süredir Star-1 televizyonunda imar Ban-kası’na ait bir reklam “Macit, beni otomobillendir” sloganıyla yayınlanıyor. Bu reklâmda, iyi döşenmiş bir salonda şık ve koyu renk giysileriyle oturup gazete okuyan bir adam var. Ayakkabılarının yeni boyanmış derisinin parıltısı gözlerimize yansıyor. Biraz sonra adamın yanına kameranın yöneldiği, dizden aşağı bölümü ıslak olan, işveli ayak hareketlerini yakından izlediğimiz bir kadın geliyor, belli ki banyodan yeni çıkmış… Sonrasını herkes biliyor; kadın, imar Ban-kası’nın olanaklarından yararlanarak otomobil sahibi olmak istediğini ve aylık taksitler için gereken altı yüz markı mutfak masrafından artırabileceğini söylüyor, ayaklan gibi sesi de işveli. Konuşmanın bitiminde erkek, yani “Macit” kadına yaklaşıyor ve bornoz yere düşüyor.
Burada reklâm bitiyor ama yeni bir süreç başlıyor. Ekran başında bu reklâmı izleyen milyonlarca kadın önce kendi kendilerine söyleniyorlar ve ardından İzmir’de olduğu gibi bir grup kadın kendi aralarında örgütlenip banka şubesine ellerinde pankartlar ve üstlerinde bornozlarla gelerek protesto gösterisi yapıyorlar “kadını cinsel obje yapan bu reklâmı protesto ediyoruz” diyerek tepkilerini dile getiriyorlar. Bankada o anda bulunan müşterilerin ve memurların şaşkın bakışları altında “erkeklerin ve sermayenin metası olmak istemiyoruz. Cinselliğimizin evlilikle satın alınmasına karşıyız. Kadınlık onurumuzu otomobil altında ezdirmeyiz. Erkekler ve sermaye ev ve ev dışında bedenimize el koyuyor. Kadını aşağılayan her tür reklâma ve uygulamaya karşıyız” diyerek bu protestonun içeriğini anlatıyorlardı.
En son seçimler sırasında Refah Partisi’nin reklâm işlerini yürüten, eski TRT’ci, belgesel film yapımcısı Sacit Onan’ın çektiği bu reklâm filminin kadınları ayaklandıran gücü ve tepki göstermelerine yol açan uyarıcı etkisi nereden gelmektedir? İmar Bankası’nda organizasyon işleriyle ilgili bir yetkili “reklam yapmak için yapılır, bu etki sağlanmıştır” diye kestirip atarken “Macit, beni otomobillendir” sloganının yaygınlaşıp günlük yaşam içinde üretilen esprilere sızmış olmasından ve çok sayıda otomobil satılmasından son derece mutludur ve belki ellerini ovuşturmaktadır. Ama öte yandan her gece bu reklâmı birkaç kez izlemek zorunda kalıp, kendi kimliklerinin ve cinselliklerinin bu model kadınla aşağılandığını görerek öfkelenen kadınlar, bu keyifle el ovuşturmanın ne pahasına olduğunu çok iyi hissetmektedirler.
Burjuva dünyada kadınlar ve erkekler politik bir manipülasyonla davranış türleri ve değer yargılan düzeyinde ikiye bölünür. Kadınların payına egemenlik altına alınma, aşağılanma, edilginlik düşerken; erkeklerin payına egemen olma, yücelme ve etkinlik kalmaktadır; para ve mülkün tasarruf hakkı genellikle erkeklere bırakılmıştır. Kadın ekonomik bağımsızlığını kazanmış olsa bile geleneksel aile kurumunda yeniden üretilen burjuva ideolojisinin yedeğindeki ataerkil ideoloji, kapitalist sistemde kadının yeteneklerini geliştirmesinin, özgürleşmesinin ya da hiç değilse elindeki parayı kendi iradesiyle kullanabilir konuma gelmesinin önünde engel olur. Reklâm filmindeki kadın da, mutfak masraflarından altı yüz mark artırabileceğini söylerken bu parayla istediği şeyi alabilecek etkinliği gösteremez ve otomobilini “Macit”ten ister.
Sorunun bir yönü bu iken, bir diğer yönü de kadın cinselliğinin aşağılanmasıdır. Bu aşağılamanın tabii ki, en kaba ve en şiddetli biçimi sokakta karşılaşılan sarkıntılıklar, tecavüzler, küfürler ve küfürler aracılığıyla manevi olarak ırza geçmelerdir. Şiddet ve aşağılama kadın bedenini örseleyerek, görülen arazlar bıraktığı zaman kolay tanınabilir. Ancak, cinsel aşağılama toplumsal yaşamın bütün dokularına ince ince sızıp yayılarak birçok kez hemen teşhis edilemez görünümlere bürünür. Kadınlığının bilincine varmamış milyonlarca kadın bu aşağılamayı kendilerine o kadar içselleştirirler ki, bunları kadın olmanın doğal bir sonucu, kendi cinsiyetlerinin kopmaz bir uzantısı olarak algılar ve cinsiyetçi çifte standarttan kadınların kendi pratikleri her gün yeniden üretir. Böylece aşağılanmayla bu aşağılamaya verilen içsel onay iç içe geçer ve birbirlerini tamamlar.
Burjuva politikasının bir unsuru olan ataerkil ideoloji cinsel ilişkiyi “kadına yapılan kötü bir şey” olarak saptar. Bu “kötü” eylemin bir ucunda, kadın cinselliğinden fırsatçı bir anlayışla, özel bir yetenek ya da parasal güç aracılığıyla yararlanan egemen bir erkek kitlesi, diğer ucunda ise aşağılanan kadın cinselliği vardır. Kadınları birbirinden ayıran çizgi proletaryaya göre onların sınıfsal konumlanışlarıyken, burjuvaziye göre “kadınlara yapılan bu kötü şey”in hangi biçim alanda gerçekleştiğidir. Kadınlık durumu, cinsel diskinin uygulanış tarzıyla ikiye kesilerek bir yana “fahişelik” konumu, diğer yana da “ev kadınlığı-hanımefendilik” konumu ayrılır. Fahişeler, cinselliğine parayla sahip olunan, hanımefendiler ise, evlilik aracılığıyla ve ancak evlilikle cinsel ilişkiye girilebilen kadınlardır.
Meşru görülen cinsellik aile kurumu içinde yaşanan cinselliktir ve fuhuş evlilik dışında para karşılığında kurulan cinsel ilişkidir. Fuhuş, kadının cinsel eyleminin aşağılanan ve ağza alınmaz bir biçimiyken “ev kadınlığı” ve bu kimliğin unsurları olan “annelik” ve “hanımefendilik” ise yüceltilen ve bütün kadınların yerleştirilmek istendiği bir statüdür. Ev kadınının apaçık bir Cinsel kimliği yoktur ve bir kadın onaylanan bir konuma ev kadınlığı kategorisinde bir biçimde yer alarak ulaşabilir. Bazı kadınların değişik uğraşlarının olması durumu değiştirmez. Her kadın son tahlilde ev kadını ve cinselliğinden arınmış bir annedir.
Fuhuş, bir kadının kendi bedenini para karşılığında erkeklere satmasıysa eğer, burjuva aile kurumu içinde yaşanan ve maddi çıkarlar karşılığında, istikbal hesapları güdülerek yapılan aşksız evlilikler, kadının kendini bir tek erkeğe bir defada satması anlamına geleceğinden cinsler arasındaki ilişkinin bu biçimi de aynı tanımlamayı hak eder demektir. O zaman görülür ki, fuhuş burjuva aile kurumunun dışında yapılan bir edim değil, özellikle bu kurum içinde yüceltilmiş bulunan diğer kadınlık durumları; ev kadınlığı, annelik ve hanımefendiliğinin yanı başında onunla içice geçmiş bir durum olarak yer alır.
Kadınlardan oynamaları istenilen rol “yatak odasında fahişe, başkalarının yanında hanımefendi, mutfakta iyi bir aşçı, çocuk odasında iyi bir anne olmaktır” “Macit, beni otomobillendir” sloganıyla yayınlanan reklâm ataerkil burjuvazinin evde görmek istediği bir kadın tipine gönderme yapmıştır. Ekonomik bağımsızlığı olmayan ve gereksinimlerini ait olduğu erkeğin yani kocanın karşıladığı “çağdaş ev kadını”, bu reklâmda fahişe kadına sert ve kırılgan bir geçiş yapmaktadır. İki kadınlık durumunun görünür karşıtlığına dair mistik görüş zedelenmiş, yara almış, burjuva ailenin örtüleri aralanmıştır.
Reklâmlarda, kadın cinselliğinin çağırıcı ve çekici bir nesne olarak, bir mal ya da hizmetin pazarlanmasını kolaylaştırmak amacıyla kullanılıyor olması, bir alışveriş nesnesi haline getirilmesi öteden beri kadınları rahatsız eder. Ama bu rahatsızlık, Türkiye’de ilk kez bilinçli bir öfkeye dönüşmüştür. Geçmişten bu yana, burjuvazinin kadınları tutmak istediği pozisyonun değişik alanlarına yönelmek biçiminde gelişen kadın başkaldırıları, bu anlık ve kendiliğinden patlamaları tutarlı bir genel “kadınlık durumu” eleştirisine yükseltip, kapitalizme yönelik bir politik eylemin önemli öğelerinden biri haline getirilemediği için sürekli ve etkili bir karşı çıkış oluşturulamamıştır. Burjuva politikasına göre kadınların dünyası birbirinden bağımsızmış gibi görünen süreçlere bölünür. Bu yüzden bu politikanın tanınması, süreçler arasındaki bağıntıların kurulması ve bütünsel bir “kadınlık durumu” eleştirisine ulaşmak gerekmektedir.
Bu anlayışla bakılınca; ister mucizeler yaratan bir margarinle çocuklarının kazandığı enerjiye pencereden onları seyrederek mutlulukla gülümseyen sevimli anne olsun, isterse cinselliğini sunarak kocasından otomobil talebinde bulunan kadın olsun, her iki kadın tipi de burjuva toplumda yaratılan/yaratılmak istenen aynı kadının iki ayrı görünümüdür. Kendini eve ve sadece çocuklarının mutluluğuna adayan anne karşısında duyulan kökleşmiş iyimserlik duygulan nedeniyle “Macit” reklâmındaki acıtıcı üslup kimseyi şaşırtmasın her iki reklâmdaki kadın modeller aracılığıyla yeniden üretilmek istenen şey aynı kadınlık mistiğidir. Bu yüzden de fahişeleştirilmeye, cinsel onurun bu biçimde aşağılanmasına karşı çıkarken, uysal, itaatkâr, fedakâr, yumuşak ev kadınına dönüştürülmeye de karşı çıkmak gerekiyor.
Üretken faaliyetten dışlanan kadınların tüketici bir kitle halinde tutulması burjuvazinin özel çıkarlarının da karşılanmasına hizmet eder. Evin ve ailenin günlük gereksinimlerinin tespit edilmesinden kadınlar sorumludur. Bu yüzden reklâmlardaki hedef kitle onlardır. Ancak, bu tüketici kitle reklâmda sunulan mal ya da hizmete ulaşabilecek ekonomik güce sahip değilse, kadınlara bu konuda yol, yordam ve küçük kurnazlıklar da öğretilir. “Macit” reklâmının mucidi Sacit Onan: “Her Türk kadım kocasına kompliman yapar. Kocasına bir şey aldırmak istediğinde şık giyinir, makyaj yapar, mum ışığında sofra kurar; hatta kocası pavyona gitmesin diye ona dans eder” diyerek bu küçük kurnazlıklarla yaptığı reklâm filmi arasında işlevsel bir ilişki kurarken son derece haklıdır ve durumun farkındadır.
Madalyonun diğer yüzünde de bir kadına ulaşabilmek, geçici olarak ya da evlilik yoluyla onun cinselliğine sahip olabilmek için erkeklerin düştüğü aşağılanma konumu yer alır. İlişki karşılığı olarak erkekten mal, mülk, konfor ve gelecek güvencesi talep eden kadın, ilişki kurmak için bunları vermeye hazır olan, bu durumu benimseyen ve bir otomobil, bir ev ya da başka türden konforlar sağlayarak bir kadına sahip olabileceğini düşünen erkek görünümü ile tamamlanır.
“Macit” reklâmında kadınları öfkelendiren ve harekete geçiren birçok nokta sayılabilir. Bu bir kaç saniyelik reklâm filminde kadın cinselliğinin aşağılanması en açık, en kaba, can acıtıcı ve kristalize biçimde yapılmıştır. Öfke daha çok bu pervasızlığın ürünü olmaktadır. Gösterilen tepkinin etkili bir yaptırım ve değiştirme gücüne sahip olabilmesi için, bunun, burjuvazinin kadınları bulunmak zorunda bıraktığı duruma duyulan genel bir tepkinin parçası haline gelmiş olması gerekir. Böyle görülmediği sürece geçmişte hep olduğu gibi, kadın öfkesi, bir uyarana karşı her canlı organizmada görülebilecek fizyolojik bir tepki düzeyinde kalacaktır. Kadın eylemini haklı kılacak olan bu gelişmemiş tepki değil, ortaya çıktığı anda parlayıp sönmeyen, tutarlı, sosyalizmi hedefleyen, küçük kazanımlarını bu büyük hedefe ulaşmak açısından değerlendirip derinleştiren sistemli ve örgütlü bir kadın eylemidir.
Belki bu reklâm filminin yayınlanması kamuoyunun baskısıyla durdurulabilir ama kadının toplumsal yaşamın bütün hücrelerine sızmış olan cinsel yönden egemenlik altına alınmış olması ve açık ya da gizli aşağılanmasının önüne geçmek ise daha güçlü başkaldırılar gerektirmektedir.
MEHMET TEPELİYİ YAŞATALIM
Öğretmen arkadaşımız M. Tepeli siroz+portalhipertansiyon tanısı ile 1987 yılından beri tedavi görmektedir. Doktorlar Tepeli’nin yaşayabilmesi için gerekli ameliyatın Türkiye’de yapılamayacağını söylüyorlar.
Yetkili kurumlar, bunca yıl çalıştırdığı öğretmenini ameliyat için yurt dışına göndermemiştir. İş bize, eğitim emekçilerine, duyarlı insanlara düşüyor.
O öldükten sonra ağıt yakmak değil, yaşarken sahip çıkmak bir insanlık görevidir. YARDIMA KATILALIM MEHMET TEPELİ’Yİ YAŞATALIM.
Hesap no: Mehmet Tepeli, 3418-300-322492, İş Bank Karabağlar Şb. İZMİR
M. Tepeli’yi yaşatalım komisyonu adına Orhan Yüce İzmir Eğit-Sen 1 nolu Şb. Sekreteri
ZAHARİADİS KATLİNDEN 18 YIL SONRA YURDA GETİRİLDİ
Şimdiye kadar izin verilmeyen Zahariadis’in tabutunun ülkesine getirilmesine, ailesinin ısrarlı çabaları üzerine nihayet izin çıktı. Bunu öğrenen revizyonistler durumu kurtarmak için, tören yapılmasını engellemek, tabutu bir aile mezarlığına gömmek, böylelikle hem görevini yapmış görünmek, hem de oluşmaya başlayan tepkileri, bertaraf etmeyi düşünüyorlardı. Ama Yunanistan devrimcileri ve Zahariadis’in eski partizan arkadaşları havaalanında tabut beklemeden başlayarak, Zahariadis’e karşı oynanmak istenen oyunu bozdular. Zahariadis’e sahip çıktılar. Bunun önünün alınamayacağını gören revizyonistler, karar değiştirerek tabutun belediyeye ait mezarlıkta törenle defnedilmesini kabul ettiler.
28 Aralık. Atina’da nadir olarak görülen soğuk bir gün. Çoğunu 70 civarında yaşlıların oluşturduğu 1500 civarında bir kalabalık. Birçoğunun başında Sovyetler Birliği’nden aldıkları kalpaklar var. Çoğu bu kalpakları bilerek takıyor. Eski partizan olduklarını ve Sovyetler Birliği’ne gittiklerini adeta göstermek istiyorlar. Hepsi de geçmişi yeniden yaşıyorlar. Yunan halkının baş eğmez onurlu yiğit evladı eski önderlerini, silah arkadaşlarını yeniden görüyorlarmış gibi bir hava var. Kim ne derse desin, Zahariadis ne kadar suçlanırsa suçlansın. Belli ki, onu seviyorlar. Revizyonistlerin karalama kampanyası pek işe yaramamış gibi. Çünkü onda geçmişi, mücadeleyi, kazanılan bağımsızlığı görüyorlar. Devrime adanmış bir yaşam, kişilik görüyorlar. Hepsi de bunun için Zahariadis’i seviyor. Bunu revizyonistler de fark etmiş olacak ki; “Zahariadis partimiz seninle şimdi daha da dimdik ayaktadır” Şeklinde konuşmalar yapıyorlar. Sanki ona suikastlar düzenleyen, onu partiden uzaklaştıran, yıllarca Sibirya’da sürgün yaşatan, değil Yunanlılarla, çocukları ile bile görüşmesini yasaklayan, onun hakkında karalama kampanyası düzenleyenler onlar değilmiş gibi. Revizyonistler de, en yüksek düzeyde törende hazır bulundular. Tabutun başında timsah gözyaşları döktüler. Ama başlan hep öne eğikti. Gerçeği bilen bu kitleye karşı suçlu olduklarını biliyorlardı. Onun için, başlarını kaldıracak, kitleye bakacak cesaretleri yoktu. Diğer tarafta “Zahariadis senin işçi sınıfı partini yeniden kuracağız” pankartını açan Yunanistan M.L’leri attıkları sloganlarla kitlenin büyük sempatisini kazandılar.
Derken Zahariadis’in kızıl bayrağa sarılı tabutu görünmeye başladı. Kalabalık hep bir ağızdan “Zahariadis sen ölmedin yaşıyorsun”,sloganını haykırdı.
İlk konuşmayı revizyonistler yaptı. Hiçbir şey olmamış gibi arsızca Zahariadis’in mücadelesinden onun onurlu yaşamını anlatmaya başladılar. Sıra kendilerinin işlediği cinayete gelince her zamanki arsızlığı ve alçaklığı ile meseleyi geçiştirdiler, gevelemeye başladılar. “Haksızlık yapıldı”, “Bunlar yapılmamalıydı” vs; ama esas mesele yine gözden kaçırılmaya, özü sınıf mücadelesi olan, revizyonistlerle M.L’ler arasında Stalin’in şahsında yürütülen bir mücadele olduğunu hep saklamaya ve gözden kaçırmaya çalıştılar. Konuşmalar bittiği zaman kalabalık hep bir ağızdan, “Zahariadis senin ölünden bile korkuyorlar” diye bağırdı.
Revizyonistlerden sonra eski bir partizan söz aldı. Partizan: Taşkent’teki konferans ve plenuma katıldığını konferans ve plenumda güçleri yetmeyen revizyonistlerin Yunan komünistlerine polis gücü ile saldırdığını, tüm Yunan komünistlerini tutuklattığını ve yıllarca sürgüne gönderdiklerini, kendisinin de bu olayın canlı bir tanığı olduğunu üstüne basa basa bu çatışmanın esas kaynağının Stalin’in şahsında Marksizm’e karşı yürütülen kampanya olduğunu vurguladı. Zahariadis Marksizm’e karşı yürütülen bu kampanyaya katılmadığı için sürüldü ve katledildi. Bu revizyonist şefler eski partizanın konuşması karşısında küçüldükçe küçülüyorlardı. Millete bakacak cesaretleri kalmamıştı, sürekli önlerine bakıyor, renkten renge giriyorlardı. Konuşmacı konuşmasının sonuna yaklaşırken, “Hain revizyonistler Zahariadis’in ülkeye dönme şartları doğduğundan onu ortadan kaldırdılar. Sovyet revizyonistleri bunu Yunan revizyonistleri ile işbirliği içinde yaptılar. Onun için Zahariadis’in katilleri Kruşçev-Brejnev kliğinin yanı sıra Koliyanis, Florakis ve Farakos’tur.” Florakis bu ara saklanacak delik arıyor gibi idi. Kaçamadı. Çünkü etrafını kalabalık bir kitle sarmıştı. Bir şey de diyemedi. Yaptığı tek şey daha küçülmek ve sürekli önüne bakmak oldu.
Bu konuşmadan sonra kitle Zahariadis’in tabutunu eller üzerine taşıyarak mezarına doğru yürüyüşe geçti. Bunu fırsat bilen revizyonistler teker teker kaçtılar. Kalabalık bu sefer de Zahariadis’in mezarı başında birikti. Burada da Sibirya’da sürgün hayatı yaşayan daha sonra Yunanistan’a dönen bir partizan Sibirya’daki sürgünleri ve Yunan komünistlerine yapılanları anlattı.
Daha sonra söz alan Yunanistan’daki Marksistler: Zahariadis ve YKP’ye yapılanların nedenlerini vurguladılar ve günümüzde Zahariadis’in kurduğu partiye olan ihtiyacı dile getirdiler. Tabii revizyonistler bu ara tezden evlerine varmış, sıcak kahvelerini yudumluyorlardı. Sahte gözyaşları pek işe yaramamıştı… Fakat Yunanlı Marksistler Zahariadis’in mezarı başında yemin ediyorlar. “Zahariadis senin kurduğun işçi sınıfı partisini yeniden kuracağız.”
Niko ZAHARİADİS
1903 yılında Türkiye’de doğdu. On beş yaşında YKP’ye (Yunanistan Komünist Partisi) üye oldu.
1931 yılında YKP Genel Sekreterliği’ne seçildi.
1934 yılında tutuklandı ve Almanlar Yunanistan’ı işgal ettiklerinde elleri bağlı olarak Almanlara teslim edildi.
29.4.1945. Almanya’daki Dahok toplama kampından Yunanistan’a döndü.
1956 Şubat’ında Kruşçev Zahariadis’e “Stalin aleyhtarı bir yazı” yazmasını istedi. Zahariadis bu isteği reddetti.
Mart’ta YKP 6. Plenumu (Taşkent Konferansı) düzenlenir On bin üyeli YKP’sinden sadece bin kişi Kruşçevcileri destekler. Diğerleri Kruşçev’e karşı Zahariadis’le birlikte tavır alırlar. Zahariadis ve çok sayıda komünist, revizyonistler tarafından tutuklanır, sürgüne gönderilir.
Mart 1956’da Zahariadis ve çok sayıda komünist sekreterlikten ve Polit Büro’dan atılır. 1957de de partiden ihraç edilir ve sürgüne gönderilir.
1958’de YKP dağılır ve varlığı kalmaz; 1968 yılında yeniden örgütlenir.
1973 yılında Sibirya’da Sourgut’ta KGB ajanlarınca öldürülür. Ömrünün 27 yılı hapis ve sürgün’de geçer. Zahariadis, 17 yıl Sibirya’da sürgün hayatı yaşar. Ülkesine dönme şartları doğduğu an revizyonist hainler canlı tanık bırakmamak için onu öldürürler. Amacımız ne Zahariadis’in yaşamını, ne de YKP’nin bir değerlendirmesini yapmaktır. Öldürülüşünün üzerinden 18 yıl geçtikten sonra tabutu Yunanistan’a getirilen Zahariadis birden bire gelip kamuoyunun gündemine oturdu. Basılı ve sözlü basın, kamuoyu şu sıralar hep O’nu konuşuyor. Zahariadis için yapılan töreni anlatırken kısaca da Zahariadis’in onurlu yaşamını yazmayı gerekli gördük.
DEMİR ADAMA 2 ŞUBAT SELAMI
Bir toprak kölesinin kızı
Geladze’den doğma
Ayakkabı tamircisi ve işçi
Gürcü Vissarion İvanoviç Çugaşvili’nin oğlu
21 Aralık 1879, Gori doğumlu
Josef Vissarionoviç Çugasvili
ya da
Başkumandan Stalin
Yok etmek için
başkumandanlık yaptığın
Lenin’in ülkesinin adını
112. Doğum gününü seçti
Düşmanların
Ne çok korkutmuşsun onları
ve de
dillerinden ne iyi anlamışsın
“Seni gidi gaddar insan, seni!”
Taygalarda yankılanırmış adın
öldüğüne inanmayanlar varmış
İsa’nın değil
üç gün öncesini
senin doğum gününü beklemiş
“kıyıda köşede unuttukların”
Ama hiç üzülme
kederlenip
sarkıtma “ünlü palalarını”
senin dilini konuşan
6 Mayısçılar
2 Şubat 1980’den beri
orağı-çekici sırtlanıp
kanlarını bayrak etmişler
Ey Taygalarda yankılanan ad
Çarların korkulu rüyalarının
“gaddar insanı
ölümsüz ruhu”
“kapıya vurma
Çamurlu ayaklarınla buyur
2 Şubat soframıza kurul.
Y.Dalyan-Kassel
YALANI OYUNLA BOZMAK…
Perdeci-Mehmet Esatoğlu
“Kestirme yollardan denize akabilirsiniz, suya da karışabilirsiniz ama bütün dağların suyunu bağrında taşıyarak denize kavuşan nehirle bir olamazsınız. İşte bu kadar”
Perdeci ayağa kalktı: “Bugünlük prova bu kadar”.
Sarı saçlı kız: “Bir dakika lütfen! Kestirip atma böyle biraz daha çalışalım”.
Perdeci: “Ne istiyorsunuz peki? Sizin prova yapmaya niyetiniz var mı?”.
Sarı saçlı kız: “Sorunu yeterince anlayamadık gibime geliyor”.
Perdeci: “Olabilir. Ben yeterince açıklayıcı olamayabilirim. Peki ya gazete başlıkları, yöneticilerin açıklamaları… Bunların da kafanızda bir izahı yoksa bırakın bu oyunları şaklabanlar sürüsüne katılın siz de. Yeter be!”
Sarı saçlı kız: “Bağırdın ve haklısın”.
Perdeci: “Bağırdığım için haklı değilim. Haklı olduğum için bağırdım. Anlaşamıyorsak ben giderim. Siz de… Kendin pişir kendin ye”.
Oyuncular topluca kahkaha attılar.
Parlak bakışlı çocuk “Affedersiniz kızgın olduğunuz bir anda nasıl şaka yapabiliyorsunuz”
Perdeci: “Ben her an şaka yapabilirim. Kızgın olmam bunu engellemez. Neyse fazla çeneye gerek yok. Bugün havanızda değilsiniz ve ben gidiyorum”.
San saçlı kız koşarak birden önünü kesti Perdeci’nin: “Gitme lütfen, gidersen bu yeni bir şey oluşturmayacak. Lütfen bir şeyler yap. İstedin mi bizi nasıl da havaya sokarsın. Provayı durdurur bir şeyler anlatırsın. Komik yaparsın. Ne bileyim o masal kahramanı kadınla savaşın çıktığı geceyi anlat mesela”.
Perdeci: -Öfkeyle- “Sen nereden biliyorsun?”
Sarı saçlı kız.-Kıkırdayarak-“Bazen notlar alıyorsun ve beğenmeyerek reji odasının çöp sepetine atıyorsun. Ben senin yazınsal serüvenini izleyen biri olarak bu notlan çöp sepetinden alarak okuyorum. Lütfen kızma bana. O notları da atma dursun bir kenarda senin üretmediğin öyküyü belki bir gün bir başkası… Olamaz mı?
Perdeci: “Onlar bana ait şeyler. Yalnızca kendime”.
Parlak bakışlı çocuk: “Peki sen kendin, kendine ait misin? “
Perdeci: “İşte yine dalga geçiyorsunuz. Bugünlük prova bitmiştir. Harcayın bugünleri bol keseden 27 Mart’a doğru poponuz sıkıştığında size çok güleceğim. Amatör tiyatro şenliği Lale’sine, Rüstemi’ne yalvarırsınız ‘Ne olur biz son gün oynayalım’ diye.”
Sarı saçlı kız: “Lütfen bizi anla. Öykü bizi canlandıracak inan. Çünkü anlatacağın gerçek biri değil. Bir masal kahramanı”.
“izin verirsen ben anlatayım. Belki oyuncuları canlandırmayı başarabilirim.
Geçen kış. Tam bu gün. Perdeci allak bullak. Zorlu bir provadan çıkmış yer yatağında yatıyor. Yanında bir masal kahramanı gecenin geç bir saati yaşamın anlamını konuşuyorlar. Kara kedi uyumuyor. Karanlıkta kocaman gözlerini açmış, yıldızlara bakıyor. Kesik kesik konuşmalar var odada. Gece yarısı telefon çalıyor. Açıyor Perdeci. Bir gazeteci kadın:
“Kolay gelsin dünyamıza. Savaş başladı”.
Telefonu kapıyor Perdeci -Kötü haber sonrası sessizliği-
Masal kahramanı: “Kötü bir haber mi var?”
Perdeci: “Savaş başlamış”.
Masal kahramanı: “Işık yak. Yüzünü görmek istiyorum”.
-Sessizlik-
Sonra bütün gece HİROŞİMA’YI konuşuyorlar…
Oyuncularda hafif bir kıpırdanma.
-Neden sonra-
Parlak bakışlı çocuk: “Ne tuhaf bir dünya, geçen yıl bugün savaş, madenciler, Kürt ellerinde serhıldan… Serhıldan… Serhıldan…”
Sarı saçlı kız: “Heeeeeyyy hazır mısınız madem havaya girdiniz buradan oyuna geçiyorum”.
“Nataşa’nın girişinden önceki sahne
“MOSKOVA’DA SON PERDE KAPANDI. AMERİKAN BUĞDAYI UFUKTA MI ACABA. HEY! NATAŞA NE İŞİN VAR KARADENİZ’İN GÜNEY KIYICIĞINDA.
Haydi müzik!
AŞKI PARAYA
ÇEVİRMEK
ÖLÜMÜNE BİR MESLEK
KARADENİZ’İN KIYISINDA, BAŞIMDA KÜRKLÜ KALPAĞI GÖREN TEMEL YANAŞIYOR YANIMA. DOLAR DOLAR BAKIYORUM ONLARA. UZAKTA… ÇOK UZAKTA KASABANIN SARI IŞIKLARINDA KENDİ KADINLARI UYUYOR.
Oyun durdu.
Sarı saçlı kız: “Bence insanlar bu sahneyi anlamayacak. Bizim masa başında konuştuğumuz o bağı kuramayacaklar. Yani faşizme karşı dövüşmüş, sömürüyü yok etmeye çalışan insanların o reddettikleri yaşam biçimine yeniden mahkûm edilişlerinin sonuçları.”
Perdeci: “Siz anlatacağınızı baştan, peşinen anlaşılmayacak diye mahkûm ederseniz, anlatmak için gerekli gücü nerede bulacaksınız? İzleyici gördüğünü ilk anda ve yüzde yüz anlayacak diye bir kural yok”.
“Siz anlaşılsın diye çabalarken olayın içinde var olan bütün ince ayrıntıları yok ediyorsunuz”.
“Anlaşılmazcılığa karşıyım, ama bir anda anlaşılsın diye sıradanlaştırmaya da.”
“Bizim yapmamız gereken izleyicide olaya ilişkin zihinsel bir faaliyetin oluşması. Burada Nana ile Nataşa’nın jestlerinin seçimi önemli.”
Sarı saçlı kız: “Jestlerin seçiminde bir sorun mu var?”
Perdeci: “Bence var. Bir fahişeyi canlandırırken yalnızca kırıtarak yürümenin yeterli olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Sahnede oynarken sistemin bilinç altımıza yerleştirdiği klişeler oyunumuzun önüne dikiliyor, örneğin fahişede gördüğümüz isterik ifadeler oyunun tüm yorumunu alt üst ediyor. Fahişeler içinde isterikleri de olabilir. Ancak sınıfsal jest olarak bizim göstermemiz gereken isterikliğin pazarlanmanın bir aracı oluşudur. Bu yalnızca zorunlu bir davranıştır. İsteriklik pazarlanmada bir araçtır.”
“Oyuncu görünenin ardındaki görünmezi de gösterebilmelidir.”
“Bu pazarlamanın politik ve sosyal sonuçlarını da ayrıca sahne üzerinde göstermeliyiz.”
“Şişko yönetmen yıllar önceki bir çalışmasında bir fahişeyi oynayan oyuncudan bu jesti yakalayabilmesi için otururken yüzünde bir acı ifadesi istemişti. Oyuncu bir yanda fahişenin kendini satılığa çıkaran düzenle uzlaşmasını, hatta yer yer savunucusu kesilmesini gösterirken, öte yandan rahatlamak üzere her oturuşu, içinde bulunduğu acıyı bir kez daha açığa çıkarıyordu.”
“Bunlar uzun bir süre içinde emek harcanarak bulunmuş çalışmalardır.”
“Anlatabilmek için korkunç bir hırsa kapılmanız gerekiyor.”
“Gerçeklerin ters yüz edildiği, açıkça yalan söylendiği bir ortamdayız. Bunlar, geçmişte düzeni korumak adına üstü kapalı yapılırken, bugün bütün yetkililer durmaksızın açıkça yalan söylüyorlar.”
“Geçen gün toplantıda yazarın biri geçen yılı anımsattı.”
“Hırsımdan kuduruyordum. CNN televizyonu bir sürü gereksiz şeyi anlattığı halde, Irak cephesinde kaç kişinin öldüğünü bir sır gibi saklıyordu. Barış konusunda sürekli yalan yayıyordu.’
“Emperyalistlerin bu tutumu giderek uşaklarında da resmi bir tutum halini aldı. Bizim yöneticiler de sistemli bir şekilde -kılıfını dahi hazırlamadan- yalan söylemeye başladılar”.
“Birini ortaya getiriyorlar, teşhir ediyorlar, işte katil! Genel imaj ‘Aferin! İyi çalışıyorlar’. Olayın devamı başka türlü gelişiyor. O katil diye tanıtılan mahkemeye çıkartıldığında başta teşhir edildiği suçtan iddianamede iki satırla bile suçlanmıyor. Çünkü suçlama polisçe ve basınca uydurulmuş bir damga. Hepsi o kadar”.
“Süreç içinde yalan sıradan olaylarda dahi şiddetle kabul ettirilmeye çalışılan bir yöntem oldu.”
“Uludağ’da başkomutanın oğlunun yaptıklarını düşünün. Herkesin gözü önünde olaylar gelişiyor, kavgalar çıkıyor. Komutanın oğlu güvenlik güçlerini yanına alıp, otel basıp herkesi yere yatırıyor. Kürt ellerinde vakayı adliye olan bu olay basında yumuşatılmış bir biçimde yer almasına rağmen, başkomutanın ‘oğlumu Allah korudu’ açıklamasıyla kesildi”.
“Köşesinde, hatalı gördüğü herkese ‘Kulağını çekerim ha!’ diye öğütler yazan bir gazetecinin eşi de yere yatırılanlar arasındaydı. Gazeteci dayanamayarak köşesinde ‘Etme komutan, eyleme komutan, oğlun ortalığa terör estirmişse, bari bir ifadesi alınsın’ diye ricada bulundu. Her şey ortada ve ayan beyan olduğundan savcı ifade almak zorunda kaldı. Nedense olayı çıkaranın ayağına giderek.”
-Hukuk devleti kulakların çınlasın-
“Şimdi yalanın işleyişinde olaylar böylece kapanacak sanılırken ‘Yapma etme komutan’ yazan gazetenin çıkardığı haftalık bir yayında olayı ve komutanın oğlunu aklamaya yönelik bir röportaj fırladı ortaya. Hem de aniden. Çok merak ediyorum derginin yazı işleri müdürü, yönetmen yardımcısı ve haber merkezinde görevli eski solcu ağabey ve ablalarımız meslek haysiyetlerini nerelerine sokacaklar.”
“Şimdi oyuncular soruyorum size:
Sanatçı olarak böyle bir ülke istiyor musunuz?”
“Yöneticinin baskılan artı keyfi baskıları ve “yönetmeyen aile efradının baskıları…”
“Padişah ve şehzadelerden kurtulduktan 70 yıl sonra ülkemizde neler oluyor. Sorgulayın bunu.”
“İktidar nimetlerini ailece -hatta sülalece- kullanırken sopayı da ailece kullanmanın kabullenilir olması isteniyor. Bunu da sorgulayın”.
“İşte bu öyküler fahişe Nataşa’nın Karadeniz kıyısındaki acıklı yolculuğunun fonunu oluşturacak.”
“Nataşa’nın satın alındığı ülkede nasıl bir yönetim var.”
“Şimdi Brecht’in Yuvarlak Kafalılar Ve Sivri Kafalılar oyununda fahişe Nana için yazdığı şarkıyı fahişe Nataşa’ya söylettiğimiz bölümü yeniden alalım.”
“Hazır mısın san saçlı kız çocuğu?”
San saçlı kız: “Bana kız çocuğu deme. Baksana büyüdüm. Bir fahişeyi canlandırıyorum sahnede.”
Perdeci: “Fahişelerin büyümesi gerekmez kapitalizm onları çocuk yaşta bile pazarlar.”
“Haydi, bakalım hazır mısın?”
“Dalga sesi efekti. Bir, iki, üç. Haydi gir!”
AŞKI PARAYA
ÇEVİRMEK
ÖLÜMÜNE BİR
MESLEK
ANLADIM ANLAMASINA
Prova bitmişti.
Perdeci salondan çıkmadan önce sevecenlikle genç oyunculara bakarak:
“Haydi bakalım dışarı! Dışarıda yeni olaylar, yeni haberleriyle yaşam sizi bekliyor. Sütünü kolay vermez gerçekler. Sorgulayın. Acımasızca sorgulayın.”
“Yeni provamızda yeni sorular kaplasın sahnemizi.”
Oyuncular çıkarken, sokakta akşam oluyordu. Yolun az ilerisinde pahalılığı protesto için bildiri dağıtırken kurşuna dizilmiş bir genç yatıyordu boylu boyunca…
EZGİ İÇİN
Sait EFE
Diktatörlük katliamlarını sürdürüyor. Kimini yargısız infazlarla. Tuzla’da, Nişantaşı’nda, Hasanpaşa’da olduğu, gibi. Kimini karanlık odalarda. İşkence yaparak. Kimini Kürdistan’da olduğu gibi bilenen yöntemlerle toplu olarak kimini okulda, yolda, fabrikada, .grevde gösteride arkadan kurşunlayarak. Son kurban Engin Egeli. Kimini aşağıya atarak. Emniyetin üçüncü Kat kapalı penceresinden. Kimini aç bırakarak. Kiminin evini başına yıkarak. Kimini de mevzuatla.
Ezgi gibi. Ezgi Çiçek gibi.
Dördünde daha Ezgi. Cıvıl cıvıl bir kız. Yaşam dolu her yanı. Ama hasta. Anemi hastalığı var. İyileşmesi için yurt dışına gitmesi gerekiyor. Yurt dışına gitmesi içinde yüklü bir para… Ana, babasının bulamayacağı, yalnız devletin verebileceği bir para.
Ana, babası öğretmen Ezgi’nin. Ezgi memur çocuğuydu yani:
Devlet memurluğu en geçerli uğraşlardan biri ülkemizde. Belki de ilki. Hayali ihracatla, devlet destekli kaçakçılıktan sonra. Odacılık, müstahdemlik bile. Beş kişinin alınacağı sınava beş bin kişinin katılması bundan. Halkımız diyor ya:
Sırtını devlete daya da.
Kaya sanki mübarek! Dağ…
Başka umut yok ama.
Karın tokluğuna olsa da.
Sokaklar açlık, mahalleler yoksulluk kokuyor.
Üstelik devlet karında doyurmuyor artık. Eskilerde kaldı devlet kapısında karın doyurmak. Kuru ekmeğe çalışıyorlar, devlet kapısında şimdi insanlar. Kuru ekmeğe. Çökeleği, zeytini, yağı, isotu da ikinci işten alıyorlar.
Yine de koşuyorlar ama. Koşuyor, koşuyorlar. Kuru ekmek garantisine, hastalığa, yaşlılığa birde.
Buraya kadar güzel.
Devlet kapısında çalıştırdığı insanların sağlığı ile ilgileniyor. Ezgi de memur çocuğu. Devlet Ezgi’nin hastalığı ile ilgilenecek demek.
Öyle olmuyor ama. Mevzuata takılır Ezgi’nin sağlığı. 1983 yılında çıkarılan” bir mevzuata. Ölümü terk edilir Ezgi. Ölümün kucağına itilir Ezgiler. Devlet dedesinden (Babasının babası) umut yok Ezgiye. Yardım kampanyası açılır yurt çapında. Ama… Altı yüz milyon lira çok para nasıl toplansın? Nereden toplansın? Kuyuyu kaşıkla doldurma gibi. Yurt dışından da desteklenir. Belli bir yol alınır kampanyada.
11 Aralık 1991 günü ezgi uçacak.
Uçuş gününden iki gün önce Haşim’in yanındayım. Ezgi’nin babasının. Ölüm olayı, ölüm korkusu, ölüm hüznü yok yüzünde. Umut var. Sevinç var. Kurtarma umudu. Yaşatma sevinci kızını.
İşe gidiyorum. Uzun, çok uzun bir yolculuk yaşıyorum sabahları. İş öncesi. Gecenin kör karanlığında başlayan bir yolculuk. Kent uyuyor erkenci işçilerin dışında.
Bir durakta gazete aldırıyoruz muavine.
Herkes gazetesini açıyor.
Bende.
Öyle yorgunum ki, yorgun ve uykusuz. Ama yaşamın buzlu suyu…
Gazeteye bakıyorum. Yeni hükümet… Demokrasi… İnsan hakları… Memur sendikaları… Pat diye bir taş düşüyor gazetenin üzerine.
Zam taşı. İğneden ipliğe.
İşte icraatı diyorum yeni hükümetin. Üstekiler göz boyama.
Sayfayı çeviriyorum. Bir taş daha… Dünya kadar. Güneş kadar. Uzay kadar büyük bir taş. Başıma düşüyor sanki.
Ezgi ölmüş… Ölmüş Ezgi Çiçek. Gözlerimi kaldırıyorum gazeteden. Dışarı bakıyorum. Sisli havasına Marmara’nın. Kendimde değilim. İçim dışım ölüm. Ölümü yaşıyorum katıksız.
Bir yazı ilişiyor gözüme “TUZLA”, bir kez daha çarpılıyorum yüksek gerilime.
Tuzla Köprüsü’nün altından geçiyor otobüs. Acım ikileşiyor.
Yargısız infazla öldürülen dört can daha giriyor yüreğime Ezgi’nin yanına. Daralıyor yüreğim. Sıkışıyor göğsüm. Kabarmış Deniz içim. Küt, küt vuruyor göğüs kafesime duygu dalgaları. Elim kalemi uzanıyor göğüs cebime. Gözlerim gazetede. Gül yüzünde Ezgi’nin. Telefon defterimin adres sayfaları çanak oluyor yüreğimden taşan duygulara. Ezgi için.
Yazdım seni küçük Ezgi, yazdım. On iki Eylül’ün hesabına bir can daha yazdım. Bir candan da öte. Bir Ezgi, bir çiçek, bir çocuk yazdım.
En ağın, en dokunaklısı sen oldun listenin, sen ey güzel çocuk.
Bir insan ölümüne eş değildi ölümün. Bir insan öldürmekle kalmadılar seni öldürenler. Tarihin bir insana bir çağa, bir devlete, bir halka verebileceği en ağır cezayı verdiler kendi kendilerine. En silinmez karasını sürdüler yüzlerine.
Her şeyi aşındırır zaman. Bazı çizgiler vardır kaybolur gider bu aşinada. Bazı çizgiler de vardır ki daha netleşir daha parlaklaşır zaman selinin ucunda.
Senin ölümün bu ikinci çizgiden işte.
Özlemin, sevgin gibi. Seni öldürenlerin de… Seninki ak, seninki parlak, saf, rengârenk senin ki. Onların ki kara. Kapkara, karanlık gibi.
Geçen her an daha da karartacak suratlarını. Daha da çirkinleştirecek yüzlerini. Fosforlu bir ışık belirecek alınlarında:
“BİZ KATİLİZ” diye.
Hele senin ölümünden sonra, boynuz bile çıkar kafalarında. Uzar gider kulakları. İkiyi aşar ayakları. Az gelişmiş en değersiz şey insandır. Savaş alanlarında olduğu gibi. En değerli şeyi de para. Sloganları:
En büyük para. Başka büyük yok. Yasa:
Her şey parası olanlar için. Aş, iş, eş! … Her şey düşeş. Söz parana göre. Sağlık paran kadar. Yaşam, eğitim, kültür de.
Amerika’ya kuaföre, uzak Doğuya oturağa gidiyor parası olanlar. Biz seni doktora bile götüremedik.
Neden? …
Parasızlıktan! …
Seni On iki Eylülün hesabına yazmamda bundan. Yoksa hapse attıklarından işkence ettiklerinden değil.
Ne mi ettiler?
Bir boğanın bir parka girişini düşün. Nice olur güzelim, çiçeklerin durumu. Kimi kökten gider. Kimi budanır dal dal. Tomurcuklar dağılmıştır dört bir yana. Talaza tutulmuş toz gibi.
İşte onlarda öyle yaptılar. Çekip süngülerini geçtiklerinde başa. Hak koymadılar budadılar. Yoksuldan, işçiden, çalışandan yana.
Senin ölümüne de yol açtılar. Bu arada.
Nasıl mı? Çıkardıkları bir yasa ile.
Yıl 1983. Bir ferman daha iner padişahtan.
“Bundan böyle devlet, memur çocuklarını sağaltımları için yurt dışına göndermeyecek.”
İşte ölümüne neden olan yasa. Çoktan gitmiş gelmiş olurdun yurt dışına yoksa. Sokaklarda, parklarda oynayarak geçirirdin belki de. Yardım umuduna hastane köşelerinde geçirdiğin günleri. Bir Ezgi’yi susturdular. Seni öldürenler. Bir çiçeği kuruttular. Ezgi ki, sesidir doğanın. Çiçek ki süsüdür doğanın. Sessiz renksiz doğa ölü doğadır. Doğayı öldürdüler. Dünyayı öldürdüler seni öldürenler. Bundandır ağırlığı suçlarının. Bundandır derim:
Yuh olsun çocuklarına üç beş kuruşu çok gören anlayışa. Yuh olsun insana, adalete, devlete.
Bana da bana da, yuh olsun.
Yuh olsun bir baba olarak. Yuh olsun bir insan olarak.
Yuh olsun bir öğretmen ” olarak.
Yuh olsun bir aydın olarak.
Yuh olsun bir demokrat olarak.
Yuh olsun bir devrimci olarak.
Yuh olsun sekiz yıldır sessiz kaldığım, ölümüne neden olduğum için.
Şubat 1992