Olay-1. Diyarbakır Kulp’ta PKK militanlarının cenazesi kaldırılacak. Binler toplanıyor. Gerginlik. “Şefkatli” davranılmak konmuş kafaya. Politika böyle. Ve öyle yapılıyor: cenazelere sahip çıkıp törene katılmak isteyenlerin üzerine “uyarı ateşi” açılıyor. Saldırı, fevri değil, belirli bir politikanın ürünü. Aynı namlular Lice’de protestocuların üzerine de ölüm kusuyor. O, şefkatli davranılacağı ifade edilen Kürt halkı ölüler veriyor. Resmi açıklama ölü sayısının 9 olduğu yolunda.
Bu olay, bir güldürünün sonunu açıklıyor. Sahtekâr yatıştırmacılık fiilde iflas ediyor. Demirel-İnönü’nün ağzından tanınacağı ifade edilen “Kürt realitesi” ve izleneceği söylenen “halka şefkat” politikası avutmaları burada noktalanıyor. Hükümet ve onun ulusal özgürlük ve demokrasiye ilişkin yaratmaya çalıştığı, Türk ve Kürt sözde sol ve özellikle aydın çevrelerce pompalanan ve seçimlerde SHP destekçiliğiyle önü açılan beklenti ve hayaller pratikte geçersizleşiyor. Kuşkusuz yine hala savunucu ve yayıcıları olacaktır, ama bir kez köprülerin altından sular akmıştır. Demirel’le İnönü’nün bir kez daha Diyarbakır’da binlere hitap etmeleri çok zor olacaktır. Kim benzer amaçla binleri alanlarda toplamaya çalışırsa kaybedecektir. Kulp’la Lice’den sonra külleri havaya savrulan “halka şefkat” politikası baştan beri bir aldatmacaydı; çünkü onun bir başka politikayla birlikte izleneceği açıklanmaktaydı: terörizmin, PKK’nın ezilmesi. “Kürt realitesi”nden söz edenlerin Kürt-PKK ilişkisi realitesinden bihaber olmaları düşünülemezdi. Becerilebilirse, bir tecrit ve kazanma tutumu olarak geliştirilecekti bu politikanın uygulaması. Kamuran İnan’lar ve HEP’in uzlaşmacı ve uşaklığa yatkın, F. Işıklar gibi başka alanlarda bunu kanıtlamış eski yöneticileri ve belki ulusal devrimcilerden dönüştürülecek bazıları aracılığıyla, Kürtçe konuşurken ezilip aşağılanmayı, ulusal onursuzluğu kabullenecek bir “realite” haline dönüştürülmeye çalışılacaktı “Kürt realitesi”. Ama daha işin başında görüntünün kurtarılması bile başarılamamıştır. Tasarlanan politikanın gerçek yüzü çok erken dışa vurmuştur. A. Zeki Okçuoğlu gibi “yeni düzen” ve koalisyon hükümetine, onun “demokratikleştiriciliği”ne bel bağlayıp bu yönde umut ve hayal yayan sözde Kürt gerçeğine sahip çıkınların da yüzü daha kolay görünüyor bugün. Uzlaşma ve ulusal onursuzluğu kabul ettirmeye çalışanlar, bu yönde mesai harcayanlar, artık “Hükümet iyi ve özgürlük ve demokrasi istiyor, ama kötü olan, hükümetin hâkim olamadığı Kontrgerilladır” hayalini zor yayacak, iki kötünün birini şirinleştirmede zaafa düşeceklerdir. Lice ve Kulp olaylarıyla ilgili olarak Demirel, İnönü, Sezgin ve başka üyeleriyle hükümetin hangi tarafı oluşturduğu açıklamalarıyla ortadadır. Hükümet ateş açılmasını onaylamış ye olumlamıştır. Takke zaten yoktu, ancak, kel iyice görünmüştür!
Olay -2. Kulp ve Lice olaylarıyla ilgili yaygın protestolar olur. Çeşitli yerlerde gösteriler, kepenk kapatmalar… Yurtiçi ve yurtdışında yaygın eylemler. Bir tanesi, hele böyle koşullarda her yönüyle çok iyi hesap edilmesi gerekirken sonuçları tahmin edilemeyen İstanbul Bakırköy’de Çetinkaya mağazasına molotof atılması. Masum bir protesto olan, amacı aşan sonuç, bir yanıyla vahim, diğer yanıyla son zamanlarda özellikle körüklenen Türk şovenizmine malzeme sağlayıcı, koz ve bahane verici olmuştur. Yangın merdiveni kapılarının kilitli olması nedeniyle 11 suçsuz insanın öldüğü olay, dakika sektirilmeden Türk-şoven kampanyanın önemli bir kaldıracı olarak kullanılmaya başlanmış, her şeyi bahane olarak kullanabilecek olan Türk şovenizmi buradan güç alarak hız kazanmıştır.
Olay -3. Bir Meclis genel görüşmesinde SHP Grup Başkanvekili olarak Şırnak milletvekili Mahmut Alınak kürsüye çıkar. Konuşma metni önceden İnönü tarafından bile onaylanmıştır. Türk ve Kürt halkının birliğini savunan bir konuşmaya başlamıştır. Saldırıya uğrar, yaka-paça kürsüden indirilir. Koalisyon ortağı bir partinin bir yöneticisinin meclisteki hem de SHP adına konuşması, sadece Kürt olduğu için Türk şovenlerce kullanılmaya çalışılır. Bu olay, Türk şovenlerin yangında ölenlerin değil, kampanyalarını geliştirmek için bahanelerin peşinde koştuklarını gösteren iyi bir örnektir.
“Özgürlükçü-demokrat”, “halka şefkat yanlısı” Demirci ve İnönü, Türk şoven kampanyaya katılmışlardır. Bir yandan “ülkenin bölünmez bütünlüğü”, “üniter devlet” vurgusu, diğer yandan Kürtlere karşı Türklerin kışkırtılmasına yönelik propaganda, “ezeceğiz” edebiyatı onların tutumu oldu. Özal, HEP kökenli milletvekillerinin meclisten atılmasını neredeyse açıkça istedi. Adalet Bakanı SHP’li S. Oktay, HEP ile L. Zana ve H. Dicle hakkındaki DGM soruşturmasının özellikle sürdürülmesini emrettiğini Demirci’m isteği üzerine açıkladı. “Sosyal Demokrat” şeflerden Ecevit, bir süredir benzer politikalar izlediği Türkeş’le hemen aynı tavrı ortaya koydu. Fırsat yakalamışken HEP dolayısıyla SHP’ye, ama temel olarak da Kürtlere saldırdı. Dış Türklerle birlik, Kürtlere düşmanlık politikasının avangartlığını yapıyor. Erbakan ve RP Kürtlere saldırı ve şovenizmi körüklemede pek kimseden geri kalmadı. En ileri giden ise, bekleneceği gibi, Türkeş ve faşist MÇP’si oldu. Demirel’le görüşerek onu daha da sertleşmeye iknaya çalışan Türkeş, Kürtlere açıktan savaş açılması ve Kürdistan’da sıkıyönetim ilan edilmesini istedi. Halta yeni bir cuntanın kılıç şakırtılarına çanak tutulmaya başlandı. Bir darbe şimdilik alt perdeden de olsa gündeme sokulmaya çalışılıyor. Genelkurmay Başkanı D. Güreş açık intikam çağrıları yapıyor. Bu kampanyaya sözde işçilerin başkanı faşist bürokrat Şevket Yılmaz katılmazlık edemezdi. Türk-İş TİSK’le ortak bir açıklama yaparak Türk şovenizminin kışkırtıcıları arasındaki yerini aldı.
Kürdistan’da Öldürülen asker cenazelerinde ilk çıkış yapılmıştı. Kayseri başlangıç olmuştu. Yemin töreninde Kürtçe konuşulması ve baskı altında olunduğundan söz edilmesi ikinci bir bahaneydi. Son olarak Bakırköy’deki yangın ve Alınak’ın konuşması kullanıldı. Türk şovenizmi, burjuvazi Kürt sorununda çözümsüz olduğunu gördükçe, i sorunun bir halkın sorunu olduğunu pratik olarak yaşadıkça körükleniyor. Geniş tabanlı hükümet bir yatıştırma sağlayabilir diye düşünüldü. Ama bu aslında son kozdu. Hemen tümüyle tek parti halinde davranıyordu burjuvazi ve faşizm. Ancak böylelikle son kozunu da oynuyordu. Şimdi şu ya da bu hükümetin iş başında olmasından bağımsız olarak sertliğin tırmandırılmasına hız veriliyor. Demirel-İnönü hükümeti, özellikle dış Türkler, Kürt sorunu ve Körfez’e ilişkin olarak aynı Özal, M. Yılmaz politikasını uygulayıp sürdürüyor. Çünkü bu Amerikan emperyalizminin ve onun kurmakta olduğu “yeni düzeni”nin dikle ettirdiği politikada-. Emperyalist yağmanın artarak sürmesi, Çevik ve Çekiç Güç’lerle sadece Türkiye’de değil bölgede bu yağmanın ve stratejik çıkarların sağlama alınması yön verici temel nedendir. Türkiye, Balkanlardan Kafkasya ve Orta Asya’ya ve Körfeze kadar bugün olduğunca faal olmamış ve başlıca Amerikan çıkarları doğrultusunda bu denli hareketli ve yükümlü kılınmamıştı.
Sermaye ve diktatörlüğün, onun hükümetlerinin iki temel yönelimi, Amerikan emperyalizmine yamanma ve dışta bunun gereklerini yerine getirme ve içte de bununla ve egemenliğini sürdürmeyle bağlantılı olarak işçi ve emekçilere, Kürt halkına saldırı, toplumsal muhalefeti ezme. Beklentiler boşunadır, hayaldir. Demokrasi ve özgürlükler hükümet dâhil, sermaye ve diktatörlüğün elinden koparılıp alınacak, kazanılacaktır. Kimse verileceğini sanmasın, hayal yaymasın.
Türk-şoven kampanya bu ikili yönelimle, emperyalizme uşaklık ve içle işçi ve Türk ve Kürt halkına düşmanlıkla birleşmektedir. Çevik Kuvvet’in süresi uzatılır, komşu ülkelere yönelik savaş kışkırtıcılığı yapılır ve eski Sovyetler Birliği topraklarına yönelik (dış Türkler) emeller açık faaliyet olarak uygulamaya konurken, zamlar ve işten atmalar sürdürülürken, Kürdistan’da halkla devlet arasında lam bir kopuşma yaşanırken, ne herhangi bir güç yatıştırma sağlayabilir, ne Kürtlerle diyalog ve taviz politikasına dönüş yapılabilir ve ne de sermaye ve faşizm ırkçı-şoven kampanyayı körüklemekten vazgeçebilir.
Bu kampanya işçileri kazanmayı hedeflemeye kadar uzanıyor. Türk-İş-TİSK ortak tavrı bunun göstergesidir. Ancak, kampanyanın asıl hedeflediği Türk küçük burjuva yığınlar ve orta sınıf ve katmanlardır. Başlıca bu sınıf ve tabakalar arasında Kürt düşmanlığına taban oluşturulmaya çalışılmaktadır. Amaç, Kürt ulusal hareketini ezmenin sosyal dayanağını oluşturmak, tabanını yaratmaktır. Türk şovenizmi körüklenerek Türkler, yığınsal olarak, Kürt halkının kırılmasının destekçisi kılınmak, en azından tarafsızlaştırılmak istenmektedir. Üstelik hız verilen şoven kampanya yalnızca Kürt ulusal hareketini değil işçi hareketini de hedefliyor. İşçilerin arasına çekilecek ulusal çiller ve yaratılacak ulusal düşmanlığın işçi hareketinde önemli bir bölünme yaratacağı hesaplanmakladır. Ortak çıkar ve talepler etrafında tek ve bütün halinde bir sınıf olarak birleşip mücadele eden işçilerin Türk ve Kürt kökenlerine göre bölünüp düşmanlaştırılması ihtimali bile komünistlere, öncü işçilere, devrimci ve demokratlara kaçınamayacakları bir görev yüklüyor: Türk şovenizmine karşı amansızca mücadele. Behemehal “milli sorun” denilen şeyin Kürt ulusal harekeli ve onun yükselip yığınsallaşması ve ulusal özgürlük talebi olduğu, sermaye Ye faşizmin özgürlüksüzlük ve katliamcılık tutumu içinde bulunduğu her fırsatta açıklanmalıdır. Burjuvazi katliamları da içeren terörünü “ülkenin bölünmez bütünlüğü” adı allında gizlemektedir. Ama “ülkenin bölünmez bütünlüğü”, Amerikan emperyalizminin “bölge karakolu” olmak anlamındadır. Bölücüler, ülke satıcıları, bütünlük sözü edemezler.
Ulusal hareket, işçi hareketinin temel müttefiki durumundadır. Şoven kampanyanın azgınlaştırıldığı koşullarda sınıfın müttefikleri kazanmasının önemi daha da artmaktadır. İşçi sınıfı Zonguldak’ta, Paşabahçe’de, Ereğli’de müttefikleri kazanma yeteneğinde ve bu potansiyele sahip olduğunu göstermiştir. Ama Zonguldak’la olduğu gibi işçilerin sadece destekler ve sempati kazanmasının yetersiz olduğu ortadadır. İşçi hareketinin kendiliğindenliği aşılması gereken temel zaaf durumundadır. Çünkü kendiliğindenlik temelinde ne müttefikler kazanılabilir ve ne de müttefiklerle birlikte ortak bir mücadele örgütlenip yürütülebilir. Hayali önemde olan, işçi hareketinin taleplerini siyasal özgürlükler ve iktidar taleplerine doğru genişletmektir. Burjuva bir işçi harekeli olmaktan kurtulmanın, özgürlük ve demokrasinin, sınıfın kurtuluşunun olduğu gibi, ulusal hareketle birliğin temel dinamiği de budur. Mutlaka ortak taleplerle ortak bir mücadele yaratmak gereklidir. Bu ortak talepler ise, ancak ekonomik talepleri de kapsamakla birlikle siyasal talepler olabilir. Böyle bir mücadeleyi geliştirmenin bugün temel gereklerinden biri ise Türk şovenizmine karşı mücadele ve ulusal özgürlük talebine sahip çıkmak, özellikle Türkler arasında bu talebi yaygınlaştırmaktır.
Türk şovenizminin bahaneleriyle oyalanma değil ona karşı mücadele…
Ocak 1992