“Sosyalizmin sorunları”nın oportünist yorumu ya da Doğu Perincek’in Anti-stalinizm’i

Son beş-altı yılın tartışmalarını izleyen herkes açıkça görür ki; sosyalizmin teori ve pratiğine yönelen saldırı başlıca üç yönden gelmektedir: Birincisi, doğrudan emperyalist propaganda odaklarının sağladığı cephaneden yararlanarak sosyalizme saldıran, “çoğulcu”, “güler yüzlü” vb. sosyalizm iddiasıyla ortaya çıkıp Marksizm-Leninizm’e cepheden tutum alan liberal-aydın “sosyalistlerden; ikincisi uluslararası ve ulusal planda her türden gericilikle birleşerek Marksizm-Leninizm adına anti-Stalinizm’i meslek edinmiş Trokçkistlerden; üçüncüsü ise, bu liberal-aydın sosyalizmini ve Troçkizm’i “eleştirerek” kendisini radikal Marksist-Leninist olarak tanımlayan, ama gerçekte sınıf işbirlikçisi, oportünist ve revizyonist olan mihraklardan. Birinci ve ikinci kategoriden olanların amaç ve tutumları, açıkça söyledikleri için biliniyor. Üçüncü kategoriden olanlar ise amaçlarını saklamak için oportünizmin bütün tarihsel birikiminden yararlanarak içi boş laf kalabalığı içinde kendilerini saklamaya çalışıyor, burjuva görüşleri Marksist bir cila ile pazarlamayı kendileri için ticari bulmaya devam ediyorlar. Bu kategoriye girenlerin başını da Türkiye tarihinin yetiştirdiği en iflah olmaz oportünist D. Perinçek çekiyor.
1960’lı ve 70’li yıllarda devrimci mücadele içinde az çok yer almış olanlar, D. Perinçek’in cuntacılıktan devrimcileri ihbara, burjuvaziyle ittifaktan ABD emperyalizminin çıkarlarının radikal savunuculuğuna varan kariyerini bilirler. Ama 12 Eylül karanlığının devrimci mücadelenin geçmişiyle arasına kalın bir sis perdesi çektiği düşüncesiyle olacak, bu iflah olmaz oportünist, 12 Eylül sonrasında kendisini bir “sosyalizm emektarı” olarak lanse etmeyi başlıca amaç edindi. Daha 12 Eylül mahkemeleri önünde diz çökmesinin, Türkeş’le aynı ağzı kullanarak “yargı önüne çıkarılmasının bir hata olduğunu”, kendisinin “teröre karşı savaştığını” cuntanın yapmak istediklerini desteklediğini söylemesinin mürekkebi kurumadan keskinlik taslamaya, emekçilerden, halktan, cuntanın kötülüğünden, sosyalizmden söz etmeye koyuldu. O gün bugündür pratikteki bütün uzlaşıcı, yasala tutumuna karşın Perinçek, radikal bir sosyalizm yanlısı imajı oluşturmak için elinden geleni yapıyor.
Perinçek, Troçkizm’in tarih sahnesine çıkmasından bu yana Marksizm-Leninizm’i savunmanın başlıca ölçütünün Stalin sorununda düğümlendiğini bilenlerdendir. Bu yüzden de o, 1980 ortalarından itibaren daha da belirleyici olan bu “mihenk taşı”nın, açıkça Stalin karşıtı olan cephesinde ver almamaya özen gösterdi. Hatta liberal-Troçkist cephe karşısında bir “Stalin savunucusu” olarak görünmeyi yeğledi. İmajını pekiştirmek için “Stalin’den Gorbaçov’a” adında bir de kitap yazdı.
Anlaşılacağı gibi kitabın iddiası “sosyalizmin sorunları”na ışık tutmak. Bu ışığın hangi ideolojik kaynaklardan tutulduğunu bu yazı boyunca göreceğiz. Ama önce bir vurgu yapmak gerekiyor.
Kitabın üstünde “Ukranya”lı bir maden işçisi”nin fotoğrafı var. Önsözde D. Perinçek bu fotoğrafı kastederek:
“Bu kitapta yer alan her satırı yazarken bana baktığını hissettiğim insan, işte kapakta size bakan o ‘yasaklı adam’dır. Yalnız ona karşı sorumluluk duydum. Onun bakışını anlamaya çalıştım” diyor ve okuyucuyu, bu kitabı işçilerden yana bir tulumla yazdığına dair koşullandırmaya çalışıyor ve bu türden dramatik yaklaşımlarla, okuyucunun satır aralarından dikkatini uzaklaştırmak için daha önsözden itibaren özel bir çaba harcıyor. Ama yazar Doğu Perinçek ve okuyucu da yazar hakkında az çok bir bilgiye sahipse; her paragrafta kapaktaki işçinin yerine D. Perinçek karşınızda oturuyor. Yazılan her paragrafın 25 yıldır kaşarlanmış bir oportünizm harikası olan Aydınlık revizyonizminin üstünü örtmek, sınıf işbirlikçisi politikalara kılıf geçirmek için yazıldığını fark ediyorsunuz. Çünkü Aydınlık oportünizmi ve D. Perinçek öyle bir kariyere sahip ki kendisini en tutarlı “sosyalist” göstermek için başvurduğu açıklamalarda bile mızrak çuvala sığmıyor. Örneğin kitabın 10. sayfasında, “Stalin günümüz pratiği ve teorisi açısında da çok önemli. Çünkü Bilimsel Sosyalizmi aşmak isleyenler de, yıkmak isteyenler de işe Stalin eleştirisinden başlamak zorundalar ve öyle davranıyorlar” diyor. Ama aynı kitabın 13. sayfasında, Stalin’le özdeş olduğunu kendisinin de vurguladığı SB tarihi için “Sovyetler Birliği Tarihi, bizim teorik çalışmamızın ancak yüzde beşini işgal etmelidir. Çünkü oraya ayrılan zaman, bugünün gerçek teorik çalışmasından feda edilen zamandır.” diyebiliyor. Hemen her bölüm, bazen de her sayfada benzer çelişkilerle yüz yüze gelmek mümkün. Ama bu, Perinçek’i tanıyan okuyucuyu şaşırtmaz. Çünkü oportünizmin tipik özelliği teori ve pratikte tutarsızlıktır.
Üç yüz sayfaya yaklaşan boyutuyla kitap içinde Perinçek bütün revizyonist fikirlerini parlak ambalajlara sararak, bazen açıkça, bazen de satır aralarında işlemiş. Perinçek’in değindiği her konuda onu yanıtlamak ne böyle bir dergi yazısının boyutları içinde olanaklı, ne de gerekli. Bu yüzden bu yazı içinde biz onun revizyonizmini gizlemeye çalıştığı örtüyü yırtacak, bir kaç belli başlı konuyu alıp arkasındaki niyet ve amaçları sergilemekle yetineceğiz. Ve tabi öncelikle sosyalizmin teorisine yaklaşımı üstünde duracağız.

BİLİMSEL SOSYALİZM BOŞ LAF YIĞINI MIDIR?
D. Perinçek, kitabı boyunca bir konuyu özellikle vurguluyor. 1950’lere kadar olan dönemde Marksizm-Leninizm’in birikimine “eski teori” diyerek, hatır için olacak(!), ona “yüzde beşlik” bir değer biçiyor. Daha doğrusu bu sosyalizmin birikiminin en yoğun olduğu dönemi bir kalemde siliyor ve Mao ile başlattığı ama asıl olarak kendisinde kişileştirdiği “yeni teori” dönemini, günümüzün asıl teorisi olarak alıyor.
Ona göre:
“Dünya devriminin ve Türkiye devriminin teori ve programı, Stalin değerlendirilmesinden çıkmayacak, günümüz dünyası ve Türkiye’sinin analizinden ve devrimci olanaklarının ve olanaksızlıklarının günümüz zemininde tartışılmasından çıkacak.”
“… Sovyetler Birliği Tarihi bizim çalışmamızın yüzde beşini işgal etmelidir. Çünkü oraya ayrılan zaman, bugünün gerçek teorik çalışmasından feda edilen zamandır.”
“Teori nedir? Onlar (liberal sosyalizm yanlıları kastediliyor Ö.D) kitabi bilginin teori olduğunu düşünüyorlar. Teorinin pratikten, hayattan çıktığını kavramıyorlar. Marx’a, Lenin’e veya Mao’ya hiç bakmıyorlar… Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesini incelerken, ülkesindeki at sayısından tarım aletlerinin miktarına kadar ilgilendi. Mao kendi toplumumun sınıfsal ve siyasal analizini yaptı döne döne. Bir Mao’nun dokuz yıl Sovyet tarihine sarıldığını tasavvur edebiliyor musunuz?
“… Stalin Rusya’sı başka bir mekân ve zaman. Üstelik Türkiye’de tekrar etmesi mümkün olmayan bir deneyim…” (Stalin’den Gorbaçov’a, s. 12-13)
Bu alıntıları okuyanların, yazarının 1960-70’li yıllarda, güneşin doğudan doğduğunu söylemek için, “Mao Zedung der ki, güneş her gün doğudan doğar” diye alıntı yapmadan konuşmayan birisi olduğu düşünülünce; “acaba D. Perinçek’te bir ilerleme mi var?” gibi bir “endişeye” kapılması mümkünse de, dünyanın bugün içinde bulunduğu koşullar alındığında, Marksizm’in teorisine bu yaklaşımın arkasında karşı-devrimci amaçların yattığı apaçık görülür.
Şöyle ki; bugün emperyalizm ve gericilik elindeki bütün araçlarla, Stalin’i merkezine koyduğu Marksizm’e karşı, tarihte eşi görülmemiş bir haçlı seferi ilân etmiştir. Bu propagandanın bütün amacı, Marx. Engels, Lenin ve Stalin’in teori ve öngörülerinin iflas ettiği, Marksizm-Leninizm’in eskidiği ve günümüz sorunlarına ışık tutmadığını kanıtlamaktır. Öte yandan Perinçek’in de içinde bulunduğu Marksist kılığındaki her türden oportünist ve revizyonist mihrakın “güler yüzlüsü”nden “çok partilisi”ne, “liberalinden “milliyetçisi”ne kadar değişik Marksizm ve sosyalizm anlayışlarıyla boy gösterdiği, Marksist-Leninist normların revizyonist ve oportünistlerce üstünün örtüldüğü, Stalin’e saldırı ile başlayan anti-komünist kampanyanın Lenin ve Marx’a kadar uzandığı, sadece Leninist normlara değil sosyalizmi anımsatan bütün değer ve işaretlere karşı saldırıldığı koşullarda Bay Perinçek, sosyalizmin teorisini savunmaktan vazgeçip, onun yerine “yeni teori” adına, ülkedeki “at sayımını”, ülkedeki siyasi koşulların “tahlilini” geçiriyor.
Peki, bu tahliller hangi dünya görüşü ışığında yapılacaktır? Stalin’in sahip olduğu Marksist-Leninist dünya görüşü (Bay Perinçek buna eski teori diyor, bir tarafa atıyor) doğrultusunda mı, Mao’nun küçük burjuva-köylü sosyalizmi doğrultusunda mı, M. Belge’nin liberal burjuva sosyalizminin ya da D. Perinçek’in, Maoculuktan Euro-komünizme, Marksizm dışında her türden burjuva sosyalist anlayışlarıyla malûl, kaşarlanmış reformcu-revizyonist dünya görüşü doğrultusunda mı?
Soruları başka türlü soralım: Marx ve Engels neden sadece Alman ütopik sosyalistleriyle değil de bütün dünyanın ütopik sosyalistleriyle savaştı? Lenin neden sadece Rus Menşevikleriyle değil de, daha çok her ülkedeki Bernstein ve İkinci Enternasyonal dönekleriyle savaşma ihtiyacını duydu? Onlar asıl işleri olan kendi ülkelerindeki devrim sorunları yerine sosyalizmi uluslararası platformlarda, en ayrıntılı bir biçimde eski tartışmaları yeni koşullarda yeniden gündeme getirerek tartışırken boşa vakit mi kaybettiler? D. Perinçek’in mantığına göre; Marx, Engels ve Lenin “eski teori” ile uğraşarak boşa vakit harcamışlardır!
Peki, gerçek böyle midir? Elbette değil. Çünkü Marksist teori, geçmiş toplumsal pratiğin Marksizm’in önderleri tarafından genelleştirilmiş bilgisidir. Kaçınılmaz olarak her pratik belirli bir zaman ve mekânda gerçekleşir ve yine kaçınılmaz olarak her pratik belirli bir zaman ve mekânda gerçekleşir ve yine kaçınılmaz olarak bir pratik, olduğu gibi iki kez gerçekleşmez. Ama buradan kalkarak eski pratiğin önemi yoktur, ya da eski teorinin “yüzde beş önemi ancak vardır” demek, insan bilgisinin birikiminin evrensel bir süreç olduğunu, bir bilgi birikimi sürecinde teorinin önemini reddetmektir. Kaldı ki her pratiğin kendine has yanlan olduğu kadar evrensel yanları da vardır. Hele konu sosyalizm gibi ulusal olmaktan çok evrensel özellikleriyle varolan bir konuysa, her ülkedeki pratiğin evrensel yönü çok daha ağır basar. Bu yüzdendir ki, SB gibi sosyalizmin ilk ve en kapsamlı deneyinin başarı ve başarısızlıkları günümüz sosyalizmi için, değil yüzde beş-on, hayati bir öneme sahiptir.
Öte yandan Stalin sorunu, son 40 yılda kazandığı boyutla, Stalin’in kişisel başarı ve başarısızlıkları ya da SB’ndeki sosyalizmin kuruluşunun yanlış ve doğrularının çok ötesinde bir nitelik kazanmıştır. Bu haliyle de Stalin’i savunmak, sosyalizmi, Marksizm-Leninizm’i savunmakla özdeşleşmiştir. Bunun herkesten çok farkında olanlardan birisi de, D. Perinçek’tir kuşkusuz. Asıl endişesi de buradadır ve “eski teorinin, Stalin’in uygulamalarının ve Leninizm’e katkısının önemsizliğini bu yüzden öne çıkarmaktadır. Çünkü Marksizm-Leninizm’in gerçek normlarının açığa çıkarılıp yaygınlaştırılmasından rahatsız olmaktadır. Çünkü Perinçek ve partisinin savunduğu teori ve pratik bu normlarla taban tabana zıttır.
Perinçek’in Marksist teori konusundaki oportünizmi kitapta açıkça ortaya çıkmaktadır.
Perinçek, ilk bakışta, -kitabının SB’de sosyalizmin kuruluşuna ayırdığı bölümde, Stalin’i ve sosyalizmi savunduğu izlenimi bırakmaktadır. Ama soruna daha yakından bakıldığında bütün bu “savunma” arkasındaki koyu anti-Marksizm, anti-Stalinizm tutumu açıkça görülmektedir. Çünkü Perinçek Stalin’i, Marksizm-Leninizm’i savunduğu için değil, Troçkistler karşısında “Rusya gerçeklerine daha uygun” politikalar savunduğu için “haklı” bulmaktadır. Sorun, Marksizm-Leninizm platformunda değil bir “haklılık-haksızlık” ya da “Rusya gerçeklerine uygunluk-uygunsuzluk” zemininde tartışılmaktadır. Ona göre Buharinciler ve Troçkistler karşısında Stalin haklıdır, ama bir başka koşulda Buharin ve Troçki de haklı olabilir! Nitekim Buharin için; “Başka tarihsel koşullarda Buharin’in programını kuşkusuz ciddiye almak gerekir.” (agk, s.32) diyor. “Acaba hangi koşullarda?” sorusunun yanıtını da kitabın sonraki sayfalarında buluyoruz. Aydınlıkçılar’ın Stalin’i aştıklarını övünerek anlattığı bölümde Buharin’e döndükleri açıkça görülüyor.
Marksizm’e bu yaklaşım Troçki’yi aklamadan edemezdi. Öyle oluyor ve Bay Perinçek; Troçki’ye de “hakkını” teslim ediyor:
“Troçki’nin esasta yanlışı temsil etmesine rağmen, işçi sınıfı içinde sayılması gereken bir sosyalist olduğu düşüncesindeyim. 1970’lerin başında olaya böyle bakmıyordum.
Kanımca Troçki, değerli bir muhalif olarak kabul edilmeliydi.” (agk, s. 231)
Troçki ve Buharin’i aklayan ve onları sosyalist olarak gören mantık, kaçınılmaz olarak Lenin’in yaşamı boyunca savaştığı, her türden Menşeviği, İkinci Enternasyonal döneklerini, ekonomistleri de “yanlışları da olsa” sosyalist olarak görmek zorundadır. Aynı mantığı günümüze getirdiğimizde Perinçek, Kruşçevcileri, Euro-komünistleri, Titocuları, Brejnevcileri ve Gorbaçovcuları da sosyalist olarak görmek zorundadır. Nitekim Perinçek ve Aydınlıkçılar daha 1970’lerin sonunda Tito ve Titocuları sosyalist ilan etmişlerdi. 1988’in sonlarında, Gorbaçov’un açıkça emperyalizme teslim olduğu ve liberal kapitalizmin yardakçılığının açıkça ortaya çıktığı bir dönemde Perinçek, Gorbaçov’u hararetle destekliyor, onu partisine üye olmaya çağırıyor, Gorbaçov dalkavukluğu yapıyordu. Zaten kitabında da, kimi eleştirilerine karşın Gorbaçov’u olumluyor. Örneğin, SB’nin ve Stalin döneminin incelenmesinin önemsizliği, “teori” adına reddedildikten sonra şunları söylüyor: “Gorbaçov reformlarını tahlil etmek, bu bağlamda anlamlıda. Bir de dünyanın geleceğini etkileyen bu büyük dünya devletinin, büyük bir komşunun yerini ve etkisini belirleyebilmek için.” (agk, s. 13) ya da son kongresinde, Fransız Komünist Partisi’nin işçilerden biraz fazla söz etmesine bakarak 2000’e Doğru, “FKP kızıllaşıyor” diye başlık atabiliyor.
Perinçek ve onun partisi için zaten bilinen oportünist-revizyonist düşüncelerini uzun uzun aktarmak zorunda kalmamızın nedeni “teori”ye nasıl yaklaştığını, kesin laflar arkasında saklanan mantığı açığa çıkarmaktır. Bu yüzden de, bu aktarmalardan sonra, ilk bakışta devrimci niyetlerle söylenmiş görünen teori tanımına bir kez daha dönmek gerekiyor.
Ne diyordu Bay Perinçek teori için: “Teori nedir? Liberal sosyalizmden etkilenen arkadaşlar bunu anlayamadılar. Onlar kitabi bilginin teori olduğunu düşünüyorlar. Teorinin hayattan pratikten çıktığını kavramıyorlar.”
“Dünya devriminin ve Türkiye devriminin teori ve programı, Stalin değerlendirmesinden çıkmayacak, günümüz dünyası ve Türkiye’sinin analizinden ve devrimci olanakların ve olanaksızlıkların günümüz zemininde tartışılmasından çıkacak.”
Hedefe konanlar, Perinçek’in “arkadaş” “liberal sosyalizmden etkilenenler”, dediği, sosyalizmin teorisini kalabalık laf yığınına indirgeyen burjuva entelektüeller ve Marksizm’in açık inkarcıları olunca bu söylenenler haklı görülürse de, sosyalizmin teorisi sadece günceli açıklayan bir çabaya indirgendiğinde bu “liberal sosyalistlerden” bir adım ileriye gidilmiş olmaz. Örneğin Hilferding, emperyalist dönemin ilişki ve çelişkilerini herkesten önce görüp açıkladı ama bu, ne Marksist ne de sosyalist olması için yetmedi. Ya da 1848 devrimleri ile ilgili saptamalarda çeşitli burjuva sosyalistlerin haklı çıkmış olması onları Marksist yapamadığı gibi yanılan Marx ve Engels’i Marksizm’den, sosyalizmden uzaklaştıramadı. Günümüzün bir burjuva aydını, uç noktaya götürelim, bir CIA uzmanı dünyanın bugünkü durumunu bir Marksist’ten daha ayrıntılı tahlil edebilir; ama bu onların Marksist, sosyalist olduğu anlamına gelmez, gelemez. Ama Perinçek’in yaklaşımı içinde, teori günceli açıklamaktan ibaret bir “yol gösterici” olarak ele alındığından bütün bunları sosyalist, Marksist saymamak için hiç bir neden yoktur.
Marksist teoriyi bütün diğer teorilerden ayıran özellik, bu teorinin aynı zamanda bir ideoloji, bir sınıf ideolojisi, işçi sınıfının ideoloji temeline oturduğu gerçeğidir. Yani Marksizm dünyayı ve ülkeyi işçi sınıfının dünya görüşü açısından tahlil eder; mücadelenin taktikleri ve stratejisi işçi sınıfının ulusal ve uluslararası çıkarları doğrultusunda belirlenir. Dünya ve ülke için geliştirilen politikalar bu temel yaklaşımla uyumluysa anlamlı olacaktır. Bu yüzden de Marksist teori, sadece günceli açıklayan değil, günceli işçi sınıfının dünya görüşü açısından açıklayan, işçi sınıfına” yeni bir dünya kurma eyleminde yol gösteren bir teoridir.
Marksist teoriyi diğer teorilerden ayıran bir temel özellik de, bu teorinin toplumsal pratikten çıkan ve bütün insanlık tarihi boyunca birikmiş ve pratikte sınanarak doğruluğu kanıtlanmış, insanlığın bilgi hazinesi temelinde yükseldiği gerçeğidir. Bu bilimsel temel, Marksizm’e her zaman yeni bir teori olma imkânını tanır. Bu yüzdendir ki; Marksizm’e açıkça karşı çıkmaya cesaret edemeyen en usta oportünistler bile her adımda Marksizm’le savaşmak zorundadırlar. D. Perinçek’te son yıllarda bütün radikal bir Marksist olarak görünme çabasına karşın, Marksizm’e bağlılığını göstermek için yazdığı kitabın daha önsözünde Marksizm’le savaşmak zorunda kalıyor.
Perinçek, 1950 öncesi Marksizm’in birikimine “yüzde beşlik” bir değer biçerek gerçekte Marksist teoriden kurtulmak istiyor. Devrim ve onun olanakları üstüne yazdığı keskin ama samimiyetsizliği derinden hissedilen sözler, onun sinsi amacını gizlemeye yetmiyor. Ve laf kalabalığı arkasında gerçek niyetini de ağzından kaçırıyor. Bir sayfa sonra “yüzde beşlik” değer biçeceği SB incelemesi ve Stalin için ön değerlendirme yaparken sirkatini şöyle açıklıyor: “Çünkü Bilimsel Sosyalizmi aşmak isteyenler de yıkmak isteyenler de işe Stalin eleştirisinden başlamak zorundadırlar ve öyle yapıyorlar.”
Burada hemen belirtelim ki; alıntıdan da açıkça anlaşılacağı gibi Perinçek, “Bilimsel sosyalizmi aşmayı” olumluyor ve kendisini de yıkıcılar arasında değil “aşıcılar” arasında görüyor.
Perinçek bu “aşma” kavramını yerli yersiz çok kullanıyor ve gerici, sınıf işbirlikçisi, Marksizm-Sosyalizm haini tutumunu “aşma” gibi, yerinde kullanıldığında devrimci bir tutumu ifade eden bir kavramla kapatmaya çalışıyor. Ne var ki, bu sefer bu kavramı kullandığı yer Marksizm düşmanlığını açıkça ele veriyor. Çünkü “aşma” kavramı çelişik iki yönden birinin ötekini yok etmesi anlamına gelir ve aşılanın artık bir değeri kalmaz.
Perinçek, geçmişte sık sık, Marx’ı, Lenin ya da Stalin’i aşmaktan söz etmiştir, ama bugün artık Marksizm’in bu büyük öğretmenlerini “aşmak”la yetinmiyor, “Bilimsel Sosyalizmi” “aşmak”tan söz ediyor.
Ne demektir Bilimsel Sosyalizmi aşmak? Sadece Marx, Lenin, Stalin’in Marksizm’in teori ve pratiğine kattıklarını aşmak değil, aynı zamanda Bilimsel Sosyalizmin temeli olan diyalektik materyalizmi de aşmak, başka bir söyleyişle diyalektik materyalizmi de reddetmek demektir. Çünkü Marx, Lenin, Stalin ya da başka bir Marksist kuramcının herhangi bir görüşü eskimiş olabilir ve Marksizm açısından bu eskimiş görüşün önemi kalmaz, ama eskiyen, “aşılması” gereken “Bilimsel Sosyalizm”dir dendiğinde, diyalektik materyalizmin eskidiği söylenir ki; bunu iddia edenin artık ne bilimsel sosyalizmle, ne Marksizm’le bir ilişkisi olamaz.
D. Perinçek, Marx’ı, Lenin’i, Stalin’i “aşıyor” ama ne yazık ki vardığı yer yeni bir yer değildir. Tersine geriye doğru büyük bir sıçrama yaparak, yüz yıl geriye, “Marksizm’i diyalektikten kurtararak” revize etmeye çalışan, revizyonizmin babası Bernstein’in yanı başına düşüyor.
Şimdi Perinçek’in, “eski teori” dediği 1950’ler öncesi Marksizm’ine neden “yüzde beşlik” bir değer biçtiği, teoriyi neden tarihsel birikimden kopuk bir “günceli açıklama” derekesine düşürdüğü daha iyi anlaşılıyor. Çünkü böyle yapmazsa, kendisini sosyalist olarak yutturması, devrimci saflar içinde Truva Atı rolü oynaması olanaksız olacaktır, bu yüzden de o, yoldaşları olan Troçki, Buharin, Tito, Mao, Gorbaçov, Nabi Yağcı gibi tüm sosyalizm hainlerini sosyalizm saflarında göstermek için “Bilimsel Sosyalizmi aşmak” zorunluluğunu duyuyor. Böylece, bugüne kadar Marksist ustaların sosyalizmin platformu dışına attığı herkes sosyalist olunca, D. Perinçek’e de sosyalist dememek için bir neden kalmıyor!
Gerçekte ise bugün sosyalizmin en temel sorunu, D. Perinçek’in söylediği gibi “Dünya nereye gidiyor?”dan çok, yine Bay Perinçek’in “eski teori” dediği Maoculuk, Troçkizm ve her türden burjuva sosyalizmi tarafından sulandırılmamış olan Marx, Engels, Lenin ve Stalin tarafından inşa edilen Marksizm-Leninizm’i yeniden tüm normlarıyla ortaya çıkarmak, burjuva dünya görüşünün tüm versiyonlarına karşı ulusal ve uluslararası planda bu tek devrimci teoriyi yeniden gün ışığına çıkarmaktır. Ki, ancak onun aydınlattığı ortamda köstebekler ve çıyanlar barınamayacak, ayağa kalkmaya hazırlanan proletarya ve emekçi halklar onun ışığında amaçlarına emin adımlarla yürüyecektir. “Dünyanın nereye gittiği” sorusu da; su katılmamış Marksizm ışığında incelendiği ölçüde gerçek ve anlamlı yanıtlara kavuşacaktır. Bütün devrim kaçkınları gibi, Perinçek’in de “eski teoriyi” önemsiz göstermeye çalışmasının başlıca nedeni budur.
Perinçek’in yaklaşımında, teori sadece günceli “açıklayan” bir şey olduğundan, Marksizm’in en temel özelliği olan uluslararası olma ve geleceğe ışık tutma özelliği de yitiyor. Perinçek bunu açıkça itiraf ediyor:
“Türkiye gibi bir ülkede, sosyalizmin kuruluşuna ilişkin teorik çabaların, henüz bir çözüm olabilme koşulları yoktur. Teorinin o ülke zemininde yaşanmayan bir deneyle sınanması mümkün değildir. Ama Türkiye’nin teorisyenleri, göreli gelişmiş bir üçüncü dünya ülkesinde demokratik devrim sürecine ilişkin teorik katkılarda bulunabilirler.”(agk, s.257)
Aktarmadan da açıkça anlaşıldığı gibi, D. Perinçek, bizim gibi ülkelerin Marksistlerine sosyalizmin teorisine katkılar yapmayı yasaklıyor. Ama “demokratik devrim sürecine ilişkin teorik katkılarda bulunabilirler”miş(!).
Bu yaklaşıma göre şunlar söylenebilir: Marx ve Engels, henüz “deneyle sınanması mümkün olmayan” bir yüzyılda sosyalizmin ilkelerini açıklamaya kalkmış olmakla boşa emek harcamıştır. Lenin ise, Ekim Devrimi’ne kadarki dönemde sosyalizmin ulusal ve uluslararası plandaki sorunlarıyla uğraşmakla boyunu aşan işlere kalkışmıştır (!).
Gerçek Marksistler için ise teori, insanlığın tarihsel ve uluslararası bilgi birikiminin genelleştirilmiş bir ifadesi olup, her ülkedeki mücadelenin deneyleriyle zenginleşen bir şeydir. Bu anlamıyla da, hangi ülkede olursa olsun Marksist teori bütün alanlarında katkıya açıktır. Hele günümüzde, bütün ülkelerde sosyalizmin nesnel olanaklarının genişlediği koşullarda en geri ülke Marksistlerinin bile sosyalizmin teorik sorunlarına sırt dönerek kendi devrimlerinin problemlerine kapanması, en hafif deyimiyle emperyalist propagandacılara meydanı boş bırakmak anlamına gelecektir. Sadece bu da değil; sosyalizmin emperyalist propagandacılar tarafından topa tutulduğu, halkların gözünden düşürülmek için akla gelmedik yöntemlerle karalandığı koşullarda “ben ülkemin demokratik devrimle ilgili sorunlarıyla ilgileniyorum” demekle, bu alanda neler söylenmiş olursa olsun hiç bir önem taşımayacaktır. Çünkü bugün ideolojik alanda savaş, kapitalizm mi yoksa diğer ülkelerdeki demokratik devrimler mi ikilemi arasında değil, hırpalanmış, karalanmış da olsa sosyalizmle kapitalizm arasındadır. Bu yüzden de, emperyalist-gerici karşı devrimci propaganda karşısında, açıkça Marksizm-Leninizm’in savunulması ile çıkılmadıkça, emperyalist propagandanın geri püskürtülmesinin hiçbir şansı yoktur. Elbette ki ki, emperyalist propagandanın alt edilmesinin maddi koşulu proletarya ve halkların emperyalizm ve gericiliğe karşı ayağa kalkmasıdır, ama bugün Marksizm’e, sosyalizme yönelik çabalar ideolojik planda alt edilmeden, ayağa kalkan yığınlara doğru yol göstericiliğin yapılamayacağı da tarihin gösterdiği en çıplak gerçeklerden birisidir. Bu yüzden de, bu ülke ve dünyanın her yerindeki gerçek Marksistler bugün, ulusal ve uluslararası planda Marksizm-Leninizm’i savunmayı, onun normlarını yeniden proletarya içinde yayılması için çaba harcamayı bütün görevlerinin önüne koymuşlardır. Kaçak güreşen her soydan reformcu, revizyonist ve sözde sosyalistler ise, uydurma bahanelerle bu asıl mücadele alanını terk ederek, teori adına, emperyalizm ve gericilikle uzlaşmanın, ona boyun eğmenin teorisini yapmaktadırlar. Perinçek de, emperyalizmin devrim, sosyalizm ve Marksizm-Leninizm’e saldırısı karşısında meydanı terk eden, ama bunu açıkça yapmak yerine alçakça kılıf uyduranlardandır.
D. Perinçek’in teoriye yaklaşımının bizzat kendisinin ve partisinin bir savunusu olduğunu, adı sosyalist olan partisinin Marksizm-Leninizm’le bir ilgisi olmadığını ve Perinçek’in Stalin’i, sosyalizmi aşarken Buharin’e döndüğünü yazının devamında sergileyeceğiz.

STALİN SAVUNUSU ARKASINDA SİNSİ BİR ANTİ-STALİNİZM VE ANTİ- MARKSİZM

Perinçek’in kitabının tamamına yakını Stalin döneminin SB’nin “incelenmesine ayrılmış ve bu bölümlerde Troçki, Buharin, Kruşçev ve Brejnev karşısında Stalin döneminin özellikle ekonomiye ilişkin uygulamalarındaki başarıları “savunuluyor.” Bu da ilk bakışta okuyucunun kafasında Perinçek’in Stalin’i savunduğu imajı bırakıyor. Gerçek ise, hiç öyle değil.
Her şeyden önce belirtelim ki, 1917-53 arasındaki dönemde SB’nin ekonomik başarılarını en azılı sosyalizm düşmanı burjuva ekonomicileri, hatla burjuva propaganda merkezleri bile inkar edemiyorlar, Bugün Rusya ve diğer eski SB cumhuriyetindeki gerici-faşist yöneticiler, her ne kadar bugünkü bunalımdan Stalin dönemini sorumlu tutacak kadar yollarını şaşırmışlarsa da, ekonomilerinin kötülüğünü anlatırken, “hala kırkların ellilerin teknolojisini kullanıyoruz” diyerek, Stalin’den bu yana ekonomiye bir taş eklemediklerini de itiraf ediyorlar. Dahası burjuva ekonomi kaynak kitapları bile Stalin dönemindeki SB’nin başarılarının rakamlarını vermekten geri duramıyorlar.
Bütün bu gerçek ortadayken, sosyalizmin döneminin ekonomik başarıları karşısında Perinçek bile, gerçekçi olmaktan kaçamazdı, kaçamıyor. Dahası bu güzide oportünist, en göze batan gerçekleri bile kabul etmezse söyleyeceği yalanlara kimseyi inandıramayacağını bildiğinden, Stalin döneminin ekonomik başarılarını teslim ediyor. İkinci olarak, “Rusya koşullarında” kaydıyla, Stalin’in, Troçki ve Buharin karşısında daha devrimci bir konumda olduğunu kabul ediyor. SB, artık yaşamadığına göre Troçki ve Buharın yoldaşlarını yan yolda bırakmasının hiç bir sakıncası olmadığını biliyor Ama yoldaşlarını feda ederken kendisine gereken şeyleri “kurtarmayı” da ihmal etmiyor: Kurtardığı şeylerden birincisi, yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi, yanlışları da olsa, “Troçki’nin bir sosyalist, değerli bir muhalif sayılması”, Buharin’in ise programının Rusya dışında bir ülkede “devrimci olabileceğidir.
Troçki’nin sosyalist ilan edilmesi, ama Stalin karşısında “harcanmasının” amacının ne olduğunu gördük. Bay Perinçek yüreği kan ağlayarak da olsa “gerçekçilik” adına Troçki’nin yanlış yerde durduğunu kabul ediyor, ama Marksizm-Leninizm’e, işçi sınıfının ulusal ve uluslararası çıkarlarına karşı emperyalistler ve Alman faşistleriyle bile işbirliği yapmaktan çekinmeyen birine sosyalist demeden, cuntalara yaltaklanmaktan emperyalizm uşaklığına, şovenizmden ihbarcılığa uzanan bir geçmişe sahip kendisine sosyalist diyemeyeceğini bildiğinden, Troçki’yi sosyalist ilan edecek kadar “geniş mezhepli bir sosyalizm” anlayışını benimsiyor.
Buharin’e ise, Troçki’den daha çok yakınlık duyuyor. Çünkü son tahlilde Stalin’e saldırır ve Stalin’i aşmakla övünürken en önemli dayanağı Buharin oluyor.
Perinçek, Stalin eleştirisinde “Troçkist arkadaşlarından daha başarılı olduklarını övünerek anlatıyor:
“1980 öncesinde, … Ülkemizde az sayıda da olsa Toçkistler vardır. Bu arkadaşlar ideolojik platformlara bir saplantı halinde Stalin eleştirisiyle çıkarlar. Fakat ilginçtir, Stalin’in fiili eleştirisini, Stalin’in aşılmasını, Troçkistler değil, Aydınlıkçılar gerçekleştirdiler.”
Perinçek Stalin’i aştıkları en önemli noktayı şöyle açıklıyor:
“Türkiye sosyalist hareketi içinde ilk kez Aydınlıkçılar, demokratik devrimin toprak programını yaparken, zengin köylülerin mülklerine dokunulmayacağını kabul ettiler. … Bunu çok belirleyici bir sorun olarak gündeme getirmiştik. …
Aydınlıkçılar, iki yıllık tartışma sürecinde, bu konuda, Sovyet ve Çin deneyimlerinden farklı bir çözümü bilerek benimsediler. Bu programla, Stalin’in 1930’lardaki kolektifleştirme çizgisinden de ayrılıyorlardı.” (agk. s. 233-234)
Marksizm’in tarihinde Buharin ve Buharinciliği programatik düzeyde Lenin ve Stalin’den ayıran şeyin zengin köylülüğün devrimin hedefi olup olmayacağı sorunuydu. Perinçek de bunu biliyor ve kitabında bu konuyu böyle koyuyor. Gerçekten de, Stalin ve Buharin arasındaki asıl ayrılık noktasının zengin köylülüğe tutumda ortaya çıkıp derinleştiği; günümüzde Gorbaçov ve Gorbaçovcuların, her türden sosyalizm düşman çevrenin Stalin’e yöneltilen başlıca eleştirisinin, zengin köylülüğün tasfiyesine dayandığı düşünülürse, Stalin’i aştığını iddia eden Perinçek’in, iddiaların aksine Marksizm’e hiç bir katkısının olmadığı, tersine yaptığı şeyin 1920-30’ların Buharin’ine dönmek olduğu kolayca anlaşılır. Burada bir şey daha açıkça anlaşılır; oda, D. Perinçek’in Buharin’in görüşlerinin başka koşullarda doğru olabileceği yolundaki saptamasıdır. Böylece Bay Perinçek, Stalin karşısında “haksız” bulmak zorunda kaldığı Buharin’i, kendisinin varacağı ideolojik temel olarak kurtarır.
Elbette ki, Stalin bir kez, temel bir konuda “aşıldıktan” sonra başka konularda da “aşılmak” durumundadır. Perinçek’te arkasını getirmekten kaçınamıyor. Hangi konularda Stalin’i “aştıklarını” ara başlıklar halinde ortaya koyuyor: “Yekpare partinin reddedilmesi” (s. 238), “Komüntern’in Dünya ölçeğinde İdeolojik Merkez (olduğunun) Reddi” (S.239), ve tabi, “Sol içinde Şiddet ve Halka Karşı Şiddet” (s. 234) adı altında emperyalist propaganda merkezlerinin bütün paslı silahlarıyla Stalin’e saldırı. Stalin, şiddeti halka karşı kullanmış da Aydınlıkçılar bu noktada Stalin’i aşmış!!! Üstelikte bunu “ihbarcı” suçlamasını göze alarak yapmışlar! Doğrusu bunda bir yanıyla haklı sayılırlar. Nasıl Buharinciler, Troçkistler Stalin’i “aşmaya” kalktıklarında emperyalistlerle ve gericilikle yan yana düşmüşse, Perinçek ve takımı da Stalin’i “aştığı” anda egemen sınıfların en şoven, en gerici, en saldırgan, en anti-komünist kesimleriyle, hatta resmi polisle yan yana düşmek zorunda kalmışlardır. Belki niyetleri bu değildi, ama Stalin hedef tahtasına konduğunda başka bir yere varılmadığını, son 70 yılın tarihi şaşmaz bir biçimde kanıtladığı gibi Perinçekçiler de bundan kurtulamadılar. Stalin düşmanları değilse de, onların safdil izleyicilerinin bu tarihsel gerçeği unutmamaları gerekir.
Perinçekçiler, 1970’lerin ilk yarısında da reformcu bir platformda bulunuyorlardı. Ama, 70’lerin ikinci yarısında, açıkça Stalin eleştirisine yöneldikten sonra, dünya ülke düzeyinde en gerici egemen sınıf çevreleriyle aynı pozisyona düştüler. Amerikan ve Avrupalı emperyalistlerin devrim ve demokrasinin yedek güçleri olduğu safsatası, devrimcilere karşı düşmanlıkta sınır tanımayan politikaların benimsenerek, devrimcilerin polise ihbar edilmesine varan bir yayın politikası, ordunun güçlendirilmesi ve 4. Ordu’nun Doğu sınırına gönderilmesi isteğinin öne çıkarılması, ülkenin birlik ve bütünlüğünün savunulması adı altında en gerici çevrelerle, kol kola girme, sıkıyönetim savunuculuğu ve nihayet 12 Eylül Cuntası’nın desteklenmesi… Kendisini devrimci, hatta Marksist-Leninist sayan bir politik çizgi için her türden tolerans sınırını aşan bir gericilik. Perinçek ve izleyicileri, muhasebelerinde bütün bu karşı devrimci faaliyetin gerekçesini, “politikayı fazla öne çıkarmak, ideolojiyi göz ardı etmek” gibi saptıyorlarsa da, bu ideolojiyi küçümsemenin arkasında Stalin’i “aşma” gayretlerinin yattığı bugün çok daha açık bir gerçektir.
Perinçek’in Stalin’i aştıklarını iddia ettiği diğer bir konu da, “Komüntern’in dünya ölçeğinde bir ideolojik merkez” olduğunun reddedilmesidir.
Elbette Komintern’in bütün kararlarının doğru olup olmadığı tartışılır. Ama Perinçek’in Komintern’e karşı tutumu, tıpkı Stalin’e olduğu gibi, ilkeseldir. Ona göre dünya komünistlerinin bir uluslararası merkezi olmamalıdır. Her ülkenin “komünistleri” kendi kararlarını kendisi vermelidir. Aksi halde “omuzları üstünde kendi kafalarını” taşıyamazlar! Komintern ve önceki enternasyonallerin varoluş nedeninin işçi sınıfı ve onun davasının ulusal değil uluslararası olmasından, sosyalizmin enternasyonal özelliklerinden kaynaklandığı düşünülürse, Perinçek’in sosyalizmi, en azından ulusal bir sosyalizm, bir tür burjuva sosyalizmine indirgediği görülür. Dahası Komintern’in ilkesel düzeyde reddi biraz sonra sözünü edeceğimiz “çok kanatlı parti”, Troçki, Buharin ve her türden gerici sosyalizm türlerinin aklanması için de bir zorunluluktur. Perinçek, Komintern’i reddetmeden sosyalizmi burjuva saldırılara karşı savunmak “yük”ünden kurtulamazdı. Başka bir söyleyişle, Perinçek “omuzları üstünde kendi kafasını taşıyabilmek” için sosyalizmin, Marksizm-Leninizm’in bütün uluslararası normlarından kurtulmak zorundaydı. Ancak o zaman, Troçkist ve Buharincilerden Titoculara, Euro-komünistlerden Gorbaçovculara, dayanışmacılara herkesi sosyalist edebilirdi. Bu durumda da sosyalizmin Marks öncesi burjuva biçimlerine dönülürmüş endişesi de yersizdir. Çünkü Bay Perçinçek’in Marksizm, Marksizm-Leninizm gibi bir derdi dün de yoktu zaten. Bugün ise, Komintern’in reddiyle onun tarihsel mirasından da kurtulunmuştur! Artık onun ne Marks’ı, ne Lenin’i ne de Stalin’i savunmaya ihtiyacı yoktur. Marksizm-Leninizm’i de tabii. Bu yüzden de “Diyalektiği aşmak”tan, “eski teori”ye “yüzde beşlik” bir değer biçmekten söz edebiliyor.
Perinçek, Stalin’i nasıl aştıklarını sıraladıktan sonra, kendisinin açıkça söylemekten kaçındığı Stalin düşmanlığını, kitabı boyunca yaptığı gibi, yine Brecht’e söyletmeye çalışıyor ve Brecht’in şu dizelerini, onaylayarak koyuyor kitabına:
“Dinle şimdi; biliyoruz
Düşmanımız olduğunu. Onun için
Bir duvar önüne götüreceğiz seni.
Ama hizmetlerini
Ve iyi yanlarını da göz önünde tutarak
İyi bir duvar seçeceğiz sana ve
Seni iyi tüfeklerden çıkacak iyi kurşunlarla vurup
İyi bir kürekle iyi toprak atacağız üstüne.”
Brecht, belki hiç bir zaman iyi bir komünist olmadı. Ama yaşamı boyunca da, bütün zaaflarına karşın hiç bir zaman, karşı saflara geçmedi. Bu yüzden de onun “küreği”, “tüfeği” ve “kurşunları” iyi niyetin izlerini taşıyabilir. Ama Perinçek için aynı şeyleri söylemek olanaksız. Çünkü Perinçek, yaşamı boyunca hiç bir zaman, değil sosyalizm, genel olarak devrimden yana bile olmadı. Her zaman düzen savunuculuğu yaptı. En keskin muhalif görünmeyi ticari bulduğu dönemlerde bile burjuvaziyle, emperyalistlerle uzlaşmanın yollarını açık tuttu. 12 Eylül cuntacılarının bütün toplumu gözaltına alıp baskı ve terörün sadece devrimcileri, komünistleri değil, demokratları, bütün emekçi yığınları hedef aldığı koşullarda bile, cuntaya en sert muhalefeti, cuntacıların kendilerini anlamadığı konusundaki sitemden ibaretti. Böyle birisinin “iyi kürek”, “iyi tüfek”, “iyi kurşun” kullandığına kim inanır? Tersine Perinçek’in bütün cephaneliği, son 60 yıl içinde troçkistlerden emperyalistlere kadar tüm gericiliğin kullanıp attığı paslı silahlardan ibarettir.
D. Perinçek, kitabı boyunca “Stalin’i .aşmak”tan söz ediyor, ama yukarıdan beri söylenenlerden de açıkça anlaşılacağı gibi, aşma kavramının yarattığı ileri gitme yerine hiç bir şey yok. Onca böbürlenmeden sonra dönüp dolaşıp Prodhon, Bernstein, Kautsky ve Buharin’in öne sürdüğü tezlerin bir karmaşasına varıyor. Eğer aşmak dediği 70-100 yıl geri gitmekse bu türden bir “aşmaya” en layık olanlardan birisi, belki de başta geleni Perinçek’tir. Bize düşen de “yolu açık olsun” demektir. Ama önce Perinçek’in pratiği konusunda da birkaç şey söyleyerek, bazı anımsatmalar yaparak sözümüzü bağlayacağız.

PERİNÇEK’İN TÜM PRATİĞİ MARKSİZM-LENİNİZM’İN BÜTÜN NORMLARININ AÇIKÇA REDDEDİLMESİDİR
D. Perinçek’in, kitabında da sık sık vurgulamak zorunda kaldığı gibi Marksizm varolan dünyayı yorumlamakla yetinmez, onu değiştirmeyi de amaçlar. Dünyayı değiştirmenin aracı da Marksist partidir. Yine son bir buçuk yüzyılın deneyimi göstermiştir ki; bir kişinin Marksistliğinin mihenk taşı, onun parti konusundaki tutumudur. Kişi ne kadar keskin laf ederse etsin parti karşısındaki tutumu Marksist’çe değilse, kişi, burjuva aydın olma ötesine geçemez.
Perinçek ise, TİKP ve SP deneyiyle Marksizm’le bütün bağlarını kopartır. Çünkü Marksist parti, dünyayı devrimci yoldan değiştirmenin aracı olarak, sınıfın öncü ve örgütlü müfrezesi, hiziplerden arınmış bir savaş partisi, her üyesinin bir parti organında görev aldığı, hücre temelinde sıkı sıkıya örgütlenmiş kendisini yasallıkla sınırlamayan, proletaryanın “genelkurmayı” olan bir partidir. Bu özellikler sadece bir biçim değil, onun eyleminin muhtevasına yansır. Başka türlü bir partinin devrimci bir tarzda düzeni değiştiremeyeceğinden proletaryanın devrimci partisi bu özellikleri taşımak zorundadır.
Perinçek ve onun partileri ise, bırakalım bu özelliklerin bütününü, bir tekini bile taşıyan partiler değildir. Çünkü Perinçek’in de açıkça ve övünerek ifade ettiği gibi, onun Stalin’i aştığı konulardan birisi de. “yekpare parti” konusudur.
Perinçek’e göre, nüveleri Marks ve Engels’de olan ama Lenin tarafından geliştirilen Leninist parti modeli geçersizdir. Ona göre, günümüz partisi Lenin ve Stalin’in partisine değil burjuva partilerine benzemelidir. Örneğin bir proletarya partisi değil bir emekçi partisi olmalıdır. Parti üyelerini proletaryanın en kararlı unsurları içinden seçerek almamalı, isteyen herkes bu partiye girmelidir. Dahası partide bir ideolojik birlik değil ideolojik çokluk olmalı, kendisine sosyalist diyen herkes, Euro-komünistinden Troçkistine, Gorbaçovcusuna herkes parti içinde yer alıp, kim çoğunluk sağlarsa o fikir partide belirleyici olmalıdır. Dahası bu partinin üyeleri düzene karşı savaşmayıp sadece onun kötü yanlarıyla uğraşmalıdır. Örneğin, cuntalar işbaşına gelip de siyasi faaliyeti yasakladığı zaman bu partinin üyeleri de siyasi faaliyete son vermeli, hatta o sırada yurt dışında olanlar bile koşarak gelip teslim olmalı, cunta mahkemelerinin adaletine sığınmalıdır! TİKP ve SP işte böyle bir parti anlayışının ürünü olarak piyasaya sürülmüş partilerdir.
Perinçek’in bugün muhalif görünmek için savurduğu laflara bakan ve onun geçmiş politik kariyerini bilmeyen okuyucu onun Stalin’i aşma çabalarını yorumlarken söylediklerini zorladığımız sanılabilirse de, yukarıdaki değerlendirme hiçbir zorlamaya dayanmamaktadır. Aydınlıkçı geleneğin tarihi ve bugünkü bulunduğu konum tam da böyledir.
D. Perinçek ve çevresi daha politik yaşama ayak attıkları 1960’lı yıllarda devrimi “asker-sivil-aydın zümre”ye havale edip, 1960 Anayasası’nı savunmakla ve bu Anayasa’nın sınırlarını aşan her eylemi “aşırı” ve “anarşistçe” bularak işe başlamışlardır. 1970 başlarında kurulan TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi” keskin sloganlar atan “yasadışı” ama yine de anayasacı bir partiydi. Ama o “sol” görünüş bile Perinçek’i fazlaca rahatsız ettiğinden yaşamındaki o kesitin lafını mümkün olduğu kadar az eder. Sonraki yıllarda TİKP ise, “Stalin’i aştığı”nın tipik ifadesidir. Ve isteyen herkesin bir günde parti üyesi olduğu bir partidir. Eylemi ise, bugün bile herkesin belleğinden silinmeyen, Perinçek’e pek rahatsız olduğu “ihbarcı” unvanını kazandıran, ama daha da önemlisi, onun emperyalistler ve en azgın gericilerle işbirliği ve ittifaklar arayan bir karşı devrimci olduğunu kanıtlayan pratiktir. TİKP, öyle bir şöhrete sahip olmuştur ki, Perinçek bile SP’yi kurarken bu partinin TİKP’in bir devamı olmadığını sık sık yinelemek zorunda kalmıştır. Dahası bugün pek çok SP’li, SP ile TİKP arasında hiç bir ilişki olmadığını, D. Perinçek’in bile değiştiğini savunup durmak zorunda kalmaktadır.
SP deneyine gelince; kurucuları ne kadar inkâr ederse etsin, ideolojik ve politik bakımdan bu parti TİKP’in bir devamıdır. Kuruluşu ve o günden bugüne gelen tutumuyla da bütün Marksist parti normlarını çiğneyen bir parti olarak şekillenmiştir. Kuruluş aşamasında Troçkistinden reformcusuna en kaşarlanmış revizyonistine kadar herkes bu partiye çağırılmıştır. Ama Perinçek ve TİKP’in şöhreti o kadar lekelidir ki, açıkça Marksizm’e karşı çıkanları bile toparlayamamıştır. Nitekim bütün Marksist değerleri lafta bile savunmayan SBP Perinçek’ten her gün birleşelim çağrısı alabilmektedir. Ya da en kaşarlanmış sendika bürokratı ya da eski ağalar bir günde SP’ye üye kaydedilmekte, bunlar SP’nin güçlenmesi olarak lanse edilebilmektedir.
Kısacası Perinçek’in fikir babası olarak kurulan partiler en temel Marksist parti normlarını ayaklar, altına alarak kurulmuş partilerdir. Bu partiler, sadece sosyalizmden nasibini almamakla da kalmamış, en küçük bir devrim kaygısı da taşımamışlar, taşımamaktadırlar.
Söylenenlerden açıkça anlaşılıyor ama bir kez daha yineleyelim. Her soydan devrim kaçkınının, canı isteyen herkesin üye olduğu bir parti, devrim gibi zorlu bir eylemde proletarya ve emekçilere nasıl önderlik edecek, devrimci eylemi nasıl gerçekleştirecektir sorusunun yanıtı yoktur Perinçek’te. Dahası devrim sözcüğü D. Perinçek’in literatüründe devrimci saflarda karışıklık çıkarmak için kullandığı istismar edilecek bir malzemeden ibarettir. Bunun en iyi kanıtı da, onun proletaryanın devrimci partisi olarak lanse ettiği şekilsiz, ancak devrimden vazgeçenlerin itibar ettiği, devrim yapma isteği ve yeteneğinden tümüyle yoksun partileridir. Bu türden bir partinin Stalinci olması elbette beklenemez. Çünkü Stalin demek dünyayı devrimci bir tarzda değiştirmek, devrim demektir. Burjuvazi ve bütün gericiliğin boy hedefi olması, düzenle bütünleşmeye yönelen Marksizm’den her tür sapmanın işe Stalin eleştirisi ve Stalin’den kopma öyküsüyle başlamasının nedeni de budur. Perinçek gibi, hiç bir zaman Stalin’i savunmamış olanların bile belirli dönemlerde, bazen devrimci lafazanlık arkasında bazen de açık bir biçimde, düşmanca tutum takınarak, Stalin’le bir ilişkilerinin olmadığı konusunda kitaplar yazmasının nedeni de budur.
Perinçek’in “Stalin’den Gorbaçov’a” adlı kitabını yazmasındaki amaç da, burjuvaziye Stalinci olmadığını bir kez daha anımsatmaktan ibarettir. Çünkü bunun anlamı, “Ben devrim vb. lafı etsem de aldırmayın, ben sizin düzeninizin savunucusuyum ve sizin demokrasinize renk katmaktan başka bir amacım yok.” demektir. Çünkü son yarım yüzyıldır kapitalizme karşı olmanın, dünyayı devrimci yoldan değiştirip değiştirmemenin mihenk taşı Stalin’de somutlanan parti ve devrim ilkelerini savunup savunmamaktır. Bu burjuvazi için olduğu kadar proletarya ve emekçiler için de böyledir. Girdiğin bataklıkta yolun açık olsun Bay Perinçek!

Mayıs 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑