Irak’ın Kuveyt’i ilhakı ile bütün dünyada emperyalizm, yeni ve bugüne kadar görülenlerin en büyüğü olmaya aday bir gövde gösterisine girişti. Şu ana kadar, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, Federal Almanya, Fransa, Avustralya silahlı kuvvetlerinden oluşan bir güç, (buna bir hafta içinde aralarında ispanya’nın da bulunduğu birçok NATO üyesi devlet katıldı) görünürdeki gerekçesi ve uluslararası platformlardaki “meşru zemini” durumunda bulunan “Suudi Arabistan’a karşı muhtemel bir Irak saldırısını önlemek” için bölgeye gelmiş bulunuyor: Çok değil, bir ay öncesine kadar, tüm dünyada barış ve silahsızlanmanın kaçınılmaz bir biçimde bütün devletlerin yeni seçeneği haline geldiğini propaganda eden emperyalistler, şimdi gene aynı propaganda motiflerini kullanarak, Ortadoğu’da bir “kabadayının” bütün “iyi gelişmeleri” baltalamasına karşı birleşmiş görünerek kendi silahlarını şakırdatıyorlar.
Ortalığı kaplayan toz duman içinde, haritalara bakanlar, iki ülke, Irak ve Kuveyt arasındaki olağanüstü düzgün geometrik sınırlan görecekler ve yeryüzünde, böylesine “düzgün” sınırlan olan diğer bütün ülkelerin, yani pek çok Afrika ülkesinin, Orta Amerika ülkelerinin ve bir de özel durumu nedeniyle Avustralya ve Yeni Zelanda’nın, bu patlama noktası ile aynı politik güçler tarafından belirlenmiş bir tarihleri ve daha bir dönem boyunca devam edecek olan bir ortak kaderleri bulunduğunu düşüneceklerdir.
“Cetvelle çizilmiş” bu sınırlar sömürgeciliğin tarihi mirasının kalıntılarıdır ve bugün sürüp giden anlaşmazlıkların ve savaşların kaynağında, özellikle de Ortadoğu’yu bir barut fıçısına çeviren ilişkilerin geçmişinde, bütün haşmetiyle sömürgeciliğin tarihi bulunmaktadır. Haritaların bunca düzgün sınırları göstermesi, kafa kafaya vermiş emperyalist şeflerin milimetrik pazarlıklarının sürüp gelen izleridir. Bu tarz bir bölüşümde belli başlı ekonomik, askeri, siyasi coğrafya faktörleri rol oynar, fakat bölge halklarının iradeleri, talep ve ihtiyaçları hemen hemen hiç bir değer taşımaz. Onlar, haritalarda görünmezler ve üzerinde yaşadıkları toprakların, farklı sömürgecilerden birinin ya da ötekinin egemenlik bölgesi olmaktan başka bir değer taşımadığını, suların ve toprakların kendi emekleriyle değiştirilmiş halinin bir kağıt parçasından ibaret kaldığını ancak, cetvelle çizilmiş sınırların ne tarafında bulunacaklarını kendilerine bir biçimde anlatmak için gelen askeri-politik gücü gördüklerinde öğrenirler. Emperyalistler açısından önemli olan, aşırı kâr çarklarının dönmesine hizmet edecek olan yerüstü ve yeraltı kaynaklandır. Bu yüzden, bu tarz tayin edilmiş sınırlara sahip komşu ülkeler arasında daima bir yeniden düzenleme ihtiyacından kaynaklanan ve her zaman bir tarafın kendisine “tarihi bir haksızlık” yapıldığı iddiasıyla ortaya çıkmasına yol açan sorunlar, halkların iradesi dışında verilmiş kararların, çizilmiş sınırların ürünüdür. Emperyalistlerin kendi aralarındaki paylaşım esaslarına göre çizdikleri bütün sınırlar ve bunlar aracılığıyla dile gelen güncel ve tarihsel sorunlar geçmişe ait egemenlik ilişkilerinin izlerini ve onların bir biçimde devam ettiğini gösterirler. Topraktan başka üretim aracı bilmeyen ve doğal ekonominin kendilerine tanıdığından başka imkân yaratamamış ya da savaştan başka üretim ilişkisi tanımayan insanlar arasındaki kavganın ve çatışmanın ürünü olan sınırlar bir nehri, bir dağı, doğanın hayatlarını etkileyen bir parçasını esas alırdı. Sömürgecilik ve emperyalizm ise, toprağa topografiyi, yeraltı-yerüstü kaynaklarının kullanımı için gerekli teknolojiyi, teknolojinin gerektirdiği ilişkilerin ve bunların korunması için gerekli denizaşırı askeri güçlerin konumlandırılmasının problemlerini getirdiler. Geleneksel ticaret yolları, savaş yollan niteliği kazandı. Toprağın altında ya da üstünde ne bulunduğuyla olduğu kadar, bunların hangi siyasal ve askeri araçlarla korunabileceği ve yönetileceği de önem kazandı. Çünkü sömürgeciler, bir zenginliğin topraktan koparıp almakla kalınamayacağını, bunun taşınması, geliştirilmesi ve sürekli kılınması için mücadelenin de gerekeceğini biliyorlardı. Yalnız toprağın gerçek sahibi bulunan, onu bin yıllardır kullanan insanlara karşı değil, aynı zamanda birbirlerine karşı da.
Bugün yaşanan olayların yüz yıllık bir geçmişi vardır ve günümüzün olayları ile geçmişte olup bitenler arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Denilebilir ki, emperyalizm ve sömürgecilik yeryüzünde var oldukça, yaşanacak olanlar, yaşanmış olanların daha vahşi, daha karmaşık ve daha çok insanı etkileyen bir tekrarından başka bir şey olmayacaktır.
“Tekrarlanan” tarih
Kuveyt, Avrupa devletlerinin ilgisini, ilk kez Almanların Berlin-Bağdat demiryolunu, Kuveyt limanına kadar uzatmak için harekete geçtikleri 19. yüzyıl sonlamda çeker. Emperyalist ilişkilerin tarih sahnesine biraz gecikmiş olarak çıkan, fakat hızla gelişip diğerlerine yetişerek rekabet gücü kazanan ve yeryüzünün yeniden paylaşılmasını talep edecek güce ulaşmış bulunan Almanların tasarılarını engellemek isteyen İngiltere, Osmanlılara karşı güvence arayan Kuveyt şeyhi ile 1899’da bir anlaşma imzalar. Buna göre, o zamana kadar Osmanlılar tarafından Basra’ya bağlı bir bölge olarak yönetilen Kuveyt’in dışişleri, İngiltere’ye bırakılır. 1914’te Osmanlılarla savaşa giren İngiltere, Kuveyt’te protektora (himaye: uluslararası ilişkiler ve savunma, hami devletin elindedir.) yönetimi kurar… 1923’tc Irak ile Kuveyt arasındaki kuzey sının çizilir… 19 Haziran 1961’de İngiltere, Kuveyt’in bağımsızlığım tanır, Uç gün sonra, Irak, ülkenin etnik ve coğrafi bakımdan kendi parçası olduğunu ileri sürerek, kendisine bağlanmasını ister. İşgal tehlikesi karşısında, Kuveyt İngiltere’yi yardıma çağırır. Temmuz başlarında da İngiltere, Kuveyt’e çıkarma yapar. Bunun ardından, 20 Temmuzda Arap Birliği, Kuveyt’i üyeliğe kabul edince, hem Kuveyt’in bağımsızlığı Arap dünyası nezdinde kabul edilmiş olur, hem de Irak’ın toprak talebi reddedilir. İngiltere’nin Kuveyt’i ayrı bir statü ile ayırmasından sonra bu karan tanımayan ve ardından “esrarengiz bir trafik kazasında ölen” Irak Kralı Gazi, Irak topraklarının çalındığını iddia etmişti. 1958’de Kral Faysal’ı bir darbe ile deviren Abdülkerim Kasım zamanında kriz yeniden alevlenir. 1961’de Kasım, İngiltere tarafından verilen bağımsızlığı tanımayarak, bölgenin Irak’a ait olduğu iddiasını tekrarlayınca, İngiltere, bölgeye gene asker çıkartır. Cemal Abdulnasır bu sürtüşmede “Kuveyt’in yanında “yer tutar! Nasır, bir yandan İngiliz askerlerinin
Süveyş’ten geçmesine izin verirken, diğer yandan “Kuveyt’in bağımsızlığının korunması için” Arap askerlerinden oluşan bir barış gücü kurulmasına da önayak olur.
Irak’ın İran’la arasının bozulmasından sonra (1970), Bağdat, Kuveyt açıklarındaki ufak fakat stratejik açıdan önemli Bubiyan ve Warba adalarının denetiminin kendisine verilmesini istemiş, Kuveyt bu adaların kiralanmasını dahi reddetmişti. Iranla savaş sırasında Kuveyt’in Irak’ı desteklemesi aradaki ilişkileri yumuşatmıştı. Şimdi, Irak’ın “kabadayı” lideri Saddam’ın kişisel hırslarının ve Kuveyt’in küçük bir Ortadoğulu tüccar kurnazlığıyla çevirdiği dolapların bir sonucu gibi gösterilen krizin, aslında bütün bir tarihi ilgilendiren ve bugüne aktarılmış emperyalist mirasın bir sonucu olduğu anlaşılıyor.
Geçmişte yaşanan bu olaylar ve olaylar içinde tarafların oluşması ve ilişkiler, bugün de aşağı yukarı aynen tekrarlanıyor. Bundan sonrası bakımından da emperyalistlerin aynı beklentileri temel alan senaryolar kurmamaları için bir neden yoktur, örneğin, Şubat 1963’te Kasım, BAAS’çı subaylar tarafından devrilerek öldürülmüş ve yeni yönetim, önemli ekonomik yardımlar karşılığında Kuveyt’in bağımsızlığını tanımayı kabul etmişti. Nitekim henüz günümüzdeki kriz bu aşamaya varmamış ve askeri yığınak bu ölçülere ulaşmamışken, ABD başkanı Bush, gerekliğinde bütün “kirli” araçların kullanılabileceğini gösterdi ve CIA’ya Saddam’ı devirmek için bir plan hazırlanması yolunda emir verdiğini dünyaya duyurarak, Kasım’ın başına gelenlerin, Saddam’ın da başına gelebileceğini ima etti. Ne var ki, şu anda, tarihin hiç olmazsa bu noktada tekerrürünü en azından güçleştiren bazı faktörler hareket halinde bulunuyor.
Birincisi: Şu anda Irak’ta Saddam’ın yerine geçebilecek ve emperyalistlerle onların istediği doğrultuda bir anlaşma yaparak “barışı” yeniden getirebilecek güçte herhangi bir muhalefet odağı yok. Örneğin, bu son yıllar içinde Saddam’ın en “sert” muhalifi olarak kendisini göstermiş bulunan ve geçmişte Kasım’ın da devrilmesinde önemli bir rol oynamış olan Kürt örgütleri, “Irak’ı yönetmek” ya da Irak’ın sosyal ve siyasal yapısında köklü bir değişiklik yapmak iddiasında ve isteğinde olmadıkları gibi, ülkenin siyasal hayatında da bir dış darbenin doğrudan unsuru olarak hareket edebilme güç ve niteliğini gösterecek bir konumda bulunmuyorlar. Ancak muhalefetlerinin şiddetlenmesi ve askeri bakımdan da Saddam’ı sıkıştırabilecek bir savaş düzeyine tırmanmaları halinde, Irak egemen sınıflan arasındaki çelişmeleri artırmak ve Amerikan-Batı Avrupa planlarına uygun bir çözümü geliştirmek için zemini hazırlamak bakımından bir etkileri olabilir. Nitekim belli başlı “savaşan” Kürt gruplarının liderlerinin görüşü, Saddam’a karşı Amerika ve Batı Avrupa’nın ve bu arada dolaylı da olsa İsrail’in desteğinin sağlanabileceği bir ortamın doğduğu yolundadır. (1) Geçmiş yılların deneyleri, bu grupların ve örgütlerin, son durumda daima güçlü olanın yanında yer aldıklarını ve kendilerinin bir güç olarak nasıl hareket edeceklerinden çok, belki bir güce ne biçimde eklenebileceklerini hesap etmeye alıştıklarını göstermektedir. Ortadoğu’nun geri egemen sınıfları aracılığıyla temsil edilen halklarının kaderi, kendi politikalarına sahip olmamak ve başkalarının politikaları içinde kendilerine bir yer aramak olarak özetlenebilir. Bu Kürtler için olduğu kadar, Araplar için de geçerlidir. Aşiret reislerinin, “Kralların”, “Prenslerin”, “Emirlerin” sultası altında yaşamın ötesini göremedikleri sürece halklar, politikanın etkin öznesi olamayacaklar, ama daima başkalarının politikalarının nesnesi halinde kalacaklardır. Yukarıda özetlediğimiz “tavır” bunun klasik bir örneğini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, geleneksel Kurt muhalefetinin şu anda “havayı koklamakta” olduğu ve içten içe Amerika-Batı Avrupa-İsrail planları içinde kendi yerlerini ayarlamaya çalıştıkları söylenebilir. Diğer muhalefet hareketleri gibi onların da bu planlar bakımından etkin güç haline gelebilmelerinin koşulu, ekonomik ve siyasi bakımdan ambargo altına alınmış bulunan Saddam yönetiminin sıkışmasıdır. Muhalefet, demokratik bir hareket içinde imkân olabilecek bu ortamı, emperyalistlerin amaçlarının aracı olmak uğruna feda etmeye daha eğilimli görünüyor.
Irak’ın siyasi tarihinde önemli bir rol oynamış ve birçok hükümette yer almış bulunan ve Sovyet nüfuzunun temsilciliğini üstlenen “komünistler” ise, bugün sahnede yoktur. Kürt muhalefetinin bir eklentisi halinde hareket etmenin ötesine geçememektedir ve onun gücünden kendisine bir pay çıkarmaya çalışmaktadır. Şii muhalefet ise, genellikle İran tarafından kontrol edilen ve yönlendirilen yapısı dolayısıyla ve bugün İran’ın Kuveyt’in ilhakı karşısındaki hayırhah tutumu nedeniyle, paralize vaziyettedir ve etkili bir halk hareketinin bu akım ekseninde doğması ve emperyalistlerin planlarında bir faktör değeri kazanabilmesi, en azından dengeler bugünkü durumunu koruduğu sürece beklenmemelidir. Diğer yandan, Saddam, kendi halkının darbeci bir çözüme razı olmaması için ve muhalif odakların halk üzerindeki etkisinin güçsüz kalmasını sağlamak üzere tedbirler almış görünmektedir. Kasım’ı deviren BAAS Partisi, bugün Saddam’ın tek başına bütün kademelerine komuta edebildiği bir şef partisine dönüşmüştür ve Irak devletiyle özdeşleşmiştir. Kuveyt’in işgalinin hemen öncesinde Irak’ta 120 subayın idam edildiği yolundaki haberler doğruysa, şu anda ordu ya da parti içinde Saddam’a karşı etkili bir muhalefetin ayakta bulunduğu söylenemez. Dolayısıyla, BAAS partisi içindeki çeşidi fraksiyonlardan birinin Saddam’a karşı darbede rol oynaması, gene iç muhalefeti canlandırıp yükseltecek olan ekonomik ve siyasi tecrit uygulamasının sonuçlarına bağlı olarak mümkün görünmektedir. İşçi ve emekçi yığınların inisiyatifine değil de, egemen sınıf klikleri, fraksiyonları arasındaki çelişmelere ve güç dengelerine dayanarak yürütülen bütün politik muhalefet hareketlerinin özelliği, dış baskılardan ve dış baskılar yoluyla oluşacak olan iç sıkıntılardan medet ummaktır. Irak’ta da “muhalefet” olarak adlandırılan bütün hareketlerin kendilerini bu gelişmeye göre ayarlaması ve beklentilerini emperyalistlerin kumpaslarıyla yönlendirmeleri kaçınılmazdır.
İkincisi: Saddam, son çıkışı ile bütün bir emperyalist dünyayı karşısına alarak, ezilen Arap dünyasının sömürgecilikten uzun yüzyıllar boyu acı çekmiş bulunan halklarının bir bölümünü yanına almış görünmektedir, özellikle, anti-sömürgeci bir mücadele geleneğine sahip bulunan ve batılı emperyalistlerle aralarına zaman zaman belli bir mesafe koymuş yönetimler altında yaşamış Libya, Cezayir, Yemen ve vatansız Filistin halkının duygularının, genel Arap kamuoyunun etkili bir parçasını oluşturduğu düşünülürse, Saddam’a karşı girişilecek bir komplonun Kasım’ı devirmek kadar kolay sonuçlar vermeyeceği, Arap dünyasında sessiz karşılanmayacağı görülebilir. Krizin onuncu gününde, Saddam’a bir “halk desteği” gösterisi de Ürdün’den geldi. Şu nokta güvenle ileri sürülebilir ki, bundan sonraki gelişmeler başta ABD olmak üzere, batılı emperyalistlerin Ortadoğu’daki varlığının nesnel temellerinden birisini oluşturan halk suskunluğunun önemli ölçüde “zayıflamasına”, bir başka deyişle, anti-emperyalist muhalefet hareketlerinin güçlenmesine yol açacaktır. Elbette bu muhalefetin, Saddam gibi bir temsilcisi aracılığıyla dile gelmiş ve onun eylemiyle başlangıç bulmuş olması, bundan sonraki gelişmeleri de önemli ölçüde yaralayacak ve muhalefetin ilerici muhtevasında onarılması zor boşluklar açacaktır.
Başlıca bölge ülkelerinin ve emperyalistlerin tutumu
Bundan sonraki gelişmelerde, Arap anti-emperyaliz-minin daha sağlıklı ve kendi güçlerine güvenen bir yol izlemesinin önemli bir koşulu da, SB’nin bölge halkları ve milliyetçi güçleri üzerindeki Arap halklarının aleyhine olan nüfuzunun ve “anti-emperyalistlerin dostu” olma imajının ortadan kalkmasıdır. Kuşkusuz bunun ilk koşulu, Arap işçi ve emekçilerin ulusal harekete kendi ağırlıklarını koyarak, işbirlikçi Arap burjuvazisinin daima bir emperyaliste dayanarak diğerine karşı mücadele etme biçimindeki geleneksel politik belirleyiciliğini tecrit edebilmeleridir.
Sovyetler Birliği’nin sosyalist olduğu dönemlerden kalan itibarı, revizyonistlerin iktidara geldiği yıllar boyunca kötüye kullanılmış ve daima mücadelenin ve devrimci-ulusalcı hareketlerin ilerlemesinin önünde engel teşkil etmiştir. Sovyetler Birliği bu tarihi mirası, darbeciler arasındaki rekabette, egemen sınıflar arasındaki çelişmelerde birinden yana diğerine karşı tavır koyarak ve sözde “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” yolunu genelleştirerek kendisine bağlı ülke sayısını artırmak ve hegemonyasının sınırlarını genişletmek için kullanmıştır. Arap ülkelerinde, uzunca bir dönem “ilerici Arap rejimleri” adıyla anılan, gerçekte ise daima askeri-bürokratik baskı rejimleri olarak kendi halklarına kan kusturan rejimleri desteklemiştir. Bugün SB’nin, kuvvet kullanımı sorununda, uluslararası bir mutabakatın bulunmasını ve kontrolün hiç olmazsa hukuki bakımdan BM Güvenlik Konseyinde olması koşulunu ararken, iki noktayı göz önünde tuttuğu düşünülebilir: Birincisi, batılı emperyalistlerin bu biçimde girdikleri Ortadoğu’dan nasıl ve hangi koşullarla ayrılabileceği SB açısından tedirgin edici ve gelecek bakımından karanlık bir sorudur. İkincisi, SB, bölge ülkeleri ve özellikle de bir dönem kendilerine güven verdiği halklara karşı düştüğü duruma bir çıkış ararken, “saldırgan batı bloğunun yanında” görünmeyi istememektedir. Bu ikincisi nihayet somut girişimlerin arkasını besleyecek bir psikolojik faktör olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, egemenlik mücadelesinin kazandığı bu boyut içinde, geleceğe ilişkin hesaplar bakımından daima önemli rol oynamaya adaydır. SB, şu anda, dış ilişkiler bakımından en fazla güçlüklerle karşı karşıya bulunduğu bir dönemden geçiyor. (Yüzyıl’ın 3. sayısında SB başbakan 1. yardımcısı Voronin’in Türkiye’de bir kokteylde şu mealde konuştuğu yazılıyor: Irak, Kuveyt işgalinden önce bize danıştı. Yeşil ışık yaktık. Perestroyka’nın finansmanı için 50 milyar dolar kaynağa ihtiyacımız vardı ve Batılılar bu kaynağı sağlamıyorlardı. Ortadoğu’da kaos işimize gelecek, altın rezervlerimiz ve uluslararası piyasada fiyatların yükselmesine bağlı olarak petrolümüz değer kazanacaktı. Nitekim kriz sonrası gerekli kaynağın önemli bölümü bu yolla sağlanmış oldu.) Kendisine askeri ve siyasi bakımdan manevra yeteneği kazandıran belli başlı müttefikleriyle olan ilişkisinin biçimi önemli ölçüde değişmiş, en azından büyük bir çoğunluğu üzerindeki belirleyici etkisini kaybetmiştir. Dünyanın belli başlı “sıcak” noktalarındaki dolaysız ve dolaylı müttefikleriyle SB arasındaki ilişkiler, “yumuşama süreci”nin kurbanı olmuşlardır. SB, batılı emperyalistlerle aralarındaki ilişkileri yumuşatmak için hegemonya alanlarını ya isteyerek ya da artık elde tutma imkânlarını tümüyle kaybetmiş olması nedeniyle eskisi kadar kontrol edemez duruma gelmiştir. Latin Amerika’da bugün dayanacağı fazla güç kalmamıştır. En büyük destekçisi ve dostu durumunda bulunan Küba’ya ihanet etmiştir ve bunu, Castro’nun kellesini isteyen ABD ile bu konuda da işbirliği yapmaya kadar götürmüştür. Daima soğuk ve çıkarcı bir yaklaşımla ele aldığı Nikaragua devrimi ise, kendi sorunlarına boğulmuş ve buradaki Sovyet etkisi, yerleşik bir faktör değeri kazanamadan ve Küba ile olan ilişkisi de kopmuş biçimiyle tamamen zayıflamış ve eriyerek etkisizleşmiştir.
Afrika ilişkileri bakımından da SB geçmiş yıllara oranla büyük ölçüde gerilemiştir. Başlıca uydusu olan Etiyopya, iç savaşın ve Tigre halkının devrimci vuruşlarının etkisiyle iyice zayıflamış durumdadır ve SB’nin bu ülkeyi, Ortadoğu ilişkilerini kontrol edebilmekte kullanmasına imkân vermeyecek bir sıkışıklık içindedir. Kübalı askerler aracılığıyla kontrol altında tuttuğu diğer ülkelerde de, örneğin Angola’da da, Sovyet etkisi, eski yüksekliğinde değildir.
Gene de SB, krizin bir biçimde fakat batılı emperyalistlerin müdahalesi ile ve genel olarak Arap gururunun incinmiş olmasını içerecek tarzda çözülmüş olmasının sonunda kendisine yeni ve değişik bir hareket alanı bulacağını düşünebilir. Bu bağlamda, Amerikan aleyhtarlığıyla beslenecek olan Arap kamuoyunun tepkilerini kendi kanallarına akıtmaya çalışmak için mekanizmalar arayışına şimdiden girişmesi beklenmelidir.
Ortadoğu’daki “en sağlam kalesi olan Suriye,” gene SB’nin elleriyle Mısır-İsrail-ABD planlarının eksenine itilmiştir ve bu bakımdan da SB’nin Suriye üzerinde sağlayabileceği avantajlar kısıtlanmıştır. Gene de, Arap Barış Gücü içine Suriye silahlı kuvvetlerinin katılmış bulunması, ileride SB’nin hanesine yazılabilecek kazançların başlıca imkânı olarak görülebilir. SB’nin şu andaki tek dolaylı katılımı, o da oldukça uzak ve zayıf bir nitelikle, bu son katılım sayılabilir. Sovyetler Birliği-Suriye ilişkileri ve özellikle Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarlarının İsrail tarafından korunması ve ifade edilmesine karşı daima güçlü bir ordu ve uluslararası destekle güçlendirilen Hafız Esad yönetimi, bir süredir, Mısır’la ilişkilere zorlanarak Filistin-Lübnan sorunlarının “İsrail’in de kabul edebileceği bir çerçevede” çözülmesine yardımcı olmaya yönlendirildiğinden ve bununla ilgili olarak Mısır’la görüşmelere zorlandığından (bizzat Gorbaçov tarafından) bu yana, bölgede yalnızca ikinci elden güçleriyle (Emel örgütü vs.) (2) boy gösteriyordu ve bu İsrail ile olan yakınlaşması bakımından olduğu kadar, örneğin, Hizbullah’a karşı girişilen ve İran’ı tedirgin eden hareketlerde de açığa çıkmıştı. Suriye, İsrail ve Irak tarafından çevrilmiş durumda. Diğer komşusu Türkiye ile arası hiç bir zaman iyi olmadı. Karşılıklı suçlamaların eksik olmadığı bu ilişki, zaman zaman tehlikeli gerginlik işaretleri de verdi. Bütün bunlar hâlâ geçerliliğini koruyan sorunlar halindeyken Sovyet desteğine de artık güvenmeyen Hafız Esad, geçen yıldan beri aradığı hiç olmazsa üzerindeki İsrail baskısını azaltma ve Amerika ile daha yakınlaşma fırsatını Irak’ın tavrı dolayısıyla ele geçirebileceğini umabilir. Nitekim Hafız Esad, son Mısır gezisinde, Mübarek’in barış planına olumlu yaklaştığı izlenimi verdi. Bu, Suriye’nin Filistin konusundaki eğilimlerine de uygundur. Çünkü İsrail ve Suriye’nin çıkarları, Filistin konusu bakımından önemli ölçüde birbirine benzemektedir. Suriye de, İsrail kadar bağımsız bir Filistin ihtimalinden rahatsızdır; bugün Lübnan’da bulundurduğu ve Irak’ın Kuveyt sorununun çözümü için çekilmesini koşul olarak ileri sürdüğü ordusu, İsrail’den çok Filistin halkına yöneliktir. Eğer İsrail’le aralarında uzun süredir en önemli gerginlik konusu olan Golan Tepeleri’ni geri alabileceği bir ilişki bulabilirse, Filistin sorununun çözümünde İsrail’le birlikte hareket edebileceği, gözlemcilerin ortak kanışıdır. Suriye, Körfez savaşında İran’ı tek taraflı olarak destekleyen Arap ülkelerinden biriydi. (Diğerleri, Güney Yemen, Libya ve Cezayir’di). Bununla beraber, Suriye’de Muhalefet, özellikle Arap sorunlarına ve Filistin halkına karşı duyarlı olan halk, Saddam’ın içi boş da olsa, anti-emperyalist ve anti-Siyonist hava estiren tavrının etkisiyle, Esad’ın daha geri ve dolaysız bir işbirlikçi durumuna girmesini önleyecek tepkiler geliştirebilir. Hafız Esad, özellikle örgütlü bir güç olan “Müslüman Kardeşler”in değerlendireceği böyle bir fırsatı yaratmaktan çekinecektir. Kaldı ki, uzun süreli bir kriz içinde, Irak’la bütün bağları koparacak ve Arap dünyası içinde yalnızlığa yol açacak bu tavır, deneyli bir diktatör olan Hafız’ın kendi hesaplarına da aykırı düşecektir.
İran’ın, bu aşamada Kuveyt emirini doğrudan doğruya desteklemesi, ya da Irak’a bu müdahalesinden dolayı sıcak bir karşılık vermesi düşünülemez. Ancak İran, krizin ilk günlerinde sorunun bölgesel bir çerçeve içinde çözülmesinden yana göründü ve uluslararası bir harekâta karşı soğuk tavır takındı, özellikle, sorunun çözücü gücü olarak İsrail’in kullanılmasının bölgeye “yabancı” akışının İran açısından en kötü biçimi olacağı düşünülebilir. Bu yüzden, bir dış müdahale olacaksa eğer, bunun Türkiye eliyle ve İran desteğiyle, mümkünse eğer Suriye’nin de katılabileceği bir kombinezon içinde gerçekleştirilmesinin İran bakımından en elverişli sonuçları doğuracağı yorumlan yapıldı. Kısaca İran, Amerikan-Sovyet-Avrupa güçlerinin birleşik bir ifadesi ve vurucu gücü olarak hareket edecek bir İsrail’e karşı olduğu gibi, aynı rolün Türkiye tarafından oynanmasına da karşıdır. 23.7.1990 tarihli GÜNEŞ, “İran’dan Irak’a Destek” başlıklı bir haber yayınladı. Buna göre, İran’da yayınlanan ve Rafsancani’ye yakınlığı ile bilinen “Tahran Times” gazetesi Kuveyt ve BAE’yi OPEC kararları çerçevesine çekmek için Saddam’ın atacağı pratik adımların destekleneceğini yazdı. İngilizce yayınlanan “Kayhan International” ise, “Kuveyt ve BAE’nin geçmişteki akıl dışı davranışlarıyla birçok düşmanlık gösterdiklerini ve OPEC’in Cenevre’de yapılacak bakanlar toplantısında diğer ülkelerden iyi niyet beklememesi gerektiğini” bildirdi. Şu ana kadar İran, kriz karşısında en soğukkanlı ülke olarak göründü. Anlaşılan, İran geleneksel düşmanları arasındaki bu çatışmanın sonuçlan üzerinde çalışmayı, başlangıçta ve acele verilmiş bir kararla krize müdahale etmekten daha elverişli görüyor.
Mısır, başlangıçta kendisine arabuluculuk rolünü uygun gördü. Irak hakkında ve özellikle Saddam söz konusu olduğunda dikkatli ve “sut sıvazlayıcı” bir dil kullandığı dikkat çekti. Mübarek, Kuveyt’in işgalinin ilk günlerinde “Saddam Hüseyin’in soğukkanlı ve nesnel temellere dayanan bilgece politikasıyla bu sorunun üstesinden geleceğine” olan inancını belirtti! Fakat herkes, Mısır’ın Amerikan politikalarının Arap dünyasındaki sözcüsü olduğunu bilerek, bu iyimserlikteki ikiyüzlülüğü tespit etti. Son durumda Mısır, NATO kuvvetlerinin yanı sıra Suudi Arabistan’da konumlandırılan “Arap Barış Gücü”nün içinde yer alıyor. Bu tutumuyla Nasır’ın 1961 ‘deki tutumuna paralel düştüğü izlenimini vererek, Arap dünyası karşısında da kendisini savunabileceği bir pozisyon buluyor.
Ve Türkiye
Türkiye, Körfez krizinin hemen öncesinde, krizle beraber unutulan bir başka önemli gerilimi, Suudi Arabistan ile yaşamıştı. Hac sırasında ölen Türkiyeli hacılarla ilgili görüşmelerde Suudi tarafı, olayla ilgili hemen hemen hiçbir sorumluluk almadı ve Türkiye’nin taleplerini geri çevirdi. Bu trajik olay, hac öncesinde ortaya çıkan “kota krizi”nin ilginç boyutlarını ve Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkinin karmaşık, dolaylı yapısının bir bölümünün günışığına çıkmasına yardımcı oldu. Suudi Arabistan Kralı Fahd’ı, “zalim Haccac’ın soyundan gelen” olarak niteleyen ve ona karşı “inkılâp” isteyen Türkiye’deki radikal Müslüman çevrelerin dergisi “Objektif”, henüz hac, yüzlerce insanın feci ölümüyle sonuçlanmadan önce, Suudi Arabistan ile Türkiye arasındaki çelişkinin “su sorununa bağlı” olduğunu yazdı. Buna göre, Irak’ta yapılan Arap Zirvesinde, Suriye ve Irak, Arap ülkelerine Türkiye’ye yaptırım uygulanması konusunda baskı yapmışlar ve Suudi Arabistan, bunun sonucu olarak “hac kotası” uygulamasını getirmişti. Türkiye, özel olarak İranlı hacılarla ilgili olarak alınmış bu kararın daha önce Türkiye’ye karşı hiç uygulanmadığını, kaldı ki özel olarak İran’a karşı alınan bu tedbirde kendisinin de imzası bulunduğunu söyleyerek, kota uygulamasını kaldırılmasını istedi. Suudi Arabistan’a kadar giderek bu isteği öne süren Devlet Başkanı Cemil Çiçek’e Kral, cevap verme tenezzülünde dahi bulunmadan, kendilerinin bir bakanının konuyla ilgili olarak Türkiye’ye geleceğini bildirmekle yetindi. 10 Haziranda Türkiye’ye gelen Suudi Bakanı, “Hac konusunda kota artırımının gerçekleşemeyeceğini” bildirerek ülkesine döndü. TC, su konusunda geri adım atmamasının karşılığını, Suudi Arabistan’dan böylece almış oluyordu. Suudi Arabistan’ın cevabı, bu konuda Irak ve Suriye’nin yanında yer tuttuğunu gösteriyordu ve “su yoksa hac da yok” anlamına geliyordu. Konu, Türkiye ile Suudi Arabistan arasında ciddi bir gerginlik boyutu kazanınca, Suudi Arabistan Konsolosluğu, mahiyeti pek anlaşılmayan bir açıklama yaparak :”Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türk halkına gerçekleri açıklamaya çağırdı. Müslüman “Objektif dergisi, “Nedir bu gerçekler?” diye soruyordu.
“…..Suud’un ricasıyla savaşta zor durumda kalan Irak’a yardım için yapılan ‘kıyaklar’ mı? Nedir bu gerçekler, Suudi İşleri bakanı Cemil Çiçek’in daha önce de defalarca ziyaret ederek Afganistan’daki fitne unsuru Azadbeg’e aldığı petrodolarlar mı? ABD koordinesinde iki güçlü müttefik Suud ve TC’nin bölge üzerindeki ortak karar ve çıkartan doğrultusunda yaptıkları mı?” (3)
Şu anda Türkiye, “su ve petrol” kavranılan eksenine oturtmaya çalıştığı Ortadoğu politikalarını, krizin getireceği yeni ilişkiler boyutu içinde yeniden gündeme sokmak için bir fırsat yakalamış gibi görünüyor. Ceyhan ve Seyhan nehirlerinin suyunu Suudi Arabistan’a “barış suyu” adı altında satarak onu Suriye ve Irak’ın Dicle-Fırat sulan üzerindeki hak iddialarıyla başlattıktan kavgada taraf olmaktan çıkarmaya çalışırken, “suları İsrail’e satacak” propagandasıyla geri çekilmiş olmasının sonuçlarını da böylece zayıflatmış olmayı ummaktadır. Suudi Arabistan’ın kendi yerinin “Arap kardeşlerinin” değil, “Amerika’nın bölgedeki en güçlü müttefiki ve NATO’nun tek Müslüman üyesi” olan Türkiye’nin yanı olduğunu da anlaması ve son olaylardan çıkarılan “önemli bir ders” olarak bir kenara yazması da Türkiye’nin beklentileri arasındadır.
Diğer yandan, Irak’ın içine düşebileceği bir siyasal krizin, Kürt sorununa da hangi yeni unsurları katabileceği şimdiki halde belirsizliğini korumaktadır ve Türkiye, özellikle bu konuda başına örülebilecek bir çorabın, “jeo-strateji” teorileriyle çözülemeyecek kadar “içsel” bir boyut kazanacağından emindir. Nitekim Türkiye’nin Irak karşısında açık bir pozisyon almasına karşı olan muhalefet çevreleri, Irak’ın özellikle iki noktada değerlendirilmesini istiyorlar. Birincisi, Irak, “hemen yanı başımızda” bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına karşı bir güvence olarak görülüyor. İkincisi Irak, radikal İslam hareketlerinin, “İslam devrimi” akımının Ortadoğu’da yaygınlaşmasına karşı bir güvencedir! Ayrıca Irak’ın da bir İslam ülkesi olması ve Ortadoğu ilişkileri bakımından vazgeçilmez bir güç olarak kalması da gelecekteki ilişkiler bakımından değerlendirilmesi gereken önemli bir özellik olarak vurgulanıyor. Kuşkusuz, bu bağlamda, Türkiye-Irak boru hattının ekonomik önemi ve boru aracılığıyla geliştirilen siyasal kontrol mekanizmaları da hesaplara dâhil ediliyor. “İsrail bile henüz devrede yokken” ve kriz, diplomatik araçlarla çözüm imkânını henüz kaybetmemiş gibi göründüğü bir anda Türkiye’nin kendisini ortaya atması, burjuva muhalefet çevrelerinde derin bir endişe yaratmış bulunuyor.
Diğer yandan, Türkiye, kriz şu ya da bu biçimde sona erdiğinde, dış politikasının temel eksenlerinde de, bu zamana kadar açıklık kazandırmaktan çekindiği bazı yenilikler yapmak zorunda kalabilir. ABD ve Batı Avrupa, Türkiye’ye “NATO’nun yeni pozisyonu” bakımından yeni bir rol biçme arayışındadır ve rolün içeriği, aşağı yukarı, “Mısır-Suudi Arabistan-İsrail” ekseni” olarak tanımlanan kombinezona dâhil edilmek olarak görünüyor. Bazı yetkili NATO çevreleri -ki bunlar arasında İtalya da bulunuyor- NATO’nun bundan böyle, İslam dünyasından doğacak tehlikelere karşı bir örgüt niteliğine bürünebileceğini ileri sürüyorlar. İslam’ın emperyalizm için ciddi bir tehlike halini alması, doğrudan doğruya “İslam devrimi” kavramı ekseninde hareket eden güçlerin daha uzun bir süre belirleyici önemini koruyacağı hesap edilen petrol üzerindeki kontrolü ele geçirmeleri halinde söz konusudur. Milli bir petrol politikasının geçmişteki mimarlarından Musaddık, İslami bir iddia ve renk taşımayan reformlarıyla emperyalizmi telaşlandırmıştı. Şimdi Arap ülkelerinde milliyetçilik, kendisini daha çok İslam devrimi sloganlarıyla ifade ediyor. Şu halde emperyalizmi kısa vadede asıl korkutan, İslamiyet değil, ulusalcılıktır. Bu akımların İslam dünyasında (son zamanlarda Cezayir’de kendisini gösterdiği gibi) devlet yönetimi düzeyinde etki kazanması, özünde emperyalist sermaye sistemine karşı bir tehdit niteliği taşımamakla beraber, varlığını Ortadoğu ve Afrika petrol yataklarına bağlı gören tekelleri sıkıştıracak bir rekabet gücü doğurabilecektir. Sanayi ve ulaşım bakımından, olduğu kadar, yan ürünlerinin tüketimi bakımından da büyük ölçüde petrole bağımlı olan kapitalist dünya, bu kaynaklar üzerindeki dolaysız-dolaylı denetimini sürdürmeye kararlıdır ve İslam’ın asıl tehlikesi, bu denetimin en azından dolaylı bir hal almasına yol açacak potansiyelleri taşıyor olmasındadır. Kendi petrolü kendisine yeter düzeyde olan ve halen dünyanın en büyük petrol üreticisi ülkelerinden biri durumunda bulunan Sovyetler Birliği ise, Ortadoğu petrolünün siyasi fonksiyonlarıyla ilgilidir ve batı emperyalizmi üzerindeki etki gücünü, Ortadoğu üzerinden sağlayacak araçlara daima büyük önem vermiştir. Bu yüzden Türkiye’nin bölgedeki varlığını yalnızca askeri bakımdan güçlendirmek ve etkili konumda tutmak, Batı’ya yetmemekte, onun “laik bir cumhuriyet” olarak siyasal rejimini sürdürmesi de emperyalizm bakımından şu anda önem taşımaktadır.
Türkiye açısından son kriz, bir çok iç ve dış ilişkiye yeni faktörler eklerken, kendi konumunun NATO açısından tartışılması sırasında öne sürdüğü bir çok tezi savunmak için de yeni imkânlar elde edebileceği umudunu doğurmuştur. Türkiye sorunun teorik cephesinde, kendi “jeo-stratejik öneminin” kanıtlandığının propagandasını yapıyor. Körfez petrolü ekseninde dönen olaylar, Türkiye’nin kendisiyle ilgili her uluslararası platformda savunduğu tezlerinin yeni bir gözle değerlendirilmesinde ısrarlı ve kararlı davranabilmesi için kapılar aralamış gibi görünmektedir. Türk dış propagandası, bu temaları şimdiden işlemekledir ve kriz sonunda batının önüne uzatacağı faturanın muhtevası hakkında herkesi uyarmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye, Irak’a karşı gerek Birleşmiş Milletler, gerekse uluslararası başka emperyalist platformlarda alman kararların uygulayıcısı olarak görünmeyi isterken, bunun gerçekleşmesi koşullarında başına gelebilecekler için de hayli endişelidir. Bu yüzden bir “sıcak görev” teklifi karşısında, yalnızca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin almış olduğu kararların arkasında bulunmasıyla yetinmek istememekte, Amerika’nın ve Sovyetler Birliğinin tereddütsüz desteğini, Avrupa’nın “kıymet bilirliğini”, petrol zengini Arap ülkelerinden daima bekleyip bir türlü cevabını net olarak alamadığı “İslam kardeşliği” avantajlarını da somut olarak görmek istemektedir. Kısaca bu beklentiler, şöylece özetlenebilir: Sürekli olarak uluslararası platformlarda gündemde tutulan Kıbrıs sorununda Türkiye’nin tezlerini göz önüne alan bir yaklaşımın özellikle de Amerika ve belli başlı Batı Avrupa etkili devletlerinin bu konudaki “Yunanistan yanlısı” tutumunda bir gevşemenin sağlanması. Avrupa Topluluğuna giriş konusunda çıkarılan engellerin ve erteleyici, savsaklayıcı tavrın giderilmesi, “jeopolitik ve jeo-stratejik öneminin” yeniden kabul edilmesi… NATO’da düşünülen değişikliklerin, kendi “önemini” sarsmayacağına dair açık belirtiler, garantiler, En azından prensip olarak, bu önemin vurgulanması… Savaş söz konusu olduğunda ya da daha şimdiden belirmiş bulunan iktisadi kayıpların “tatmin edici bir ölçüde” karşılanması… Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle, petrol avantajlarını ilerleten bir yakınlaşma. Bu, Türkiye’nin kendileri için çok önemli bir şemsiye olduğunun anlaşılması sonucuna bağlı görünüyor. Bu yüzden şu andaki yönetimiyle Türkiye, yalnızca herhangi bir Arap ülkesinden batıya yönelecek tehlikeler karşısında batının gücü olarak değil, aynı zamanda Arapların birbirleri arasındaki çatışmalarda da “iyi tarafın” yanında yer tutacağına güvenilir bir ülke olmak, Araplar-arası çatışmaların ya da devrim ihtimallerinin önleyici gücü olarak kabul görmek istiyor. Sovyetler Birliği’nin “batı için bir tehdit olmaktan çıktığı” koşullarda, Türkiye kendisini kabul ettirmek için batıya yönelik “yeni ve ciddi” tehlikelerin bulunduğunu gösteren her fırsatı değerlendirmeye çalışmaktadır. Bu kanıt, bugün Saddam eliyle gelmiştir, yarın bir devrimci gelişme ile gelebilir, önemli olan petrolün ve siyasal hegemonyanın daima “korunma” ihtiyacı ile karşı karşıya bulunacağının ve bunun Türkiye aracılığıyla gerçekleştirilebileceğinin kabul ettirilmesidir. “Jeo-strateji-Jeopolitik” kavramlarının açık anlamı budur.
Ekonomik ambargonun boyutları ve muhtemel sonuçları:
Irak, bir ekonomik ambargoya ve giderek bunun askeri güçler aracılığıyla yürütülen bir ablukaya dönüşmesi koşullarına ne kadar dayanabilir? Irak’ın bütün ekonomik gücü petrole dayanıyor. Ambargonun etkili bir biçimde uygulanmasının başlıca koşulu, petrolün sevk edilme yollarının tutulmasıdır. Bu bakımdan, Suudi Arabistan ve Türkiye üzerinden işleyen boru hatları ve tanker işleyişinin başlıca yolu olan Körfez büyük önem taşıyor.
Irak kendi nefes borularım kapamayı hedefleyen ambargo karan karşısında yeni pencereler açabilmek için şimdilik oldukça etkili olduğu gözlenen bir atak yaptı: Ortadoğu’da şu anda işgal altında bulunan bütün topraklara ilişkin problemlerin “tarih sırasına göre” ele alınmasını, bu cümleden olmak üzere de, İsrail’in Filistin’den, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini ve Suudi Arabistan’da üslenmiş bulunan bütün batılı kuvvetlerin ülkelerine dönmesini, kendisinin Kuveyt’ten çekilmesinin başlıca koşulu olarak ileri sürdü. Arap kamuoyunu bölmeye ve kendi yanında bir güç birikimi sağlamaya yönelik “İşgal Altındaki Topraklar Planı” karşısında, Sovyetler Birliği “zamansız ve uygulama imkânı olmayan bir öneri” değerlendirmesini yaptı. Bu, aynı zamanda, “zamanında ve uygulama imkanlarıyla birlikte yapıldığı taktirde benimsenebilir bir öneri” anlamına da geliyor. Arap kamuoyu ise, anlaşılır nedenlerle, bu öneride, İsrail’e, ABD’ye ve uzun yıllar sömürgeci baskısını tadıp tanıdığı diğer batılı ülkelere karşı savaşçı bir çağrı görerek sevindi. Irak’ın ambargoyu delmesi için elverişli coğrafi ve siyasi etkileri barındıran Arap ülkeleri halkları bu öneriyi coşkuyla karşıladı. Böylece, Saddam’ın ablukaya alınması bir yana, bir ambargonun gerçekleşebilme-sinin koşullarının da hayli engeli olduğu görülebiliyor. Nitekim ambargo zinciri, Irak’ın karayolu bağıntılarının önemli bir kısmını sınırlan içinde tutan Ürdün’de kırıldı. Ürdün’ün Akabe limanı ile Irak arasında karayolu sevki-yatına izin vermesi, Irak’ın karayolu ile temel gıda ve diğer tüketim maddelerinin temin edebilmesinden daha önemli olarak, siyasi bir başarıya işaret ediyor.
Uzun süren bir ekonomik ambargoda, Irak’ın asıl sıkıntıyı besin maddeleri bakımından çekeceği yolundaki tahminler, Ürdün’ün bu tavrını esaslı bir unsur olarak hesaba kalmamışlardı. Irak’ın ihraç kapasitesi olan başlıca tarım ürünleri pirinç ve hurmadır. Tahıl ithal etmek zorundadır ve bu alanda fazla stoku olmadığı belirtilmekledir. Krizin ilk günlerinde, Irak’ın üç aylık pirinç, iki aylık buğday, arpa ve fasulyesi bulunduğu belirtiliyordu, mısır stoku ise iki haftalıktı. Yeni mısır ürünün tarladan kaldırılmasına ise allı hafta kadar bir zaman kalmıştı. Ne var ki, bu türden bir savaşta, gıda maddeleri yokluğu ambargo olsun olmasın çekilir. Ve savaşta, gıda maddelerinin sıkıntısından çok, bunun yarattığı politik sonuçlar önemlidir. Şimdi Saddam rejimi, ambargonun sıkıntılarını siyasi avantaja çevirmenin gayreti içindedir.
Arap kamuoyunu yanına almaya ve Arap devletleri arasında bir bölünmeye yol açan plan gibi, Irak, uluslararası petrol şirketleri arasında da bir bölünme yaratabilecek ve bunların kendi devletleri üzerindeki baskısına yol açabilecek önlemler için İran’la olan savaşta kazandığı deneylere sahiptir ve şimdi de bu yönde adımlar atabileceğine dair işaretler görünüyor. Batılı petrol şirketlerine, şu anda 30 dolar civarına yükselmiş bulunan petrol fiyatlarının cezp edici bir biçimde altında fiyatla petrol satacağını gösterebilirse, şirketlerin emperyalist devletler üzerindeki baskısı, ambargonun da ablukanın da kırılmasına yol açabilir. Ancak, Kuveyt’in işgalinin yarattığı bunalım içinde siyasi çıkartan ve uzun vadeli ekonomik hesaplan daha ağır basmakta olan devletler, buna bir süre daha direnebilirler ve Irak’ın böyle bir planı yürütebilmesinin imkânlarını kendi ellerinde tutabilirler. ABD’nin diğer batılı petrol tekellerine Irak’ın “ucuz petrol” tuzağına düşmemeleri için uygulayacağı böyle bir” baskı, enflasyon tehlikesinin baş göstermiş bulunduğu Batı Avrupa ülkelerini uzun süre aynı politik çizgi üzerinde kalmaktan alıkoyacak yeni çelişmeler doğurabilir. Nitekim ablukaya dönüşmeye yönelen ambargo karşısında, işin bu boyutunu da hesapladığı anlaşılan emperyalistlerden başta Irak’ın öteden beri en büyük silah kaynağı durumunda bulunan Fransa, sonra da Kanada tepki göstermiştir ve batılı devletlerarasında bu konuda da bir ayrılığın işaretleri henüz her şey yeni iken baş göstermiştir.
Sonuç olarak emperyalizmin Ortadoğu operasyonu, dünyanın bu bölgesinde düğümlenmiş bulunan karmaşık binlerce bağıntının içyapısını ve onların her birinin çelişik ve birbiriyle çatışmalı karakterini ortaya dökmüştür. Her biri kendi hareketine ve diğerleri üzerindeki etkisine sahip olan bu bağıntıları, “karşılıklı bağımlılık” ilkesini “uluslararası barış ve denge” formülasyonunun merkezine oturtmuş bulunan ve savaşların imkânsızlığı konusunda herkesi ikna etmeye çalışan sosyal-emperyalizmin teorisyenlerini de, nükleer silahların sınırlanmasıyla barışın gerçekleşeceğini vazeden emperyalist propagandaları da yalanlayan gerçekler olarak değerlendirebiliriz. Bu operasyon, iki süper gücün birbirleriyle anlaşarak her şeyi barış ve huzur içinde çözebileceği yolundaki emperyalist propagandanın sahteliğini ve buna inananların saflığını da açığa çıkaracaktır.
Olayların yapısı ve gelişme doğrultusu, “Amerikan emperyalizmine karşı Saddam’ın desteklenmesi” sloganını atanların da gerici bir konumda bulunduğunu göstermektedir. Saddam rejiminin cinayet ve terörünü yakından tanımış olanlar, bugünkü koşullarda, bu rejimin ayakta kalmasına ya da bir başka saldırgan güç karşısında kendini korumasına yönelik politikalara itibar etmemelidirler. Yeryüzü, her sınıfın kendi politikalarını uyguladığı bir savaş alanına dönmüşken, “ikisi arasında bir tercih”in bağımsız bir politika anlamına gelmeyeceği açıktır. Bölge halkları, bu “it dalaşı”na aktif olarak müdahale etmek ve kendi iradelerinin belirlediği bir sonucu elde etmek gücünden şu anda yoksun da olsalar, ilk elde, bütün saldırgan ve işgalci güçlerin ellerinde bulundurduktan topraklardan koşulsuz geri çekilmelerini, bölgeye yığılmış emperyalist orduların derhal ve koşulsuz ülkelerine dönmesini, savaş tehdidinin ortadan kaldırılmasını talep edebilir ve kendi hükümetlerinin savaşa herhangi bir biçimde karışmasını önlemek için yığınsal bir etkinlik gösterebilirler.
Dipnotlar
1) Bkz: “YÜZYIL”, s, 2 Ağustos 1990IKDP sözcüsü Muzuri ile görüşme
2) Suriye, Irak’ta, Kuveyt’e girmesinin öncesinde, bölgede Emel örgütü aracılığıyla güncellik kazanmıştı, Lübnan’da stratejik önemi büyük olan Carcu kasabası üzerinde mevzi elde etmek amacıyla İran yanlısı Hizbullah ile giriştiği çarpışmada Suriye, 1500 Emel ve 500 BAAS militanım kullandı. Bu çatışma, Suriye’nin Lübnan’daki İran etkisini kırmaya yönelik bir operasyonu olarak yorumlandı.
3) Bkz. “OBJEKTİF” Temmuz 90 Ahmet Taşdemir’in yazısı.
EK
Jeopolitik ve jeostrateji
Jeopolitik kavramı, devletlerin ulusal güçlerini ve dış politika davranışlarını ülkenin coğrafi ve fiziki çevre koşullarıyla ve konumu İle açıklamaya çalışan teorilerin genel kavramıdır. Jeopolitik teorilerin hemen hemen hepsi, belirli ölçüde metafizik determinizmin İzlerini taşırlar. Friedrich Ratzel (1724-1804), devletleri belirli çevresel koşullar içinde yaşayan birer organizmaya benzetirken, jeopolitiğe İsini babalığı yapan Rudolf Kjellen (İsveçli coğrafyacı), yaptığı çalışmalarla jeopolitiğin temellerini oluşturmuştur. (1864-1922)
“Jeopolitik” kavramının şekillenmesi ve bu kavram etrafında bir “bilimin doğuşu emperyalizm çağının başlangıç aylarına rastlar. Sömürgecilik, “sosyal bilim” dünyasına “vahşilerin” hayatına ve kökenlerine duyulan ilgiyi ifade etmek üzere, Antropolojiyi, Etnografiyi sokmuştu. Denizaşırı sömürgeler, coğrafya bilgilerini politikanın İhtiyaçlarından biri haline getirdi. Ve emperyalizm, gerek kendi yayılma amaçlarını açıklamak ve gerekse “ikna edici” kanıtlar derlemek amacıyla “Jeopolitik” sözde “biliminin doğmasına yol açtı. Jeopolitik, politika ile “sosyal bilimler” arasındaki İlişkinin en İlginç ürünlerinden biri olarak doğdu.
Jeopolitik, kendisini bir “bilim” olarak sunarken, devletlerin siyasetleriyle coğrafi çevre arasındaki ilişkileri araştırdığı ve açıkladığı İddiasına dayanır. Buna göre, devletlerin politikaları yaşanan çevrenin coğrafyasıyla belirlenir. Bu yüzden, bir devletin dış politikası, devleti kuşatan coğrafi koşulların etkisiyle belirlendiğine göre, tıpkı doğa kanunları gibi kesin, değiştirilmez ve zorunludurlar.
Jeopolitik, en gelişmiş biçimini ve kendi varoluş gerekçesini Alman Nazi Partisinin temel tezlerinde buldu. Karl Haushofer (1869-1946) 1924’de Münih’te “bir jeopolitik enstitüsü kurdu ve “Zeitschrift für Geopolitik” adlı bir dergi çıkararak NAZİ propagandasının başlıca kollarından birini oluşturdu. Onun ve çevresinin geliştirdiği teoriler, sonradan açıkça görüldüğü gibi, Alman-NAZİ emperyalizminin dış politikasının nedenlerini açıklamaktan çok, gerekçelerini üretmeye yönelikti. Hitler Almanya’sında jeopolitik, bu ülkenin başka ülkeler aleyhine genişlemesinin “hayat alanları” kavramıyla açıklanacak bir tutarlılığa sahip olduğunu göstermeye çalıştı. Devletin politikası, bir doğa olayı gibi, biyolojide Darvin tarafından ileri sürülmüş kavramlarla “açıklanabiliyor”, kaçınılmazlığı, kabul edilmesi gerekirliği “apaçık” kanıtlanıyordu! Devletlerin hayatı, organik bir hayat tarzıydı ve doğa yasalarıyla belirlenmiş bir kesinliğe sahipti) Devletlerin oluşum ve gelişim yasaları, doğa yasalarıyla birleşiyordu!
Zamanla “Jeopolitik”, yalnızca bir zamanlar Alman emperyalizminin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ileri sürülmüş olduğu gerçeği bir yana bırakılarak, her türden emperyalist İçin uluslararası politikada coğrafya etmenlerinin güç ilişkileri üzerindeki etkisini incelemeye yönelik teorileri kapsayan daha genel bir kabul alanı buldu. Böylece/önemli deniz yollarının, stratejik kara parçalarının denetlenmesinin, komşu bir ülke ile dostluğun ya da düşmanlığın “ulusal politikaları belirleyen coğrafyanın bir gereği” olduğunu iddia eden her propagandada, kendisini “bilimin kesin yargısı” olarak göstermeye başladı.
Şurası açıktır ki, coğrafya unsurunun önemi hakkındaki teoriler, yalnızca uluslararası alanda yönetici rolü oynayan süper devletlerin politik hesaplarında değil, kendi çaplarında uluslararası rol oynamaya soyunan küçük devletlerin politikalarında da önemli bir propaganda unsuru olarak yer tutuyor.
Ama bu, politikanın coğrafyadan doğduğu anlamına gelmez. Eğer belli bir coğrafya üzerinde kendi ereklerine sahip olarak ve bunların gerçekleşmesine yönelik politika yapma ihtiyacı içinde yaşayan ve kendilerine özgü bir ilişkiler bütünü kurarak onu yaşatmaya çalışan toplumlar olmasaydı, coğrafyanın belli özellikleri kendi başına bir politikayı ve politikanın yönlendirici nitelikteki unsurlarını yaratamazdı. Hangi coğrafi özelliğin hangi politik amaç için etkili olduğuna karar veren şey, coğrafyanın “kendinde” özellikleri değil, ona biçim veren ve açığa çıkaran insan eylemliliğidir. Bir başka deyişle, belirleyici olan, bir ülkenin coğrafya üzerindeki yeri değil, o ülkenin egemen sınıflarının dünya üzerindeki faaliyetinin niteliği ve o ülkeyle ilgili her ülkenin o ülke hakkındaki politikalarının bileşimidir.
Bu bileşim, belli bir yolu, belli bir hammaddeyi, belli bir tarihsel sorunu vs. vs. gündeme getirdiğinde, bunların nesnel karşılıkları sanki coğrafyada bulunuyormuş gibi görünmeleri artık güç değildir. Belli bir çevreyi kendi toplumsal ihtiyacının karşılığı olarak gören bütün toplumlarda, politikalar bir coğrafya çizerler ve sonra ondan etkilenirler. O anda belli bir coğrafyayı ilginç kılan hammadde kaynakları, ticaret yolları, askeri harekât bakımından elverişlilik gibi özellikler, gerçekte dolaysız olarak toplumsal gelişmenin düzeyi ile bağıntılı nesnel bir içerik kazanırlarken, sanki bütün değerleri ve politik anlamları onlara yaratılışlarından itibaren verilmiş gibi görünmeye başlarlar. Böylece, toplumsal ilişkilerle doğa birbirine karışır ve hangisinin belirleyici olduğu, hangisinin önce olduğu sorusuna karışır. Birine verilen cevap diğerinin de cevabı gibi kabul edilmeye başlanır. Nasıl ki, “Sosyal Darwinizm” açısından sınıfların varlığı ve hiyerarşisi, doğanın bir emri, kaçınılmaz ve mücadele ile değiştirilemez bir doğa yasası gibi sunulursa, jeopolitikte de, bir belli bölgede yer tutmuş bir devletin coğrafyası değişmedikçe politikalarının da değişmeyeceği ileri sürülür. Toplumların tarihsel oluşum yasalarını yok sayan bu görüş, bir ucundan bugünkü toplumsal ilişki biçiminin “coğrafya kadar ölümsüz” olduğu iddiasını da öne sürmüş olur.
Jeostrateji kavramı ise, belli bir “jeopolitik” konumda bulunan devletlerin izlemeye “mecbur oldukları” ve değiştirilmeleri bu yüzden imkânsız görülen politik uygulamaların genel program ve planlarını tanımlamak için kullanılan, aynı derecede metafizik ve ideolojik bir kavramdır.
Jeopolitik, bugün en gerici politikaların dayanağı halinde ileri sürüler bilen ve burjuva çevrelerde de “teknolojideki gelişmelerin ve ülkelerin coğrafi önemlerinin nispi olarak azalmasının sonucunda modası geçmiş” bir teori olarak kabul edilmektedir. Gerçekte, siyasal coğrafya denilen, belli sınıfların, ekonomik ve politik eylem ve ereklerinin genel hareket ve etkinliğine bağlı olarak ortaya çıkan ve olan kesişme/düğümlenme, yoğunlaşma odağı durumunda bulunan bölgeler söz konusu olduğunda geçerlilik kazanan bir kavramdır. Bu yüzden, değişmez ve her zaman belirleyici kalan donmuş bir jeopolitika ve jeostratejik bir bölge yoktur.
Eylül 1990