Üç dönem üç politika-3

1950’Ierin sonundan başlayarak, 1980’lere gelen süreç; 1917’de, sosyalist ve kapitalist olarak iki karşıt sisteme bölünen dünyanın yeniden kapitalist bir dünya olarak bütünleşmesinin, iki süper emperyalist güç olarak dünya politikasında rol oynayan ABD ve SB arasındaki egemenlik çatışmasının sürecidir. Bu dönemin politikaları da bu “bütünleşme” ve süper güçlerin egemenlik alanlarını genişletme çabalan tarafından belirlenir.
Yazımızın bu bölümünde, bu dönemi ele alıp, Gorbaçov-Reagan, Gorbaçov-Bush önderliğinde kurulmasına başlanan ve günümüzde Bush’un “tek liderliği” ile sürdürülmeye çalışılan “yeni dünya düzeni”ne gelen politikaları ele alacağız.
Kuşkusuz döneme damgasını vuran en önemli değişiklik, SB’nin sosyalist bir ülke olmaktan çıkıp emperyalist bir ülkeye dönüşmesi olmuştur. Bu yüzden de öncelikle bu değişimin yol açtığı etkenler üstünde durmak doğru olacaktır.

SB’NİN EMPERYALİST BİR ÜLKE OLARAK DÜNYA POLİTİKASINA KATILMASININ YOL AÇTIĞI GELİŞMELER
1950’lerin sonlarında Kruşçevcilerin SB’de iktidarı ele geçirmesi dünya politikasında da son derece önemli değişikliklere yol açtı. Çünkü SB, bir yandan 40 yıla yaklaşan bir sosyalizm uygulamasıyla kapitalist dünya pazarını parçalarken öte yandan dünya proletaryasının sömürüden kurtuluşunun, ezilen halkların bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin bir dayanağı, bir simgesi olmuştu. Dahası SB, ekonomik ve askeri güç bakımından, ABD’den sonra, dünyanın ikinci büyük gücüydü. Bu yüzden de SB’nde girişilen kapitalist restorasyon ve emperyalist bir dünya politikası izlemeye yönelinmesi kapitalizme yeni ve büyük olanaklar sunarken, proletarya ve ezilen halkların özgürlük ve kurtuluş mücadeleleri önüne yeni ve büyük engeller dikti.

SB ve Sosyalist Blok’ta restorasyona yönelinmesi ve dünya pazarının kapitalist pazar olarak bütünleşmesi
1917 Ekim Devrimi, kuşkusuz uygarlığa geçişten bu yana dünyadaki en önemli değişiklikti. Ekim devrimiyle birlikte yer küre, birbiriyle uzlaşmaz karşıtlık içinde olan iki dünyaya bölünmüştü. Bir tarafta özgürlük ve eşitliklerin laftan ibaret kaldığı sömürünün ve baskının dünyası, kapitalist dünya, diğer tarafta sömürüşüz, baskısız, insana yeteneklerini geliştirmek için sınırsız olanaklar vadeden proletaryanın sosyalist dünyası. Bunun ekonomik anlamı, dünya karalarının altıda birinin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının, yüz milyondan fazla emekçinin emeğinin kapitalist sömürünün alanı dışına çıkarılmasıydı. Kapitalist-emperyalist sömürü alanlarının daraltılması sadece SB ile sınırlı kalmadı. Ekim devriminin rüzgârlarının uyandırdığı sömürge ve yarı sömürge halkların mücadelesinin yelkenlerini doldurarak bu ülkelerdeki ulusal kurtuluşçu eğilimleri güçlendirdi, bu halkların sosyalizme gösterdikleri sempati dünyanın her köşesinde sömürgeciliği astan yüzünden pahalı bir olgu haline getirerek, emperyalist dünyanın çözümsüzlüklerini derinleştiren bir etken oldu. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası ortaya çıkan Sosyalist Blok ve Çin, Vietnam, Kore’nin birer halk cumhuriyetine dönüşüp SB ile çok yakın ilişki içine girerek kapitalist pazardan kopmaya yönelmeleri, sömürgeciliğin hızla çözülme surecine girerek hiç olmazsa siyasi bakımdan bağımsız devletlerin ortaya çıkması emperyalist pazarı olağanüstü daraltmıştı. Sömürü alanlarının daralması, aynı anlama gelmek üzere emperyalistlerin paylaşacakları şeylerin azalması aralarındaki pazar kavgasının sertleşmesinin zeminini oluştururken bir yandan da sistemin genel bunalımını artırıcı bir rol oynuyordu.
İşte dünya emperyalist sisteminin böylesi her yandan köşeye sıkışmaya başladığı bir dönemde, SB’nde iktidarı ele geçiren Kruşçevciler, SB’ni kapitalist restorasyon yoluna sokarak emperyalistlere düşlerinde bile göremeyecekleri büyük olanaklar sundu.
Sunulan olanak başlıca üç alanda açıkça görünüyordu: Birincisi, emperyalist dünya pazarının tümüyle dışına çıkmış SB ve Doğu Avrupa ülkelerinin yeniden kapitalist pazara bağlanmasının sonucu olarak kapitalist pazarın büyümesi, kapitalist dünyanın mal ve sermaye ihracı için geniş olanaklar elde etmesiydi. İkincisi, sömürgecilik ve yeni sömürgeciliğe karşı savaşan halkların siyasi olarak kendi devletlerini kurma haklarını elde etseler bile, ekonomik olarak emperyalist kapitalist pazar dışında kalma olanağının ortadan kalkmış olmasıydı. Üçüncüsü ise; kapitalist ülkelerdeki devrimci komünist partilerinin Kruşçevciliğin baskısıyla reformcu düzen partilerine dönüşmesi sonucu proletaryanın kapitalizmi ve kapitalist devletleri tehdit eden pozisyondan geri çekilmesiydi.
Gerçi burada, büyük ve güçlü bir emperyalist olarak SB’nin kapitalist pazara girerek bu pazara mal ve sermaye ihracına yönelmesinin, diğer emperyalistlerle rekabete girişmesinin emperyalist dünyanın pazarının daraltıcı ve çatışmalarını sertleştirici bir unsur olduğu akla gelebilirse de, sorun sistemler-arası bir çatışma olmaktan çıkıp sistem içi bir çatışmaya dönüştüğü için, bunun emperyalizmin hayatiyetine yönelen bir çatışma olmadığı apaçık ortadadır. Bu yüzdendir ki, 30’lu, 40’lı, 50’li yıllarda sosyalizm karşısında sürekli güç, prestij ve mevzi yitiren emperyalistler, 1960’lardan başlayarak tedricen mevzi kazandılar. Bu durum, 1980’lerde emperyalist bir “yeni düzen” kurmaya yönelecek kadar cesaret etmelerinin nedeni oldu.
Kısacası, SB’nin restorasyon yoluna girmesi sosyalist ve kapitalist dünya olarak iki karşıt dünyaya bölünmüş yer küreyi yeniden tek bir kapitalist dünya sistemine dönüştürerek kapitalizme yeni “atılımlar” için taze kan vermiş, “kapitalizmin ebedi bir dünya sistemi olarak kalacağı” vb. biçimindeki bugünkü kapitalist propagandaya geçici de olsa “inandırıcılık” sağlamıştır.

SB’nin güçlü bir emperyalist olarak sahneye çıkması

1950’lerin sonunda kapitalist restorasyon yoluna girerek emperyalist politikalar izlemeye yönelen SB, ABD ve öteki eski emperyalistlere göre önemli avantajlara sahipti.
Sovyetler Birliği’nin birinci avantajı 40 yıllık sosyalist ekonomi uygulamasının yarattığı ekonomik birikimden geliyordu. 40 yıl boyunca SB, kapitalist ekonomilerin içine yuvarlandığı buhran ve çöküntüleri tanımadan ilerlemiş, savaş sırasındaki büyük tahribat sonrasında ekonomisini hızla yeniden kurmayı başarmıştı. Avrupa’nın büyük kapitalist ülkeleri ABD’nin yardımlarıyla en temel üretim alanlarında bile henüz savaş öncesi üretim düzeylerine varamadığı 1950 başlarında SB savaşın tahribatını tamir ettiği gibi hızlı bir büyüme dönemine de girmişti. Savaştan ekonomik yıkıntıya hiç uğramayan bir ülke olarak ve en karlı çıkan ABD emperyalizmi bile 1956’dan itibaren dış ticaret açığı vermeye başlamışken SB bütün üretim dallarında hızla büyüyordu.
1950’li yıllarda SB ekonomisinin belli başlı alanlarda ABD’ye karşı gelişme hızı bakımından büyük bir üstünlüğü vardı, örneğin ulusal gelirin artış hızı ABD’nin iki katı, endüstri üretimi ABD’nin 2.1 katı, yatırım malları üretimi ABD’nin 3.3 katı, kapitalistlerin bugün pek öğündükleri emeğin verimliliğindeki artış da ABD’nin 2.1 katıydı.
Aşağıdaki tablo, emperyalist politikalar uygulamaya yönelen eski sosyalist yeni emperyalist SB’nin hangi ekonomik gelişme potansiyeline dayandığım daha açık göstermektedir.

1929    1946    1947    1948    1919    1950    1951
SSCB        100    466    571    721    870    1082    1266
ABD        100    155    170    175    160    182    200
İNGİLTERE    100    112    124    135    144    157    160
FRANSA    100    63    74    85    92    92    104
İTALYA    100    72    93    97    102    118    134

Tabloda açıkça görüldüğü gibi, 1929-1951 yıllan arasında SB’nin toplam sanayi üretimi 13 misli artarken, savaştan en güçlü çıkan ABD’nin bile toplam üretimi sadece bir misli artmıştır. Tarımsal üretimde de durum çok farklı değildi. 1952 yılında kapitalist ülkelerin tarım üretimi henüz savaş öncesi düzeye çıkamamışken, SB’nin tarımsal üretimi savaş öncesini %50 aşmış durumdaydı.
Kısacası 1917’nin, Avrupa’nın en geri feodal-emperyalist ülkesi olan Rusya topraklan üstünde kurulan sosyalist SB, 1950’lerde üretimin birçok alanında gelişmiş kapitalist ülkelere yetişmiş, bazı alanlarda da onları aşmış bir ülkeydi. Üstelik de gelişme hızı bakımından herhangi bir kapitalist ülkeyle kıyaslanamayacak kadar öndeydi. Bu koşullarda başlatılan kapitalist restorasyon SB’nin asıl gelişme dinamiği olan sosyalist ekonominin temellerini sarsmıştı, ama başlatılmış olan atak ve sosyalizmin birikimleri başlangıçta (20 yıl süreyle) revizyonist yöneticilere atılım yapacakları bir dayanak da sağlamıştı.
Emperyalist politikalar izlemeye yönelen Sovyetler Birliği’nin, eski emperyalist ülkelere göre ikinci büyük avantajı 40 yıllık sosyalizm boyunca proletarya ve ezilen halkların gözünde bıraktığı misyondu.
Şöyle ki; eski emperyalist ülkeler halkların ve ezilen ulusların gözünde her yere soygun ve zulüm için giden sömürücü haydutlardı. Onların, demokrasi, özgürlük ve ulusal kendi kaderini tayin hakkından söz etmeleri sadece sömürücü yüzlerini saklamak içindi. Bu imaj yerleşmiş olduğundan, eski emperyalistlerin en gönüllü işbirlikçileri bile patronlarına karşı mesafeli davranmak zorunda kalıyorlardı, özellikle bağımsızlıklarını yeni kazanan ülkeler emperyalistlerle ilişkide (anılarının tazeliğinden) dikkatli davranmak, yoğurdu üfleyerek yemek zorunluluğunu hissediyorlardı.
SB için ise durum tamamen tersineydi: Emperyalist Rus imparatorluğunun yıkıntıları üstünde ulusların eşitliği temelinde kurulan SB, 40 yıllık tarihi boyunca ulusların özgürlüğü ve kendi kaderlerini özgürce tayin etme ilkesini titizlikle savunmuş, hiç bir çıkar gözetmeksizin onların ulusal kurtuluş mücadelesini desteklemiş, genç ülkelerle eşitlik temelinde ilişkiler kurmuş, onları maddi ve manevi bakımdan desteklemiş bir ülkeydi. Bu durum halkların ve yeni bağımsızlık kazanmış ülkelerin gönlüne SB’yi dost, kendilerine kötülük gelmeyecek bir ülke olarak yerleştirmişti. Dünya proletaryası için ise durum daha da ileriydi: SB sosyalizmin anavatanı, bütün dünya proletaryasının gözü gibi koruması gereken bir ülkeydi. O’nun çıkarları proletarya davasının çıkarlarıydı.
Sovyet revizyonistleri emperyalist amaçları için sosyalizmin biriktirdiği ekonomik güçleri olduğu kadar sosyalizmin siyasi ve ideolojik birikimlerini de sermayeye çevirerek dünyanın paylaşımından pay alma yarışında kendilerine dayanak yaptılar. 60’lı-70’Ii yıllar boyunca bu sermayeyi kullanmaktan, har vurup harman savurmaktan çekinmediler.

Kruşçev revizyonizminin iki yüzü: ideolojik teslimiyet ve dünya hegemonyası için mücadele

SB’nde iktidarı ele geçiren Kruşçevciler, işe, Troçkistlerin ve emperyalistlerin ortaklaşa yürüttüğü anti-sosyalist, anti-Stalinist kampanyanın malzemelerini kullanarak yeni bir anti-Stalinist kampanyayla başladılar. Stalin’in şahsında bütün sosyalist değerlere saldırarak kapitalist normların övgüsünü yaptılar, İşe buradan başlamalarının amacı çok açıktı. Kapitalizme karşı savaş ve sosyalizmi kurmada direnen bir irade olarak Stalin’e karşı çıkılarak emperyalizme hoş görünmek, kendilerinin aynı çizgiyi izlemeyecekleri, tersine emperyalizme ve kapitalizme karşı savaş içinde olmayacakları imajını vermeye çalışıyorlardı. Bu amaçta da kısa zamanda başarılı olundu. Kruşçev birden bire emperyalist propagandacıların gözdesi oluverdi. Sosyalizmi kötülemek için Kruşçcv’in Stalin ve dönemine ilişkin değersiz değerlendirmeleri emperyalist propaganda odaklarının sosyalizmi karalamak için başlıca malzemesi oldu.
Kruşçev’in anti-Stalinist kampanyası, öncelikle uluslararası komünist harekette bir bölünmeye yol açtı. Ve bir çok büyük komünist partisi kısa zamanda Kruşçevizmin baskı ve kışkırtmasıyla revizyonist bir çizgiye doğru kaydı. Komünist hareket içindeki kargaşa ve bölünme dünya ölçüsünde komünist hareketi ve proletarya mücadelesini geriye itti.
Kruşçev kendi çizgisini “Banş içinde birlikte yaşama” olarak formüle etti. O’na göre bu halkların ve proletaryanın isteği idi. Kruşçev de bu “genel isteğe” uygun davranıyordu. Kruşçevcilere göre, sosyalist ve kapitalist sistem artık barış içinde bir arada varolabilirdi. Bunun halkalar ve proletarya için anlamı SB’nin artık devrimleri ye ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklemeyeceğiydi.
Elbette ki Kruşçevciler, açıkça sosyalizmden vazgeçtiklerini söylemiyorlar, tersine “bugünkü dünya koşullarında M-L bir politikanın bunu gerektirdiğini” söyleyerek kendi amaçlarına yürüyorlardı. Onlara göre sosyalizm artık öylesine güçlenmişti ki, dünya “barış” içinde olursa sosyalizm kendiliğinden gerçekleşebilirdi. Hatta Sosyalizm için proletarya önderliği, proletarya partisi gibi şeylere de gerek yoktu. Burjuva partiler, burjuva hükümetler SB ile yakın ilişki ve işbirliği içinde “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçebilirlerdi. Çünkü SB bir örnek oluşturuyordu ve halklar onun gelişmesine bakarak kapitalizm yerine sosyalizmi tercih edeceklerdi vs. vs.!
İlk bakışta saf bir aydının ütopyası gibi görünen bu tezler, SB’deki değişim göz önüne alındığında sosyal emperyalist politikanın dayanaktan oluyordu. Çünkü bu gerekçeler arkasında SB burjuva hükümetlerle yakın ilişki içine girerek sermaye ihracına yöneliyor, kapitalizmle sosyalizmin yansı adına sermaye ihracına yönetip bu ülkelerdeki komünist partiler ve sosyalizme yakınlık duyan çevreleri kendi egemenliği için işbirlikçiler, komprador haline getiriyordu.
Ulusal kurtuluş mücadelelerine destek de aynı biçimde ulusların kaderlerini tayin haklarına müdahaleye, bu hareketler içindeki değişik burjuva kliklerle işbirliğine dönüştürülerek, yapılan “yardımlar”ın “karşılıkları beklenerek” bu mücadeleler kendi yayılmalarının bir aracına dönüştürülüyordu.
Tıpkı ABD emperyalizmi, ya da diğer herhangi bir emperyalist gibi SB de dış politikasını silahlanma yarışı, baskı, şantaj, askeri, ekonomik, diplomatik saldırı, komplo ve darbeler üstüne inşa ediyordu. ABD ve diğer emperyalistlerin egemenlik alanlarına sızmak, kendi egemenliğini güçlendirmek için her yol mubahtı artık.
Sosyal emperyalizmin ideolojik ve politik temellerinin oluşturulduğu Kruşçev dönemine genel olarak bakıldığında bu dönemin iki önemli özelliği göze çarpan Emperyalizm ve kapitalizm karşısında ideolojik bakımdan tam bir teslimiyet; sosyalist değerleri, devrimi savunmaktan tümüyle vazgeçme ama egemenlik alanları, dünyanın çeşitli bölgelerinde dayanaklar elde etmek için her aracı kullanarak (komplolar, darbeler düzenlemek, istihbarat örgütlerini kullanmak, adam satın almak vb. gibi en iğrenç yollar da dâhil) yayılma için diğer emperyalistlerle dişe diş bir mücadele. Tabi bütün bu faaliyetlerin sosyalizmin yüce çıkarları için yapıldığı propagandasını ihmal etmeden.
Kruşçev, 1964 Ekiminde bir “saray darbesi” ile Brejnev ve ekibi tarafından düşürüldü. Ama, Kruşçev’in politikalarında hiç bir ciddi değişiklik yapılmadı. Kruşçev’in yetkileri Brijnev-Kosigin-Podgorny üçlüsü tarafında yürütülmeye başlandı. Sonra bu üçlü Brejnev-Kosigin ikilisine, sonra da Brejnev’in tek adamlığına değişti.
Brejnevciler, görünüşte Kruşçev’in aşırı sağcı politikalarını benimsemez gibiydiler. Anti-Stalinizm geriye çekilmiş el altından yürütülen bir tutum olmuştu ama sosyal emperyalist politikalar daha yüksek sesle ifade ediliyordu. Nitekim 1968’de Çekoslovakya’nın Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ordularınca işgali, 1960’lı yıllarda yükselen Sosyal emperyalist nicel değişimlerin bir nitelik sıçramasına ulaştığının göstergesi oldu. Çekoslovakya işgali aynı zamanda izlenen sosyal emperyalist politikaların bütünlüklü ifadesi olacak olan “Brejnev Doktrini”nin resmi SB politikası olarak ilan edilmesini de zorladı.
Şunu söylüyordu “Brejnev Doktrini” (1969): “İçerden ya da dışardan tehdit altında bulunan herhangi bir sosyalist ülkeye öteki sosyalist ülkelerin kuvvet kullanarak müdahale hakkı meşrudur.”
1947’de Yunanistan’a “komünizm tehdidi” bahanesiyle geliştirilen “Truman Doktrini” ya da 1956’da aynı gerekçeyle Ortadoğu ülkelerine “toprak bütünlüğü” garantisi veren “Eisenhower Doktrini” ile “Brejnev Doktrini”nin benzerliği ilginçtir. Değişen tek şey müdahalenin gerekçesi; birisi komünizm tehlikesine diğeri kapitalizm tehlikesine göre başka ülkeleri korumaya alıyorlar. İşin aslına bakılırsa; Brejnev bu “doktrinini” geç bir tarihte formüle etmiştir. Çünkü daha Kruşçev’le birlikte Doğu Avrupa ülkeleri “korumaya” alınmıştı. “sosyalist iş bölümü” gibi çekici bir gerekçe arkasında Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomileri kendi “uzmanlık” dallarına indirgenmiş, kendisini yeniden üretecek sanayiler olmaktan çıkarılmışlardı. Böylece bu ülkelerin sanayilerinin kaderi SB’ne bağlanmıştı. Brejnev Doktrini, artık kötürüm haline getirilen bu ülkelerin açıkça korumaya alınmasıydı.
Ama Brejnev doktrini sadece Doğu Avrupa ülkeleri ile sınırlı kalan bir doktrin değildi. Dünyanın her köşesindeki iki süper emperyalist arasındaki çatışma iki süper gücün liderlerinin doktrinleri de çarpıştı. Afrika’dan Afganistan’a kadar her yerde ABD Truman ve Eisenhower doktrinlerine dayanarak, SB Brejnev doktrinine dayanarak güç gösterisinde bulunmaktan kaçınmadılar. Kendi yandaşlarına bazen silah ve maddi yardım gibi “masum” destekler sundular, kimi zaman askeri danışmanlar gönderdiler, kimi zaman da tankları, uçakları ve toplarıyla savaştılar. Ama bütün bunlun yaparken ne biri ABD’nin çıkarları, dolar için, sömürü ve talan için, ne de öteki Sovyet emperyalizminin çıkarları, daha çok ruble ve egemenlik için savaşıyoruz dedi. Tersine birisi “demokrasi, insan hakları, kişi özgürlüğü için”, öteki “sosyalizm, bağımsızlık için” savaşıyoruz iddiasını sürdürdü.
1960’lı yıllar SB’nin sosyalist maskesiyle, sosyalizmin çıkarları iddiasıyla emperyalist politikalar izlediği, uluslararası komünist hareket içinde reformculuğun yerleşmesi için çaba harcadığı, öte yandan da artık sosyalistliğinden sadece gerçek Marksistlerin değil, devrimci demokrat güçlerin ve ulusal kurtuluş mücadelesi veren yurtseverlerin de kuşkulanmaya başladığı yıllar oldu. Gelişmesinin olanaklarının henüz sonuna gelmemişti, ama artık eski itibarını da yitirmeye başladığından, itibarından gelen gücünün yerine de silah gücünü koymaya başladığı yıllar oldu.

ABD VE BATILI EMPERYALİSTLERİN POLİTİKALARI
1950’li yılların ABD’nin tek patronluğunda bir kapitalist-emperyalist dünya yıllan olduğunu, savaşın Avrupa’yı yıkması ve eski sömürge sisteminin çökmesinden ABD’nin azami yararlanarak Avrupalı emperyalistleri bir “vasal” durumuna düşürdüğünü bu yazının 2. bölümünde açıklamıştık.
1960’lı yılların başında da emperyalist kamp içinde ABD hala tek patrondu. Ama artık gelişme olanaklarını da tüketmişti. Emperyalizmin jandarmalığı kendisine hayli pahalıya patlıyor, dış ticaret açığı giderek daha büyük açıklar verirken ekonomisi de Avrupa ekonomilerinin gelişmesine bağlı olarak gittikçe derinleşen kriz belirtileri gösteriyordu. Gerçi karşılarında uykularını kaçıran S talin önderliğinde bir SB, yerini uzlaşmacı Kruşçevizmin SB’ne bırakmıştı, ama onun gözünde SB hala tehlikeli bir komünizm mihrakıydı ve çıkar alanları Pasifik (Vietnam ve Güneydoğu Asya) ve Atlantik (Küba) “komünizmin” tehdidi altındaydı. Ortadoğu ve Afrika ise SB’nin adeta doğal yayılma alanı haline geliyordu. Küba’ya yönelik başarısız saldırı, ABD’nin tek patronluğuna gölge düşürüyordu. Vietnam ise, bütün sömürge ve yeni sömürgeler için “kötü örnek” olacak bir gelişme gösteriyordu. Zaten orada bir askeri varlığı da vardı. Fransızların Vietnam’ı utanç verici bir yenilgiyle terk etmesinden sonra Güney Doğu Asya onun egemenliğine geçmişti. Ama Vietnam düşerse arkası gelecek, tıpkı birbiri arkasına dizili domino taşları gibi, Kamboçya, Laos, Tayland, Hong Kong, Filipinler vb. tüm Güneydoğu Asya komünizmin pençesine düşecekti (domino teorisi).
Truman’dan beri izlenen politika yürürlüğe kondu: “Komünizm tehdidi altındaki Vietnam hükümetine yardım” adı altında bin kişilik bir askeri birlik gönderildi. Ama domino teorisi en azından bu alanda haklı çıktı. Her giden askeri birlik yenilerini gerektirdi ve 550 bin Amerikan askeri, sayısız uçak ve gemi Vietnam’a yığıldı. Sonuç tıpkı Fransızlarınki gibi oldu utanç verici bir yenilgi.
Sadece yenilgi de değil, bütün dünya halklarının nefretini de kazandı ABD. Amerikan halkı bile on binlercesi sokaklara dökülerek ABD emperyalizmini lanetlemeye koyuldu. Dünyanın her köşesinde “Yanke Go Home” en çok duyulan slogandı. Avrupalı emperyalistler bile büyük patronlarını terk ederek el altından Kuzey Vietnam hükümetiyle ilişki kuruyorlardı. ABD emperyalizmi dibi olmayan gerçek bir bataklığa saplanmıştı.
Bu en zor günlerinde yine bir el uzandı ABD’ye. Bu el SB’nin eliydi. Vietnam hükümeti üstündeki etkisini ABD lehine kullanan SB, “şerefli bir geri çekilme” planıyla gelmişti. Ve kısa bir süre sonra da, 10 yıllık bir maceradan sonra, ABD Vietnam’ı terk etti.
Vietnam’da asıl karlı çıkan SB olmuştu, ama ABD de daha kötü bir yenilgiden kurtulmuştu.
60’lı yıllarda ABD ve Batı’lı emperyalistlerin politikalarına bakıldığında şu söylenebilin ABD kapitalist-emperyalist dünyanın hala tek patronudur ve sistemin dünya jandarmalığını yapmayı sürdürmektedir. Ama Avrupa arlık 1950’lerin ABD’ye avuç açan Avrupa’sı değildir. Özellikle Fransa ve Almanya kendi çıkarlarını öne çıkaran politikalar izlemekte kararlıdırlar. Almanya, Ostpolitik denilen politikasıyla SB ile sıcak ilişkiler kurarak SB ve Doğu Avrupa pazarında pay kapmaya yönelmiştir. Fransa ise daha açık olarak, NATO’nun askeri kanadından da çekilerek SB ile çeşitli dostluk anlaşmaları ile SB pazarında Almanya ile yarışmaktadır, İngiltere ABD’ye yakın durmaktadır ama Avrupa’daki gelişmelere karşı kayıtsız kalmamakta, AETin gelişmesini kaygı ve ilgiyle izlemektedir. Tek büyük patron ABD giderek Avrupa üstündeki etkinliğinin azaldığının farkındadır. Vietnam savaşında ise hem yenilgiye uğramış hem de dünya halkları gözünde büyük bir itibar yitimine uğramıştır. Tıpkı SB gibi ABD de, ama ondan daha da fazla olarak, statüsünü sürdürebilmek için itibarından kaybettiği gücü daha çok silahla doldurmak ihtiyacındadır. Ama giderek bozulan ekonomik durumu, silahlanma yarışının devasa giderlerini karşılayamaz bir haldedir. Bu noktada SB ile çıkartan kesişme halindedir ve tabii “dünya barışı”, “savaşsız dünya özlemi” edebiyatı arkasında 1969’da başlayan SALT-1 (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri) görüşmeleri 1971’de tamamlanır. 1973’te başlayan SALT-2 görüşmeleri ise 1974’te Nixon-Brejnev arasında imzalanır. 1975’te ise iki süper devlet arasında Helsinki Sözleşmesi imzalanır. Ve diğer devletlerin imzasına açılır, iki süper güç tarafından bütün propaganda olanakları ile artık bir barış döneminin açıldığı bütün dünyaya ilan edilir. Bütün ülkeler Helsinki sözleşmesine uyacak, ne ulusal ne de uluslararası anlaşmazlıklar silaha başvurularak çözülecektir!
Helsinki Sözleşmesi olarak adlandırılan belge aslında bir varolan dünyanın, yani iki süper gücün kendi egemenlik alanlarının devamına yönelik bir “emperyalist barış” sözleşmesidir. Ama her zaman olduğu gibi onu da ilk ihlal edenler bizzat bu büyük emperyalistler olurlar. ABD, SB’nin egemenlik alanlarına müdahalelerde bulunur, SB, Afrika’da yeni egemenlik alanları için açık müdahalelere ve darbelere başvurarak yüceltilen “barış” propagandasına çomak sokarlar. Darbeler, müdahaleler, bölgesel savaşları kışkırtma, silahlanma ve silah ticareti sürer gider.

“Yumuşama dönemi” mi bölgesel savaşlar dönemi mi?
Burjuva tarihçileri, 1960’lardan sonrasına “yumuşama dönemi” adını veriyorlar. Gerekçeleri de Stalin döneminden farklı olarak Batı’lı emperyalistlerle SB ve Doğu Bloğu arasında uyuşmazlıkların “görüşmeler” yoluyla çözülmeye yönelinmesi, silahsızlanma görüşmelerinin başlaması ve iki tarafın bir genel çatışmadan kaçınmak için uzlaşmalara gitmesi gösteriliyor.
Hiç kuşkusuz ki bu adlandırma, varolan emperyalist sistemi aklamaya yöneliktir ve halkların olup bitenleri unutacağı, propaganda ile kafalarının karıştırılabileceği varsayımına dayanmaktadır.
“Yumuşama dönemi” denilen bu dönemin ne kadar yumuşak olduğunu görmek için bu dönemin belli başlı savaşlarının sadece adlarını sayacağız.
* 1962 Çin-Hindistan Savaşı
* 1963-1974 Vietnam Savaşı (ABD, 2. Dünya savaşında İngiltere’ye atılan bombanın 80 katı miktarında, Japonya’ya atılan atom bombasının 20 katı gücünde 7 milyon ton bomba kullandı. 55 bin ABD askeri öldü. Vietnam’ın kayıpları belirsiz)
* 1965 Hindistan-Pakistan savaşı.
* 1967 Arap-İsrail savaşı. (6 gün savaşı)
* 1968 Çekoslovakya’nın işgali.
* 1971 Pakistan-Bangladeş Savaşı.
* 1973 Arap-İsrail Savaşı.
* 1974 Irak Kürt ayaklanması
* 1975 Lübnan İç-savaşı. (Hala sonuçlanmış değil)
* 1975-76 Angola-Portekiz savaşı
* 1977 Angola İç-savaşı
* 1970″li yıllarda başlayıp henüz sona eren Etiyopya-Eritre, Etiyopya-Somali, Tigre, Ogaden savaşları.
* 1973-80 Batı Sahra-İspanya, Fas-Polisario, Moritanya-Polisario çatışması.
* 1974 Kıbrıs’ın Türkiye tarafından işgali.
* 1977 Vietnam’ın Kamboçya’yı işgali.
* 1979 Çin-Vietnam savaşı
* 1979-89Afganistan’ın SB tarafından işgali ve Afgan iç-savaşı (halen sürüyor)
* 1979 İran Devrimi ve ABD’nin İran’a başarısız CIA operasyonu.
* 1980 İran-Irak Savaşı. (8 yıl sürdü)
* 1980 Türkiye’de ABD destekli askeri darbe.
* 1981 Polonya’da SB yanlısı generallerin askeri darbesi.
* 1982 İngiltere-Arjantin arasında Falkland Savaşı
* 1984’den günümüze Kürt-Türkiye gerilla mücadelesi ve kısmi ayaklanmalar.
* 1989 Panama’nın ABD tarafından işgali
* 1990 Romanya’da SB-ABD desteğinde darbe.
* 1990 (Ağustos) Irak’ın Kuveyt’i işgali.
* 1991 Körfez Savaşı
* Irak’ta Kürt ayaklanmasının ezilmesi
* Önceki on yıllarda olduğu gibi, Latin Amerika ülkelerinde sayısız darbe ve iç karışıklar.
(Elbette bu listede çeşitli ülkelerde gerçekleşen askeri ve sivil darbeler, Güney Afrika, Hindistan, SB ve diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki ayaklanmalar ve çatışmalar yoktur. Eğer çok büyük çoğunluğunda şu ya da bu emperyalistin müdahil ya da kışkırtıcısı olduğu bu olaylar da konsaydı bir kaç sayfa daha doldurmamız gerekirdi.)
Böylesi bir savaş tablosu sergileyen 30 yıllık döneme nasıl ve neden “yumuşama’ dönemi adı takılıyor ve bütün dünya “ebedi barışa” gidildiği iddiasıyla aldatılıyor sorusuna yanıt vermeden önce yukarıdaki listenin bir özelliğine dikkat çekmek gerekiyor.
Listedeki savaşlarda savaşan taraflara bakıldığında, emperyalistlerin bu savaşların sadece bir kaçında taraf olduğu görülürse de bu tamamen yanıltıcıdır. Tersine bütün bu savaş ve darbelerde bir tarafın ya da her iki tarafın arkasında bir ya da birkaç emperyalist vardır. Özellikle bölgesel karakter gösteren büyük savaşlar emperyalistlerin doğrudan taraflardan birini ya da her ikisini birden kışkırtması sonucu olarak ortaya çıkmakta, bu savaşların çoğunda da, sonuçta belirleyici olan emperyalistlerin müdahalelerinin doğrultusu olmaktadır. Bu yüzdendir ki emperyalistlerin bölgesel savaşlar, küçük devletlerin milliyetçi duygularının barışı tehdit ettiği vb. yakınmalarına inanmamak gerekir. Çünkü bunların kışkırtıcısı bizzat onlar ya da onların kurdukları adaletsiz dünya düzenidir.
“Yumuşama dönemi” iddiasına gelince; her şeyden önce devletler ve tekellerin uzlaşmaz çıkar çatışmalarına dayanan bir sistem olan, üstelik gelişme düzeyi ileri olanın kendisinden geri olanı sömürme ve egemenlik altına alma eğilimi taşıyan bir sistem olan emperyalist sistemde “sertleşme” ya da “yumuşama” tümüyle göreceli bir kavramdır. 1950’lere göre alındığında, (olaylar ve olgular göz önüne alınırsa) 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda emperyalistler-arası mücadele yumuşamamış keskinleşmiştir. Şöyle ki 1950’lerde hiç bir etkinlik göstermeyen Japonya ve Avrupalı emperyalistler sonraki on yıllarda güç toplayarak ABD ile henüz ekonomik ve siyasi alanla sınırlı da olsa bir rekabet yarışına girmişlerdir, öte yandan yeni emperyalistler olarak sahneye çıkan Sovyet ve Çin emperyalizmi de bu hegemonya mücadelesinde yer alarak ortamı daha da gerginleştirmişlerdir. Özellikle Japonya ve Almanya’nın ekonomik güç bakımından süper emperyalist olma yolunda hayli mesafe kat ederken, SB’nin çok geri bir konuma itilmesi, ABD’nin ekonomik gücünden mutlak ve göreceli olarak çok şey kaybetmesi egemenlik alanlarının yeniden paylaşılması talebinin öne çıkmasının olanağını büyütmektedir. Bugün, SB’nin kendi egemenlik alanlarında geri adım atması, diğerlerini biraz rahatlatmış gibi görünüyorsa da emperyalizmin karakteri gereği diğer emperyalistler bu bize yeter diyerek paylaşım istemini gevşetmezler. Tersine daha çoğunu istemekte kendilerini “haklı” görerek iştahları daha da kabarır. Bugün Birleşik Almanya’nın Doğu Avrupa ülkelerini kendisinin doğal egemenlik alanı olarak görmesi, bu ülkelerin iç işlerine (Yugoslavya, Romanya, Macaristan, Polonya’da olduğu gibi) karışma hakkını görmesi, Yugoslavya’da olduğu gibi (Slovenya ve Hırvatistan’ın ayrılmasını kışkırtıyor, ayrılıkçılara politik, ekonomik ve siyasi destek sunuyor) ABD karşıtı bir politika izlemesi, Japonya’nın dünyanın her köşesinde ABD ve Avrupa tekellerine kafa tutarken askeri bakımdan da güçlenmek için açık ve gizli hazırlıklar yapması emperyalistler-arası yeni gerginlikler için bütün temel olguları büyütmektedir.
Öte yandan Batılı emperyalistlerin SB ve etki alanlarında milliyetçilik ve dinsel farklılıkları kışkırtarak kendi etkinlikleri için olanaklar yaratma çabası da aynı olguları büyütecek girişimlerdir.
Bu nedenlerledir ki emperyalistler-arası çatışmalar ve gerginlik için son 30 yıldaki olgular, önceki 10 yıla göre daha fazladır. Yine son 30 yılın 10 yıllarında, önceki on yıla göre, daha çok savaş, daha çok çatışma, daha çok darbe, karışıklıklar olmuştur. Bu yüzdendir ki son 30 yılı “yumuşama” yılları olarak nitelemek emperyalizmin “barışçı”, “sömürücü olmayan” bir nitelik kazandığı ön varsayımına (ya da kasıtlı çarpıtmaya) dayanan bir iddiadır. Amacı da emperyalizmin sömürücü, hegemonyacı, savaş ve çatışmalara kaynaklık edici niteliğini gözlerden saklamaya yöneliktir.
Ancak “yumuşamacı” burjuva tarihçilerinin iyimser olmak için nedenleri vardır. O da şudur: 1930-40-50’li yıllarda kendi dünyalarının karşıtı bir dünya vardı ve o dünya ile doğrudan çatışma içinde olmasalar bile büyük bir korku duyuyorlar, dahası, çatışma olmadan da o karşıtlığı bütün burjuvazi kendi içinde duyuyordu. Ama 60’lardan bu yana adı sürse de burjuvazi SB’nin ve adına sosyalist diyen Çin, SB ve uydularının değişip kendileriyle aynı platforma geldiğini hissediyorlardı. Kruşçevcilerin devrimi reddetmeleri, “barış içinde bir arada yaşama” tezinin samimi savunucuları olmalarından bu yana şu ya da bu emperyalist ülke tehlikeye düşse, gerilese ya da dağılma sürecine girse de sistemin kendisinin tehdit edilmediğini düşündüklerinden, güçlü bir sosyalizm dünyasının olduğu günlere göre yumuşama yaşandığını iddia etmektedirler ki, bu anlamıyla bir yumuşamadan söz etmekte haklıdırlar. Nitekim SB’nin, ABD’ni Vietnam batağından çekip çıkarmak için elini uzatmasının arkasında yatan da onların bu aynı platforma gelmiş bulunmasındandır. Çünkü çıkarları ne kadar zıtlaşırsa zıtlaşsın; devrimler, halkların ve proletaryanın mücadelesi karşısında, sistemin tehlikeye düştüğü her yerde, birleşebilmektedirler. Gerçekten de SB ve ABD, 1960’lardan bu yana halkların mücadelesi karşısında kendi çıkarlarını bir yana atarak birleşebilmişlerdir. Emperyalist sistemi övmekte, sistemi tehlikeye düşürecek çatışmalardan kaçınmakta (elbette kaçınamayacakları kadar büyük çelişmeler de ortaya çıkabilir, ama şimdilik kaçınabilmektedirler) halk hareketlerini bastırmakta (bazen birlikte davranma bazen da savunduktan ilkeleri görmezden gelerek birbirine göz yumma) ya da bugün olduğu gibi “ebedi” olacağını sandıkları bir “yeni düzen” kurma girişiminde birleşebilmektedirler ki, burjuva tarihçilerine “yumuşama” olarak görünen de bu olmalı.
Ne var ki, Helsinki Doruğu ile zirvesine çıkan “yuşuma edebiyatı aradan bir kaç yıl geçmeden ABD ve SB tarafından torpillendi. ABD, “Yıldız Savaşları Projesi”, SB’de Afganistan’ı işgal ederek emperyalistler-arası “barış” ve “yumuşamaya” ne kadar güvenileceğini bir kez daha gösterdiler.
Arap-İsrail savaşı sonrası patlak veren “petrol krizinden ABD gereği gibi yararlanmasını bilmişti. Petrol fiyatlarının yükselmesiyle bir taşla iki kuş vurdu. Birincisi, Ortadoğu petrolüne göre daha pahalı üretilen ABD petrolü, petrol fiyatlarının yükselmesiyle ABD petrolü kullanım ve üretimini karlı hale getirdi. İkincisi ise Ortadoğu petrolüne bağımlı Avrupa ve Japon sanayi karşısında ABD’nin rekabet şansını artırdı. Böylece ABD ekonomisi nispi bir iyileşme dönemine girdi. Bu durum ABD’nin silahlanma yarışında SB’ni zorlamak için olanaklarını artırdı.
Vietnam yenilgisinin psikolojik baskısından kurtulup, ABD’ni yeniden eski günlerine döndürmek iddiasıyla işbaşına gelen Reagan yönetimi  “Yıldız Savaşları Projesi” ve ekonomiyi hızla büyütecek politikalar izleyerek SB’ye dünyanın her köşesinde meydan okuma propagandası ve politikasını benimsedi.
1960’lardan başlayarak sosyalizmin mirasını yiyen SB ise, 1970’ler sonuna gelindiğinde ekonomik gelişme potansiyelini olduğu kadar sosyalizmin kendisine kazandırdığı prestiji de tüketmişti. Afganistan işgali ise maskesini iyice düşürdü. Kısacası Afganistan SB’nin Vietnam’ı oldu. Ekonomik istikrarsızlık, izlenen emperyalist politikanın dünyanın her köşesinde başarısızlık belirtileri vermesine yaşlanmış revizyonistlerin art arda ölmeleri Gorbaçov ve Gorbaçovculukla noktalandı.
Gorbaçov, tıpkı Kruşçev gibi, iktidara gelir gelmez anti-Stalinist kampanyayı, eski cephanelikten aldığı paslanmış silahlarla, ama daha aşağılık bir üslupla yeniden başlattı. Amaç; Batı emperyalizmi karşısında tam bir teslimiyet bayrağının açıldığını kanıtlamaktı. Stalin’le başlatılan anti-sosyalist kampanya Brejnevi de içine alarak Lenin’e Marks’a uzandı. Ve bugün açıkça SBKP’nin bir sosyal demokrat parti olmasına karar verilmesiyle noktalandı.

EMPERYALİST “YENİ DÜZEN” ÜTOPYASI YA DA STATÜKONUN KORUNMASI
Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle Batılı emperyalistler karşısında tam bir teslimiyet politikası izlenmeye yönelinmesi, elbette Gorbaçov’un kişiliğinden, ya da öncekilere göre(Kruşçev, Brejnev) daha az emperyalist amaçlar gütmesinden değildi. Tersine, 1960’lardan bu yana izlenen emperyalist politikaların ve kapitalist restorasyonun getirdiği ekonomik, sosyal çalkantı oha başka bir yol izleme şansı tanımıyordu. Artık ticari bir değeri olmayan sosyalist maske ve kapitalist ekonomi ve toplumsal normlarla çelişen sosyalist biçimlere ihtiyaç yoktu. Bu yüzden de Batılı emperyalistlerle aynı cephede yer alarak sosyalizme saldırmak emperyalist SB için daha ticariydi, Gorbaçov ve Gorbaçovcular da bunu yaptı. Sovyet emperyalizminin varolan koşullarda çıkarlarına “en uygun” diye düşündükleri politikaları izlemeye koyuldular.
Zaten politikanın kendisi bir amaç değil amaca götüren yol ve yöntemler bütünüdür. Bu yüzden de politikanın amacı anlaşılmadan kendisi de anlaşılamaz. Emperyalistler de bundan yararlanıyorlar. Amaçlarını saklayan yoğun bir propaganda kampanyası arkasında amaçlarına adım adım ulaşmaya çalışıyorlar. Nitekim bugüne kadar hiç bir emperyalist “ben egemenlik alanlarımı genişletmek için savaş çıkarmak istiyorum” diyerek ortaya çıkmamıştır. Tersine, “haksızlığı önleme”, “adaleti sağlama”, “dünya barışını koruma” gibi herkesin özlemi olan değerleri öne çıkaran bir propaganda arkasında amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırlar, bugün de çalışıyorlar.
Bugünkü koşullarda SB, ekonomik ve sosyal krizi aşabilmek için Batı emperyalizminin mali, teknolojik ve politik desteğine muhtaçtır. Bu yüzden de gerek içerde gerekse uluslararası planda, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlere hoş görünecek politikalar izlemek zorundadır. SB’nin bir süper güç olarak etkisini yitirip açıkça Batılı emperyalistlere avuç açar duruma gelmesinden sonra tek süper güç durumuna gelen ABD, SB’nin boşalttığı alanlar için Japonya ve Almanya ile alttan alta bir paylaşım mücadelesi vermesine karşı bugünkü statüyü resmileştirmek, kendi jandarmalığında bir emperyalist “yeni düzen” kurmak için gerekli politikaları izlemektedir.

“Yeni Düzen Programı” devrimi ve sosyalizmi yok etme programıdır
ABD’nin başını çektiği emperyalist kampa, yeni bir dünya düzeni kurma cesaretini veren iki süper güçten biri olan SB’nin dünya egemenliğinden vazgeçmek zorunda kalmasıydı. Ama SB sıradan bir emperyalist değildi. En güçlü emperyalistlerden biriydi. Ayrıca dünya kamuoyu gözünde sosyalist olarak biliniyordu. Batılı emperyalistlerle giriştiği rekabette yenik düşmesi, dahası kendi bloğunun çökmesi, revizyonist bürokratik polis rejimlerin Batılı emperyalistlerin empoze ettiği sloganlar etrafında toplanan muhalif güçlerce devrilmesi, emperyalistlerin sosyalizme karşı büyük bir kampanya yürütmelerinin vesilesi oldu. “Burjuva parlamentosu”, “özgür seçim”, “çok partililik”, “serbest pazar ekonomisi” gibi unsurlar, “yenilmiş sosyalizme” karşı “yeni”, “kurtarıcı” seçenekler olarak sunuldu. Yenilenin sosyalizm değil kapitalizmin bir türü olan bürokratik devlet kapitalizmi olduğu gerçeği saklanarak sosyalizm karalandı. Bu kampanya, “proletarya diktatörlüğünün geçersizliği, “proletaryanın devrimci özelliklerini yitirdiği” ve “giderek yok olduğu” biçimindeki revizyonist tezlerle birleştirilerek devrim ve sosyalizm düşüncesi emekçilerin kalbinden sökülüp atılmaya, sosyalizm “gömülmeye” yönelindi. Bugün de bu çaba hızından bir şey kaybolmadan sürdürülüyor.
Emperyalist “yeni düzen”, sosyalizmin olmadığı bir dünyada, ancak sosyalizmin başarabileceği “uluslararası adil bir dünya düzeni”, “ebedi barış”, “sömürünün olmadığı”, “varolan çelişmelerin BM vb. kuruluşlar içinde konuşularak çözümleneceği” bir dünya düzeni vaat ederek, sosyalizm olmadan da insanlığın ebedi bir barış içinde yaşayıp gidebileceği iddiasıyla ortaya çıkıyor. Kısacası, kapitalizm kapitalizm olarak kalarak da, sosyalizmin kurmayı vaat ettiği barış ve özgürlük dünyasının kurulacağım öne sürüyor. Böylece, daha iyi bir dünya düzeni için sosyalizme ve devrimlere gerek olmadığını savunuyor.
Emperyalist-gerici propaganda, “öldü” diye etrafında toz-duman kopardığı sosyalizme karşı kampanyayı başarısının devamı için hayati görüyor. Ve var gücüyle sürdürmeye çalışıyor.

“Yeni düzen”, ABD’nin liderliğinde emperyalist dünya düzeni amaçlıyor
Bugün tek süper güç olarak kalan ABD, kendisi yeterince güçlüyken kendi çıkarlarının gözetildiği bugünkü dünya statüsünü korumayı amaçlıyor. Bunun içinde bu statüyü bozabilecek eylemlere dünyanın her köşesindeki gelişmeyi diplomatik, askeri vb. her yolla, “dünya barışını koruma” adına engellemeye çalışıyor.
ABD’nin izlediği politikaya bakınca şu açıkça görülüyor: ABD, her şeyden önce kendi çıkarlarını savunuyor, ama halklar ve devrim mücadelesi karşısında bütün emperyalistlerin, emperyalist sistemin çıkarlarını savunmayı da ihmal etmiyor. ABD’nin askeri gücü olmadan bugünkü sistemin ayakta duramayacağını kanıtlamaya çalışıyor. Bunu göstermek içinde bir yandan rakip emperyalistlerle alttan alta bir egemenlik mücadelesi sürdürürken, bir yandan da SB’ye olduğu gibi onlara yardımda bulunuyor. Örneğin SB imparatorluğunun tümüyle dağılmaması için Gorbaçov’a destek veriyor, onun cumhuriyetlerdeki milliyetçi eğilimleri bastırmasına göz yumuyor.
Diğer emperyalistler de bu durumun farkındadırlar, ama şu koşullarda ABD’nin liderliğindeki bir dünya onların da işine geldiğinden bu eylemi destekliyor, varolan durumdan azami çıkar sağlayarak kendi pozisyonlarını güçlendirmeye çalışıyorlar.

“Yeni düzen ” ütopyası gerçekler karşısında yıkılmaya mahkûmdur
Gençliklerinde ya da yaşamlarının herhangi bir döneminde hiç olmazsa kendi iddialarına göre Marksizm’i, sosyalizmi savunmuş olan “eski solcular” ve genel olarak burjuva propaganda uzmanları toplumun, ütopyalar peşinde koştuğu düşüncesindedirler. Bu nedenle de, “eski solcularımız” sosyalizmin yeniden canlanması için “yeni ütopyalar bulması gerektiği”ni savunurken, burjuva propagandacılar ise kendi ütopyaları olan emperyalist “yeni düzen”i propaganda ediyorlar, bütün toplumu “yeni düzen”in “evrensel barış”, “ebedi adalet”, “ölümsüz kapitalizm” vb. sloganları ile büyülemeye çalışıyorlar.
Ütopya; gerçekte var olmayan, nesnel gerçekle bağlantısı olmadan ancak düşüncede geliştirilen tasarımlar, planlar, projeler için kullanılan bir kavram. Örneğin Marks öncesi sosyalistler, sosyalizm düşüncesini proletarya ve sınıf mücadelesi gerçeğine oturtmadıkları, projelerini sadece kendi kafalarındaki “eşitlik”, “kardeşlik”, “adalet”, “hak ve haksızlık” kavramlarına göre geliştirdikleri için birer ütopyacı sosyalistlerdi. Düşünceleri “hoş”tu, insanların özlemlerini dile getiriyordu, bu yüzden de insanları etkiliyorlardı ama gerçekleşme temeli olmadığı için da yığınlara mal olup maddi bir güce, dünyayı değiştirecek bir güce dönüşemiyorlardı.
Kuşkusuz bugün “yeni ütopyalar” arayanlar, dünyayı değiştirecek düşünceler değil, insanları oyalayacak “hoş” masallar peşindedirler. Eski ütopyacılar projelerini “yeterince gelişmemiş ekonomik koşullar” nedeniyle zorunlu olarak ütopyaya düşüyorlardı. Bugünküler ise kendi sınıf çıkarları böyle gerektirdiği için Marksizm’i, sosyalizmi karalama, yığınların bilincini bulandırmak için kasıtlı olarak bunu yapıyorlar. Nitekim emperyalist “yeni düzen” sunuluşu ve öne çıkardığı sloganlarıyla böyle bir ütopya olup, eski solcusundan emperyalist ülkelerin liderlerine kadar geni; bir yelpaze içinde topluma dayatılmaya, aptallaştırıcı bir propaganda salvosu arkasında bir ütopyadan başka bir şey olmayan emperyalist “yeni düzen” eski sömürücü kapitalizm ve “gerçekleşme şansı olmayan, gerçekleştiği kadarıyla da kapitalizm tarafından yenilen sosyalizm” karşısında herkesin kabul etmesi gereken bir amaç, bir ideal olarak sunulmaktadır. Elbette bu işin propaganda yanı ve yığınları uyutmak için burjuva propagandacılar, politikacılar tarafından yunuluyor. Ama emperyalistler kendi politikalarını uygularken hiç de ütopyacı değiller ve politikalarını çıplak gerçeklere, kendi çıkarlarına dayandırarak oluşturuyorlar.
“Yeni düzen programı” bir ütopyadır. Çünkü yeni düzen “proletaryanın devrimci niteliğini yitirdiği, hatta bir sınıf olacak nitelikleri kaybettiği”, “emperyalistler arası çelişmelerin uzlaşmaz olmaktan çıktığı”, “kapitalizmin sömürücü niteliğinin dönüşüp sosyalleştiği” gibi, kapitalizmi kapitalizm yapan özelliklerin ortadan kalktığı varsayımına dayanmaktadır. Oysa gerçekler bambaşkadır.
Her şeyden önce proletarya üstündeki sömürünün azalması değil çoğalması söz konusudur. Kapitalist devletlerin son yüzyıl içinde toplumsal yaşamın çeşidi alanlarında yerine getirmeye çalıştığı hizmetler (sosyal yardımların yaygınlaşması, genel eğitim ve sağlık hizmetlerinin genelleşmesi, çevre korumacılığı vb.) proletarya ve halkların kapitalizme karşı mücadelesinin dolaylı sonucuydu. Nitekim sosyalizm ve proletarya mücadelesinin son yıllarda gerilemesi bütün bu sosyal hizmetlerde de bir gerilemeye yol açmış, ABD ve Avrupa’da bile serbest pazar ekonomisi adına bu hizmetler azaltılıp savsaklanmaya başlanmıştır. Kısacası son yıllarda bütün sınıf farklılıkları kalkıyor propagandasına karşın, emeğin verimliliğinin artmasına paralel olarak proletarya ve emekçilerin refah düzeyleri anmamakta, çalışan sınıflarla burjuvazi arasındaki toplumsal gelirden pay alma (sömürü oranı) artmaktadır. Bunun anlamı ise, burjuvazi ve proletarya, çalışan sınıflarla sömürücü sınıflar arasındaki çelişmenin artmasıdır.
Emperyalistler-arası çelişmeler de artmaktadır. Özellikle Japon ve Alman emperyalizmi süper emperyalistler olma yolunda hızla ilerlemektedirler. Bu da yakın gelecekte en büyük emperyalist ABD’den kendi güçlerine göre “hak” istemelerini kaçınılmaz kılacaktır. Daha bugünden Almanya, Ortadoğu ve Doğu Avrupa’da kendi politikasını izleyerek ABD’nin çıkarlarına çomak sokan girişimlere başlamıştır. Japonya ise Pasifik’te ve petrol ihtiyacını karşıladığı Ortadoğu’da aynı şeyi yaparken ABD’nin kendi topraklarında bile ABD tekellerini rahatsız edecek kadar ileri gitmektedir.
Öte yandan dünyanın geri bölgelerinin emperyalistler tarafından yağması hızlanarak sürmekte, halklar yoksulluklarının, özgürlüksüzlüklerinin nedeninin emperyalist dünya düzeni olduğunu her geçen gün daha çok fark etmektedirler. Yeni sömürgeciliğin amaç ve yöntemleri daha açıkça görünür hale gelmiştir. Bu nedenle kurulmak istenen düzen bir türlü dikiş tutmamakta, SB cumhuriyetleri arasında çatışmalar bitmeden Ortadoğu’da savaş patlak vermekte, daha savaşın dumanı tüterken Etiyopya’da bir halk devriminin zaferi duyulmakta, Yugoslavya’da Sırp-Hırvat-Sloven çatışması patlak vermektedir. Emperyalist düzenin cephe gerisini oluşturan gerici, faşist diktatörlüklerin sürdüğü ülkelerde ulusal ve sınıflar mücadeleler mayalanıp kabarmaktadır.
Kısacası emperyalist “yeni düzen” programı, halkların ve proletaryanın kafasını karıştırmak, onları devrimden, sosyalizm mücadelesinden alıkoymak için öne sürülen, gerçekleşme şansı olmayan, bir programdır. Bu yüzden de sadece bir ütopya değil alçakça bir yalandır da…
İnsanlık tarihinin gösterdiği en somut ders, sınıfların, sınıf çıkarlarının, ulusların ve ulusal çıkarların bulunduğu bir dünyada kalıcı bir barıştan, uzlaşmadan söz edilemeyeceğidir. Günümüzde yaşananlarda Marksizm’in bu en temel önermesini doğrulamakatadır. Emperyalistler de bu dersi çok iyi bilmektedirler. Bu yüzden de bugün halkları “ebedi barış” ve “adalet” propagandası yaparken kendileri tarihin en büyük harcamalarını yaparak yeni silahlar, savaş uçakları geliştirmekte, düzenlerini tehdit edecek güçlere karşı anında müdahaleler yapacak “çevik kuvvetler”, yeni askeri üsler kurmakta, kendi aralarındaki askeri paktları güçlendirmek için önlemler almaktadırlar.
Emperyalist sistemin başlıca çelişmelerinin bugün de var olduğu ve hızla keskinleştiği göz önüne alındığında, devrim ve sosyalizm mücadelesi geçmiştekinden daha geniş ve sağlam bir temelde yükselecektir. Emperyalizm, dünya kapitalizminin 1917 Ekim devrimiyle başlatılan parçalanma sürecini geri çevirerek dünyayı tek bir sistem haline getirmiş, söyleyebileceği son sözü söylemiş, gelişme olanaklarını son sınırına vardırmıştır. Şimdi söz sırası yeni devrimlerin ve sosyalizmindir. Şimdi, devrim ve sosyalizm için savaşanlar için yaşanmış bir deneyim ve sosyalizmi kurmanın daha geniş bir zemini vardır. Bu zemin üstünde yükselen ve yükselecek mücadele kapitalizmi yeryüzünden silecek potansiyele ve yeteneğe sahiptir.
Emperyalistler bugün ne kadar güçlü bir pozisyonda bulunuyor olurlarsa olsunlar, ayaklarının altındaki zemin hiç bir zorun, iradenin, aldatıcı propagandanın ortadan kaldıramayacağı uzlaşmaz çelişmeler tarafından kayganlaştırılmaktadır.
Gelecek emperyalist “yeni düzen”in değil, sosyalist yeni düzenin, gerçek yeni düzenindir.

Ağustos 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑