1990 Toplu İş Sözleşmeleri dönemi, zorlu mücadeleler dönemi oldu. Türkiye işçi sınıfının tarihi boyunca görülmedik boyutta işçi uzun grevlere çıkarken, aynı zamanda Zonguldak’ta uçlaştığı biçimiyle, yeni mücadele biçimleri de sınıfın geniş kitleleri tarafından hayata geçirildi.
Resmi rakamlara göre; 1990’da yasal grevlere, 458 ayrı işyerinden 166 bin 306 işçi katılırken, bu grevlerde 3 milyon 466 bin 407 işgünü kayboldu, işçi sınıfımızın, grev hakkını elde ettiği 1963 yılından bu yana, en çok işçinin greve katıldığı ve en çok işgününün grevde geçtiği yıl 1990’dır. Aslında, 1990’da başlayan grevlerin, 1990’da bitmeyip, 1991’e sarktığı ve ancak hükümetin, “savaş nedeniyle” grevleri ertelemesiyle 27 Ocak’ta bittiği düşünülürse, geçtiğimiz toplu sözleşme dönemindeki işçi hareketinin boyutu’nun resmi rakamlarda yansıyanların çok ötesinde olduğu daha iyi anlaşılır.
Bir bütün olarak, 1990 TİS dönemine bakılırsa, kendisini geçmiş TİS dönemlerinden ayıran şu olgular açıkça görülür:
TİS görüşmeleri boyunca, hemen bütün işkollarındaki işyerlerinde, 1988-1989’ların popüler eylemleri olan, viziteye çıkmaktan iş yavaşlatmaya kadar çeşitli eylemlerle işçiler, işveren ve sendikacıları baskı altında tutmuşlar, bir satışı engellemek için hep uyanık olmuşlardır. Bu tutumun sonucu olarak, “akıllı sendikacılık”, “maceracı olmayan sendikacılık”, “grev yapmadan TİS’i bağlayan sendikacılık” yapmakla öğünerek pirim yapmaya çalışan Türk Metal gibi en gerici, faşist sendika ağalarının denetimindeki bir sendika, 80 bin işçiyi greve çıkarmak zorunda kalmıştır. Yine işçilerin baskısı sonucu olarak, Türk-İş tarihinde ilk kez “genel eylem” kararı alıp uygulamaya sokmuştur. Zonguldaklı maden işçilerinin sürekli gösteri ve mitinge dönüşen ve Ankara yürüyüşüyle taçlanan eylemleri işçi sınıfımızın kararlılığının ve mücadeleciliğinin bir simgesi olarak, işçi sınıfımızın zihnine kazınması yine işçi sınıfımız tarihinde ki “ilk”lerden birisi olarak bu dönemde yaşanmıştır.
Yine bu dönem de TİS taslaklarının hazırlanmasında işçilerin katılımları yaygınlaşmış, Türk Metal bile işçilerden ücret vb. konusunda öneri almak zorunluluğunu hissetmiştir. Kısacası sendikacılar ve patronlar için TİS görüşmelerinin yürütüldüğü masa rahatça “al gülüm ver gülüm” yaptıkları bir masa olmaktan çıkmış, işçilerin öfkeli soluğu hep enselerinde olmuştur. Bu yüzden de sendika ağalan, greve gitmeden TİS görüşmelerinin altına imza atamamışlardır. Bunun bir istinası, Ş. Yılmaz’ın TEKSİF’i olmuşsa da bunun, dönemin genel eğilimi içinde fazlaca bir öneminin olduğu söylenemez.
Ne var ki; bu dönem boyunca işçilerin alışılmadık biçimde radikal bir tutum takınmaları, işveren cephesinde tedirginliği yaygınlaştırmış, ama işçi kıyımlarını önleyecek kadar ileri bir boyutta işverenleri baskı altına alamamıştır. Bu yüzden de kapitalistler, görülmemiş boyutta işçi kıyımına başvurarak, özellikle ileri işçileri işten çıkarmak için ellerindeki yasal ve yasal olmayan her olanağı kullanmaktan geri durmadılar. Bugün de bu kıyım bütün hızıyla sürüyor.
Grevlerin yasaklanarak sözleşmelerin bağıtlanması ve işçi çıkarmanın genel bir uygulama haline dönüşmesi, TİS’i sonuçlanmış işyerlerinde de huzursuzluğun sürmesine yol açarken, bu huzursuzluk kimi işyerlerinde işyerini işgale kadar varabilmektedir, işten çıkarmalara karşı tepkiler giderek yaygınlaşıp radikalleşme eğilimi göstermektedir.
1991’DE TİS GÖRÜŞMELERİ BAŞLAYIP HALEN SÜREN BELLİ BAŞLI İŞKOLLARI VE İŞ YERLERİ
Yol-İş Sendikası üyesi 113 bin 662 işçiyi kapsayan sözleşme görüşmeleri Mart’ın ilk haftasında başladı.
Tek Gıda-İş Sendikasına üye, Çay işletmelerinde çalışan 28 bin ve Tekelde çalışan 50 bin işçi için TİS görüşmeleri Şubat sonunda başladı.
Belediye-İş üyesi, 259 işyerindeki 44 bin işçi için yapılan TİS görüşmeleri sürüyor.
Şeker-İş Sendikasına üye 50 bin işçi için yürütülen TİS görüşmelerinin ilk görüşmeleri tamamlandı.
Türkiye Maden-İş’e üye, TDÇİ, ETİBANK ve Karadeniz Bakır İşletmelerinde çalışan 12 bin 500 işçi için Şubat sonunda başlayan görüşmeler sürüyor.
Türk Metal Sendikası’nın, MKE’de 11 bin 614, Tirat Donatım Kurumunda 2 bin 854, Seydişehir Alüminyum’da 6 bin 206, ERDEMİR’de 5 bin 500 işçi adına başlattığı TİS görüşmeleri sürüyor.
Harb-İş Sendikası’na üye 36 bin 479 işçi adına yapılan TİS görüşmeleri Mart ortasında başladı. (İşkolunda grev yasağı var)
Tes-İş Sendikası üyesi 94 bin 350 işçi adına yürütülecek TİS görüşmelerinde, işkolunda grev yasağı olduğu için, sözleşmenin YHK’ya gitmesini önlemek için sendika masaya oturmayarak yetkisini düşürdü.
Petrol-İş Sendikası, TPAO ve Tüpraş işyerlerinde çalışan 8 bin 300 işçi için yapılan TİS görüşmelerinin ilk aşamasını tamamladı, (bu işyerleri de grev yasağı kapsamında) Ayrıca, geçen yıldan kalan Petkim sözleşmesi uyuşmazlık aşamasında.
Dokgemi-İş Sendikası üyesi 4 bin 710 işçi adına yapılan TİS görüşmeleri sürüyor.
Denizciler Sendikası 9 bin 826, Toleyis 4 bin 500, Tezkoop-İş 4 bin 314, Likat-İş 1338 işçi adına görüşmeleri sürdürüyor…
BURJUVAZİNİN YALAN KAMPANYASI
1991’le yeni bir TİS dönemine girildi. Toplam olarak, 511 bin 454 işçi için yapılan TİS görüşmeleri sürüyor.
İşçi sınıfımız, geçen yılın yüksek mücadele temposu ve edindiği deneyimlerin desteğinde, TİS masasında etkinliğini, elbette oldukça güçlü bir biçimde hissettirecektir. Ama patronlar da boş durmuyor, işçi kazanımlarını işçileri işten atarak yok etmeye çalışırken, aynı zamanda bu kıyımları “yüksek işçi talepleri” gerekçesine bağlayarak, işçileri mücadele ve taleplerinden caydırmayı amaçlıyor. Bunu sadece işçi kıyımıyla da sınırlamıyor, burjuva basını aracılığı ile “İşçiler sözleşme zengini” propagandasıyla işçi sınıfı dışındaki emekçileri de kendi safına çekmeye, işçi kıyımına meşruiyet kazandırmaya da çalışıyor. Bu yüzden de, işçi sınıfımız grevler, direnişler, gösteriler vb. eylemlere gebe yeni bir döneme girerken iki konu üstünde önemle durmak gerekiyor: ÜCRETLER ve İŞ GÜVENCESİ.
“İşçiler sözleşme zengini” mi?
Sıradan bir evin kirasının bile 400-500 bin TL olduğu koşullarda ortalama 300-400 bin TL aylık ücretle işçi çalıştırırken, yaşamlarından pek memnun olan kapitalistler ve onların basındaki sözcüleri, daha işçilerin TİS taslaklarındaki istemleri belli olur olmaz yaygaraya başlamışlardı. “Böyle ücret talebi olmaz”, “% 500-600 ücret artışı mı olur?”, “Hiç bir işletme bu ücretleri karşılayamaz”, “hepimiz batarız” vb. vb. Bu türden edebiyat, her toplu sözleşme döneminde alışık olduğumuz bir şeydir. Ama 1990 sözleşme döneminin bir farklılığı vardı: İşçilerin baskısı sonucu, sendikacılar, bu sefer, patronların gönlünde yatan rakamlarla TİS masasına gelememişlerdi. Tersine işçiler kendi yaşamlarını az çok dayanılır hale getirecek ücret talep ediyorlardı. Bu yüzden de patronlar, yaygarayı iyice yüksek frekanstan yaydılar. Burjuvazinin basındaki yardakçıları ve hükümet vb. devlet görevlerindeki sözcüleri “aşırı ücret” demagojisine ellerindeki her olanakla katıldılar. Hayali hesaplamalarla işçilerin isteklerinin akıl dışı olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Bu kampanyanın tozu dumanı içinde 15 yıldır işçi ücretlerini kemiren kronik enflasyonu, işçiler gerçek ve orantılı ücretlerindeki sürekli gerilemeyi, başını alıp giden fiyatları, her gün yaptıkları zamları, işçilerin açlık sınırındaki sefaletlerini, işsizliği vb. gibi işçinin her an etinde canında duyduğu yakıcı etkenlerin üstünü örtmeye çalıştılar. Sonunda, işçiler isteklerinde ayak direyince de, “Körfez savaşı”na oynayarak grevleri erteletip, işçileri, “makul bir ücret”le yeniden kapitalist sömürünün çarkını çevirmeye zorladılar. Atılan işçilerin baskısı, yukardan da patronların sitemi arasında, “iki ara bir dere”de kalan sendika ağalan grevlerin ertelenmesine “mal bulmuş mağribi” gibi sarıldılar. İşçi baskısının azalmasıyla, TİS’lerini hemen sonuçlandırdılar.
Savaş ortamından yararlanılarak yaratılan baskı ortamına ve grevlerin ertelenerek fiili işçi gücünün devre dışı bırakılmasına karşın, TİS’te elde edilen ücretler, önceki ücretlerden oldukça yüksekti. Bu, sayıların kabarıklığı, işveren çevreleri ve burjuva basım tarafından allanıp pullanarak sunuldu. İşçilerin yüksek ücret elde ettikleri, işletmelerin buna dayanamayacakları, bu yüzden de bir takım önlemlerle işyerlerinin yeniden kar eder duruma getirilmesi için patronların tüm yaptıkları ve yapacaklarının haklılığı konusunda kamuoyu oluşturmaya soyundular.
Oysa yıllardır süren enflasyon ve enflasyondan daha düşük düzeyde zam gören işçi ücretlerini iyice törpülemiş olup, bugün “yüksek” olduğu iddia edilen zamların bile yılların kaybını karşılamaktan çok uzak olduğu gerçeği patronlarca saklanmaya çalışıldı. Nitekim 1963’ten günümüze çeşitli yıllara göre işçilerin gerçek net ücretlerindeki gerileme aşağıdaki tabloda çok daha açık bir biçimde gözükmektedir.
Yıllar Net ay. üc. (TL) Altın Fyt.(TL/gr) Net aylık üc. alınan altın (gr. olarak)
1963 463,8 14,16 32,8
1970 879,9 17,35 50,8
1977 2259,4 99,94 27,7
1982 12834,4 2123,00 6,1
1986 47791,0 8597,00 5,6
1987 63995,0 13325,00 4,8
1988 93993,0 21788,00 4,4
DİE verilerine göre hazırlanan bu tabloda da açıkça görülüyor ki; yıllara göre ücretlerin alım gücü büyük bir oranda düşmüştür. Örneğin, 1963 yılında bir işçi eline geçen 463.8 TL ile 32.8 gr. altın alabilirken, 1970’te eline geçen 879.9 TL ile 50 gr. altın alabiliyordu. Buna göre işçilerin 1963’e göre 1970’de gerçek ücretleri yaklaşık % 60 artmıştı. Ama aynı işçinin, 1982 yılında eline geçen para rakam olarak çok artarak 12.834.4 TL olurken, işçi bu parayla ancak 6.1 gr altın alabiliyordu. Ya da aynı işçi, 1988 yılında 93.993.0 TL görünür ücret almasına karşın bu parayla aldığı sadece 4.4 gr. altındı.
1989 ve 1990 yılları işçi sınıfı mücadelesinin hayli yüksek olduğu, bu yüzden de gerçek ücretlerdeki düşüşün nispeten önlenebildiği yıllardır. Buna karşın, yine de gerçek ücretlerdeki artış 1977 düzeyine bile ulaşamamıştır. Elde henüz resmi rakamlar olmamasına karşın şöyle hesaplamalar gerçeğe yakın sonuçlar verebilir: Sendikaların açıklamalarına göre; 1990’da ortalama net işçi ücreti 350.000 TL dolayında, altın fiyatları ise 30.000 TL/gr olduğu varsayılırsa, 1990 yılında işçinin net ücretiyle alabileceği altın miktarı sadece 11.8 gramdır. İşçi ücretlerinin çok yüksek olduğu yaygarasının yapıldığı, son sözleşmelerde bile, örneğin bir maden işçisi eline geçen net ücreti, 1 milyon 206 bin TL ile, ancak 30 gr. altın alabilmektedir..
Bu rakama ulaşan ya da bunu biraz aşan işkolları, petrol, kimya, metal gibi bir kaç işkolu olup, ortalama işçi ücretlerinin çok üstündedirler. Bu bile açıkça gösteriyor ki; ‘işyerlerini yıkıma uğratan”, “iyi yürekli patronları ” işçi kıyımına zorlayan “aşırı ücret artışı” sınıfın genel ücret düzeyini 1977nin düzeyine bile ulaştıramamıştır. Kaldı ki, gerçek ücretlerde belli bir yükselme olsa bile, bu işçi sınıfının yoksulluğunun azaldığı anlamına gelmez. Çünkü yoksulluk göreli bir olgudur. Bu yüzden de, işçi sınıfının durumunu daha açık gösteren ücret karşılaştırması ancak ulusal gelirden sermayenin ve ücretin payı arasındaki oranda görülebilir.
Tüketici Fiyatlarının Seyri (%)
Ocak 1990 60
Şubat 1990 59,5
Mart 1990 62,8
Nisan 1990 63,5
Mayıs 1991 63,6
Haziran 1990 62,6
Temmuz 1990 56,3
Ağustos 1990 54,8
Eylül 1990 59,3
Ekim 1990 60,3
Kasım 1990 61,3
Aralık 1990 60,0
Ocak 1991 62
Yukarıdaki tablo, işçilerin gerçek ücretlerindeki gerilemeyi göstermektedir. Bu gerileme aşağıdaki tabloda daha çarpıcı yanıyla kendini açığa vurur.
Tablo gelirlerden maaş ve ücretliler ile kapitalist sınıfın yıllara göre aldıkları payı göstermektedir.
Yıllar maaş ve sermaye
ücret payı % payı %
1979 32.79 42.88
1980 26.66 49.47
1981 24.57 52.36
1985 18.84 62.08
1988 14.00 70.20
1989 14.80 69.80
Tablodan da açıkça görüldüğü gibi, ulusal gelirden, 1979’da maaş ve ücretliler % 32.79, kapitalistler % 42. 88 pay alırken, yıllara göre sürekli azalan maaş ve ücret payı, 1989’da % 14.00’e gerilemiştir. Aynı dönemde kapitalistlerin payı hızla artarak, % 70.20’ye yükselmiştir. Ancak, “Bahar eylemleri” olarak adlandırılan işçi kalkışından sonradır ki; işçilerin payında küçük bir kıpırdama olmuş, 1989’da işçilerin ve maaşlıların payı % 14.80’e yükselebilmiştir. 1990’daki artışlarla bu % 14.80 bir miktar daha yükselmiş olsa bile, 1979’un % 32.79’undan çok gerilerde olduğu açıktır.
Yukarıdaki resmi istatistik verileri de açıkça gösteriyor ki, son 15 yılda % 60-120 gibi resmi rakamlarda bile açıkça yansıyan enflasyon işçi ücretlerini iyice aşındırmış olup, yıllık enflasyon hızından biraz daha yüksek ücret artışlarıyla da kapatılacak gibi değildir, Nitekim büyük iddialarla, % 30’lara düşürüleceği ilan edilen 1990 enflasyonu, aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi iddiaları ikiye katlayarak seyretmektedir. Bu yüzden de, işçilerin sözleşme taslaklarında öne sürdükleri % 500-600 dolayındaki ücret artışı “aşırı” değil makul, işçi için ancak geçinebileceği ücret artışlarıydı. Ne var ki, bağıtlanan TİS sözleşmeleri işçi istemlerinin yansım bile karşılamış değildir.
Patronlar ve onların basındaki sözcülerinin propagandasını yaptıkları, “işçiler TİS zengini” edebiyatının ne kadar altı boş bir iddia olduğunu güncel rakamlara vurarak göstermekte olanaklı.
Örneğin, İstanbul’da, 4 kişilik bir ailenin aylık mutfak masrafı, 1990’ın Aralık ayında 814 bin 189 TL iken, Ocak 1991’de, 839 bin 514 TL’ye yükselmiştir. Bu durumda, yeni sözleşmeyle eline 1 milyon 350 bin TL dolayında para geçen bir metal işçisi, mutfak masrafından sonra elinde kalan 535 bin 811 TL ile ev kirasını ödemek, çocuklarının okul masraflarını, yol paralarını, giyecek, aydınlanma, ısınma vb. masrafları karşılamak zorundadır. Bugün sıradan bir evin kirasının bile 400-500 bin TL’yi aştığı koşullarda, işçi diğer zorunlu giderler için mutfak masraflarından keserek ve tabi eğlence, eğitim vb. masraflarını sıfıra yaklaştırarak karşılamak durumundadır ki, “yüksektir”, “aşırıdır” denilen ücretin gerçekte bir sefalet ücreti olduğu anlaşılır.
Demek ki, “aşırı ücret” artışı edebiyatı ve işçi kıyımlarını yüksek ücrete bağlanması patronlar ve onların propagandacılarının bir demagojisinden ibarettir.
İşçi kıyımı ya da kapitalizmin krizinin işçilerin sırtına yıkılması
İşsizlik ve buna bağlı olarak işten çıkarılma, Türkiye’de kapitalistlerin sürekli politikası olagelmiştir. %16-20 arasında seyreden işsizlik oranıyla Türkiye, dünyada işsizlik oranının en yüksek olduğu bir kaç ülkeden birisidir. Bu durum, çalışan işçiler üstünde sürekli bir baskı oluştururken, kapitalistler için işçilerin başı üzerinde salladıkları bir “demokles kılıcı” olmaktadır. Sahnede kapitalistler, amaçlarının kar değil, işsizlere iş bulmak olduğu, kan da yeni işyeri açmak için istedikleri propagandasını yaparken, gerçekte her gün binlerce işçi işten çıkarılmakta, yerlerine asgari ücretle çalışacak yeni işçiler alınmaktaydı, bugün de öyle yapıyorlar. Ancak bugün izlenen politika geçen yıllara göre bazı bakımlardan değişiklik gösteriyor. Yani sorun, sadece yüksek ücretli işçiyi işten çıkarıp onun yerine düşük ücretle çalışacak yeni işçiler almaktan ibaret değil. Hiç kuşkusuz sorunun böyle bir yanı da var, ama bugünkü asıl amacın daha farklı olduğu gelişmelerden açıkça görülüyor.
TİSK, MESS gibi tekelci burjuvazinin örgütlerinin sözcüleri, daha TİS görüşmelerine oturmadan bile, işçilerin “aşın ücret ” istemlerinden yakınmaya başlamışlar, eğer işçiler patronların vereceğine razı olmazsa, işletmelerin kapanacağı, büyük ölçüde işçi çıkarmalarının gündeme geleceği propagandasını da başlatmışlardı. Bu aslında kamuoyunu yanıltmak için öne sürülen bir gerekçeydi. Gerçek ise tamamen farklıydı.
1990’ın ilk üç ayında burjuvazinin sözcüleri ve hükümet yıllık ekonomik büyümenin % 10,5’larda seyrettiğini söyleyerek kapitalizmin ve Türk burjuvazisinin başarısının propagandasını yaparken, yılın ikinci üç ayında sesleri kısıldı; herhalde % 9-9,5’luk bir büyümeyi başaracağız demeye başladılar. Ama üçüncü üç ay ve dördüncü üç ay tam tersi gelişmelere sahne oldu ve büyüme hızı % 5’lere kadar geriledi. Bütün diğer ekonomik veriler ekonominin belli başlı hemen bütün dallarında küçülmenin süreceğini, 1991’de % 3-3,5’luk bir büyümenin bile basan olacağı, bunun yıl sonuna kadar % 0’a yaklaşacağı OECD’nin verilerinde bile açıkça saptanıyor. Elbette ki bunun işçiler için anlamı yüksek enflasyon, hızla düşen gerçek ücret ve işsizlik demektir. Yani işçi ücretleri yüksek de olsa, düşükte olsa, kapitalistler işçi çıkarmaya başvuracaklardı. Çünkü onlar, karlarının küçük bir kısmından da olsa vazgeçmek yerine, alıştıkları üzere en kolay -ve tabii en karlı- yolu seçip işçileri işsizliğe mahkûm etmeyi seçeceklerdi. Kapitalistler bu niyetlerini saklamadılar, sadece buna “aşırı işçi talepleri” kılıfını geçirdiler. Ne var ki sendikacılar da, her TİS’ten sonra, işçilerin işten çıkarılmalarını olağan gördüklerinden şu anda yaşanan işçi kıyımına karşı hiç bir önlem almayı düşünmediler, düşünmek bile istemediler. Nitekim ne TİS taslaklarında ne de (elbette) TİS metinlerinde işçinin iş güvencesine ilişkin hiç bir ciddi önlem yoktur. Buna bu yazının akışı içinde tekrar döneceğiz. Ama daha önce kapitalistlerin gerekçelerine kısaca göz atmak gerekiyor.
TİSK Başkanı Refik Baydur, 10 Ocak 1991-28 Şubat 1991 arasında TİSK’e bağlı işyerlerinden 45 bin işçinin işten atıldığını açıklarken, kendilerini “işçi çıkarmaya zorlayan” nedenleri şöyle sıralıyor; “Verimlilik düşüklüğü, her hizmete eşit ücret zammı, yüksek ücret, ekonomik durgunluk, hatalı ekonomik politikalar, işletmelerin küçülmeleri, yüksek kredi faizleri, KİT’lerin periyodik zamları”.
TİSK Başkanı’nın da açıkça itiraf ettiği gibi işçi kıyımına gerekçe olarak gösterilen sekiz nedenden sadece ikisi işçi istemleriyle ilgilidir. Ve bu iki neden de sahte nedenlerdir.
“Yüksek ücret” iddiasının ne kadar boş olduğunu, işçi ücretlerinin işçilerin asgari ihtiyaçlarım karşılamaktan bile uzak kaldığını ücretlerle ilgili bölümde açıklamaya çalıştık. Bu yüzden burada ayrıca üstünde durmayacağız.
“Her hizmete eşit ücret zammı” iddiasına gelince, bugünkü toplu sözleşme düzeni içinde böyle bir iddia sadece boş değil komiktir de. Çünkü işçi sınıfının mücadelesi bakımından her hizmete eşit ücret zammı elbette ki en iyisidir ve ciddi her işçi sendikası bu konuda direnmek zorundadır. Ne var ki, ülkemizdeki sendikalar işçiden çok patronlara hizmeti esas alan bir çizgide bulunduklarından, 1970’li yılların ortalarından itibaren bu ilkeyi savunmaktan vazgeçmişler, MESS başta olmak üzeri işveren sendikalarının empoze ettiği, gruplara göre ücret belirlemeyi benimsemişlerdir. Nitekim imzalanan bütün TİS metinlerinde işçiler on ayrı grup üzerinden değerlendirilmekte, dahası metal işkolu gibi, çok sayıda işletmeyi barındıran işkollarında iş yerleri de gruplandırılarak, ücret zamları bu gruplara göre de değişmektedir. Örneğin, en son yapılan metal işkolu grup sözleşmesinde, önce işyerleri dört gruba ayrılmış, Özel Grup’a % 130 zam yapılırken, 1. Grup’a % 112,5, 2.Grup’a % 100, 3. Grup’a % 75 zam yapılmıştır. Aynı işyerindeki işçilere yapılan zamlarda farklıdır. Örneğin, “özel Grup”taki bir işyerindeki gruplandırmada 1. Grup’a giren bir işçi % 130+2.600 TL/saat ücret zammı alırken IX. Grup’a giren bir işçi % 130+3.900 TL/saat ücret zammı almaktadır. Demek ki, TİSK Başkanı’nın iddiasının aksine her hizmet aynı zammı almamakta, tersine değişik hizmetler değişik zamlar almaktadır.
TİS’nin rakamlarında da açıkça görüldüğü gibi, “hizmete göre” yapılmış gruplandırmalarla işçiler aynı değil değişik oranda zam almaktadırlar. Kaldı ki; hiç bir işyerinde hizmete göre gruplandırmalar sözleşmelerde belirlenen dokuz-on grupla da sınırlı değildir. Tersine son on yılda giderek artan oranda kapitalistler, sözleşme kapsamı dışında kalan personel, geçici işçi, taşeron işçisi gibi değişik adlar altında işçi istihdamı yaparak işçileri bölmeyi, aynı zamanda da karlarım artıracak statüler icat etmişlerdir. Bugün de işyerlerindeki birçok “hizmet” bu statülerdeki işçiler tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden de “değişik hizmetlere aynı zam verildiği için ekonomik sıkıntıya düşüyoruz” iddiası boş bir iddiadır.
İşçi kıyımına gerekçe gösterilen diğer iddialara gelince;
Verimlilik düşüklüğü: Elbette ki; bunda işçilerin hiç bir rolü yoktur. Bir işyerinde verim düşüklüğü, yatırımların gereği gibi yapılmaması, teknolojik gerilik, iş planlaması ve yürütülüşünün ekonomik gereklere uygun olmaması vb. gibi doğrudan doğruya kapitalisti ilgilendiren sorunlardan ortaya çıkar. Bu gerekçeye dayanarak işçi atılmasının, kapitalistin kendi beceriksizliğini işçiye yıkmaktan başka bir anlamı yoktur.
Hatalı ekonomik politikalar: Bu ülkede ekonomik politikaları oluşturan ve onu uygulamaya sokan bizzat büyük patronlar ve onların çıkarlarının hastemsilcisi olan hükümettir, Cumhurbaşkanı’dır. On yılı aşkın bir süredir uygulanan bu ekonomik politikalar, büyük patronların göklere çıkardığı “serbest pazar ekonomisi”nde ifadesini bulmuyor mu? Bu politikaların oluşturulmasında, onlardan hoşnutsuzluk duyma, onların altında ezilme ötesinde işçilerin ne ilişkisi var? Elbette sorular çoğaltılabilir, ama şu açık ki; bugün uygulanan ekonomik politikalarda, onların uygulanmasını engelleyememiş olma dışında işçilerin hiç bir suçu yoktur. Ama büyük patronlar, bugüne kadar bu politikaları savundular, bugünde yürekten destekliyorlar. Dolayısıyla da, kendi belirledikleri ekonomik politikaların çıkmaza girmesinden dolayı işçileri suçlamaya, kendilerinin başarısızlıklarını işçilerin üstüne yıkmaya haklan yoktur. Böyle bir konuda “hak”, “haksızlık” gibi ahlaki kavramların yeri olmadığını biliyoruz, ama açık işçi kıyımını bu tür örtülerle örtmeye kalkmaları sı olmayan işçiler sokağa atılmaktadır. Yani, sorumlu başkalarıdır, ama sokağa atılan, cezalandırılan karşısında söylenecek söz bulmak da gerçekten güç.
İşletmelerin küçülmeleri: Bu da doğrudan doğruya, izlenen ekonomik politikalar ve kapitalist ekonominin kendi sorunlarından kaynaklanan bir şey olup, işçilerle bir ilgisinin olmadığı açık. Bu gerekçeyle, işçi atımları değil, olsa olsa kapitalizmin işçilerin sadece işçilerin de değil bütün emekçilerin sınıf çıkarlarıyla kapitalizmin karşıtlığı açıklanabilir.
Yüksek kredi faizleri: Faizler, fiyatlar serbest bırakılsın diye bütün 1970’li yıllar boyunca bağıranlar sanki büyük patronlar değilmiş gibi, bugün kalkıp yüksek faizi krizin gerekçesi, işçi kıyımının nedeni olarak göstermek nasıl bir savunma olabilir? Kaldı ki, bugün bu ülkenin en büyük patronları aynı zamanda da en büyük bankacıları olup, faizden çok şikâyet ediyorlarsa bunu düşürmenin olanaktan da ellerindedir. Ama onların faizden yakınmaları için pek bir neden olmamalı, çünkü faizden elde edilen gelirlerin de en büyük bölümü kendi ceplerine giriyor. Bu da diğerleri gibi kafa karıştırmak, bulanık suda balık avlamak için öne sürülen bir gerekçedir.
KİT’lerin periyodik zamları: KİT’lere de işçiler zam yapmıyor. Bizzat kendi hükümetleri ve bakanları bu zamların uygulayıcıları. Dahası elde edilen kaynaklar tümüyle tekrardan büyük patronlara, kredi vb. olarak sunuluyor. Bu yüzden de bu konuda da büyük patronların ciddi olarak şikâyet edecekleri bir şey olmaması gerekir. Kaldı ki, şikâyetleri ciddi bile olsa, başvuracakları makam başkadır. Dahası işçi kıyımı, yıllardır planlı bir biçimde, KİT’lerde de sürdüğüne göre bu gerekçe hepten anlamsız oluyor.
Ekonomik durgunluk: Ekonomik durgunlukta doğrudan doğruya kapitalist ekonominin yapısından kaynaklanmıyor mu? Hani kapitalizm bütün sorunlarını aşmış, insanlığın önüne sınıf çatışmalarının olmadığı bir gelecek koymuştu. Hele Türkiye, önümüzdeki on yılda Almanya ve Japonya’nın yanında süper bir güç olacaktı. Bunu has temsilciniz Özal söylüyordu. Ama işsizlik gibi kronik bir sorunda küçük bir adım atmak bir yana, varolan işçilerin bile yığın halinde sokağa atılması, eh bir “durgunluk var’la geçiştirilebilir mi?
Refik Baydur’un işçi kıyımı için öne sürdüğü sekiz gerekçeden altısı, doğrudan doğruya kapitalist sitemin kendi yapısından, izlenen ekonomik politikalardan ve patronların kendi tutumlarından kaynaklanmaktadır. Ama bunun sonucu olarak, sokağa atılarak cezalandırılan, bu etkenlerin oluşmasına hiçbir katkısı olmayan, bu alanda bir role sahip olmayan işçiler olmaktadır. Sözü edilen yanlış ekonomik politikaların oluşturucusu ve uygulayıcısı hükümet yine büyük patronların baş tacıdır. Kendi beceriksizlikleri ve yatırımdan kaçınmaları sonucu işletmelerin düşük verimlilikle çalışmasına neden olan patronlar yine işlerinin başında, dahası ülkenin yönetiminin başındadırlar. Ekonomik durgunluk, işletmelerin küçülmesi, yüksek kredi faizleri gibi etmenlerin kaynağı kapitalizm halen göklere çıkarılmaktadır. Ama bugünkü, şikâyet edilen nedenlerden hiç birinde işçiler sorumlu değildir. Kapitalistlere sorarsanız, buna “ekonominin gereği” diyeceklerdir. Ama gerçekte buna ekonominin gereği değil, kapitalist düzenin gereği demek daha açıklayıcı olacaktır. Çünkü egemen sınıf olarak örgütlenmiş, devlet iktidarını ele geçirmiş olan burjuvazi, kendi mülkiyetini korumak için elindeki her olanakla, düzenim savunmaktadır. Düzeni ise, ancak emekçileri sömürdüğü, onları herhangi bir meta gibi gerektiğinde kullanıp, artık işine gelmediğinde sokağa atmayı gerektirir. Bugün bir yanıyla atılan işçiler, kapitalistlerin her kriz döneminde başvurduğu, krizin yükünün işçilere yıkılmasının kurbanıdırlar. Ama bugünkü işçi kıyımının amacı, sadece ekonomik bakımdan yükün işçilere yıkılmasıyla sınırlı değildir. Bundan daha fazla olarak, kıyım işyerlerindeki, mücadeleye önderlik eden, grev komitelerinde yer alarak, sınıf hareketinin radikalleşmesine katkıda bulunan ileri işçileri hedef almaktadır. Bu kıyım, “yüksek ücret talebine” bağlanarak, bu yıl yapılacak TİS görüşmelerinde, işçiler aleyhine caydırıcı bir unsur olarak kullanılmak istenmektedir. Kapitalistlerin verdiği mesaj şudur: “Eğer bizim verdiğimiz ücretlere razı olmazsanız, direnirseniz, sizi işten atarız”.
Refik Baydur, yukarıda sözünü ettiğimiz açıklamasında, sadece kendi gerekçelerini de açıklamakla yetinmiyor, sendikalara da akıl veriyor: “Bir konsensüs sağlanması için sendikalar sınıf sendikacılığından vazgeçmelidir” diyor. Bu söz , sınıf sendikacılığının ve Türkiye’de varolan sendikaların ne olduğunu bilenler için saçmadır. Elbette Teksif, Türk Metal vb. sendikaların sınıf sendikası olmadığını R. Baydur da bilir. Ama burada sözünü ettiği, sendikaların son TİS’te işçilerin baskısıyla “satış”ta rahat davranamamaları sonucu grevlere başvurmalarıdır. Bay Baydur demek istiyor ki, sendikaların görevi işçi isteklerinin patronlara kabul ettirilmesi değil, patronların teklifini işçilere kabul ettirmektir. Sendikacıların çoğu bunu yıllardır yapıyor. Ama bu yıl bunu layıkıyla yapamadılar diye sitem ediyor olmalı, patronlar patronu.
Zaten Baydur da, onların işçi isteklerini çok gönüllü savunmadıklarının farkında. Bunu aynı konuşma içinde hissettiriyor: “Sen benim isteğim ücreti ver daha sonra lazım olmayım çıkar anlayışından vazgeçmeli sendikalar” diye, öğütlerini sürdürüyor TİSK Başkanı.
Baydur’un bu sözlerinden iki şey anlaşılıyor. Birincisi, sendikacıların işçi isteklerini, tabanın baskısı sonucu savunmak zorunda kaldıkları, işçilere patronların tekliflerini kabul ettirmekte başarısız oldukları; ikincisi ise, patronlara işçi kıyımı için açık çek verdikleri. Nitekim, en yoğun işçi çıkarmalarına sahne olan tekstil ve metal işkollarında sendikacılarla patronların işbirliği içinde çıkarılacak işçilerin listesini düzenledikleri, Türk Metal’in, ileri, grev şuasında aktif görev yapan işçileri patrona ihbar ettiği, çıkışları için özel çaba harcadığı bütün işçiler tarafından bilinen bir gerçektir.
R. Baydur’un işçi kıyımlarına sendikaların yeşil ışık yaktığı yolundaki açıklamasını doğrulayan bir başka kanıt da; bir işçi kıyımının gündeme geleceği aylar öncesinden belliyken, sendikaların TİS metinlerinde iş güvencesine ilişkin bazı önlemler koymadıklarıdır. Elbette, İş Yasası’nın 13,17 ve 24. maddeleri dururken işçinin iş güvencesini sağlamak oldukça güçtür, ama en azından caydırıcı maddeler konabilirdi. Hiç olmazsa işvereni işçi kıyımından kar sağlayamayacağı maddeler konabilirdi. Ne var ki, sözleşmelerde tam tersi vardır. Ya yeni alınacak işçiler için hiçbir kayıt konmayarak, işverenin asgari ücretten işçi almasına seyirci kalınmış, ya da Türkiye Genel Maden-İş sözleşmesinde olduğu gibi, yeni alınacak işçiler için 30.000 TL/gün ücret belirlenerek, 47.000 TL/gün ücretli işçiyi işten çıkaran işverenin yerine 30.000 TL/gün ücretli işçi alarak işçi kıyımından karlı çıkacağı maddeler konmuştur. Nitekim bugün işçi kıyımında patronlar, bu açıktan yararlanarak, sadece “istihdam fazlası” işçiyi değil, ihtiyaç duyduğu “yüksek ücretli” işçiyi de işten çıkarmaktadır. Çünkü, her çıkardığı işçiden, yerine az ücretli işçi alarak da kar sağlamaktadır. Yol gösteren kar olunca da, “iyi niyet”, “kıdeme saygı” vb. ahlaki kavramların bir değeri olamayacağını artık herkesin bilmesi gerek. Elbette başta sendikacıların.
Türk-İş üst yönetimi de, giderek yoğunlaşan işçi kıyımları karşısında, kamuoyuna şikayet demeçleri vermekten öte bir şey yapmadı, yapmak istemedi, işçi kıyımlarını gündem olarak tartışan, son Türk-İş Başkanlar Kurulu da yakınmaktan başka bir şey yapmadı. Üstelik Ş. Yılmaz, “hükümetin işçi kıyımları konusunda duyarsızlığını” eleştirerek-sanki Türk-İş duyarlı davranıyor-muş gibi- komik duruma da düştü. Ş. Yılmaz’ın komikliği kendisine, ama o anlaşıldı ki, Türk-İş, işçi kıyımları konusunda bir şey yapmak niyetinde değildir. Her zaman olduğu gibi, “şikâyetçilik” ve “topu başka yerlere atarak” işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadır.
İşçiler ise, kıyımın hedefi olarak, işten atmalara karşı çeşitli tepkiler göstermekle birlikte, tedirginlik içindedirler.
Son sözleşmeler, işçilerin istemlerinin çok gerisinde kalmış olmasına karşın, birikmiş sözleşme zamlarıyla birlikte, sözleşme öncesine göre, nispi olarak “yüksek” ücret ellerine geçtiğinden, TİS’e karşı bugün açık bir tepki içinde değillerdir. Gerçi, eski tipte bir satışla bağıtlandığı için ücret bakımından da çok geride kalan tekstil işçileri sözleşmenin parasal konulardaki maddelerinden de rahatsızdırlar ve bu tepkilerini, Teksif’in Adana Şubesi’ni basarak, dile getirmişlerdir. Ama genelde bugünkü hoşnutsuzluk ve tedirginlik, TİS’lerin iş güvencesiyle ilgili caydırıcı bir madde içermemesinden, patronların işçi kıyımını krizin yükünü işçilere yükleyen politikalarının bir devamı olarak uygulamaya sokmasından, dahası sendikaların işçi kıyımına seyirci kalmasından gelmektedir.
Sendikaların ilgisizliğine karşın işçiler, işçi kıyımlarına karşı tutum almaya çalışmaktadırlar. Contiteks ve Maga Deri’de olduğu gibi toplu çıkarmalara karşı işgalle yanıt vermeye çalışırken, başka birçok işyerinde de iş yavaşlatma, protesto gösterisi, yemekhane işgali vb. biçimlerde tepkilerini dile getirmeye çalışmaktadırlar. Ne var ki, bir tek ya da bir kaç işyeriyle sınırlı kalmayıp, tersine patron sendikalarından kaynaklanan bir politika olan işçi kıyımına karşı işçilerin fevri çıkışları fazla etkili olamamaktadır. Patronlar, her gün bir kaç işçinin işine son vererek hem kıyımdan amaçladıktan hedeflerine ulaşmaktadır hem de çalışan işçileri sürekli olarak işten çıkarılmanın baskısı altında tutmaktadırlar.
1990 TİS’LERİNİN 1991’e ÖĞRETTİKLERİ
1990’da başlayıp, 1991’de devam eden ve Petrol işkolu gibi kimi işkolu ve işyerleri dışında sonuçlanan TİS görüşmelerine genel olarak bakıldığında, asıl anlaşmazlık maddelerinin parasal konularla ilgili olduğu, işçilerin ve sendikacıların, iş güvencesini de içeren “idari maddeleri” önemsemediği görülüyor. Dahası idari maddelerde, TİSK ve MESS’in ilkelerinin aynen sözleşmelere geçtiği yaygın bir uygulama olarak ortaya çıkıyor.
Son 10 yılda, ücretlerin gerileyerek asgari ücret düzeyine düştüğü göz önüne alınırsa, işçi istemlerinde ücretlerin ön sıralara çıkması elbette şaşırtıcı değildir. Ama daha önce yaşananlar göstermiştir ki, salt parasal sorunun öne çıktığı sözleşmeler sınıfın mücadelesi bakımından fazla bir anlam ifade etmiyor. Çünkü kapitalistler verdikleri ücreti hemen fiyatlara yansıtarak, hatta daha da fazlasını yansıtarak, enflasyon yoluyla ücretleri geri almanın yolunu buluyorlardı. Ya da işten çıkarmalarla, yüksek ücretli işçilerin işine son vererek yerlerine düşük ücretle işçi alarak TİS’i geçersizleştirebiliyorlardı. Elbette ki, bu türden olanaklar bugün de ellerindedir ve dahası bu önlemleri uygulamak için düne göre ellerinde daha çok olanak vardır. Nitekim daha sözleşmeler sürelerken patronlar, üretilen ürünlere çeşitli gerekçelerle bir kaç kez zam yaptılar. Bugün işçilerin eline geçen, burjuva basının üstünde “işçiler sözleşme zengini” yaygarasını yaptığı, bol rakamlı nominal ücretler, yükselen fiyatlar karşısında bir kaç ayda erimeye mahkum gözükmektedir. Ama enflasyon böyle sürdükçe, işçiler elbette, yaşama koşullarını yükseltmek için gerekli ücreti isteyecekler, patronları dize getirmek için parasal konularda direnmeyi sürdüreceklerdir. Ne var ki, direnme sadece bu alanda sınırlı kalırsa, ücretlerin işçi istemlerine yaklaşması bile fazla bir değer taşımayacaktır.
1990 sözleşmelerinin diğer bir özelliği de, Türkiye tarihinde görülmedik sayıda işçinin grevlere katılması ve bu grevlerin Zonguldak örneğinde görüldüğü gibi militan bir karaktere bürünmesidir. Ücretlerin işverenlerin gönlünden geçenlerin ötesinde olmasının nedeni de bundan başkası değildir. Ne var ki bu gelişmeyi kapitalistler de görmekte, bu yüzden de, grevlere önderlik eden ileri işçileri kıyımın asıl hedefi yaparak cezalandırmak istemektedirler. Bütün işçi çıkarmalarının yaşandığı işyerlerinde çıkarmaların grev komitelerinde görev alan işçileri de kapsaması elbette bir rastlantı değildir. Patronlar bu politikayla bir kaç kuş birden vurmayı amaçlamaktadırlar. Birincisi, işyerlerindeki ileri işçileri çıkararak işyerinde bir önderlik zaafı yaratarak, “huzurlu bir çalışma-ortamı” yaratmayı, bundan sonraki mücadeleler içinde caydırıcı olmayı amaçlamaktadır.
Kapitalistlerle işçiler arasında , “muhabbet tellalı” rolünü oynaya-gelmiş sendikaların bu dönemde rollerini, en azından layıkıyla yapamamalarının başlıca nedeninin işçi yığınlarının taleplerine sahip çıkmakta gösterdikleri uyanıklık olduğu dönemin diğer bir özelliği olarak kendisini ortaya koyuyor. Nitekim tekstil işçileri aynı uyanıklığı gösteremediği için Ş. Yılmaz kaş-göz arasında satışı gerçekleştiriverdi.
Demek ki;
İşçiler, 1991 TİS görüşmelerinde de parasal konularda, yaşamlarını daha iyileştirecek, geçmiş yılların kayıplarını ortadan kaldıracak düzeyde istemlerinde direnmek zorundadırlar. Eğer işçiler, pazarlık masasında sendikacıların ensesinde olduklarını hissettirmezlerse, 1990’daki sözleşmeler kadar bile ücret zammı elde edemeyeceklerinin bilincinde olmak durumundadırlar.
Patronlar ve sendikacılar, şu anda yaşanan işçi kıyımını “yüksek ücret talebine” bağlıyacaklardır. Elbette buna inanılamaz. Çünkü ücret istemi ne olursa olsun patronlar, daralan kapitalist ekonominin yükünü işçilerin sırtına yakmak için işçi kıyımına başvuracaklardı. Bu nedenledir ki, kıyımla “yüksek ücret” arasında, gerçekte doğrudan bir ilişki yoktur.
Bugün, yüksek ücret kadar, belki de ondan daha önemli bir talep olarak iş güvencesi sorunu işçilerin karşısındadır. Bu yüzden de 1991 döneminin kazanımlarından yararlanabilmek için kazanından iş güvencesiyle birleştirmek bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. Burada en önemlisi, sendikaların tutumu göz önüne alındığında, işçi yığınlarının işten çıkarmalar karşısında birliği, ortak tavır alabilmekte göstereceği yeteneğe bağlıdır. Çünkü kıyımdan zarar gören sadece işten atılan işçiler değil, bizzat çalışan işçilerdir de. Bu hem büyüyen işsizler ordusunun çalışan kesimler üstündeki baskısından dolayı, hem de mücadelede en önde yer alan önder işçilerin kıyımın hedefi olması sonucu olarak patron işçi çatışmasında işçilerin zayıf düşmesi nedeniyle böyledir.
Elbette ki bu alandaki mücadele, salt TİS’te işçi kıyımını caydıracak maddelerde ısrar etmekle sınırlı kalamaz. İş yasasının 13,17 ve 24. maddeleri başta olmak üzere bir bütün olarak değiştirilmesi, işsizlik sigortasının çıkartılması gibi taleplerle birleştiği ölçüde etkili olacaktır.
İşçiler bu alandaki uyanıklıklarını sadece patronların faaliyeti ile sınırlamamak durumundadır. Çünkü işçi kıyımlarında patronların politikası kadar bu politikayla uzlaşan, hatla patronlara yol gösterip cesaret veren sendikacılara karşı da uyanık olmak, onları işçi kıyımlarına karşı tutum almaya zorlayacak yol ve yöntemler bulup geliştirmek zorundadırlar.
* * *
Bir yandan 1990 TİS’inin ardından ortaya çıkan huzursuzluklar ve tepkileri, direniş, işyeri işgalleri, işçi kıyımları ve bunlara tepkiler değişik biçimlerde sürerken, öte yandan 1991 TİS görüşmeleri hızla uyuşmazlığa gitmektedir. Bu da önümüzdeki aylarda, yeni bir işçi sınıfı hareketi dalgasının yükseleceği anlamına gelmektedir. Bu mücadele içinde çatışan güçler, bir önceki TİS döneminden farklı olmayacaktır. Bu yüzden de geçtiğimiz mücadelenin deney ve dersleri iyi özümlendiği ölçüde işçi sınıfımız bu mücadeleden başarıyla çıkacak, bu dersler görülmediği ölçüde de eski yanlışların yinelenmesi kaçınılmaz olacaktır. Sorun bir yanıyla bu noktada düğümlenmektedir.
Pratik öğreticidir, pratik içinde yer alan herkes elbette bir şeyler öğrenir, ama asıl olan “bir şeyler” öğrenmek değil, sorunun özünü kavrayıp, bunu yığınların öncünün kavradığı gibi kavramasını sağlamaktır. Bu görev ise, elbette öncü işçilerindir. Varolan koşullarda, ekonomik mücadelenin sorunlarını küçümsemeden ama mücadeleyi salt ekonomik mücadele alanında tutmaya çalışan her türden sendikalist, reformist eğilimle de mücadele ederek sınıf hareketinin ilerletilmesinin koşullan her geçen gün bir öncekinden daha elverişli hale gelmektedir. Bunun görülüp, gereğine uygun davranılması, ekonomik mücadelenin özgürlük ve demokrasi mücadelesine bağlanmasının başarılması, işçi sınıfı hareketinin gerçek bir ilerletilme sağlamasının başlıca koşulu olarak gözükmektedir.
Nisan 1991