‘89 Bahar eylemleriyle işçi sınıfı hareketi, yasal sınırları zorlayarak eylemi sokağa taşıtıldı. Bu bahar dalgasının diğer önemli özelliği de yaygın ve kitlesel olmasıydı. ’89 baharında ekonomik nedenlerle sokağa yönelen işçi sınıfı, ’90 1 Mayıs’ında sınıfın birlik ve mücadele gününü kutlamak için üretimi durduruyor, yer yer çatışarak sokağa çıkıyordu. ’90’ın sonlarında ise İzmit’te, Zonguldak’ta sokaklardaydı. Zonguldak madencilerinin grevi, 12 Eylül sonrasında, grev süresi boyunca sokaklarla işçilerin ve halkın adeta özlem giderircesine haşır-neşir oldukları bir süreç oldu. E-5 Karayoluna 8 km. kalana dek süren bu tarihinin en uzun işçi yürüyüşü, işçi sınıfının ayak seslerini ve nasırlı ellerinin gölgesini burjuvazi ve iktidarının ensesinde duyurdu. Bir günlük gazetenin sekiz sütuna manşetten verdiği gibi ‘adım adım geliyorlar’dı.
Evet, adım adım geliyorlar! Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanlar, kendi mücadelelerinden ve deneylerinden, bilimsel sosyalist öğretiden, Marksizm-Leninizm’in engin öngörülerinden öğrenerek geliyorlar. Zaman zaman satılıyorlar, aldatılıyorlar; öz çıkarlarının yolundan saptırılıyorlar; ufukları karartılmaya, bilinçleri çarpıtılmaya çalışılıyor. Yetmediğinde silahlı teçhizattı güçlerle çıkılıyor karşılarına, kuşatılıyorlar. Tüm bunlar, “kaybedeceği bir şeyi olmayanlar” için, kimi zaman işlerinden, “özgürlüklerinden”, canlarından olsalar da sonuç olarak gelecek büyük mücadeleler için kazanç hanesine kayda geçiyor. Öğreniyorlar. Mücadelenin sıcak ateşinin içinde çelikleşerek geliyorlar…
’90 1 Mayıs’ı devrimci-demokrat sendika Örgütlerinin, düzen destekçisi eylem çizgisinden kopuşuna ve 1 Mayıs’ı mücadeleci bir tarzda kutlama ve birlik oluşturmalarına tanık oldu. 1 Mayıs’a hazırlanma süreci içinde sendika işyeri temsilcileri ve seçilen işyeri temsilcileri aracılığıyla da olsa, bir dizi toplantılar ve diyaloglar sürecinde sınıfın görüş ve kararının -kısmen- eylem çizgisine yansımasında Sendika Şubeler Platformu bir açılım sundu. Platformun “üretimi durdurup sokaklara çıkma, her yeri 1 Mayıs alanı haline getirme, alanlarda toplanan güçlerle Taksim’e yürüme” kararı, Taksim alanının tali planda kalmasına neden olduğu, güçlerin birleşmesine engel olduğu vb. iddialar ileri sürülmüş olsa da, yakın geçmişin çalışan kitleleri eyleme katma, sınıf çizgisinde kapsayıcılık deneyi olma yönüyle birleştirici bir rol oynadı. Geniş bir işçi kitlesinin sınıfın mücadele gününü adına yaraşır bir tarzda kutlamalarının yolunu açtı. Aynı zamanda, bürokratik ve düzen yanlısı sendikal tekeli kıran bir başlangıç oldu. Eylem çizgisi ile ekonomik nedenler dışında bir nedenle, sınıfın kendi birlik ve mücadele günü için üretimi durdurması, yer yer çatışarak sokağa çıkması işçi sınıfı hareketinde bir dönemecin ifadesi oldu. 1 Mayıs kutlamasını devrimci siyasi hareket ve grupların, devrimci-demokrat kişilerin her koşulda Taksim alanında gösteri yapmasından ibaret görenler için ‘901 Mayıs’ı başarısız bir teşebbüs ya da yüzlerce-binlerce kişi ile kutlamaya girişilmiş ancak güvenlik güçlerinin yığınağı karşısında bir-iki dakika kutlanabilmiş bir bayram sayılabilir. Eğer, 1 Mayıs’ın işçi sınıfının birlik ve mücadele günü olduğu gözden kaçırılırsa… Böyle kutlamaları belki her şeye karşın ve her koşul altında yapmak mümkün olabilir. Ancak, sınıf bir tarafta kalır, kendiliğindenliğe terk edilir ya da sadece onun ileri, devrimci azınlığı ile Taksim’de olmak amaçlanırsa, bunu bugün, dünden daha iyi başarmak da mümkündür. Ama 1 Mayıs’ın işçi sınıfının mücadelesinde bir atılım günü olması gereğinden yola çıkanlar için, çalışmaları, çağrı ve taktikleri bu bakış doğrultusunda belirlenenler için, 1 Mayıs’ın devrim ve karşı-devrim arasında güçlerin sınandığı bir gün olmasına bütün gücünü seferber eden siyasi hareketler ve işçi sınıfı partisi için bununla yetinmek kendini aldatmak olur. ’90 1 Mayıs’ı bu bakış çerçevesinde bir değerlendirmeye konu olunca, ondan sonra yükselme eğilimi içine giren işçi hareketinde bir dönemece işaret ettiği yadsınamaz. Taksim alanında yapılacak 1 Mayıs gösterisi de küçümsenemez. Ancak, işçi sınıfını, çalışan yığınların üretimi durdurarak kitleler halinde Taksim’de olmaları o alanın simgesel anlamıyla uygun düşer. Hedef bunu başarmak, çalışmalar ve çağrılar bunu gözetme durumundadır.
’91 yılı başında 3 Ocak ve Zonguldak madencilerinin grev ve yürüyüşü ile doruğuna tırmanan işçi hareketi, grevlerin ertelenmesi ve özellikle Zonguldak madencilerinin Mengen’den döndürülmesi ile bir cephe yenilgisi aldı. Genel Maden-İş Sendikası, Türk Metal, Teksif gibi yüz binleri bulan işçiyi kapsayan toplusözleşmeler, taleplerin çok altında rakamlarla bağıtlandı. İşçiler, Körfez Krizi ve Madencilerin Mengen’den döndürülmesinin ardından ortaya çıkan cephe yenilgisinin moral bozukluğu ile sözcüğün tam anlamıyla satıldılar. İktidarın, sendika ağalarının taktik ve desteği ile madencileri Mengen’den geri döndürmeyi başarması, işveren kesimi ile açık işbirliği halinde işçi sınıfına saldırının yollarını açtı. Burjuva basının bildirdiğine göre son altı ayda 60 bini sendikalı olmak üzere 200 bini aşkın işçi işten atıldı. Son iki ayda hız verilen işten atmaların ulaştığı sayı henüz kesin olarak belli değil.
Ama bu gidişte belli ve kesin olan şeyler var: İşten atmalar devam edecek. Atılan işçiler, işyerlerinin ve sendikaların ileri işçileri başta olmak üzere sınıfın mücadeleci işçilerinden seçiliyor. İleri işçilerin tasfiyesine titizlik gösteriliyor. Böylelikle işçi sınıfı öndersiz bırakılmaya, mücadelesinin önü alınmaya çalışılıyor. Öte yandan sendikal örgütlülüğü dağıtılarak, yaklaşan toplusözleşme görüşmelerinde ve hareketli olacağı anlaşılan bahar döneminde sınıfın örgütlü bir güç olarak satılmaya ve kıyımlara karşı durmasının koşulları yok edilmeye çalışılıyor. ’90 1 Mayısını aşan bir eylemliliğe objektif koşullar ve mücadele deneyi itibariyle hazır olan işçi sınıfına ’91 1 Mayısında fırsat vermemek, amaçlanıyor.
Toplu işten atmaların hızlanması ve yaygınlaşmasıyla birlikte, fabrika direnişleri ve işgalleri de artmakta. Ücretli veya ücretsiz izine çıkarma bahanesiyle işyerinden uzaklaştırılan işçiler izin süresinin biliminde işlerine son verildiğini öğreniyorlar. Kimi işyerlerinde bu uygulama toplusözleşmelerin bağıtlanmasının hemen sonrasına denk geliyor. İşveren kendisini ne yasalarla, ne de toplusözleşme hükümleriyle bağlı sayıyor. İşten atmakta, toplusözleşme hükümlerini uygulamamakla, tazminat ödememekle alabildiğine özgür! Bu fiili durumla işverenin yarattığı anarşinin hiçbir yaptırımı yok. Ama bunun karşısında direnmekten başka bir silahı olmayan işçiler için ise yasalar, devlet, güvenlik güçleri var. Açlığa, sefalete; direndiğinde baskıya maruz kalması olağan şeylerden sayılıyor. Bir burjuva profesörünün ‘uzman gözüyle’ basına verdiği bilgiye göre son on yılda % 30 civarında olması gereken işçilik maliyeti % 10’un allına düşmüştür. Aradaki sermaye birikimi ise yatırıma yönelmesi gerekirken paralar ya yurtdışına çıkarılmış, ya da ölü yatırımlara bağlanmıştır. Burjuvazinin ve iktidarının işçi sınıfına ve halka saldırısının pervasızlığı artık ‘vatan-millet aşkı’yla cilalanma gereği duymuyor. Amaç belli: Burjuvazi elde edebileceği kârı son kuruşuna kadar cebine indirmek istiyor. Bunu yaparken kendisini hiçbir yasal, siyasal, ahlaksal bağla bağlı hissetmiyor. Hukuksal ve siyasal çerçeve onun önündeki pürüzleri gidermeye yönelik olarak yeniden yapılandırılmaya, güçler merkezileştirilmeye, hedef dağıtılmaya ve daraltılmaya çalışılıyor. Ekonomik krizin yüklerinin halka ve işçi sınıfına bindirilmesinde hiç tereddüt gösterilmiyor. Bunun için her fırsatı ganimet bilmekten geri durmuyor. Son olarak Körfez Krizinin bu konuda burjuvaziye sunduğu olanak alabildiğine kullanılıyor. Türk-İş’in saptadığı Şubat ’91 gıda harcaması, artışını Körfez Krizi’nden bu yana 174.872 TL. ilave ile dört kişilik bir aile için 680.907 TL.ye ulaştığını gösteriyor. Ücretlerin düşük tutulması, toplu işten atmalarla işçilik maliyetinin azaltılması, tazminatların ödenmemesi veya taksitlere bağlanması ile birlikte kesintisiz zam furyası burjuvazinin sömürüsünün boyutları ile bunun karşısında halkın ve işçi sınıfının yaşam koşullarındaki gerileme ve yoksullaşma, işsizliğin artışı, siyasal baskıların yoğunlaşması ekonomik ve siyasal açmazları derinleştiriyor. Safları netleştiriyor.
’89’dan itibaren işçi sınıfı harekelinde sendika bürokrasisinin ve yasaların çizdiği çerçeveyi zorlayarak yükselen grafik haklı ve meşru temelle yaygınlaşırken, bundan telaşa kapılan TİSK Başkanı Refik Baydur “İşçi çıkarmalara karşı işçi-işveren-hükümet düzeyinde “consensus” öneriyor ve sendikalardan sınıf sendikacılığından vazgeçmelerini, hükümetten de özel sektörü dış rekabete karşı korumasını istiyor. İşçi çıkarmalarının sona erdirilmesi ve işverenlerin sorunlarının azaltılması için “uzlaşma sendikacılığı” öneriyor. Türk Metal Sendikası İstanbul Şube Başkanı Erdoğan Aslıyüce ise “… Gerçekten zor durumdaki sanayiciyi desteklemek için biz de bir şeyler yapmaya çalışıyoruz…” diyerek % 10’un altındaki işçi maliyeti, tazminatsız işçi çıkarma, zamlar yoluyla kâr sınırını azami haddine çıkarmaya çalışan burjuvazinin ‘perişanlığına’ (!) ‘naçizane’ desteklerini sunuyor.
Saflar netleşiyor, işçi sınıfı burjuvazinin hizmetindeki sendikacılarını da tanıyor. Onların kader olmadığını, sınıf karşısındaki tutumlarında gördükçe anlıyor, sınıf sendikacılığına yöneliyor. Yer yer, Bursa ve Adana’da olduğu gibi haklı talepleri konusunda duyarsız kalan, grev kararını uygulamayan, işveren vekili gibi davranan sendika yönetimlerini protesto etmek için de yürüyor. Mücadele ivme kazandıkça, burjuvazinin hizmetindeki sendikacılardan arınmayı da başaracaktır.
Bugün işçi sınıfı hareketi, aldığı cephe yenilgisinin ardından işten çıkarmaların, yetersiz ücret artışlarının, gerileyen reel ücretlerin, zamların, devam eden ve yaklaşan toplusözleşmelerin, huzursuzluğu, kıpırdanışı içindedir, işten atmalara karşı fabrika direnişleri ve işgalleri yaygınlaşmakta, bir oldu-bitti ile sokağa atılan yüz bini aşkın işçi ve aileleriyle birlikte yüz binlerce kişi çare-siz-güvencesiz biriken öfkesiyle patlamaya hazır durumdadır. Ekonomik ve siyasi açmazlarını ‘liberalleşme’ yaygaralarıyla örtmeye çalışan egemenler de bunun ayrımında olmalı. Şimdiden memur sendikalarının kapısına kilit vurulmakta, atılan işçiler, sendikalılara öncelik verilerek seçilmekle, yapılacak yasal değişikliklerle ‘liberalleşme’ görüntüsü altında radikal-sosyalist basını, kesimleri diğerlerinden ayırarak hedef daraltıp, susturmanın formülleri araştırılmaktadır. Sendikalar, üyesizleştirilerek işlevsiz duruma getirilmeye, tüm devrimci demokrat örgütlenme ve girişimler kâh yasal düzenlemelerle, kâh zorbalıkla dağıtılmaya çalışılmaktadır. İşçi sınıfını ve ezilen halkı bir yandan güçlerini toparlama ve özgürlük ve demokrasi için mücadele vermekte zorlu bir dönem beklerken, öte yandan aynı koşullar objektif olarak özgürlük ve demokrasi mücadelesinde bir atılım yapmanın uygun zeminini oluşturmaktadır. ’91 1 Mayısı işçi sınıfı, devrimci-demokrat güçler için sınıf çizgisinde bütünleşerek burjuvazinin açıkça sınıfa ve halka açtığı savaşa, ’90 1 Mayısından daha güçlü ve etkili bir yanıt vererek, özgürlük ve demokrasinin yolunu açmak için önemli bir sınav günü olacaktır. Öyle de olmalıdır. Grup çıkarlarını mücadelenin merkezine koyarak, sınıfla bütünleşmenin olanaklarını tepen tavırlar ’91 1 Mayısında yeniden gözden geçirilerek, terk edilmelidir. Öte yandan Sendika Şubeler Platformu şeklindeki girişimler, sınıfı birleştirici ve kapsayıcı özelliği, sınıfın eylem çizgisine açıklığı gözetilerek daha örgütlü ve güçlü bir sınıf bayramı için desteklenmeli, bunun oluşmasına çalışılmalı ve işçi sınıfının çıkarları ile özgürlük ve demokrasi mücadelesinde bir atılım perspektifi ile yaklaşılmak belirleyici olmalıdır.
Türk-İş Başkanlar Kurulunun 12 Mart 1991 tarihli bildirisinde 1 Mayıs’ın illerde salon toplantılarıyla kutlanması kararı, işçi sınıfının tabanından yükselmesi olası eylem isteklerinin koordineli ve yaygın tartışma ve kararlarıyla sınıfın istemleri doğrultusunda boşa çıkarılabilir. 1 Mayıs’ın işçi sınıfının üretimi durdurarak birlik, dayanışma ve mücadelesini yükselttiği bir gün olma özelliği içeriği boşaltılarak değil aksine güncel sınıf ve demokrasi talepleriyle zenginleştirilerek, alanlara taşınabilir. 3 Ocak ve Zonguldak grev ve yürüyüşü ile burjuvazinin yüreğine salınan korku ’91 1 Mayısında daha büyük bir adımla büyütülebilir. Bunun objektif zemini hazır.
İşçi kıyımları, memur sendikalarının kapatılması, sendikaların işlev-sizleştirilmesi, Türkiye’nin Ortadoğu’da emperyalistlerce öngörülen role uygun yapılandırılması, burjuvazi için dikensiz bir gül bahçesi, işçiler ve halk için örgütsüz, güvencesiz; gitgide yoksullaştırılan bir ekonomik sistem, özgürlük ve demokrasinin sadece burjuvazi için mevcut olduğu bir toplumsal sistemin yasal, siyasal, ekonomik ve toplumsal yapılarının yerleştirilmeye çalışılması… 1 Mayıs ’91’e girerken demokrasi güçlerinin önündeki tablo bu. Bu tablonun değişmesi, demokrasi ve özgürlüğün yolunu açılması, bir yandan bunu iyi anlayabilmekten, ama sadece bu değil, bunun karşısına örgütlü ve birleşik bir güç olarak çıkıp, onu parçalamaktan geçiyor. Gerçekten demokrasiye ve özgürlüğe işçi sınıfının motor gücüyle ulaşılabileceğinin ayırtında olmak, bugün her şeyden daha basit ve anlaşılabilir, açık bir gerçektir. İşçi sınıfının kitlesel gücüne ve tarihsel önderliğine kuşku ile bakanlar Zonguldak madencilerinin kendilerini tüm dünyanın ilgi odağı haline getiren eylemlerini sıcağı sıcağına anımsamaklar, işçi sınıfının sınıf olmaktan çıktığını iddia edenlerin düştükleri gülünçlüğü anımsamaklar. O sınıf var ve daha dün tüm yaratıcılığıyla, sendikacısından esnafına, mühendisinden avukatına, çocukları ve kadınlarıyla birlikte tüm halkı yanına katarak yüzlerce kilometre sürükledi. Afrika’daki liman işçilerini eylemine kattı, işçi sınıfı ideolojisine kefen beğenmeye kalkışanlara ağır ve nasırlı elleriyle anlamlı bir tokat attı! Zaman, işçi sınıfı ile onun önder gücüyle tüm önyargıları, tüm kısa vadeli çıkar hesaplarını ve sığ yaklaşımları bir yana bırakarak birleşme ve bütünleşme zamanıdır. ’91 1 Mayısı bunun için bir kaldıraç olmalıdır.
Nisan 1991