Uğur Dündar aileyi kurtarıyor!

Geçtiğimiz günlerde, televizyonun birinci kanalında, klasik Uğur Dündar şovlarından biri olan “Tele-Vizyon” programı yayınlandı, TRT kurumunun şimdiye dek en küçük politik esintiye göre ardı ardına değişen bütün yönetim kadrolarıyla birlikte çalışabilme “yeteneğini” kendine özgü siyasi kıvraklığıyla başarabilmiş olan, kimi zaman sosyal-demokrat, kimi zaman milliyetçi muhafazakâr, kimi zaman ANAP usulü liberal olmayı, adeta bunlar arasında hiçbir çelişki olmadığını göstermek istercesine becerebilen bu yayıncının altına imza attığı programların niteliği, artık uyanık izleyici için çok bilinmeyen bir şey değil.
O, habercilik deyince, “özerk” TRT’nin kendisine sunduğu olanaklardan sonuna kadar yararlanıp gizli kamera komploları kurarak, kişilerin özel hayatlarını insafsızca didikleyerek, polisiye yöntemler uygulayarak hatta ardına polis timleri takıp gezerek sansasyonlar yaratmayı anlar. Yüzüne zoom yapılmış kameradan ekrana gelen görüntüde, dudaklarını eğip bükerek, ağlamaklı ses tonuyla, hani neredeyse bir erkeğin yaşardı yaşanacak gözlerini izleyicinin gözlerine kenetleyerek, kendisinin de bir parçası olduğu düzenin pislikleri içinde debelenen ve bu pislikleri eylemleriyle yeniden üreten, hayatını trajediler olarak yaşayan sinik ve ezik insanların üzerine oturup, düşünsel cüceliğinin devlet desteğiyle zafer kazanmasının keyfini çıkarır.
Anmadan geçmeyelim, “Tele-Vizyon”da, Uğur Dündar’a, geçmişte Yeni Gündem’de çalıştığı sıralarda, orta sayfaya “marjinal” kesimlerden görünümler yazan, Çingenelerin, Çerkeslerin, eşcinsellerin, lezbiyenlerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadri bilinmemiş “entel”lerin ve değişik alt kültür gruplarının problemlerini eğlenceli ve renkli bir dille anlatan Osman Balcıgil eşlik ediyor. Ama Balcıgil, geçmişte takındığı biraz hümanist, biraz demokrat ve biraz uçuk tavrını, TRT kurumunun kendisine verdiği bürokrat gözlükleri ve koyu renkli kravatlarla takas etmiş. “Marjinal” kesimlerin ve insanların dostu gibi görünmekten çoktan vazgeçmiş; şimdi artık eline geçirdiği çuvaldızla, kapitalizmin düşürdüğü insanların yaralarını deşip kanatmaktan ve üzerine gericiliğin tuzunu ekmekten özel bir zevk duyar hale gelmiş.
Bu kez gizli kameralar bir kadının üzerinde odaklandı. Bu kadın, kendisini filme alan kameradan habersiz olarak, bir kaç ay önce evlilik dışı doğurduğu çocuğunu üç milyon lira karşılığında, kendisine bir çocuk alıcısı sıfatıyla yaklaşan Osman Balcıgil’e satıyor! (Osman Balcıgil, hemen oracıkta kendi hazırladığı “kontrat”’ta, “satmak” kelimesinin özellikle geçmesi için ısrar ederken, kadıncağız bunu kabul etmiyor: ” verdi diye yazın!”‘) Tam o anda, TV’nin suçüstü ekibi, kamuoyunun gözleri önünde bu “suçlu ana”yı kıskıvrak yakalıyor. Araya bir didaktik yabancılaştırma efekti olarak giren Uğur Dündar’ın konuşmalarından, özetle şu sonuç çıkıyordu: “İşte bu kadın, yeni doğmuş günahsız bir bebeği, kendi öz evladını bir anlık zevki için peydahladıktan sora sokağa atıyor, hayır daha kötüsü, parayla satıyor. Bu kadın herkesin vicdanında linç edilmelidir. Bütün kötülüklerin asıl sebebi bunun gibi insanlardır.”
Ekranda dökülen gözyaşlarının arkasında, bir çocuğun parayla satılmasının yol açtığı insanca bir parça duygu arayanlar yanılırlar. Bir kadının kendi çocuğunu satmak zorunda kalışının nedenleri üzerinde durmak hiç işlerine gelmediği için, programı hazırlayanlar, o üzerine toz kondurulmayan “analık içgüdüsünün” har kadında bulunacağını iddia eden ataerkil ve dinsel ideolojinin, burjuva önyargıların iflasını herkesin gözü önünde gerçekten büyük bir cesaret ve onurla “ben bu çocuğu istemiyorum ve bundan rahatsızlık duymuyorum” diyerek kanıtlayan kadının karşısına, ancak ve ancak kamuoyunun şartlanmış öfkesini dikebildiler. Asıl sorun buradadır: “Çocuğunu satan kadın”, her kadının doğal ve biyolojik bir uzantısı sayılan ve bir kadınlık salgısıymış gibi gösterilen ve adına “annelik içgüdüsü” denilen şeyin, bir kadını denetim altına alacak, istenilen yönde disipline edecek ve bağımlılığım bakmak zorunda olduğu çocuklar aracılığıyla yeniden üretecek güce sahip olmadığını göstermiştir. Bu, şimdiye kadar özel bir politikayla örülmüş olan kadınlık mistiğinin çözülüşüdür.
Bütün insan ilişkilerini metalaştıran, alışveriş konusu haline getiren, insan emeğini ve kadın cinselliğini para karşılığında satın almaya, kiralamaya alışmış burjuvazinin, politikasını yaygınlaştırmanın bir aracı olarak kullandığı TV ekranlarında, bütün o yapış yapış duygusallık gösterisinin arkasında, ailenin çözülmesi “tehlikesi” karşısında duyulan panik vardır. Bu yüzden, her biri evlilik içinde çocuk doğurmuş oldukları kesin olan ve asla çocuklarını satmayacaklarını ve bir annenin öz çocuğuna bunu yapamayacağını söyleyen kadınlar, aile kurumu dışında çocuk sahibi olmayı göze almış veya buna zorunlu kalmış kadının karşısına dikilir. Yasal annelerin sahte ve arzulanan rahatlığı önünde, gayrı meşru annelik mahkûm edilir.
Suçüstü yakalanan kadın üç kez hata yapmıştır: Birincisi; ya bir sevgi ilişkisi veya kaba bir erkeğin saldırganlığı nedeniyle cinselliğini evlilik dışında yaşamıştır, ki bu ancak kimsenin görüp bilmemesi koşuluyla katlanılacak bir durumdur. İkincisi; bu ilişkiden bir çocuk doğurmayı göze almıştır; ama bu da, evlilik dışında girilen ilişkinin bedeli, kadının deyimiyle “komşuların yüzüne bakamamakla” ödendiği sürece, ibret verici ve hizaya getirici bir olay olarak değer kazanır. Fakat üçüncüsü, yani çocuğun “anası” tarafından istenmeyerek bir başkasına satılması, işte bu kadarı fazladır! Kimsenin, kurulmuş ve “yolunda giden” bir düzeni kişisel eylemiyle de olsa, tehdit etmesine izin verilemez! Ataerkil ideoloji, kadının manevi görünüşünü “cinsel temizlik” ve “cinsel erdem” olarak belirler ve burjuvazinin düzeninin, kadının cinsel saflığına ihtiyacı vardır! Cinselliğin yasal evlilik dışında yaşanabilmesi, bu düzenin en önemli dayanağı olan ailenin gerçek bir tehdit altına girdiğini gösterir.
Türkiye’de aile, devletin son yıllarda özel ve güncel bir aile politikası oluşturmasına neden olacak kadar sarsıntı geçirmektedir. Duygular, içgüdüler ve sevgiler, aile içinde bir arada olması, birbirinin bakımından sorumlu tutulması gereken insanları, birlikte tutmaya yetmemekledir. Yoksulluktan çocuklarını satmak zorunda kalan insanlar, kız çocuklarını para karşılığında erkenden evlenmeye zorlayan ana-babalar, karısının ya da kızının fuhuş yapmasına göz yuman, hatta teşvik eden aile büyükleri gün geçtikçe çoğalmaktadır. Bütün ahlaki ilkeler ve erdemler, sefaletin buz gibi duvarına çarpıp kırılıyorlar. Ama Dündar ve onlar gibilerinin programlarında analık ve babalık sevgilerini yoksulluk nedeniyle parayla değiştirmek zorunda kalan bu çaresiz insanların öykülerine yer yoktur.
Bu programlarda insanlara timsah gözyaşları döktürme kolaylığından vazgeçip, olayların apaçık ve can acıtıcı nedenlerini ortaya koymaya kalkışmanın, burjuvazinin düzenine ve devletine karşı kuşku, güvensizlik ve isyan duyguları üretmek anlamına geleceğini onlar da bilirler. Dört bir yandan kuşatılmış, hem bir cinsel saldırı hem de cinsel baskı altında tutulan çaresiz kadınları, “yeterli annelik içgüdüsüne sahip olmadıkları” için “canavar” diye suçlamak, ailenin stabilitesini korumak için, onların tutabileceği en kolay yoldur. Varsın sefalet bazılarının evini dağıtsın, varsın aile düşmanı komünistler burjuva ailenin köklerini açığa çıkarmaya devam etsinler; çöken çatının allına hemen yerleştirilecek bir kadınlık erdemi, bunu denetleyecek bir kamuoyu, köksüz, sulandırılmış bir içgüdü hemen bulunuverir! Bazı kadınların kişisel öyküleri, onları acımasızca teşhir ederek zaten kararmış hayatlarını iyice çekilmez hale getirmek pahasına, aileyi ayakta tutmak gibi bir kutsal görevde kullanılabilir! Evlilik dışında cinselliklerini yaşamak isteyen, aile kurumu dışında çocuk sahibi olmayı düşünen kadınlar, bunun nelere mal olacağını, ne gibi bedeller ödemeye hazırlanmaları gerektiğini öğrensinler!
Uğur Dündar’ın programının, bir kaç yıldır TRT’nin “milliyetçi- mukaddesatçı aile” kurumu yaratmak amacıyla yaptığı ideolojik bombardımanın genel çerçevesi içinde düşünüldüğünde, bütün diğer programları tamamlayan ve onlarla sistemli bir bütünlük oluşturan özel bir yönü vardır. Bu yüzden, geçen yıl yayımlanmış ve bayağılıklarla bezenmiş olan “Yuva” dizisinde, küçük çocuğunun yüzüne esaslı bir tokat indiren babanın (Tamer Yiğit) olumlanması ve ailedeki şiddete bu yolla küçük bir övgünün gönderilmesiyle, çocuğunu salan anneye şiddetli lanetler yağdırılması arasında niteliksel bir fark yoktur. Yine, bir yerli yapım dizi filmde anne ve babaların kimin yanında kalacağı konusunda karar vermek için bir araya gelen beşkardeşin hiçbirinin ekonomik sorunlar ya da başka nedenlerle buna yanaşmıyor olmalarının eleştirisi, izleyiciler yine yapış yapış duygusallıklara sürüklenerek yapılıyordu. Oysa kendilerini yanlarına almaya yanaşmayan çocukları için onlar revani bile yapmışlardı! Saçını süpürge ederek onları büyüten fedakâr anne (Nisa Serezli) ve müşfik ve sürekli ağlamaklı baba (Münir Özkul), ah ne yazık ki, hak ettikleri ilgi ve özeni göremezler!
Aile içindeki bireylerin birbirlerinin bakımını sağlamaları yetmemektedir. Burjuvazi, yaşlı anne ve babaların geçiminden, özel bir harcama, ek bir artı-değer kaybı yaratmasın diye, kendi devletini bağışık tutar. Yaşlıların bakımı “hayırlı evlatların” istekliliğine ve iyi niyetlerine havale edilir. Çekirdek ailenin kendisi yeterince sorunlar yaşıyorken, milliyetçi- mukaddesatçı aile anlayışına uygun olarak geniş ve kalabalık ailelerin kurulması özendirilir.
Ailenin geçirdiği sarsıntı karşısında duyulan telaş o kadar yoğundur ki, anne, baba ve çocuklar arasındaki duygular iki de bir karıştırılıp, küllerin arasındaki ateş canlandırılmaya çalışılır. Kısacık “Dikkat” ve “1 Dakika” programlarında, “bugün annenize telefon ettiniz mi?” diye acıklı acıklı sorular sorulur.
Hepsi bir araya gelerek belirli bir politikanın sürdürülmesine tutarlı bir katkı sağlayan bu programların tümünde insan ilişkileri, bayağılıklar sınırında tutulur. “Kutsal” aile kurumu, her seferinde değişik açılardan bakılarak yeniden tanımlanıp kurulur. Hepsinin bildirisi aynı içeriği taşır. Konularındaki basitlik, konuşmalardaki yüzeysellik, uyandırdıkları arabesk duyarlıklar, ortak noktalarıdır. Uğur Dündar’ın programı ise, bütün bunlara özel bir tarzda katkı sağlayan ama bayağılıkta genel çizginin üzerine çıkmayan bir programdır. Bir kadını harcayarak kurtarmaya çalıştığı aile kurumu daha ne kadar ayakla kalır bilinmez ama, ömrünün geri kalan süresini biraz da Dündar’ın önünde secdeye yatmasına borçlu olacağı açıktır.

Kasım 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑