Parlamenter Sistem Değil Sovyet Demokrasisi

Toplumsal örgütler ve siyasal kurumlar, altyapıda üretim ilişkilerinin düzeyine, ekonomik gelişmenin düzeyine, sosyal sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkilerin seyrine ve tarihten gelen özelliklere bağlı olarak oluşurlar ve her zaman sınıfsal bir özellik gösterirler. Toplumsal-siyasal örgütlerin ve kurumların bir bölümüyle işlevsizleşmesi, bir bölümünün yetkinleşmesi de gene bu ilişkiler sisteminin bütünlüğüne ve toplumsal gelişmenin düzeyine göre şekillenir. Ekonomik-toplumsal formasyonlar, farklı üretim tarzları, aynı zamanda sahip oldukları örgüt modelleri ile de birbirlerinden ayrılırlar.
Burjuva-kapitalist kurumlar, feodal dönemin kurumlarına göre yetkin ve daha kompleks bir özellik gösterirler.
Bir kurum olarak parlamento ve bir sistem olarak parlamentarizm, feodal sistemden farklı olarak, burjuva toplumunda devlet-toplum ilişkisinin /çelişkisinin kesişme noktasında yer alıyor.

Burjuva Devleti ve Parlamentonun İşlevi
Ama parlamentarizm, yığınlara, devlet yönetimine katıldıkları izlenimini vermesinden dolayı, evrensel bir yanılsamayı yansıtıyor.
Parlamentarizme yöneltilen itibarın temelinde, parlamentonun temsili bir kurum olması yatmıyor. Feodal mutlakıyetçilikten temsili kurumlara yöneliş, tarihsel bir ilerlemeye dayanıyor. Temsili kurumların, proletarya diktatörlüğü altında vazgeçilmez olduğunun bilinmesi gerekiyor. İtiraz, temelinde parlamentonun devlet kurumları içerisinde bir vitrin olmasından kaynaklanıyor. Yaptığı yasalar üzerinde hiç bir denetim yetkisine sahip olmayan parlamento, yetkilerini yürütme organına devretmek suretiyle, özünde, sadece bir onay merkezi olma konumunda kalıyor. Ordu-polis ve bürokrasiden, mahkemelere ve cezaevlerine kadar uzanan bir dizi bürokratik ve militarist kurum, devletin temel güç organlarını oluşturuyor. Parlamento, devletin temel güç organları arasında yer almıyor. Demokrasi, her şeyden önce temsili organlarının üzerinde yükseliyor, temsili organlar olmaksızın. Temsili organlar olmaksızın, bir proletarya devleti düşünülemez bile. Ama parlamento, burjuva devleti için, olmazsa olmaz bir kurum değildir. Özellikle, belli geri kapitalist (ilkelerde, parlamentonun varlığı, burjuva devlet açısından bir kural değil, daha çok bir istisna oluşturuyor. ‘Demokrasi beşiği’ olarak anılan Batı demokrasilerinde, siyasal istikrarın gerçekleştirilmesinde artık bir işlev taşımaması koşullarında, tekelci burjuvazinin, demokratik parlamentarizmi devre dışı bırakması, temsili Organlarla burjuva demokrasisi arasındaki ilişkinin işlevini ve düzeyini somutlaması açısından önem taşıyor.
Parlamento bir vitrindir ve ‘yasa yapıcı’ bir kurum olarak, burjuva diktatörlüğüne demokratik bir görünüm kazandırmak gibi önemsiz olmayan bir işlevin taşıyıcısıdır. Asıl devlet işlevi hep kulislerde görülür, devlet daireleri, bakanlıklar ve genelkurmay tarafından yürütülür. Parlamento ise, asıl devlet organlarını tarafından yürütülen faaliyetler açısından bir onay merkezi olmanın ötesinde bir işlev taşımaz. Parlamento, asıl devlet organları tarafından yürütülen siyasal faaliyetlerin yasallaştırılması, onlara yasal ve meşru bir görünüm kazandırılması gibi görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Parlamento kendi çıkardığı yasaları bizzat kendisi yürütemez, yürütme organı işlevine sahip olamaz; yürütme görevini, kendi dışında ve kendi üzerinde yer alan bir organa devreder.
Burjuva devleti, burjuva demokrasisi, yasama ve yürütme görevlerinin, yasama ve yürütme organlarının birbirinden ayrılması esasına dayanır.
Burjuva devlet organlarının ikinci bir iktidar odağı olarak oluştuğu feodal mutlakıyetçiliğin çöküşe geçtiği evrede, kuvvetler ayrılığı ilkesi, tarihsel olarak ilerici bir işlev yerine getiriyordu. Yasama organının, yürütme organı karşısında burjuvazinin bir iktidar merkezine dönüştüğü ve mutlakıyetçi yürütmeden bağımsızlaştığı meşruti monarşi koşullarında, kuvvetler ayrılığı ilkesi, feodal devleti zayıflatan bir rol oynuyordu. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanması, burjuvazinin iktidarını güçlendiriyor ve burjuva demokrasisinin oturmasına hizmet ediyordu.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi, bugün, siyasal egemenliği parlamentodan alıp yürütme organına devretmek suretiyle, burjuvazinin siyasal egemenliğinin gerçekleşmesine en uygun ve uyumlu siyasal hukuk teorisini oluşturuyor. Burjuva demokrasisinin kurum ve normlarının teorik ve pratik çerçevesini çizmesi açısından kuvvetler ayrılığı ilkesi, artık gerici bir nitelik taşıyor.
Burjuvazinin asil siyasal iktidarı, devletin parlamento dışındaki iktidar organları aracılığıyla gerçeklik kazanıyor. Parlamentodaki herhangi bir hükümet değişikliği, devletin temel kurumlarını nitelik olarak etkilemiyor, parlamentonun eli temel iktidar organlarına kadar uzanamıyor. Daha önemlisi, en demokratik ortamlarda bile seçim oyunları, seçim yasasında yapılan değişiklikler ve milletvekili transferleri gibi yol ve yöntemlerle, istenmeyen güçlerin parlamento kanalıyla ‘iktidar olması sürekli bir biçimde engelleniyor. Daha da olmazsa, siyasal iktidarın bozulması ve burjuvazinin siyasal ve ekonomik iktidarının ‘tehlikeye’ sokulmaması için, gerektiğinde parlamento devre dışı bırakılıyor, sayısız örnekleri biliniyor.
Parlamentarizmin devrede olduğu dönemlerde dahi, burjuvazi, sınırlama üstüne sınırlama koyarak, yığınları, daha büyük ölçüde siyasetin, siyasete biçimsel katılmanın da dışına sürüyor. Parlamento, bütünüyle burjuvazinin kapalı bir av alanı haline dönüşüyor. Geniş kitlelerin, seçtikleri parlamento üyelerini denetleme ve geri çağırma hakkına sahip olmaması, parlamento üyeliğinin maddi ve manevi ayrıcalıklarla ve dokunulmazlık zırhıyla donatılmış olması ve parlamento üyeliğinin profesyonel bir meslek statüsüne dönüşmesi, seçilen parlamenterlerin niteliğinden bağımsız olarak, bu duruma yapısal temel oluşturuyor.
Yasama ve yürütmenin birbirinden ayrılması ve iktidarın bürokratik-askeri makinasının bütünü demek olan yürütme gücüne, aktarılmış olması, en tam burjuva cumhuriyetlerinde bile, demokrasinin bir hayale dönüşmesinin başlıca nedenini oluşturuyor. İktidar, yasamadan ve yığınlardan kopuk bir yürütme gücü aracılığıyla gerçekleşiyor. Yasama ve yürütme görevlerinin birbirinden ayrıldığı ve her ikisinin de doğrudan üreticiden koparıldığı burjuva demokrasisi, bir bütün olarak demokrasiyi bir hayale dönüştürüyor.
Parlamentarizm, burjuva demokrasisinin hayalinin somutlanmasını ifade ediyor.

Sosyalist Demokrasi: ‘Devlet Olmayan Devlet1
Sosyalist toplumun siyasal ve toplumsal örgütler sistemi, parlamento dâhil, burjuva toplumunun damgasını taşıyan örgütler bütünlüğünün anti-tezi olarak şekilleniyor.
Sosyalist demokrasi ile birlikte, yığınları siyasetin dışında tutan bürokratik burjuva devlet mekanizması, yerini, geniş yığınları doğrudan yönetici katına yükselten, halk inisiyatifini üretim birimleri temelinde, örgütlenmiş halk meclisleri, Sovyetler aracılığıyla harekete geçiren ve silah tekeline son veren, bürokratik olmayan yeni tipte bir devlete, ‘devlet olmayan bir devlet’e bırakıyor.
Yeni toplumsal-siyasal örgütler sistemi, eski sistemin bürokratik kastını, yöneten-yönetilen farkını ortadan kaldırıyor. Toplumun üzerinde yer alan eski örgütler sistemi, yerini, toplumun artık bir parçası olan yeni örgütler sistemine terk ederek, tarih sahnesinden çekiliyor.
Ortaya çıkan boşluk, merkezi ve yerel Sovyetler, merkezi ve yerel halk meclisleri tarafından dolduruluyor.
Merkezi ve yerel Sovyetik örgütler, halk meclisleri, yasama ve yürütme işlevlerini tek elde topladıkları ve halkın silahlı örgütlenmesine, halk milisine dayandıkları için, siyasal iktidarı doğrudan temsil etme özelliğini taşıyorlar. Merkezi ve yerel düzeydeki halk meclisleri, Sovyet sistemi dolaysız iktidar organları olarak, işçi sınıfının ve halkın kendi iktidarını, kendi dışında oluşturulmuş bürokratik kurumlarla paylaşmadığını ifade eder.
Sovyet sistemi, aynı zamanda, siyasal yabancılaşmanın yok edilmesinin, kafa emeği ile kol emeği arasındaki kopukluğun ve yabancılaşmanın aşılmasının siyasal temelini yaratıyor.
Sosyalizm, sadece üretim araçlarının toplumsallaştırması demek değildir, aynı zamanda ve konumuz açısından daha önemlisi sosyalist demokrasiyi, siyasal yabancılaşmanın aşılmasını ifade eder.
1917 Ekimi ile başlayan süreç, bugün biçimsel kalıntılarının da silinmesiyle tasfiye olmuşsa, yığınlar kendi ‘demokrasisini’ iter hale gelmişse, şüphesiz ki bunun temelinde, her düzeydeki Sovyet örgütlenmesinin, belirli bir tarihsel dönemden itibaren, adım adım ortadan kaldırılarak, yığınların siyaset dışına, karar alma süreçlerinin dışına itilmesi ve sürekli orduyu yeniden kurumlaştıran devletin bürokratik-parti diktatörlüğüne dönüşmesi gibi olguları aramak gerekiyor.
‘Sosyalist sistem’de 1990’lı yıllarda doruk noktasına ulaşan ‘yenilik’, siyasal anlamda, bürokratik-militarist parti diktatörlüklerinin, Batı Avrupa çoğulculuğu ve kurumlan temelinde, parlamenter diktatörlüklere dönüşmesinden ibarettir.
Üretim, somut, mahalle ye sokak birimlerine kadar örgütlenme esasına dayanan, karar alma ve uygulama işlevlerinin birleştiği, seçilen organ ve görevlilerin seçmenler tarafından istenildiğinde görevden alınabildiği, profesyonel sürekli görevliler sayısının asgari düzeye indirildiği, bir görevlinin ücretinin ortalama bir işçi ücreti düzeyi ile sınırlandığı, bütün kararların açık toplantılarda halk tarafından alındığı ve halk denetiminden geçirildiği ve tüm bunları gerçekleştirmek için fiziki-askeri gücü elinde tutan merkezi ve yerel Sovyet örgütlenmesinde, üretici doğrudan yönetime katılıyor, siyasetin, siyasal faaliyetin nesnesi olmaktan çıkıyor, öznesi katına yükseliyor.
Sosyalist çoğulculuk, kitle inisiyatifi, kitlelerin her alandaki siyasal örgütlenmesi esasına dayanıyor. Demokrasi ile burjuva liberalizminin çarpıttığı biçimiyle, parti çoğulculuğu arasına eşit işareti konamaz. Parti çoğulculuğunu da kapsayan bir model, ancak bu çerçevede, kitle inisiyatifi çoğunluğunun bir parçası olarak ve tarihten gelen geleneklerin etkisiyle, kendisine siyasal ve toplumsal bir temel bulabilir.

Alternatif propaganda ve örgütlenme
Proletarya devletinin iktidar organlarını, burjuva-kapitalist örgütler sistemi içerisinde oluşmadığı biliniyor. Burjuva-kapitalist siyasal iktidar mekanizmasının felce uğradığı, siyasal işlevini tamamladığı koşullarda, merkezi ve yerel halk konseyleri, işçi konseyleri pratik bir gerçeklik kazanıyor, ‘ikili iktidar’ tekleşiyor.
Bu durum, yerel halk meclislerinin, halk konseylerinin aynı zamanda birer başkaldırı, birer ayaklanma organı olması ile çelişmiyor, tersine bunu gerekli kılıyor. Halk meclisleri iktidarı, kaynağını, yığınların devrimci başkaldırısından alıyor, öncül nüvelerini, siyasal durgunluk dönemlerinin işçi komitelerinden, emekçi halk komitelerinden alan Sovyet örgütlenmesi, ‘ikili iktidar’ın ‘muhalefet kanadı’ olarak, halkın siyasal başkaldırı-ayaklanma organları olarak, burjuva devlet mekanizmasının alternatif kurumları olarak devreye giriyor.
Merkezi ve yerel düzeyde Sovyet-halk meclisi organları pratik bir durumdur ye kurulabilmesinin nesnel koşullarının pratik olarak oluştuğu toplumsal alt-üst oluş dönemlerinde, Sovyet organlarının örgütlenmesi, eylem sloganı düzeyine yükseliyor. Çok Özel ve istisnai belli koşulların oluşmasını dışlarsak, kapitalizm çerçevesinde, genel veya yerel seçimlerde siyasal boykot taktiği, halk meclisi organlarının ikinci iktidar organları olarak, pratik bakımdan örgütlenmesi durumlarında gündeme geliyor.
Elbette ki, burjuva düzeyde dahi asgari politik bilinç aşamasına ulaşmamış veya dünyevi işlere “kirli’ gözüyle baktığı için seçimlerde oy kullanmayan soyutlanmış birey veya grupların niceliğine ve toplam nüfus içerisindeki oranına bakarak, boykot taktiğinin başarısına veya başarısızlığına hükmetmemek gerekiyor.
Sovyet tipi örgütlenmeleri pratik olarak devreye girmediği nispeten “barışçıl’ dönemlerde, propaganda düzeyinde Sovyet örgütlenmesini savunmamak, sisteme ve sistemin merkezi veya yerel siyasal mekanizmalarına alternatif olarak Sovyet tipi organların propagandasını yapmamak, tersine seçim ve parlamento propagandasına sürekli vurgu yapmak, nesnel olarak bugün sisteme, sistemin siyasal organlarına doğrudan entegre olmanın dışında bir anlam ifade etmiyor.

Parlamentarizm karşısında tutum
“Sosyal-demokrasi, parlamentarizme (temsili meclislere katılmaya) proletaryayı aydınlatma, bilgilendirme ve eğitme aracı olarak ve onu bağımsız bir sınıf partisi halinde örgütlendirme aracı olarak, işçilerin boyunduruktan kurtuluşları uğruna siyasal savaşımın araçlarından biri olarak bakar. Bu Marksist anlayış, sosyal-demokrasiyi bir yandan burjuva demokrasisinden, öte yandan da anarşizmden kesin sınırlarla ayırır. Burjuva liberalleri ve radikalleri, parlamentarizmi, genellikle siyasal işleri yürütmenin, “doğal”, tek normal, tek meşru yolu olarak görürler; onlar sınıf savaşımını, ve modern parlamentarizmin sınıfsal niteliğini yadsırlar. Burjuvazi, işçilerin gözlerine perde çekmek ve onların parlamentarizmin ne bakımdan bir burjuva baskı aracı olduğunu görmelerini ve parlamentarizmin klasik tarihsel gerçek anlamını anlamalarını engellemek için her fırsatta ve her yola başvurarak elinden gelen her şeyi yapar. Anarşistler de parlamentarizmi belirli tarihsel anlamı içerisinde değerlendirmesini bilmezler ve genellikle, bu savaşım aracını yadsırlar. İşte bu yüzdendir ki, Rusya’da, sosyal-demokratlar, hem anarşizme karşı, hem de elden geldiğince en kısa zamanda devrime son vermek için parlamenter alanda eski düzenle uzlaşan burjuvazinin gösterdiği çabaya karşı kararlı bir biçimde savaşıyorlar. Sosyal-demokratlar, tüm parlamenter eylemlerini bütünüyle işçi sınıfı hareketinin çıkarlarına ve proletaryanın güncel burjuva demokratik devrimdeki özel görevlerine kesinlikle bağımlı kılıyorlar.
1906 Ekimi ikinci yarısında kaleme alınmıştır.
(Marks, Engels, Lenin Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, sf. 255-256)
1. Devlet sistemi olarak parlamentarizm, halk temsili yutturmacasının belirli bir gelişme aşamasında, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu ‘demokratik’ bir iktidar biçimi haline gelmiştir; bu, yüzeysel olarak sınıfların dışında duran bir ‘halk iradesi’ örgütüymüş gibi görünen, fakat özünde egemen sermayenin elinde bir baskı ve boyunduruk altına alma aygıtı olan bir sistemdir.
2. Parlamentarizm, devlet düzeninin belirli bir biçimidir, bu yüzden ne sınıflar ne sınıf mücadelesi ne de herhangi bir devlet iktidarı tanıyan komünist toplumun biçimi asla olamaz.
3. Parlamentarizm, burjuva diktatörlüğünden proletarya diktatörlüğüne geçiş döneminde de, proleter devlet yönetimi biçimi olamaz. Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi anında, iç savaş içinde, proletarya, kendi devlet örgülünü kesinlikle-önceki egemen sınıfların temsilcilerinin içine alınmayacağı bir mücadele örgülü biçiminde inşa etmelidir. Bu dönemde, her türden ‘halk iradesi’ uydurmacası proletarya için zararlıdır. Proletaryanın parlamenter ‘yoldan iktidara’ katılmaya ihtiyacı yoktur, bu ona zararlıdır. Proletarya diktatörlüğünün biçimi Sovyet cumhuriyetidir.
4. Burjuva devlet mekanizmasının en önemli aygıtlarından biri olan burjuva parlamentolarını, kendi başlarına kalıcı olarak fethetmek mümkün değildir, tıpkı proletaryanın burjuva devletini fethedemeyeceği gibi. Proletaryanın görevi ve onunla birlikle cumhuriyetçi veya anayasal-monarşici olmaları hiçbir şeyi değiştirmeyen parlamento kurumlarını da parçalamak, yıkmaktır.
5. Burjuvazinin komünal düzenlemeleri için de aynı şey geçerlidir. Bunları devlet organlarının karşısına koymak teorik bir yanlıştır. Gerçekte bunlar da burjuvazinin devlet mekanizmasının benzer aygıtlarıdır; bunlar devrimci proletarya tarafından ortadan kaldırılacak ve yerlerine işçi temsilcilerinin yerel Sovyetleri geçirilecektir.
6. Bunların doğal sonucu olarak Komünizm, parlamentarizmi geleceğin toplum biçimi olarak kabul etmez. Onu, proletaryanın sınıf diktatörlüğünün biçimi olarak da yadsır. Parlamentoları sürekli biçimde fethetmeyi de kabul etmez; parlamentarizmin yıkılmasını hedef olarak alır. Bundan ölürü, ancak, onları yıkma amacı doğrultusunda burjuva devlet aygıtlarından yararlanmaktan söz edilebilir. Sorun bu biçimde ve ancak bu biçimde konulabilir.
(…)
9. Proletaryanın burjuvaziye, yani onun devlet iktidarına karşı en önemli mücadele yöntemi, her şeyden önce kitle eylemidir. Kitle eylemleri, bütünlüklü, disiplinli, merkezileşmiş bir Komünist Partisi’nin genel önderliği altında, proletaryanın devrimci kitle örgütleri (sendikalar, partiler, meclisler) tarafından örgütlenir ve yönetilir. İç savaş bir savaştır; bu savaşla proletarya, savaşın bütün alanlarındaki hareketleri yönetecek cesur bir siyasal komuta kadrosuna, güçlü bir siyasal genelkurmaya sahip olmak zorundadır.
(…)
10. Kitle mücadelesi, biçimleri bakımından giderek keskinleşen ve mantıki olarak kapitalist devlete karşı ayaklanmaya kadar uzanan, gitgide genişleyen eylemlerden oluşan bütün bir sistemdir. İç savaşa doğru gelişen bu kitle mücadelesinde proletaryanın önder partisi kural olarak, devrimci faaliyetine yardımcı üs noktaları oluşturduğu bütün legal konumları sağlamlaştırmak ve bu konumları ana seferin, kampanyanın, kitle mücadelesinin planının emrine vermek zorundadır.
11. Bu yardımcı üs noktalarından biri de burjuva parlamentosunun 3. Parlamentarizm, burjuva diktatörlüğünden proletarya diktatörlüğüne geçiş döneminde de, proleter devlet yönetimi biçimi olamaz. Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi anında, iç savaş içinde, proletarya, kendi devlet örgütünü kesinlikle -önceki egemen sınıfların temsilcilerinin içine alınmayacağı- bir mücadele örgütü biçiminde inşa etmelidir. Bu dönemde, her türden ‘halk iradesi’ uydurmacası proletarya için zararlıdır. Proletaryanın parlamenter yoldan iktidara katılmaya ihtiyacı yoktur, bu ona zararlıdır. Proletarya diktatörlüğünün biçimi Sovyet cumhuriyetidir.
(…)
14. Seçim kampanyası, parlamentoda mümkün olduğu kadar çok sandalye kapma anlayışı ile yürütülmemeli, kitleleri proletarya devrimimin sloganlarıyla harekele geçirmeyi hedefleyerek yürütülmelidir. Seçim kampanyası bütün parti üyelerinin katılımıyla yürütülmeli ve bunda sadece partinin seçkinleri rol almamalıdır. Bu sırada yapılmakta olan bütün kitle eylemlerinden (grevler, gösteriler, askerler ve denizciler arasındaki huzursuzluklar) yararlanmak ve bunlarla yakın ilişkiye geçmek zorunludur. Bütün proleter kitle örgütlerini aktif faaliyete çekmek zorunludur.
(…)
16. Seçimlere katılmayı ve devrimci parlamentarist faaliyeti mutlak ve kategorik olarak reddeden, ilkesel ‘anti-parlamentarizm’ bu durumda parlamentonun politika yıldızlarına karşı sağlıklı bir nefrete dayanan, fakat aynı zamanda devrimci bir parlamentarizm imkânını görmeyen zayıf, çocukça, her türlü eleştiriye açık bir doktrindir. Bundan başka, bu doktrin genellikle, partinin rolü konusunda çok yanlış bir anlayışla da bağlantılıdır, bu anlayışa göre parti, işçilerin merkezi vurucu gücü değil, birbirine gevşek bağlarla bağlı gruplardan oluşan merkezsiz bir sistemdir.
(…)
19. Ancak bu sorunun görece önemsizliğini hiç bir zaman gözden ırak tutmamak gerekir. Ağırlık noktası, asıl parlamento dışında sürdürülen iktidar mücadelesinde olduğu için, proletarya diktatörlüğü ve bunun için verilen kille mücadelesi sorununun parlamentarizmden yararlanma gibi bir özel sorunla aynı kefeye konamayacağı kendiliğinden anlaşılır.
(2 Ağustos 1920- Komünist Enternasyonal 2. Dünya Kongresi Kararlarından)

‘Seçim Partileri’ni birleştiren ortak payda:
Toplumsal tepki birikimini parlamento kanalına akıtmak
Ecevit 12 Eylül’e beş kala, halkı ‘tribünlerden sahaya inmeye’ çağırıyordu. Halk tribünlerden sahaya inmedi. Eylül öncesinde anti-faşist mücadele, yığınların faşizme karşı, faşist saldırı ile cinayetlere karşı koyusu zaten sahada cereyan ediyordu. Ama tribünlerde yer alanlar anti-faşist tepkiyi ve demokratik birikimi, düzen içi kanallara akıtıyordu. Parlamento ve devlet organları sivil faşist örgütlenmelere, faşist harekete karşı ‘anne’ olarak sunuluyordu. CHP ve reformcu sendika bürokrasisi, reformcu sendika bürokrasisi içerisinde yuvalanmış revizyonist -reformist siyasal akımlar eliyle, sadece yığınsal birikimi düzen içi kanallara akıtılmıyordu, daha önemlisi yığınsal birikimin kendini açığa vurması çeşitli yollarla engelleniyordu. Bu politika, devletin temel güç organlarının, sıkıyönetim ilan edilmesi gibi yol ve yöntemlerle devreye sokulması ile tamamlanıyordu.
Eylül Rejimi böylesine bir siyasal ortamın üzerine oturdu. Reformcular tarafından kolu-kanadı kırılmış halkın, ‘saha’ya inmesi de mümkün olmadı, mümkün olamazdı.
Ama Eylül rejimi tepki biriktirdi, dahası kapitalist krize ve onun mantıki sonuçlarına karşı tepki kendisini birçok yönden açığa vurdu, işçi sınıfının ekonomik-toplumsal istemleriyle, Kürt halkının ulusal hak talepleriyle, halkın çeşitli kesimlerinin demokratik istemleriyle, cins ayrımcılığına karşı çıkmakla açığa vurdu, vuruyor.
Bütün kesimlerden halk bugün belki tribünlerden ‘saha’ya inmiyor, ama ‘saha’ya inmesinin ilk işaretlerini, ilk ipuçlarını veriyor. Ulusal ve kısmen toplumsal muhalefet gerek istemler, gerekse eylemlilik düzeyinde eşit olmayan bir biçimde gelişiyor ve farklı kanallara akma gibi, bugün için yapısal bir dezavantajı taşıyor; ama kitlesel tepkinin ilk işaretleri artık ‘tribün’lerde değil ‘sahalarda ortaya çıkıyor. Dün ‘Bahar Eylemleri’yle, 1 Mayıs eylemleriyle ve Zonguldak barikatlarıyla kendisini açığa vuran toplumsal tepki, bugün İkinci Bahar Eylemlerine ve lokal düzeydeki işçi grevlerine uzanıyor.
Kürdistan’da ise ulusal istemlerin ağır bastığı kitlesel bir mücadele, hep ‘saha’da cereyan ediyor.
12 Mart rejimi, kendi kanalları altında reformistleri besledi.
Ecevit reformizmi, 12 Mart döneminde biriken anti-faşist tepkiyi, peşinden sürükleyerek parlamentoya kanalize etti.
Kapitalizm, biçimsel katılım normları dışında, kitleleri siyasetin dışında tutar. Geniş yığınların siyasal katılımını gerçekleştirecek mekanizmalar, en demokratik burjuva toplumunun dahi doğal yapısına aykırıdır. Sadece tarihsel olarak oluşmuş siyasal rejimin mekanizmalarının varlığı değil, aynı zamanda buna eklenmiş olan ataerkil-pederşahi ilişkiler sistemi de, geniş yığınları siyasetin dışına iter. Genel oy hakkı dahi, Türkiye gibi ülkelerde, parlamentonun devreden çıkarıldığı dönemlerde, hak kapsamından çıkarılır.
Eylül Rejimi politik şiddeti ve politik baskıyı öne geçirerek depolitizasyon sürecini hızlandırmayı amaçlıyor. Dernek ve sendika kurma hakkının kısıtlanması, sendikalar ve anayasal partiler arasında organik/inorganik ilişki kurulmasının yasaklanması, siyasal partilerin kadın ve gençlik kolları kurmalarının dahi yasal olarak engellenmesi, depolitizasyon sürecinin tek tek belirli bileşenlerini oluşturuyor. Yığınları sisteme bağlayan eski kanallar dahi, radikalizme de yataklık yapabileceği kuşkusuyla, tırpanlanıyor. Eylül Rejimi, rejimin kendi normları açısından dahi, politik şiddet ve yasakçılık politikası dışında çözüm değil, çözümsüzlük üretiyor. Eylül Rejimi, reformcu kanalları tıkıyor. Reformcular, demagoji düzeyinde dahi, Eylül Düzeninin, Eylül politikalarının getirdiği yeni düzenlemelerin karşısında yer almıyor.
Tersine iktidarda ve muhalefette olmalarından bağımsız olarak bütün Eylül partileri, Eylül Düzenini ve Eylül politikalarını savunmayı temel bir politika düzeyine yükseltiyorlar. Karşı-devrimin bütün iç çatışmalarına ve kısmi yöntem farklılıklarına karşın, toplumsal muhalefetin gelişmesi ve ulusal direnişin boyutlanması karşısında, Eylül partileri Çankaya Zirvesi kararlarında birleşiyor. Zirve kararları, Hükümet kararnameleri biçimiyle hukukilik kazanıyor. Kararnameler Rejimi, artık parlamentonun biçimsel planda da işlevsiz hale geldiğinin göstergesini oluşturuyor. Parlamento, artık devletin temel güç organlarınca alınan kararların onay merkezi olma özelliğini dahi koruyamıyor. Parlamento, artık Sosyal Sigortalar Kurumu Kararnamesini, Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi kuruluşların yasalarını karara bağlamakla yetiniyor.
Sistem, kendi yasallığını, kendi legalitesini, artık parlamento kanalıyla sağlama gereğini duymuyor.
Parlamento, önemli bir işlev erozyonuna uğramış durumda.

‘Devlet Partisi’ Operasyonu
Eylül Rejimi altında biriken toplumsal ve ulusal tepki, bugün parlamento kanalına akmıyor, parlamento dışı kanallara, kendi kanallarına akıyor.
Yığınları sisteme ve parlamentoya bağlayan kanalların, özellikle toplumsal ve ulusal memnuniyetsizliğin uç verdiği siyasal zeminde, artık kopmaya başladığı görülüyor. Daha 1990’ların başında ANAP, DYP ve SHP’nin Kürt milletvekillerinin, ‘olağanüstü bölge’de partilerinin, birer tabela partisine dönüştüğünü söyledikleri gazete sütunlarına kadar yansıyor. Demirel ‘çatışma bölgesinde ‘partilerin silindiğini’ itiraf etmek zorunda kalıyor. Kürt Konferansı’na katılan 7 milletvekilinin ihraç edilmesinden ve HEP’in kurulmasından sonra, ‘Çatışma bölgesi’nde, SHP tabanı adeta boşalıyor.
‘Çatışma bölgesi’nde Eylül partileri, ağaların ve korucuların örgütlerine dönüşüyor.
1990’daki Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’na (AGİK) Türkiye’nin Kürt resmi tezini savunmak için görevli-uzman olarak götürülen Doğu Ergil, daha Haziran-1990 NOKTA dergisinin sorularını yanıtlarken ‘Doğu’da radikalizm tehlikesine dikkati çekiyor ve bunu yerleşik kurumların siyasal erozyona uğratılmış olması’na bağlıyor: “12 Eylülden sonra yerleşik kurumlar içinde siyaset yapmayı benimsemiş olan uzlaşma içindeki yasal kadrolar tasfiye edilmiş, ezilmiş, horlanmış, dışlanmış. SHP gibi bir partiden Doğulu milletvekillerini çıkarmak, dokunulmazlıklarını kaldırmak gibi bir hareket, kesinlikle çok kişiyi radikal çözümler aramaya yöneltiyor.”
Doğu Ergil, çözümü, ortaya çıkan hoşnutsuzluğun ve tepkinin ‘yerleşik kurumlar’ içerisine çekilmesinde görüyor, uyarılarını sıralıyor.
HEP, bünyesinde Kürt devrimci güçlerinin güçlenmesi üzerine, erken seçim kararından sonra bir operasyonla SHP’ye katılmasından önce, Kürt muhalefetini yerleşik kurumlara taşıma gibi tarihi bir görev üstleniyor. Zımni bir onay görüyor. Kürt halk hareketinin yarattığı birikimin, düzen içi kanallara akıtılması hedefleniyor. Cumhurbaşkanından başlayarak parlamentoda temsil edilen ve edilmeyen partilere kadar bütün düzen içi siyasal odaklar, ‘Kürt hamiliği’ne soyunuyor. Kürt-İslam sentezi gibi teorik formülasyonlar ve Refah Partisi gerçeği, ulus gerçeğinin ve ulusal bilinçlenmenin karşısına ideolojik-fiziki barikatlar olarak çıkarılıyor. Yetmediği yerde Alevilik kültüne vurgu yapılıyor.
Toplumsal tepkiyi ve ulusal radikalizmi yatıştırmada yetersiz kaldığı görülüyor.
1989’dan beri SHP ve DYP kanalıyla yapılan erken seçim çağrıları ANAP’ın da katılmasıyla ve Genelkurmay Başkanının basına da yansıyan ‘telkinleriyle’, erken seçim kararına dönüşüyor.
Erken seçim kararı, yığınlar arasında oluşan tepkiyi, Eylül partileri aracılığıyla yeniden parlamento kanalına akıtma ve akıtarak eritme ve bu sayede siyasal istikrarı gerçekleştirme amacına hizmet ediyor.
‘Seçim partileri’ parlamentonun uğramış olduğu itibar erozyonunu engellemeye, parlamentoyu yeniden bir çekim merkezine dönüştürmeye çalışıyorlar.
Toplumsal tepkinin ve ulusal başkaldırının, düzen içi kanallara, parlamento kanalına akıtılmasında en büyük görevlerden birinin SHP’ye düştüğü anlaşılıyor. SHP, kontenjan adaylarının birçoğu eski HEP yöneticilerinden, Kürt reformculuğunun ‘itibarlı’ isimlerinden ve radikal işçi muhalefetinin vitrine çıkardığı bir kısım reformcu sendikacılardan seçiliyor.

Parlamentarizm ‘sol’dan destek buluyor

Parlamentoya ve parlamentarizmle yeniden itibar kazandırılması için girişilen devlet operasyonunda, sol-reformculuğun üzerine düşen tarihsel görevi kavramakta gecikmediği anlaşılıyor.
Reformculuk, soldan bu politikaya propaganda düzeyinde de olsa omuz vermeye soyunuyor.
Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmadan önce TBKP, Eylül partilerinden daha hararetli bir biçimde parlamentarizm propagandası yürütüyordu. Yığınsal tepkinin, Eylül partilerinden ve Eylül parlamentosundan kopuş sürecine girdiği ve burjuvazinin parlamentoyu artık bir vitrin olarak bile kullanma gereğini duymadığı bir yapısal ortamda, TBKP’nin, parlamentonun her şeyin üzerinde tutulmasını savunan çizgisinin, diplomasi üsluplarındaki farklılıklara karşı bugün SBP ve SP tarafından temsil edildiği görülüyor.
Dün TBKP, parlamentarizmin tutarlı bir parçası olduğunu göstermek için, geçmişle anti-parlamentarizm ve radikalizm olarak gördüğü bütün günahlarından arınmaya çalışıyordu. Nabi Yağcı, Yeni Açılım dergisinin 17. sayısında, 1973-80 döneminde, TKP’nin ‘sol sekler çizgi’ ile ‘aşırı muhalefet partisi’ konumuna sürüklendiğini ve CHP ile daha ileri ölçüde ‘işbirliği’ yapmadığını söylüyordu.
Geçmişte TKP’nin tam anlamıyla gerçekleştirmeyi başaramadığı görevi, bugün SBP başarıyor ve ‘aday pazarlığı’ yapmayı dahi ‘ilkesizlik’ saydığını açıklayarak SHP’ye seçimlerde ilkeli destek verdiğini ilan ediyor.
SP ise, Kürt ve Türk devrimcilerinden ve oluşturulan seçim ittifaklarından soyutlanmış bir kulvarda, yürüttüğü parlamentarizm propagandasını ‘kitle harekelini seçim mücadelesinde mevzilendirmek’ zannederek, sürdürüyor.

Basın ve Politika Pazarı
Darbe destekçiliğinden ‘demokrasi’ savunuculuğuna

Basında ve politika pazarında, darbe destekçiliği bugün büyük bir ‘demokrasi ayıbı’ sayılıyor.
Seçim ortamı ile birlikte partiler arasındaki siyasal rekabetin alabildiğince hızlandığı koşullarda, bütün partilerin ve parti liderlerinin anti-darbeci, anti-cuntacı bir görüntü sağlamaya özel bir özen gösterdikleri görülüyor. Siyasal istikrarın sağlanmasında ve yeni bir askeri darbeye doğru gidişin durdurulmasında 20 Ekim seçimlerinin yeni bir noktası oluşturacağı varsayılıyor. Sosyalist Parti ve temsilcisi 2000’e Doğru Dergisi, seçimlere gidilmiş olmasını, darbe olasılığı karşısına bir barikat olarak çıkarıyor. Bugün basında ve politika pazarında anti-Eylülcülük, özel bir vurgu noktası olarak netlik kazanıyor. 12 Eylüle karşı parlamentonun erdemlerine dizilen övgüler, siyasal propagandada ortak bir perde oluşturmuyor. KGB+ordu+parti bürokrasisinin Sovyetler Birliği’ndeki başarısız askeri darbe girişimine ve bürokrasinin Yeltsin kanadının başarılı sivil darbesinin oturmasına, darbe girişimi ve karşı-darbe basının ve politikacıların askeri darbelere karşı radikalizm yarışı sergilemelerinde somut bir siyasal malzeme kaynağı sağladığı için, tarihsel bir önem yükleniyor. Başlı başına siyasal bir edebiyat türünün gelişmesine yol açacak kadar mizah malzemesi ortaya çıkıyor. Sistemin ekonomik politikasını Eylül Rejiminin Başbakan Yardımcılığı koltuğunda yürüten ve kurulmasına öncülük ettiği son Eylül Partisi ile Eylül Rejiminin sivil bir görüntü altında sürdüren bugünkü Cumhurbaşkanı, sivil yöneticileri, 12 Eylül’e karşı ‘Yeltsin tavrı sergilemedikleri için, gazete sütunlarının hedef tahtasına yerleştiriyor. Demirel ise, Gorbaçov’un tavrı ve konumu ile kendi tavrı arasında siyasal paralellik kurma gereğini duyuyor.
Farklı tonlardan da olsa basının ve politikacıların, anti-darbecilik zemininde, düşünce ve davranış birliği ortak paydasında birleştikleri gözleniyor.
Bir görüntü sergilenmesi önemli görünüyor.
Ve örnek olsun, ‘aykırı’ bir davranış örneği oluşturarak ‘düşünce-davranış birliği’ni bozan ve Sovyetler Birliğindeki Ağustos askeri darbesine destek verdiğini açıklayan Mümtaz Soysal ve Mümtaz Hoca’yı kontenjandan milletvekili adayı gösteren SHP, gazete sütunlarında yaylım ateşine tutuluyor.
Ağustos’taki başarısız askeri darbenin, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi yeniden kuracağı hayaline kapılan Yalçın Küçük ile darbenin, dünyanın tek süper devletin egemenliğine girmesinin önüne set çekeceği ve bu yönüyle de askeri ve politik dengelerin yeniden yerli yerine oturmasında yeni bir kalkış noktası oluşturacağı gerekçesiyle darbeye destek veren Doğu Perinçek, on yıl öncesinde siyasal bir parti olarak Eylül Rejiminin askeri mahkemelerinde, 12 Eylül öncesinde ‘terör örgütlerinin ‘suç’ listelerini yayınlayarak yönetime yardımcı olmaya çalıştıklarını savunan ve yeni rejimin kendilerini ödüllendirmesini isteyen Doğu Perinçek, Mümtaz Hoca’nın yanında, marjinal örnekler olarak hedef tahtasına alınıyor.
Tekelci basın ve tekelleşmiş politikacılar, eski/eskimiş bir politik taktiğin uygulanmasında ustalaşmış olduklarını gösterdiler: Olumsuz marjinal davranışları, marjinal örnekleri öne çıkararak temel olumsuzluğun üzerini örtmek…
Tekelci basın ve tekelleşmiş politikacılar, marjinal örnekleri hedef tahtasına yatırarak, bunu darbe karşıtı, ya da demokrasi savunucusu bir konumda yer almalarının, demokratlıklarının bir kanılı olarak sunmaya çalışıyorlar.
Propaganda yöntemleri ve propaganda üslubundaki başarıları teslim etmek gerekiyor.
Ama önemli bir ayırım noktası var: Sovyetler Birliği’nde, uygulanmakta olan kapitalist piyasa ekonomisini sivil politika ve yöntemlerle değil, Pinochet Şili’si, Çin, Güney Kore ve Eylül Türkiye’sine benzer bir şekilde askeri yöntem ve yöneticilerle sürdürme, piyasaya tankların desteğinde yumuşak iniş yapma hedefini taşıyan darbe girişimine karşı gösterilen, keskin radikalizm ve Yeltsin Darbesi ile bütünleşen tutum, tekelci basının ve politikacıların darbe-karşıtlığını ve insan haklarının bütünüyle ortadan kaldırılması karşısındaki duyarlığını yansıtmıyor, tersine Sovyetler Birliği’ndeki başarısız askeri darbe girişimi ve ABD destekli Yeltsin-Gorbaçov ekibinin siyasal başarısı, sistemin, Soğuk Savaş dönemini çağrıştıracak yöntemlerle anti-komünizm edebiyatını ve mevcut kapitalist sistemin ve değerlerinin ebediliği propagandasını, kutlayarak sürdürmesine yeni bir siyasal vesile tanıdığı için önem taşıyor.
Tekelci basın organlarının renkli-renksiz sütunlarının ve siyasal tekeli elinde tutan profesyonel politikacıların tutumunun resmi ideoloji çerçevesinde, sistemin güncel politikalarını hemen hemen birebir ölçülerde yansıtmasının ötesinde çok farklı bir işlev tanımadığı görülüyor.
Resmi ideolojinin ve resmi politikaların çerçevesi, basın ve düşünce özgürlüğünün, politik davranışlar bütünlüğünün dış sınırını oluşturuyor.
Resmi ideolojinin ve resmi politikaların çerçevesinin, ahlaki olarak çürümenin ve soysuzlaşmanın, aynı nitelikteki olguları farklı ölçülerle değerlendirmenin, resmi ideolojiye ilişkin değerler sistemini içselleştirmenin ideolojik kaynağı olarak önemli bir işleve sahip olduğu anlaşılıyor.
Çifte standartlar, gelenekleşmiş politik ahlakın ve basın ahlak ilkelerinin temel yapı taşlarından en önemlisi.
Tekelci basın ve tekelleşmiş politikacılar, şovenizm-ırkçılık ölçülerinde ve kışkırtıcılık düzeyinde Sovyetler Birliği’ndeki, Bulgaristan ve Yunanistan’daki Türklerin, Irak’taki Türkmenlerin ulusal haklarının en büyük destekçisi, daha cılız ölçülerde de olsa dönem dönem de Irak Kürtlerinin…
Sıra Türkiye’deki Kürtlerin ulusal hak istemlerine gelince, basın ve politikacılar, böyle bir sorunu yok kabul ediyorlar.
‘Komşu Kürdü zaman zaman destekle, kendi Kürtünü sürekli ez’ sloganında ifadesini bulan pratik politika, tarihsel bir geleneği yansıtıyor.
Resmi ideolojinin, pratik yönden diğer bir yansıyış biçimi de ‘komşu darbeye karşı çık, kendi darbeni destekle’ ortak sloganında ifadesini buluyor.
Basının ve sivil politikacıların, örnek olsun, kendilerini darbenin doğrudan hedefleri olarak ilan eden
Ecevit ve Demirel gibi ‘parlamenter demokrasi’ savunucusu politikacıların, Eylül Darbesine karşı etkili bir karşı-tutum sergiledikleri propagandası, sonradan yazılmış bütünlüklü bir senaryonun bir bölümünden başka bir şey değildir.
Bir yanılgıyı ifade ediyor.
Sovyetler Birliği’ndeki askeri darbe karşısında ‘en kararlı’ tutumu sergileyen tekelci basın ve politikacılar, Eylül Darbesinin yanında yer aldılar, Eylülcü çözümün destek güçlerini oluşturdular.
Basının, Eylül Rejimine en az ve kerhen destek veren kalemleri, kendilerine ‘askerlere yardımcı olmak’ gibi mütevazı bir rol biçiyor, fiili destek veremeyenler ‘duacılık’la yetiniyor.
Ecevit ve Demirel gibi isimlerde somutlanan politikacıların ve basının etkili kalemlerinin, sadece bir kısım politik hakları ve fiilen kullanılabilen basın ve düşünce özgürlüğünü, var olduğu kadarıyla insan haklarını ortadan kaldırmakla yetinmeyen, dahası insanın fiziki ve sosyal varlığına da yönelen Eylül Rejimi karşısındaki tutumlarının, Türkiye’de politik hakların, özgür düşüncenin, basın özgürlüğünün, gelişme dinamiklerinin oturduğu zeminin irdelenmesi ve daha önemlisi de, belirli siyasal dönemlerdeki resmi çözümlerin ve resmi ideolojinin, sistemin kuvvet odakları arasında nasıl birleştirici bir payda oluşturduğunun, örnek olarak yeniden çözümlenmesine katkı sağlayacağını düşündüğümüz için, Özgürlük Dünyası’nın Haziran 1990 tarihli 20. sayısında yer alan ‘Burjuva Devletin Çelişkili Birliği ve Faşizm’ ana başlıklı yazıya, tekrar olmaması için buraya almıyoruz, yeniden bakılmasını öneriyoruz.

Eylül basının basın ahlak ilkeleri: Darbe Destekçiliği
Eylül Rejimi, en büyük desteği basın cephesinden aldı. Daha Eylülün hazırlık döneminde, Eylül Rejiminin gerekli olduğu propagandası tekelci basın organlarının renkli sütunlarında yürütüldü. Tekelci basının belirli kalemleri aracılığıyla, Eylül Rejimi daha 1980’in ilk yarısında, ‘anarşi ve terör’ edebiyatıyla, ‘milli birlik ve beraberlik’ propagandasıyla kamuoyunda meşrulaştırıldı. Dahası, darbenin Anayasası ve hukuki-siyasi çerçevesi, darbe öncesinde, basının belirli kalemlerinin de katılımıyla hazır hale getirildi.
Arşivlerden görmek mümkün, Eylül Darbesi ve Eylül Rejimi, kurulma ve yerleşme süreçlerinde, basın organlarında gönüllü veya değil, ‘devlet ve ülke çıkarları’ gerekçe gösterilerek desteklendi. Bir kısım yayın organları, en gericileri ve bugünün basın ve düşünce özgürlüğü savunucusu gazeteci-yazarları, el öpme kuyruklarına da girmeyi ihmal etmeksizin, Eylül Rejiminin gönüllü basın sözcülüğünü savundular. Etkili yayın organları, basını cendereye alan yeni tedbirleri, Babıâli-dışı basına uygulanacağı sözünü alarak desteklemeyi, Basın Yasasındaki yeni düzenlemelere dahi destek vermeyi onurlu bir davranış saydılar.
Eylül Rejimi, resmi gazete sayışını artırdı. Resmi düşüncenin ve politikacıların yoğunlaştırılmış ve merkezileştirilmiş ahlaki ilke ve normları, basın ahlak ilkeleri ile yer değiştirdi.
Bugün darbenin 11. yıldönümünde, sütunlarında darbeci generalleri artık hicveden yazı ve fotoğraflara yer veren ve Sovyetlerdeki darbe karşısında amansız bir karşıtlık sergileyen, Ecevitlerden Yeltsin imal etmeye çalışan bir kısım basın organları, Eylül Darbesiyle birlikte, Eylülden çok Eylülcü bir role soyunmayı basın ahlak ilkelerinin ilk sırasına yerleştirmeyi ‘basın özgürlüğüne’ saydılar.
Eylül basının Eylülcü karakteri, sosyal bir araştırma dalına konu olacak kadar geniş boyutludur.
Yurt yayınları listesinden Zeki Saral imzasıyla ‘Kalemlerin İhaneti’ başlığı allında yayınlanan kitapta, Eylül basının Eylülcülüğü konusunda, bir derginin sayfalarına sığmayacak kadar bol ve çeşitli örnekler bulabilmek mümkün.
Unutkan bellekler için, ‘Kalemlerin İhaneti’ne giren seçmeleri kaynak göstermek yetiyor.

Ekim 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑