“Bilim Yöntemi”, Kurt Ulusal Sorunu Ve İsmail Beşikçi (2)

Bilim Yöntemi’ ve burjuvazisiz, işçi sınıfsız, aydınsız ulus olma ütopyası:
İsmail Beşikçi ve onun “tez”lerini teme alan bazı başka Kürt çevreleri, Kürt toplumunun “sınıfsız” bir toplum olduğu iddiasındadırlar. Beşikçi’ye göre “Kürt burjuvazisi denilebilecek bir toplumsal kategori oluşmamıştır. Feodal sınıf, kapitalist ilişkilere geçme aşamasında ajanlaştırılmıştır. Bu kesimler, ajanlaştıkları ölçüde de Türk devleti tarafından maddi ve manevi olanaklarla donatılmışlardır. Böylece ‘Kürt burjuvazisi’ denilebilecek bir kategorinin oluşması engellenmiştir.”
“Güçlü bir burjuvazinin, kapitalist sınıfın oluşamaması Kürt işçi sınıfının oluşmasını da engellemiştir. Batman’da, Ergani’de Tatvan’da, benzer yerlerde Kürt işçiler Türk işçi sınıfı ideolojisi çerçevesinde örgütlendirilmeye çalışılmaktadır. Bu kategori ulusal ve demokratik harekete oldukça uzak kalmaktadır.”
“Güçlü bir burjuvazisi olmadığı gibi, aydınlan da yoktur. Aydın denilecek kategoriler, şu ya da bu nedenlerle, Kürdistan’dan kopmuşlardır.” (Kürt Aydını Üzerine Düşünceler)
Beşikçi, ya da onun “bilimsel” olmayan düşüncelerimi benimseyip savunanlar, sosyal olayları ve sosyal sınıfların oluşmasını, niyetlere ve düşüncelere göre değerlendirmektedirler. Beşikçi’ye göre, Kürt burjuvası, aydını, ya da işçisi olmak, bu sınıf ve kesimlerden -Beşikçi kategori diyor- birine mensup olabilmek için “Kürt olmak ve Kürt kalmak” ve “ben Kürdüm” demek gerekiyor. Dahası o, bağımsız Kürdistan olmadan, Kürtlere mensup bir sınıftan söz etmenin yanlış olduğunu düşünüyor. “Bilim adamı” Beşikçi, toplumsal sınıflara nesnel, maddi temelde değil, sübjektif durumlarına göre yaklaşmaktadır. Bireylerin sınıflar olarak gruplaşmalarının, üretim sürecindeki yerleri ve konumları tarafından belirlendiği gerçeğini burjuva bilim adamları bile kabul ederler. Onlar bu temelde sınıfların oluşumunu, varlığını ve mücadelesini de objektif davrandıkları sürece inkâr etmezler. Burjuva bilim adamlarının karşı çıktığı, sınıflar mücadelesinin proletarya diktatörlüğü için mücadeleye kadar vardırılmasıdır. Sınıflar, içinde bulunulan dönem ve koşullarda, kendi sınıf konumlarına uygun bir düşünceye sahip olup olmamaktan bağımsız olarak nesnel bir toplumsal varlıktırlar. Sınıflar, mensuplarının sübjektif bilinçlerinden bağımsız olarak, hatta iradeleri dışında varolan nesnel olgulardır. Üretimdeki konumlarına, üretim araçları karşısındaki durumlarına göre, mülk sahibi, ya da mülksüz olarak kişiler toplumsal sınıfları oluştururlar. Bir işçinin işçi olabilmesi için, işçi sınıfı ideolojisini benimsemesi ya da işçi olarak kendi durumuna uygun bir politik tutum içinde olmadıkları ve Marksist parti aracılığıyla bu bilinci alıncaya dek işçilerin burjuva partilerini desteklediği bir gerçektir. Ama bu durum onların bir sınıf oluşturmalarını engellemez.
Ezilen, bağımlı ya da sömürge bir toplumda sınıfların oluşumu ve toplumsal gelişmenin özgürce, engelsiz ve kendi iç dinamiğiyle olamaması ya da sömürgeci konumdaki ulusun baskı ve denetiminin engelleyici durumu ayrı bir şeydir, ezilen ulusun hem bir ulus ve hem de burjuva sınıfı, aydını ve işçi sınıfı olmayan bir ulus Olduğunu söylemek başka bir şeydir. Beşikçi, “bilim adına” bunu ciddi ciddi iddia etmektedir.
Beşikçi: “Aşiret reisi, şeyh, ağa gibi kategorilerin ‘egemen sınıf olarak değerlendirilmesi de resmi ideolojinin bir görüşüdür.” demektedir. O, ayrıca şunları yazıyor: “Türkiye’de, özellikle sol siyasal düşünce de kabul görmüş bir anlayış var. Türkiye, Türk egemen sınıfları ve Kürt egemen sınıfları tarafından birlikte yönetilmektedir. 1960’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi ve MDD programlarında, 1970’li yıllarda sosyalist partilerin ve siyasal hareketlerin programlarında, toprak ağalar, şeyhler aşiret reisleri gibi Doğulu zümreler, egemen sınıflar kategorisi içinde değerlendirilmişlerdir. Bu anlayışın yanlış olduğu kanısındayım Toprak ağaları, şeyhler, aşiret reisleri gibi, egemen sınıflar bloğu içinde yer alabilecek kategorilere, egemen sınıf denemeyeceğini, bunların düşünce ve eylemlerinin ancak, ‘ajanlık’ kavramıyla ifade edilebileceğini düşünüyorum. Ticaret, sanayi gibi sektörlerde uğraşanlar için de aynı şey söylenebilir. Bu, kısaca ulusal kimliğini inkâr ederek bunun ötesinde de ajanlaşarak yaşamını ve fonksiyonlarını sürdürme faaliyetidir.” (Devletler Arası Sömürge Kürdistan, sf. 92)
Tekrarında yarar var; Beşikçi, sınıf olgusunu, sınıfların varlığı ve eylemini, sınıfların konumunu, üretim sürecindeki yerleri tarafından belirlenen nesnel olgular olarak ele almıyor, bunun yerine, onların düşüncelerine ve düşünerek yapılmış eylemlerine bakarak değerlendiriyor.
Başka yerlerde (örneklemek mümkün) bu iddiasıyla çelişecek şeyler söylese de, esas olarak, Kürdistan’da, bir Kürt egemen sınıfının, dahası, Kürt burjuvazisi, Kürt aydını ve Kürt işçi sınıfının var olmadığını ileri sürüyor. Buna gösterdiği gerekçe ise, bu kesimlerin, Kürt kimliğiyle ortaya çıkmadıkları, Kürtlük iddiasında bulunmadıklarıdır. Yani o, sınıf olgusunu, sınıf ya da toplumsal tabaka olarak var olmayı bilinç unsuruna -sınıfsal bilinç de değil, etnik bilinç- bağlıyor. Etnik bilince sahip olmayan, ya da Kürt ulusal hakları için henüz mücadele içinde yer almamış olanları “Kürt” olarak kabul etmiyor. Bunlar, “objektif olarak Kürt” olsalar da, “sübjektif olarak Kürt değildirler” diyor. Bu tür bir bakış açısının, sınıflar gibi maddi olan, nesnel olan olgular, soyut ve sübjektif değerlendirmeye tabi tuttuğu, sübjektif olarak aldığı açıktır.
İsmail Beşikçi, Kültlerde bir egemen sınıfın, burjuvazinin ya da işçi sınıfının olmadığını öne sürerken, nesnel olgu ve süreçleri inkâr ettiği gibi, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf menfaatleri doğrultusunda içine girebilecekleri mücadelenin önüne de set çekmeye çalışıyor. Kitapları okunduğunda görülecektir ki Beşikçi, Kürtlere, Kürt işçi, emekçi ve gençlerine gerekli olanın sınıfsal bilinç, devrimci Marksist bilinç değil; ulusal “etnik” bilinç olduğunu iddia ediyor. Ezilen, ulusal zulüm ve baskı altında tutulan bir halkın bireyleri için, ilk bakışta Beşikçi’nin bu önermeleri kuşkusuz çekici gelecektir. Ancak, sınıflar ilişkisi ve çelişkisinin tüm acımasızlığıyla sürdüğü günümüz toplumunda ezilen ve sömürülen sınıfa ve bu sınıfın mensubu bireylere, sınıfsal tutumun ve sınıfsal bilincin gerekli olmadığı düşüncesinin, nereden bakılırsa bakılsın egemen sınıflara, Kürt egemen sınıflarına yaradığının, onlara hizmet ettiğinin, burjuva bir düşünce olduğunun üstünü örtmek de sanıldığı denli kolay değildir.
Beşikçi, toprak ağalan, şeyhler ve aşiret ağalarının egemen sınıflar kategorisi içinde değerlendirilemeyeceğini, bunların ajan sınıf olduklarını, çünkü onların ulusal kimliklerini inkâr ederek Türk egemen sınıflarıyla birleştiğini söylüyor.
Kürt egemen sınıflarının, toprak ağaları ve aşiret reislerinin, özellikle de en nüfuzlu olanlarının ulusal kimliklerini reddetme temelinde Türk egemen sınıflarıyla kader birliği yaptıkları, emperyalizm işbirlikçiliği temelinde onlarla bir araya geldikleri, ulusallık talep etmedikleri doğrudur. Yine, bugünkü devlet yapısında ağırlıklı unsurun Türk egemen sınıfları olduğu da doğrudur. Ama bu neyi gösterir? Bu doğrular, İsmail Beşikçi’yi doğrulamıyor. Bu doğrular, bu kesimlerin kader birliğini sınıfsal temelde, sınıf çıkarları temelinde gerçekleştiğini gösteriyor. Nitekim Beşikçi’nin kendisi de, bu ilişkinin Kürt egemenlerine sağladığı çıkarlara -ne anlama geldiğinin üstünden atlayarak- değiniyor. Şu sözler ona ait: “Şeyhler maddi bakımdan güçlendikçe devletin desteğini aldıkça, tarımda makinalaşmayı hızlandırıp topraklarını genişlettikçe, banka kredilerinin çok büyük bir bölümünü kullandıkça, Kürt halkı karşısında şeyh olarak etkileri daha da artmaktadır. Şeyh olarak etkileri arttıkça da maddi bakımdan daha da güçlenmekte, zenginliklerini artırmaktadırlar. Bu ilişkiler devletin de desteğiyle sürüp gitmektedir.”
Peki, şeyhlerin, toprak ağalarının bu konumu ve durumuyla Kürt yoksul köylüleri, topraksız köylüleri, işsiz ve işçilerinin durumu arasında bir ezen-ezilen, sömüren sömürülen, baskı uygulayan, baskı gören ilişkisi yok mudur? Şeyhler, toprak ağaları, “devletin de desteğiyle” topraklarını genişletip Kürt halkı karşısında etkilerini artırıyorlarsa, devletin, Kürt halkı üzerindeki baskısına alet oluyorlarsa ve bu fiillerini Türk egemen sınıflarıyla girdikleri sınıf ittifakı ve güç birliği ilişkisi çerçevesinde yürütüyorlarsa. Kürt halkını, bu “kendi” egemenlerine karşı da mücadele-ye çağırmak niye yanlış ve niye gereksiz olsun?
Devlet içindeki konumlarına dayanarak ve devletin sağladığı destekle Kürt halk, karşısında ekonomik siyasal etkileri güçlenen Kürt toprak ağalarını, aşiret reisleri ve şeyhlerini,  Kürt egemenleri,  burjuva-feodal Kürt egemen sınıfları olarak tanımlamak niye yanlış olsun?
Ulus olma ve ulusallık talep etme kapitalizmin olgularıdır. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, bir yandan ulusal talepler, öte yandan sınıf çatışmaları ve sınıfsal talepler gündeme gelir. Egemen ve ezilen sınıf ilişkisi, salt kapitalizme özgü bir olgu olmamasına rağmen, ezilen ezen ulus ilişkisi esas olarak kapitalizme özgü ve onun ürünüdür. Burjuvazi, kendi pazarı üzerinde denetim kurmak ve onu kendi başına sömürmek için ulusallık talebiyle harekete geçer ve toplumu peşinen sürüklemeye çalışır. Bu, ilişkinin bir yanıdır.
Öte yanda, ezen-ezilen sınıflar ilişkisi sürüp gitmektedir ve ezilen sınıfların, proletaryanın eylemi, burjuvaziyi katı sınıf tutumuna doğru harekete geçirir. Ulusallık talebi, sınıf olarak egemenliğini garantiye alma tutumu karşısında tali plana düşebilir, ulusal özgürlük talebi haline gelir. Ezilen ulusun egemen sınıfları, burjuvazisi, toprak ağaları ve Kültlerde olduğu gibi şeyh ve aşiret ağaları (bunların en irileri) egemen ulusun, egemen sınıflarıyla sınıfsal temelde kader birliği yaparak, ulusa ihanet edebilirler. Ancak bu durum onları egemen sınıf olmaktan çıkarmaz. Onların, ezilen ulus bağrındaki varlığı, egemen sınıf varlığıdır. Halkı ezer, baskı altında tutar ve sömürürler. Ayrıca, Kürt toprak ağalarının, aşiret reisleri ve şeyhlerinin, kapitalizm öncesi toplumsal yapının ürünü oldukları, Kürt köylülerini bu ilişki çerçevesinde ezip-sömürdükleri de bilinen bir gerçektir. Ticaret ve sanayi gibi sektörlerde uğraşan ve Kürt işçi ve emekçilerini ücret ilişkisi çerçevesinde sömüren Kürt burjuvalarının, Kürt burjuvazisi olamayacağı iddiası da Beşikçi’ye ait saçma bir iddiadır.
Burada kısaca da olsa gerçeğin bir başka yanına değinmekte yarar var. Eğer bugün Kürdistan’da önemli bir ulusal uyanış ve direniş varsa, bunda, ekonomik gelişmenin, geri toplum yapısını çözerek, sınıf farklılaşmasını hızlandırmasının rolü büyüktür. Kürdistan’da kapitalizmin gelişmesi, aşiret yapısının parçalanmasını, şeyhlik kurumunun etkisizleşmesini ve geri toplum yapısının çözülmesini birlikte getiriyor. Kapitalist gelişme, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak, giderek artan oranda Kürt emekçisini ulusal mücadelesinin içine çekerken, Kürt toprak ağaları, şeyhlik kurumu ve aşiret reisleriyle işçi ve emekçiler arasındaki çelişkinin büyümesine de yol açıyor, Aynı zamanda bu gelişmeler, Türk egemen sınıflarıyla, Kürt egemen sınıflarının kader birliği ve ilişkilerini de sarsıyor, tehdit ediyor. Kürt halkı, ulusal demokratik talepleri daha etkin ve daha kitlesel dile getirdiğinde, yalnızca diktatörlüğün ve Türk egemen sınıflarının Kürdistan’daki konumu sarsılmıyor, aynı zamanda, Kürt egemen sınıflarıyla, Türk egemen sınıfları arasındaki sınıf işbirliği de yara alıyor. Son dönemde, ulusal özgürlük mücadelesinin daha da yükselmesi karşısında, “bizde ayrılık-gayrılık yoktur” demagojilerinin yanı sıra, emperyalizm uşaklığında Türk kökenli burjuvaziyle birleşmiş, ulus düşmanı Kürt hainlerinin, “biz de Kürt kökenliyiz” yollu açıklamaları da, gelişmenin önünü alma ve özgürlük mücadelesini düzen sınırları içinde boğma planlarının bir parçasıdır. Bu aynı zamanda, bu kesimlerin, Kürdistan’daki etkin egemen konumlarını-yenileyerek sürdürme hesaplarıyla da ilişkilidir.
Kürtleri’de “sınıflar yoktur” anlamına gelebilecek, “Kürt egemen sınıfları, Kürt burjuvazisi, Kürt aydınları, Kürt işçi sınıfı yoktur” biçimindeki tespitleri, ulusal bilince sahip olup olmamaya bağlı olarak yapmak, hem Kürt toplumundaki nesnel gelişmelerin üstünü örtmektir hem de Kürt işçi ve emekçilerinin, kendilerini ezen Kürt toprak ağalarına, Kürt burjuvazisine ve aşiret reislerine karşı mücadelesini engellemeye çalışmaktır. Beşikçi bunu yapıyor. Kitaplarının herhangi birinde, Kürt işçi ve emekçilerine sınıfsal kurtuluşları için mücadeleyi önermemesi de bunu kanıtlıyor. O, elinden geldikçe, işçi ve emekçilerin devrimci Marksist bilince ulaşmamasını, bundan uzak durmasını sağlamaya çalışıyor; sınıf mücadelesinin, Kürt ulusal özgürlük mücadelesini zayıflatmağını düşünüyor.
Beşikçi, Kürt egemen sınıflarının ulusal hareket içinde, ya da ona karşı durumuna bakarak, onların tutumunun iki ‘ süreçte değerlendirilebileceğini; 1940’lı yıllara kadar, ulusal hareket için de yer aldıklarını, ancak ondan sonra bundan uzak durduklarını, bunun içinde Kürt egemen sınıflarının 1940’tan sonra egemen sınıf konumlarını kaybettiklerini söylüyor.
Bu, toplumsal gelişmenin ve toplumsal gelişme yasalarının reddi anlamına gelir. Büyük toprak ağalarının, aşiret reislerinin ve şeyhlerin “çok büyük bir” kısmının ajanlaştıklarını ve Kürt ulusal hareketine tamamen ters düştüklerini” söyleyen Beşikçi, “1940’lı yıllarda başlayan yeni süreç”in Kürt egemen sınıflarının “tamamen çökmesi” süreci olduğunu iddia ediyor. Ulusal hareketten uzaklaşmayı, ulusal taleplerde bulunmamayı, sınıf olarak “çökmek” biçiminde değerlendiriyor. Oysa bu kesimler, sınıf olarak çökmek şöyle dursun, o günden bu yana sınıf konumlarını ve devletle ilişkilerini daha da güçlendirdiler. Bu inkâr edilemez bir toplumsal gerçektir ve inkâr, nesnel olguların var olmalarını ortadan kaldırmıyor. Kürt egemen sınıfları vardır ve mevcut burjuva devlet onların sınıf çıkarlarının da koruyucusudur.
Beşikçi, “planlı, programlı bir şekilde ulusal talepler ileri sürme”yenlerin Kürt olamayacağını, Kürtlere ait bir kategori oluşturamayacağını düşünüyor. Şöyle yazıyor: “Ulusallık iddialarından dolayı sömürgeci devletle çelişen, yıpranmalarına ve zayıflamalarına rağmen Kürt kalabilen ve bu niteliklerini savunan kişilerin ve ailelerin var olduğu da kuşkusuzdur. Fakat bunların ‘Kürt burjuvazisi1 olabilmeleri ancak, planlı, programlı bir şekilde ulusal talepler ileri sürmelerine bağlıdır.” (Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi)
Ona göre; “Batman’da, Ergani’de, Tatvan’da ve benzer yerlerde”ki Kürt işçilerinin Kürt işçisi sayılabilmesi için, onların “Türk işçi sınıfı ideolojisi çerçevesinde örgütlendirilme”ye hayır diyerek, “ulusal ve demokratik harekete” yakınlaşmaları gerekmektedir. İşte, yeni bir “bilimsel yaklaşım”!
İdeolojilerin şu ya da bu ulusa ait sınıflara göre değişebileceği saçma iddiası bir kez daha önümüze çıkıyor. “Türk işçisi sınıfı ideolojisi” neden Kürt işçi sınıfının da ideolojisi olmasın? Beşikçi’ye, Lenin’den Marksizm-Leninizm’in hazinesinden örnekler sunmak gerekmiyor. Çünkü o, Marksizm’i her fırsatta reddediyor. Bilimsel düşünebilen herkes, ideolojilerin sınıfsal olduğunu ve uluslararası, evrensel nitelikler taşıdıklarını bilir. Marksizm-Leninizm, Kürt işçi ve emekçilerinin, ulusal özgürlük mücadelesine uzak durmalarını değil, bu mücadelenin başında yer almalarını, onların gerçek kurtuluşları ve nihai hedefleri açısından gerekli sayar. Bunu, milliyetçi olmaları, burjuva-gerici egemen sınıflarıyla birleşmeleri, “ulusal çıkarlar” adına burjuvaziyle uzlaşmaları olarak değerlendirmez Marksizm. Marksizm, ulusların baskı altına alınmasına ve köleleştirilmesine karşıdır. Ulusal baskı ve eşitsizliklerin, sınıf çelişkilerinin üstünü örterek, burjuvaziye yaradığını bilir ve ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini savunur. Beşikçi “Türk solu” lafazanlığını bir yana bırakarak, Türk ve Kürt Marksistlerinin birleşik partilerinin, Kürt işçilerini, ulusal özgürlük mücadelesinin başına geçmeye ve onu sosyalizm hedefine bağlayarak, işçi ve köylülerin özgürlüğü mücadelesine genişletmeye çağırdığını ve bunun fiili olarak gerçekleşmesi için Kürdistan’da örgütlendiğini görmeye çalışmalıdır. Beşikçi, sınıfların ve ulusların irade gücüyle oluşturulabileceğini düşünmektedir. “Çürümüş bir toplum” olarak değerlendirdiği Kürt toplumunda, bu durumun son on yıl içinde ve PKK’nın çabalarıyla değiştiğini iddia etmektedir. O şöyle yazıyor: “Kendisine Kürt’üm diyen, Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını savunan, hu sürece destek veren işadamlarının, ticaret ve sanayi ise uğraşan insanların da ortaya çıkması bu anlama gelmektedir.” İşadamlığı iradeyle oluşuyor Beşikçi’ye göre. İşadamları, sanayi ve ticaretle uğraşanlar ve üstelik ‘ben Kürdüm’ deyip, ‘Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını savunanların neden bir Kürt burjuvazisini oluşturamayacaklarını
Beşikçi açıklamıyor.
Burada sorunun bir başka yanına değinmekte yarar var. Bugün Kürdistan’da ulusal özgürlük mücadelesi gün geçtikçe gelişip yaygınlaşmaktadır. Ancak henüz, tüm ezilen ve sömürülen Kürt emekçileri bu mücadele içinde kitlesel olarak yer almış değillerdir. Kürt halkına yönelik bunca zulüm ve baskı ortadayken, Kürtlerin varlığı inkâr ve yaşamı tehdit ediliyorken, hem Kürt olmak ve hem de bütün bunlara karşı sessiz kalmak onaylanacak ve kabul edilecek bir tutum değildir. Kürt milliyetinden Marksistler bu durumun değişmesi için çalışmaktadırlar. PKK’nın eyleminin süreci, mücadelenin gelişmesi yönünde etkilediği de doğrudur. Ancak sınıfların, iradi tutumlar sonucu oluşabileceği iddiası ve yine kendi gerçek durumlarının bilgisine sahip olmayan ezilen sınıfların, burjuva partilerinin etkisi altında mevcut devlet sistemi içinde kalan davranışlarından hareketle onların bir sınıf oluşturmadıklarını ve Kürt ulusuna ait bir sınıf sayılmamaları gerektiğini söylemek bilim dışıdır ve “Bilim yöntemi” adına bilimin katle dilmesidir.
Beşikçi’nin “Bilim Yöntemi” ve Emperyalist Sömürgeciliğin Aklanması
İ. Beşikçi, “bilim adına”, toplumsal gerçekleri çarpıttığı gibi, emperyalizme, onda olmayan özellikler atfetmekten de çekinmiyor. O, “ulusal”, ya da uluslararası plandaki her olay ve olgunun “bilimsel” incelenmesinin merkezine Kürt sorununu koyarken, bir duyarlılığın belirtilmesi açısından belki de olumlanabilecek tutumunu uç noktaya vardırıyor ve “Kürdistan’ın durumu emperyalizm ve sömürge teorilerinin yeniden ele alınmasını, gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır” diyor. Ve ardından şunları yazıyor:
“Eğer 1920’lerde İngiltere’ye bağlı bir Kürdistan sömürgesi kurulmuş olsaydı, Kürdistan şimdiye kadar çoktan bağımsızlığına kavuşmuş olurdu. Hâlbuki Kürdistan ve Kürt ulusu, kendileri de emperyalizme bağımlı olan devletlerarasında bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Bu devletler ise Kürdistan’ı çok daha yıkıcı, gerici ve barbar yöntemlerle yönetmişlerdir. Hiçbir emperyalist güç, Türklerin, Arapların ve Forsların Kürdistan’da gerçekleştirdikleri yıkımları gerçekleştiremezdi. Ne 1920’lerde İngiliz emperyalizmi, ne de günümüzde Amerikan emperyalizmi.”
Beşikçi, emperyalizm ve sömürge teorilerinin yeniden ele alınmasının gerekliliği(!)ne neden olarak şu yukarıdaki varsayımları gösteriyor. Beşikçi’nin varsayımlardan hareketle bir durum değerlendirmesi mi yaptığı, yoksa emperyalist “sömürgeciliği”ni tercih mi ettiği burada pek açık olmasa da, aynı fikir ve iddianın kitaplarında birçok kez dile getirilmiş olması, onun bir tercih yaptığını gösteriyor.
Varsayımları bir yana bırakarak gerçeklere bakalım. Kürt halkını, kendi devlet sınırları içinde, boyunduruk altında ve zorbalıkla tutan ülkeler egemen sınıflarının bunu, emperyalizme dayanarak, ondan güç ve destek alarak gerçekleştirdikleri bir gerçektir. Nitekim Beşikçi’nin kendi de, -başka yerlerde aksini iddia etmesine karşın- bu ülkelerin emperyalist değil, emperyalizme bağımlı olduklarını söylüyor. Emperyalizm tahlillerinin gözden geçirilmesini önerdiğine ve emperyalist sömürgeciliğin daha az tahrip edici olduğunu söylediğine göre, bir tercih de yapan Beşikçi, emperyalizmin yıkıcılığını ve talanını şirinleştiriyor.
Bugün Kürt halkını doğrudan boyunduruk altında tutan devletlerle emperyalizmin -özellikle ABD- ilişkisi son derece açıktır, kürt halkına yönelik askeri saldırılar emperyalistlerin desteğiyle sürdüğü gibi, Kürdistan’ın mevcut statüsünün ayakta tutulmasının en önemli koruyucu gücü de emperyalizmdir. Ne Halepçe katliamı ABD emperyalizminden bağımsız gerçekleşti, ne de Türkiye Kürdistanı’nda uygulana-gelen imha ve asimilasyon faaliyeti, onun bilgisi ve etkisi dışındadır. Emperyalistlerin “Kürt hamiliği”, Kürtleri “koruma” demagojisiyle, Türkiye Kürdistanı’nda askeri birliklerini konuşlandırmalarının da Kürt halkının yararına hiçbir yanı yoktur.
Beşikçi, ulusal kurtuluş mücadelesi veren örgütlerin, emperyalistlerle ilişki kurabileceklerini söylüyor. Daha doğrusu bunu Kürtler ve PKK için olabilir görüyor. “Kürtler, bu arada PKK kendi ideolojilerinden temel düşüncelerinden, temel prensiplerinden taviz vermemek koşuluyla herkesle, her devletle ilişki kurabilir. Bu devletlerin içinde ABD’de vardır… Her şey hesap-kitap meselesidir… Eğer aldıklarıyla verdikleri arasında bir denge varsa, bu ilişkiyi sürdür-menin hiçbir sakıncası yoktur. ” (Özgür Halk dergisiyle röportaj)
Emperyalist devletlerle ve ABD ile ilişki kurarak ulusal kurtuluş-mücadelesi yürütmek, bu ilişki sürecinde, “alınan” ve “verilen” arasında bir “denge tutturmak” ne doğru bir tutumdur ne de ezilen bir ulusun devrimci kurtuluş hareketine önerilebilecek bir “seçenek”tir. Ulusal özgürlük mücadelesi, her şeyden önce, emperyalizme karşı verilmek zorundadır. Söz konusu ezilen ulus Kürt ulusuysa, bu daha da zorunludur. Çünkü Kürt ulusunu bağımlılık ilişkileri içinde tutan devletler, bunu en fazla ABD olmak üzere emperyalizme dayanarak yapabilmekte, Kürt halkını ulusal kölelik ilişkileri içinde tutabilmektedirler. Diğerleri bir yana, ABD, Türkiye’nin mevcut “üniter-devlet” yapısının ve bu yapı içindeki Kürt halkının kölelik durumunun devamından yana olduğunu her fırsatta açıklamakta Türk devletini ekonomik, siyasi, askeri, mali, diplomatik açıdan desteklemektedir. Emperyalistlerin ve ABD’nin Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’ndaki asker, cephane ve üsleri, Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı da bulunmakta ve gerektiği her durumda kullanılmaktadır. ABD, PKK’yı terörist örgüt” olarak gördüğü gibi, diktatörlüğün Kürt halkına ve PKK’ya karşı saldırılarını da meşru görmekte ve desteklemektedir.
Emperyalistlerle ilişki kurularak, gerçek anlamda ulusal özgürlük mücadelesi yürütülemez. Ekonomik-siyasal gücü sayesinde emperyalistler, özgürlük mücadelesine sızarak onu, emperyalizme zarar vermeyecek, dahası ona bağımlı gelişecek sözde bir kurtuluş hareketi biçiminde gelişmesi için her yola başvurma ve bunu başarma olanağına sahiptirler. Bunun için ulusal özgürlük mücadelesi, tutarlı bir anti-emperyalist çizgide yürütülmek zorundadır.
Emperyalizm ve ABD ile şu ya da bu biçimde ilişki kuran, ondan bir şeyler “alıp” bir şeyler “veren” ulusal kurtuluş hareketlerinin içine düştükleri durum gözler önündedir. İktidara geldikten sonra ABD ile ilişkileri geliştiren Sandinistlerin, Nikaragua’da iktidarı kaybettikleri bilinen en yakın örnektir. Emperyalistler, kırıntılar “vererek” halkların tüm zenginlikleriyle birlikte, özgürlüklerini de gasp ederler. Emperyalistlerin, ulusların özgürlüğü üzerine, propagandaları tümüyle yalana dayalı, ikiyüzlü ve sahtedir. Bugün, emperyalist propagandanın aksine, dünyanın neresinde olursa olsun, burjuvazi ve gericiliğin kaynağında durduğu ve sorunlu olduğu, eşitsiz ve zulme dayalı ilişkilerin tümü emperyalizme dayalıdır. Onun kapitalist kölelik sistemi tarafından üretilmekte ve sürdürülmektedir. Emperyalistlere ve ABD’ye dayanmaya ve onunla ilişkiler içinde “ulusal kurtuluş mücadelesi” vermeye çalışan Irak Kürt hareketinin, Barzani ve Talabani’nin başında bulunduğu hareketlerin durumu, emperyalistlerle ilişkilerin bedelini ortaya koyuyor. Emperyalistlerle kurulan bu tür ilişkilerin emperyalizme teslimiyete ve emperyalizm işbirlikçiliğine götürdüğünün çokça örneğini vermek mümkündür. Ancak, emperyalistlerle ilişkiler içinde kazanılmış gerçek bir bağımsızlıktan söz etmek mümkün değildir. Kürt halkı emperyalizme ve ABD emperyalizmine karşı tutarlı bir mücadele vermeden özgürlüğü kazanamaz, koruyamaz.
İsmail Beşikçi’nin emperyalistlerle ilişki kurulmasında sakınca görmemesi, onun emperyalizme atfettiği “olumlu” özelliklerle birlikte değerlendirildiğinde, daha da çarpıcı olmaktadır. Beşikçi emperyalist sömürgeciliği, emperyalizme bağımlı ülkelerin “sömürgeciliği”ne tercih ediyor. O, emperyalist sömürgeciliğin tahrip edici olmadığını, uluslararası emperyalist kuruluşların sömürgeciliğe karşı savaştığını düşünüyor ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nün sömürgeciliğin tasfiyesi için çalışan bir örgüt olarak gösteriyor. Beşikçi’ye göre emperyalistler, halkları yok etmek için, kimyasal ve biyolojik silah kullanmazlar. “Öle yandan kimyasal ve biyolojik silahlar kullanarak halkı fiilen yok etmeye çalışmak emperyalistlerin değil, onun bölgedeki yerli işbirlikçilerinin uyguladığı politikalardır.” (Devletlerarası Sömürge Kürdistan sf. 38)
Beşikçi, emperyalistleri, halkların bu en azgın düşmanlarını aklıyor, bunu, henüz izleri taze olan yaşanmış olayları yok sayarak yapıyor. ABD emperyalizminin Vietnam vahşetini halklar henüz unutmadı. “Kürt dostu” bir yazarın hatırı için de olsa yakın tarihin bu en büyük vahşetlerinden birini kimse unutamaz, unutmamalıdır. Emperyalistler, çıkarları için halkları toplu olarak imha etmekten, onlara karşı kimyasal ve biyolojik silahlar da dâhil her türlü silahı kullanmaktan geri durmazlar. Bu silahları efendilerinden habersiz, efendilerinin iradelerine karşın kullanmıyorlar. Eğer, Irak, Halepçe’de 5000 kişinin ölümüne yol açan kimyasal silah kullandıysa bunu emperyalistlere rağmen ve onlardan tümüyle habersiz yapmadı. Ayrıca, ABD emperyalizminin Körfez savaşında yüz bin ton civarında bombayı Irak halkının üzerine yağdırması gerçeği orta yerde dururken, “halkı fiilen yok etmeye çalışma”nın emperyalizmin politikası olmadığını söylemek, tarihi ve toplumsal olayları çarpıtmak olduğu gibi, halkların, emperyalizme karşı silahsızlandırılması çabasına bir katkıyı da ifade etmektedir.
Beşikçi, “bilim yöntemimin olgulardan yola çıktığını söylüyor, ancak olguları ya görmezden geliyor ya da işine nasıl geliyorsa öyle yorumluyor. Bu bilimi katletme tutumudur. Emperyalizme ve emperyalist kuruluşlara ilişkin hoşgörüsünün sonucu olarak, Birleşmiş Milletlerle ilgili şunları yazıyor Beşikçi.
“Kürt sorunu gibi sorunlar, Birleşmiş Milletlerin önünde duran en önemli sorunlardır. BM İkinci Dünya Savaşı sonunda sömürgeciliğin tasfiyesinde önemli bir rol oynadı. İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Portekiz, İspanya gibi, emperyalist ve sömürgeci güçlere karşı sömürgelerin yanında yer aldı. Fakat Kürt sorunu, Kürdistan’ın bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış yapısından dolayı milletler cemiyetinin de, BM’nin de gündemine gelmedi, gelemedi.” (age, sf. 52)
Bu satırları okuyan bir kişi eğer gerçekleri bilmiyor ve sömürgelerin kurtuluşu hakkında bilgiye sahip değilse, BM örgütünü, halkların kurduğu yanılgısına kolayca kapılabilir. Beşikçe, içinde İngiltere, Belçika, Hollanda, ABD gibi devletlerin yer aldığı bir örgütün, yine, İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya, Hollanda gibi devletlere karşı, onların sömürgeci uygulamalarına karşı tutum aldığını, dahası sömürgeciliğin tasfiyesinde önemli bir rol oynadığını iddia edebiliyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, uluslararası alanda yaşanan birçok olgu ve olay var. Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist cephenin, en zayıf halkasını oluşturan Rusya’da yarılması ve Sosyalist Sovyetler Birliği’nin ortaya çıkması, başka şeylerin yanı-sıra emperyalist sömürgeci politikanın eskisi gibi sürdürülmesini de olanaksız kıldı. Sovyet devrimi ezilen, sömürge ve bağımlı halklara, kurtuluşun yolunu gösterdiği gibi, anti-sömürgeci mücadelenin fiili destek üssü de Sosyalist Sovyetler Birliğiydi. İkinci Dünya Savaşı’nın, başını Nazi Almanyası’nın çektiği emperyalist devletler bloğunun yenilgisiyle sonuçlanması ve bu savaşta, Sosyalist Sovyetler Birliği’nin Hitler faşizmine karşı, sosyalist anayurdun savunulması ve D. Avrupa başta olmak üzere, emperyalistlerin işgali altında bulunan halkların kurtuluşuna sağladığı olağanüstü destek sonucu, dünyanın ezilen halkları nezdinde sahip olduğu yüksek prestij, emperyalist sömürgeci politikanın eskisi gibi sürdürülmesini daha da imkansız hale getirdi. Emperyalistler yeni sömürgecilik politikasını geliştirdiler. Kapitalist emperyalizm sahip olduğu ekonomik-mali güç sayesinde, siyasal bakımdan görünür bağsızlığa sahip olan ulusların yaşamına hükmedebiliyordu. Beşikçi, ilkin, emperyalist sömürge politikasındaki bu değişikliği görmezden geliyor, dahası sözde siyasal bağımsızlık görünümü altında sürüp giden emperyalizme bağımlılığı, “bağımsızlık”, “özgürlük” olarak gösteriyor. İkinci olarak da, bir dönemler SB, Çin gibi ülkelerin BM’de yer alışını ve henüz açık emperyalist politika gütmezden önce, halkların özgürlüğünden yana tutum almalarını hesaba katmadan, BM’yi “anti-sömürgeci” bir kuruluş olarak gösteriyor. Böylece, emperyalistlerin oluşturduğu bir örgütün bugün Kürt halkının ulusal özgürlüğü için mücadele edebileceği gibi saçma ve aldatıcı bir sonuca ulaşıyor. Bu sonuca gelmezden önce de, BM’yi emperyalist sömürgeciliğin tasfiyesinde “önemli bir rol oynamakla şereflendiriyor!
Beşikçi, gerçekleri çarpıtıyor ve yanlış yapıyor.
Emperyalizm, tüm revizyonist iddialara karşın nitelik değişimine uğramadı. O, yine pazarların, hammadde ve ucuz işgücü kaynaklarının paylaşımı ve ilhakını, ulusların köleleştirilmesini, siyasal gericiliği, talan ve yağmayı ifade etmektedir. Emperyalizm, savaş ve gericiliğin kaynağıdır. Emperyalist sömürgeciliğin niteliği değil, biçimi değişti. Ve bu yeni bir olgu da değildir. Artık, geri ülkelerin doğrudan işgali yerine esas olarak, ezilen geri ulus ve halkların biçimsel bir siyasi bağımsızlık görü-nümü altında, ekonomik, mali, askeri, siyasi, kültürel, ahlaki vb. açıdan köleleştirilmesi yöntemi almıştır. Ancak bu yöntem, doğrudan işgalleri hiçbir zaman tümüyle dışlamamaktadır. Gerekli görüldüğünde dar, ya da bölgesel savaşlara başvurulabiliniyor. Grenada, Panama ve Irak işgalleri bunun somut kanıtlarını oluşturuyor. ABD’nin dünyanın hemen her tarafını kendi çıkar bölgesi ilan etmesi, çıkarlarının “zarar gördüğü” her yere, asker çıkarma, tehdit, şantaj, abluka vb. ile müdahale etmesi, “emperyalizmin ve sömürgeciliğin yeniden değerlendirilmesini” savunanların gerekçelerini yerle bir ediyor. Emperyalizm, ulusların kaderlerini tayin hakkının gerçekleştirilmesinin önündeki en büyük engeldir. Emperyalizme darbe vurulmadan, köle bir ulusun özgürleşmesinin olanağı yoktur. Ulusal özgürlük sorunu bu yönüyle de bir iç sorun olmaktan çıkmış, uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Günümüz pratiği bunu bir kez daha kanıtlıyor.
Beşikçi’nin, emperyalizmi olumlamasının bir göstergesi de, onun “Kuveyt’in kurtarılması”ndan söz ederken, Irak’ın yağmalanmasını görmezden gelmesidir. Kuşkusuz onun bu tutumuna yol açan, BAAS gericiliğinin Kürtlere yönelik soykırım hareketidir. Ancak bu doğru bir tutum değildir. Irak geddiğinin Kürt halkına yönelik saldırılarını lanetlemek, hiç de emperyalist orduların Irak’ı yağmalamasını olumlamayı gerektirmiyor.
Beşikçi, emperyalist sömürgeciliğin Türk sömürgeciliğinden daha az yıkıcı olduğunu iddia ederken, Türkiye’yi emperyalist bir ülke olara değerlendirme yanlışına da düşüyor. “Bağımsız Türkiye” sloganının “emperyalist ve sömürgeci bir içeriğe sahip olduğu’nu iddia eden yazar, “Türk solu”nun “Kemalistliği”ni bir de bu açıdan kanıtlamış oluyor! Şöyle yazıyor: .
“Bağımsız Türkiye Türk milliyetçiliğinden kaynaklanan milliyetçi bir slogandır. İçeriğinde, Kürdistan üzerindeki emperyalist bölüşümü onaylama politikası gizlidir. Kürt ulusuna karşı sürdürülen böl-yönet’ politikalarını onaylamaktadır. Resmi olarak Edirne’den Hakkâri’ye kadar olan toprak parçasının adı Türkiye’dir. Hâlbuki bu toprak parçalarından bir kısmı Kürdistan’ın Kuzey taraflarıdır. Ve bu topraklar, Lozan emperyalist bölüşümü sırasında bu sınırların içine katılmıştır. İşte ‘Bağımsız Türkiye’ böyle bir emperyalist ve sömürgeci içeriğe sahip olduğu halde, Türk solunun temel şiarlarından biridir.”
“Bağımsız Türkiye” sloganının “emperyalist ve sömürgeci bir içeriğe sahip olduğu” iddiası zorlama bir tespite dayanmakta ve gerçeği ifade etmemektedir, Türkiye, “Edirne’den Hakkâri’ye kadar” olan topraklar olarak kabul edilsin, ya da edilmesin, emperyalizm karşısında bağımsız bir ülke değildir. Türkiye devlet olarak, ekonomik, siyasi, askeri, mali ve diplomatik alanda emperyalizme bağımlıdır. Biçimsel bir siyasal bağımsızlığa sahip olan Türkiye, emperyalizmin yarı ya da yeni-sömürgesidir. Bu bakımdan Türk işçi ve emekçilerinin de emperyalizme karşı mücadele sorunları vardır. “Bağımsız Türkiye” sloganının “emperyalist ve sömürgeci içeriğe” neden ve nasıl sahip olduğunu anlamak mümkün değildir. Türkiye’nin emperyalizmden bağımsızlaşmasının Kürt halkına neden zararı olsun. Burjuva bakış açısına sahip olunmadığı ve burjuvaziye ilerici bir özellik atfedilmediği sürece, emperyalizmden bağımsızlaşmanın, yani ekonomik, siyasi, askeri, mali, diplomatik ve kültürel alanda emperyalizme olan bağımlılığın son bulmasının ancak, halkın ve proletaryanın devrimci mücadelesi sonucu mümkün olabileceği açıktır. İşçi ve köylülerin devrimci, demokratik bir Türkiye’yi kurmaları Kürt halkının zararına değil, yararınadır. Bu, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin de yararınadır. Emperyalizmden bağımsızlaşma, emperyalizmin egemenliği hedeflenmeden mümkün değildir. Türkiye’deki mevcut düzenin ve Kürdistan’ın mevcut statükosunun, emperyalizm ve yerli gerici sınıfların-işbirliği temelinde ayakta tutulduğu bir gerçektir. Emperyalizme vurulacak her darbe, Türkiye gericiliğine de vurulmuş demektir.
Türkiye başka şeylerin yanı sıra, kendisi de emperyalizme bağımlı olan çok uluslu bir ülke olmanın çelişkilerini içeriyor. Türk ulusu, ezen konumda ve Kürt ulusu ezilen konumdadır. Bu statü emperyalizm ve Türk egemen sınıflarının işbirliğiyle ayakta tutulmaktadır. Emperyalizm, içteki gerici toplumsal dayanakları sayesinde, egemenliğini sürdürürken, doğrudan hedef olmaktan da kurtuluyor. Sırtını emperyalizme dayayan Türk tekelci burjuvazisi, Kürt gericiliğini de yedekleyerek, Kürt ulusunu ezilen ulus konumunda tutmakta ve Kürt halkına inkâr ve imhayı dayatmaktadır. “Bağımsız Türkiye” sloganının, Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkının tanınmasını reddeden ve Türk ulusunun Kürt ulusu karşısındaki ezen ulus konumunu perdeleyen bir içeriği yoktur.
Beşikçi, bölge gericiliklerini emperyalizmden daha tehlikeli saydığı için -o bunu yukarıda aktardığımız alıntıda açıkça ifade ediyor- bu tehlikeli düşmana karşı her tutumu doğru bir tutum olarak görmekte ve bölge gericiliklerine karşı emperyalizmle ittifak yapılabileceğini düşünmektedir. Nitekim Özgür Halk’ın Şubat 1992 sayısındaki röportajda bu düşüncesini açık olarak ortaya koymaktadır.
Beşikçi UKKTH sorununda kapitalistleri, sosyalistlerden “daha yapıcı” görüyor.
Beşikçi, toplumsal sistemleri sınıfsal açıdan, sınıfların konumları, çıkarları ve tutumları açısından değil, ulusal açıdan, ulusların konum ve çıkarları açısından değerlendiriyor. Karşılaştırmada kıstas olarak da Kürt ulusu karşısındaki tutumu alıyor. Şu satırlar ona ait:
“Sorunu UKKT hakkı gibi, sosyalizmin temel prensipleri açısından bakılması son derece yanıltıcı sonuçlar ortaya çıkarmakladır, imli durumlara bakıldığında sosyalist ve kapitalist devletlerin politikaları arasında önemli farkların olmadığı bilinmelidir. Halta görmezden gelme, duymazdan gelme rolünde birinci gruptakilerin çok daha başarılı olduğu bilinmektedir” (Devletlerarası Sömürge Kürdistan)
Hemen belirtelim ki, ezilen, bağımlı ve sömürge bir ulusun özgürlüğü sorunu karşısında alınacak tutum, Marksist-Leninistler açısından temel bir öneme sahiptir. Marksist-Leninistler, proletaryanın, kendisiyle birlikte tüm insanlığın kurtuluşunu sağladığı bir toplumsal düzeni hedeflemektedirler. Sosyalizm, bu hedefe ulaşmanın ilk adımlarının atıldığı, kapitalizmin ve burjuva egemenliğinin etkisiz kılındığı, ulusal köleliğin ve ulusal eşitsizliklerin son bulduğu bir toplumsal sistemdir. Kapitalizm, ulusları ve ulusal eşitsizlikleri barındıran, ulusal kavgalara yol açan, ulusal baskı ve köleliğe kaynaklık eden bir toplumsal sistemdir. İleri ulusların geri kalmış uluslar üzerinde egemenlik kurmaları, esas olarak, egemenlik peşinde koşan burjuva sınıfın, burjuvazinin pazar kavgasının sonucu olarak gerçekleşmektedir. Burjuvazinin eşitlik ve özgürlük sloganları, işçi ve emekçiler acısından gerçeği yansıtmadığı ve sözde kaldığı gibi, baskı ve boyunduruk altındaki uluslar açısından da bir yalandan ibarettir.
Sosyalizm, baskı ve zulmün nedeni olan toplumsal eşitsizliklerin kaynağını, kapitalist özel mülkiyet sistemini tasfiye ederek, ulusların baskı altına alınmasının nedenlerini de ortadan kaldırır. Ulusların baskı altına alınmasından çıkarı olan burjuvazidir. İşçi ve emekçilerin hangi milliyet kökeninden olursa olsunlar, bir başka ulusun -esasta o ulusun işçi ve emekçilerinin- baskı altına alınmasından hiç bir çıkarı yoktur. Aksine ulusal baskı,  ulusal ayrıcalıklar işçi ve emekçilerin birliği ve dayanışmasını engellediği ve onların burjuvazi tarafından aldatılmasını olanaklı kıldığı için, işçi sınıfı ve sosyalistler için savaşılması, yok edilmesi gereken olgulardır.
Beşikçi, UKKT hakkının sosyalistler tar rafından savunulmasına Kürtlerin güvenmeleri ve inanmalarını istememektedir. O, bu düşüncelerini “sosyalistlerin pratiğine” dayandırmaya çalışmaktadır. Yukarıda aktardığımız alıntıdaki düşünceleriyle Beşikçi, birçok gerçeği bir hamlede reddetmekte, karıştırıp bulanıklaştırmaya çalışmaktadır. Birinci olarak, o, ulusların gerçek eşitlik ve özgürlüklerinin sosyalizmle gerçekleşme yoluna gireceği gerçeğini inkar ederken, kapitalist restorasyon sonucu ulusal boğazlaşmaların ortaya çıktığı eski SB ülkelerindeki durumu örnek göstererek, bu iddiasını güçlendirmeye çalışıyor. Ekim Sosyalist Devrimi’nin proletarya ve ezilen halkların, bağımlı ve sömürge ulusların yaşamında yol açtığı temel devrimci değişikliklerin üstü örtülerek, Kruşçevçilerle başlatılan geri dönüş sürecinde, modern revizyonist, sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin izlediği politika sosyalizme mal ediliyor. Öncesi dönem ise, iç ve dış koşullardan, ilk sosyalist ülkenin karşı karşıya bulunduğu sorun ve zorluklardan bin kat direnci artmış devrilmiş gericiliğin ve emperyalist kuşatmanın saldırılarından soyutlanarak ele alınıyor ve suçlanıyor. Beşikçi, Kürdistan’ın bölünüp parçalanması ve Kürt ulusunun boyunduruk altına alınması karşısında Bolşeviklerin “yanlış bir tutum izledikleri” iddiasındadır. Öcalan’ın da tekrarladığı ve “reel sosyalizmin olumsuzluğu”nun kanıtı saydığı bu iddia, gerçeği mi ifade ediyor?
Bolşevikler önderliğindeki Sovyet proletaryasının, emperyalist gericilik cephesini o günün koşullarında en zayıf halkayı oluşturan Rusya’da yardığı dönemin özellikleri doğru değerlendirilmeden, Bolşeviklerin tutumu doğru kavranamaz.
Bolşevikler, kapitalizmin dengesiz gelişme yasasının bilgisine sahiptiler. Bolşevik devrimi “en ileri kapitalist” olmayan ve fakat en zayıf halkayı oluşturan topraklarda gerçekleşti. Bolşeviklerin, gelişmekte olan Alman devriminden, hatta Avrupa devriminden çok şey bekledikleri ve proletaryanın, burjuvaziye ve uluslararası sermayeye karşı uluslararası saldırısına büyük değer verdikleri biliniyor. Sosyalizmin tek ülkede zaferi ve inşasının ve yenilgi ve geri dönüşün engellenmesinin önemli oranda buna bağlı olduğunu da başta Lenin olmak üzere, Bolşevik önderler, birçok kez dile getirmişlerdi.
Ancak, gelişmeler, Bolşeviklerin beklentileri yönünde olmadı. Alman ve Avrupa devrimi gerçekleşmedi. Bolşeviklere düşen, burjuvazi ve emperyalizm karşısında diz çökmek değil, başlatılan yolda, sosyalist inşa ve sosyalist Anavatan’ın savunulması yolunda ilerlemekti. Bolşevikler, uluslararası durumun somut ve doğru tahlilini yaparak, hem, içte devrilmiş gericiliğin eskiyi geri getirme çabalarıyla başa çıkma, bu gerici çaba ve girişimleri, sahipleriyle birlikte etkisizleştirip tasfiye etme ve hem de, burjuva-emperyalist cephenin varıldığı Rusya’yı sosyalist bir üs olarak değerlendirerek, uluslararası proletaryanın ve ezilen köle halkların devrimci kurtuluş mücadelesinin gelişmesi için çabalarını yoğunlaştırdılar. 1917’den 1950’li yılların ortalarına kadar olan dönem, burjuvazi ve proletaryanın kendi düzenlerini kurma kavgasının eksik olmadığı bir dönemdir. Bu dönemde tüm zorluklarına ve olumsuz iktisadi koşullara ve yetişmiş sosyalist insan gücü kaynaklarının yetersizliğine rağmen, proletarya ve ezilen uluslar hem SB’de ve hem de uluslararası alanda çok büyük kazanımlar elde ettiler. Sovyet ulusları, ulusların ve dillerin tam hak eşitliğinin sağlandığı bir kardeşlik ortamında, gerçek bir enternasyonal dayanışma içine girer ve ulusal kavgalar son bulurken, dışarıda, SB ezilen, bağımlı ulusların özgürlük mücadelesinin en büyük desteği ve dostu oldu. Bolşevikler, ezilen halklara, maddi, manevi her türlü desteği verdiler. Güdük de olsa anti-emperyalist hareketleri, ulusal kurtuluş savaşlarını desteklediler.
Kuşkusuz Bolşevikler için, hedeflerine ulaşmak, Sosyalist Sovyetler Birliği’ni ayakta tutmak ve düşman saldırılarından korumak başta gelen bir görevi oluşturuyordu. Bazılarının iddia ettiği gibi bu hiç de ulusal çıkarların savunulması anlamına gelmiyor. Uluslararası proletarya, Rusya topraklarında bir devrimci üs kazanmıştı. Bu korunup geliştirilmeliydi. Başka alanlarda ileri mevziler kazanmak bir yanıyla bu devrimci üssün elde tutulmasına bağlıydı. Sosyalizmden ve proleter enternasyonalizminden yana kaygı taşımayanlar, dar milliyetçi bakış açısına sahip olanlar bunun önemini kavrayamazlar.
Bolşevik Devrimi, anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerini doğal müttefik kabul ediyordu. Bolşevik Devrimi, Birinci Dünya Savaşı’nın enkazı üzerinde, Çarlığın yenilgisi sonucunda gerçekleşmişti. Bu devrim aynı zamanda, Anadolu ve Ortadoğu’da bir işgal gücü olarak bulunan İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin saldırısıyla karşı karşıyaydı. Lenin ve Stalin önderliğindeki Bolşevikler, doğal olarak, “güdük” bir anti-emperyalist “Türk burjuva devrimi” saydıkları, Kemalistlerin, İngiliz ve Fransız işgalcilerine ve onların kuklalarına karşı yürüttüğü kurtuluş mücadelesini desteklediler. Sonraki gelişmesi içinde “işçi ve emekçilere karşı”, Kürt halkına karşı gerici, karşı-devrimci karakteri daha da güçlenen bu hareketin desteklenmemesi, açık ki İngiliz ve Fransızların işgalinin onaylanması ve onların Anadolu ve Ortadoğu’yu sömürgeleştirerek SB sınırlarına dayanmasını kabul etme anlamına geliyordu. Bolşevikleri, bunu kabullenmedikleri için suçlamak, dar ulusal çıkarlardan başka bir şey görmemek demektir. Sonraki süreçte, Stalin’in sağlığında, Sovyetler Birliği ve SBKP’nin, Kürt halkına yönelik Türk, Arap ve Fars saldırı ve baskılarını desteklediklerinin somut, hiçbir kanıtını ise kimse gösteremiyor. Ucuz yöntemlerle bu konuda sadece suçlama yapılıyor.
Sosyalist Sovyetler Birliği’nin, Kürt ulusal özgürlük mücadelesine, içinde bulunulan duruma bağlı olarak destek verdiğinin ise bazı örneklerinden söz etmek mümkündür. Irak ve İran Kürdistanı’nda gelişen mücadelede, değişik dönemlerde Sovyetler Birliği silah ve cephane yardımı yaptığı gibi, bu ülke toprakları, Kürt önderliğinin sınıf karakterinden bağımsız olarak, Kürt hareketinin yönetici kadrolarına ve savaşçılarına sığınma yeri, barınak olabilmiştir. “Mahabat Kürt Cumhuriyeti”nin kuruluşunda Sovyet desteği söz konusudur. Siyasal destek verilmiş, cephane yollanmıştır. İran ve Irak KDP yöneticileri bunu inkâr etmiyor. Barzaniler SB’ye sığınmış orada hazırlıklar yaparak yeniden Irak Kürdistanı’na dönmüşlerdir. Türkiye Kürdistanı’nda gerçekleştirilen katliamların Bolşevikler ve Stalin tarafından tasvip edildiği ve desteklendiği suçlaması ise yalnızca bir suçlamadır ve Sovyetler gerçeği dikkate alınmadan yapılmış bir anti-Sosyalist saldırıdır. Sosyalist Sovyetler Birliği’ni, karşı karşıya bulunduğu zorluklara karşın tüm dünyada fiili engellemeler yapabilecek bir güç olarak görme yanlışına düşmektir.
Kısaca Beşikçi ve onun gibi düşünenlerin Bolşeviklere ve sosyalist olarak kaldığı sürece Sovyetler Birliği’ne yönelttiği eleştiriler haksızdır ve kaynağını uluslararası anti-sosyalist propagandadan almaktadır.
Beşikçi, iddialarını güçlendirmek kaygısıyla, restorasyon öncesi ve sonrası Sovyetler Birliği arasında herhangi bir fark gözetmiyor, ayrım yapmıyor. Kruşçevcilerin, Gorbaçovcuların, bu kapitalist yolcu ve emperyalizm işbirlikçilerinin, halkların köleleştirilmesi ve ücretli kölelik düzeninin ayakta tutulması için, emperyalist ve gericilerle, yaptıkları işbirliği ve işledikleri suçlan sosyalizme ve sosyalistlere. “fatura” etmeye çalışıyor, Bu konu üzerinde uzun uzun durmaya gerek görmüyoruz. Sosyalizme yönelik suçlamalarını bugünkü “SB”yi, (artık var olmayan, emperyalist SB’yi) örnek göstererek kanıtlamak isteyenler, kendileri bile Marksist olduklarını söylemeyen gericileri Marksist ilan ederek onların şahsında gerçek Marksist-Leninistleri suçlamayı çıkarlarına uygun görenlerdir.
Beşikçi’nin, anti-Marksist, anti-sosyalist olduğu kadar, bilimsel de olmayan düşünce ve iddialarının tümünü burada ele almayı gerekli görmüyoruz. Onun, burjuva bilim adamı objektifliğine bile sahip olmadığı, çeşitli konulara ilişkin (bu yazı kapsamında değerlendirmeye çalıştığımız) düşünceleri dikkate alındığında açıkça görülecektir.
İsmail Beşikçi, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü olan Marksizm’e-Leninizm’e ve sosyalizme karşı önyargılı ve taraftır. Onun ulusal soruna ilişkin düşünce ve önermeleri burjuva bakış açısını, burjuva çerçeveyi aşmıyor. Ulusal baskının ve sömürgeciliğin kaynakları konusunda doğru bir bakış açısına sahip olmadığı gibi, emperyalizmi aklayan görüşlere sahiptir. Beşikçi Kürt halkının özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde, dayanışma ve tam bir birlik içinde olması zorunlu olan doğal müttefiklerini önemsemez ve Türk işçi ve emekçilerine karşı bir güvensizlik geliştirmeye çalışırken, emperyalizmin Ortadoğu’daki saldırgan gücü İsrail Siyonizm’ini, -Araplara karşı konumundan yola çıkarak- Kürt halkının “doğal müttefiki” ilan edecek denli yanlı ve önyargılıdır. Beşikçi, burjuva-ulusalcı bir çizginin Kürt işçi ve emekçileri için yeterli olduğunu, “sınıf bilinci”, ya da Marksist-Leninist bilincin onlar için gerekli olmadığını düşündüğünü açıkça ilan ediyor.
Sonuç olarak, Beşikçi tarihsel olayları, tüm aksi iddialarına karşın “Bilim yöntemi” ile irdelememekte, olgu ve olayları tek yanlı ve işine geldiği gibi ele almaktadır. Onun önermeleri doğrultusunda hareket edildiğinde, Kürt işçi ve emekçilerinin gerçek anlamda özgür olması ise mümkün değildir. Kürt işçi ve emekçileri, Beşikçi’nin bakış açısıyla hareket edemezler, etmemelidirler. Beşikçi’nin önermeleri Kürt işçi ve emekçilerinin yararına değildir.

Mayıs 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑