Ad olarak seçtiği “demokrat” sözcüğünü ünlemlendirerek ortaya çıkan Demokrat!, “devrimci” sözcüğünü de ünlemlendirmede hızla yol alıyor. Tutabilene aşkolsun!
Bir zamanlar Taner Akçam “Demokrat!”lara göre de “kötü kişi”ydi. Benimsenmiyordu, farklı olunduğu ileri sürülüyordu. Dev-Yolcular arasından ve genel olarak devrimcilerden inkârcı-tasfiyeci, sivil toplumcu, Gorbaçovculukla uyum içindeki “yeni-solculuk” modasının avangartlığına soyunan Akçam’a yönelen güçlü tepkiler ve belki biraz da “paylaşım” kavgası, “Demokrat!”ları ondan uzak durmaya zorluyordu. Uzaklık ya da farklılık hangi noktalardaydı, belirsizdi. Şimdi fark görünümde de silindi. Artık “Demokrat!” Akçam’ın “insan hakları düşmanlığının Marksizm’in doğasında bulunduğumu anlatan kitabının reklamıyla başlıyor. Bu kadar değil kuşkusuz. “Demokrat!” baştan beri Akçam’ın altını imzalayacağı yazılarla dolup taşıyor. Troçkistlerin, Gorbaçov’un “özgürleştirdikleri”nin, devlet karşısında mülayim lafta ve özel yaşamlarında anarşist olanların, çoğu eski devrimci liberal aydınların, “radikallerin, örneğin feministlerin, pasifist anti militaristlerin, yeşillerin “demokratik” ve reformcu bir toplanma ve fikir alış-verişi platformu durumunda, bu dergi. Ve bu bilinçli bir tercih.
Demokrat!’ın Mart sayısında “Masum Ordu Yoktur” başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazarının ne sosyalizm ne de devrim kaygısı var. Marksizm mi, Marksizm’in devlet ve orduya ilişkin öğretisi mi -dert edinmiyor yazar. Gerçi, sosyalizmin ağzıyla konuşuyor gibi görünmeye çalışıyor ve diyor ki:
“Siyasal rejimle köklü bir hesaplaşma içine giren gerçekten siyasi grup ve örgütler anti-militarist hareketlere, bunların pasifizminden dolayı kuşkuyla bakmamalıdırlar.(…) Siyasal çevreler, anti-militarist ve pasifist gruplar ve söylem-{eriyle bir bağ kurabildiklerinde(…) demokrasi ve sosyalizm için verilen mücadele bir ivme kazanacaktır.”
İş ciddi! “Demokrasi ve sosyalizm mücadelesi”ni ivmelendirmek için pasifizmle eklemlenmek gerekiyor! Kuşkusuz Marksistler, aktivist ya da pasifist, mevcut düzene genel olarak ya da belirli özel tutumlarıyla muhalefet içinde olan çevrelere ilgisiz kalmaz, burjuvazinin egemenliğini cepheden ya da cephe gerisinden zayıflatan en küçükleri dâhil tüm kuvvet ve olanaktan gözetir ve değerlendirirler. Ancak bunu yaparken kendileri olarak kalır, onların görüş ve tutumlarını savunmazlar, onlar içinde erimezler. Her türlü devlet, otorite, şiddet ve orduya düşmanlık yayan “Demokrat!” yazan ise, Marksizm’le hiçbir ilişkisi olmayan pasifist bir anti militarist durumunda.
“Demokrat!” yazarında ne sınıf ayrımcılığı var ne de devlet ve ordu ile birlikte sınıfların ortadan kaldırılmasının zorunlu olarak bir geçiş dönemini, bu dönemin artık kelimenin gerçek anlamıyla bir devlet olmayan devletini ve onun temel bir aracı olarak, sürekli ve profesyonel olmaktan çıkarılarak niteliği ve işlevi farklılaştırılmış ordusunu gereksindiği anlayışı. Yazarın plağı genel bir devlet ve ordu düşmanlığında takılıp kalmaktadır. Sosyalizm mücadelesine pasifizmle, pasifist bir anti militarizmle ivme kazandırmayı öngören zat-ı muhterem için, toplumun üzerinde ve ona yabancı bürokratik militarist mekanizmayı kırıp parçalamak, ve ama onun yerine, bu mekanizma ve sahiplerinin (burjuvazinin ve kalıntılarının) egemenliğinin yeni bir gerçekleşme şansını engelleyip sınıfsız toplumu kurma yürüyüşüne araçlık etmek üzere, sönümlenme yeteneğinde bir proleter devlet ve ordu koymak, devrim ve sosyalizmin bu zorunlu ihtiyacım karşılamak önemli ve gerekli değildir. Bayımız sözde anti militaristtir ama onun anti militarizminde militarist aygıtın kırılıp parçalanması yoktur. Gerek militarist aygıtı parçalamanın gerekse militarizmin kalıntılarım yok etmenin gereklerini yerine getirmek için mücadele etmek yoktur. Bu demektir ki, bu yaklaşımda devrimcilik yoktur; yazara göre bir devrim gerekli değildir. Sosyalizm gerekli değildir.
Yazar kurgucu bir idealizmle sözde militarizm eleştirisi adına şu sorulan soruyor:
“Ordunun bugünün toplumsal sorunlarının çözümünde ne tür değeri ve önemi olabilir?
“Sorunları ordu-dışı çözebilecek bireysel gelişimi ve yetkinleşmeyi nasıl ve hangi pratik tutumlarla yakalamak mümkündür?
“Militarizm engellenirse, farklı toplum ve grupların ortak kültür yaratma ve paylaşma çabaları daha hızlı gelişmez mi?
“Bir insanı öldürmek için zorla eline silah verme hakkını kim nereden alıyor?”
Sınıf ayrımcılığı yapılmaz ve devlet ve orduya sınıflar-üstü bir tarzla yaklaşılırsa bu saçma sorular ortaya atılır. Bugünün toplumsal sorunlarının gerçek çözümünde ordunun kuşkusuz bir değeri yoktur, çünkü burjuvazi genel olarak çözümsüzdür. Burjuvazi, yazarın sandığı ve ortaya attığı gibi yalnızca ordusu aracılığıyla değil, başka, örneğin sivil kurumları aracılığıyla da çözümler üretme yeteneğinde değildir. Ürettiği her “çözüm”, ister sivil ister militarist zarflar içinde sunulsun, gerçekte onun çözümsüzlük ve çıkmazını derinleştiren, sorunların iyice içinden çıkılmaz hal almasına yol açan ve kendi sonunu yakınlaştıran, yangını benzinle söndürmeye çalışma türünden “çözümler”dir. Ama bundan çıkarılacak sonuç, burjuva karakteri belirtilmekten özenle kaçınılan ordunun “sorun çözücü” işlevinin yadsınması hayalinin kurulması olabilir mi? Herhangi türden sivil toplumcu istek ve iradelerin, sınıf zıtlıklarına ve onun ürünü olan “özel silahlı adam müfrezeleri”nin, ordunun ve devletin varlığına ve burjuvazinin siyasal egemenlik örgütlenmeleri olarak “sorun çözücü” işlevlere sahip olmalarına son vermesi düşünülemez. Burjuva egemenlik sistemi hedeflenip devrilmeden, bu sistemin varlığını sürdürdüğü koşullarda ordunun işlevsizleşebileceğini öngörmek saf idealizmdir. Burjuvazi egemen olmaya devam ettikçe, ordu, “sorun çözücü” işleve sahip olacak ve gerekli olduğunda başlıca “sorun çözücü” olarak devreye sokulacaktır. Ve sorun, ordudan öte, devlet sorunudur. Terör makinası ve şiddet aleti olan, devlettir. Orduysa onun temel kurumu ve ayrılmaz parçasıdır. “Ordu-dışı çözümler” ve bu yönde isteklerle, çözümlerin ve toplumun şiddetten arındırılabileceğini, devletin “terör-dışı” bir örgütlenme olarak varolabileceğim sanmak ve öngörmek tam bir hayaldir. Ordunun başlıca “sorun çözücü” olarak kullanılması ve askeri yöntemlere başvurulması, burjuvazinin egemenliğinin başka koşullarla sürdürüleni ediği durumlarda zorunlu olarak gündeme girer ve en “demokratik” ülkeler açısından da geçerlidir bu. Terör politikası başka araçlarla, silahla sürdürülecektir. Reformcu bir irade ve zor karşıtı bir ahlakçılıkla bu durumun değiştirilmesi olanaksızdır. Zararsız bir pasifist olunabilir ama ordunun ve genel olarak burjuvazinin “sorun çözücülüğü”ne son vermek, ancak ve ancak sorunların devrimci çözümüne yönelmekle mümkündür. Gerekli olan ise, burjuvazinin egemenliğine son vermeye girişmektir. Burjuvazinin egemenlik koşullarında ordunun “sorun çözücülüğü”ne son vererek burjuva bireylerin ötesinde genel olarak “bireysel gelişimi ve yetkinleşmeyi yakalamak” yönelimi, iflah olmaz reformculuğun ve kapitalizm yardakçılığının belirtisidir.
“İnsan öldürmek için ele zorla silah verme hakkını kim nereden alır”mış! Yazar, tüm bir toplumsal örgütlenme ve egemenlik sisteminin tarihsel ürünü olan bir uygulamayı ahlakçılıkla sorguluyor. Zorunlu askerlik hizmetinin kaldırılması için mücadeleye evet, ama bunun yordamı pasifizm olmamalıdır. Bu yolla ulaşılabilecek en iyi çözüm profesyonel ordudur, para karşılığı olan “gönüllülük”ün askerliğidir. Bu durumda ise, amaç edinilen militarizme son vermede herhangi bir gerçek adım atılmış olmayacağı açıktır.
Ama pek “Demokrat!”lara göre “militarizm engellenirse, farklı toplum ve grupların ortak kültür yaratma ve paylaşma çabaları daha hızlı geliş “irmiş! Pasif karşı kovuşla “ordunun sorun çözücülük”ü giderilecek, toplum şiddet ve militarizmden azade kılınacak, bunun için burjuva egemenliğine son verecek bir kırıp parçalama gerekmeyecek! Ve yine hiç devrimlere ve sosyalizme gerek olmadan, -mümkünmüş gibi- pandora kutusu militarizm engellendiğinde, toplumlar ortak kültür yaratacak ve paylaşacaklarmış!
Bu eski ama Gorbaçov tarafından yeniden moda kılınan birbirine entegre olan kapitalist ve sosyalist toplumların “ortak değerleri”ni öne sürüp sahiplenme teorisi bundan açık savunulamazdı. Pek “demokratlar”, Gorbaçovcu “evrensel insani değerler” in, parçalanmış insanlık koşullarında, burjuvaziyle proletarya arasındaki uzlaşmaz zıtlık koşullarında proleter Ye sosyalist değerlerin yerine geçirilmesi ve kapitalizmle sosyalizm, burjuvaziyle proletarya çatışmasının ötesinde “şekillenecek” bu “ortak kültür” ve “evrensel insani değerler” temelinde oluşan ya da oluşturulacak “yeni bir demokratik kimlik”in savunulması noktasındadırlar.
Birkaç yıl önce TBKP yayını Yeni Açılım “militarizmsiz emperyalizm” üzerine yazardı. Gorbaçovcu Sovyet akademisyenlerince ortaya atılmıştı ve “emperyalizm koşullarında kalıcı barış”ın elde edilebilirliğine dair revizyonist tezle bağlantısı içinde birlikte savunuluyordu, hala savunuluyor. Emperyalizmi salt ekonomik bir olgu olarak görüp emperyalist siyasetten arındıran ve dünyanın barışçıl paylaşım olanağı üzerinde duran Kautsky kaynaklıydı. Şimdi, “militarizm engellenirse, farklı toplumların ortak kültürü yaratılacak, bireysel gelişme yetkinleşecek” diyen pek “demokratlara, bu şirin savunma pek yakışıyor. SBKP 27 Kongre raporunda, “yeni politik düşüncenin çekirdeğini” “ortak insani değerlerin çağmada önceliğe sahip olduğu”(sf. 90) saptamasının oluşturduğunu söyleyen Gorbaçov’la ve onun sözde militarizmsiz “barışçıllığı” ile etkileşim ve yarışma halindeki “demokrat!” yazar, “anti-militarist hareket, evrensel olumlu insani değerlere varmada, yeni bir demokratik kimliğin oluşturulmasında, insanın kendisine yeni bir onur ve güven kazandırmasında mevcudiyeti zorunlu bir etmendir” diyor. Sosyalizm ile kapitalizm ve proletarya ile burjuvazi arasındaki ayrımı kaybedecek denli sınıf bakış açısı, mücadelesi ve devrimci bir perspektiften yoksunlukla “ortak insani değerlerden söz eden yazarın militarizmi ve orduyu sınıflar-üstü “ortak” bir “toplumsal kötülük” olarak ele alışına şaşmamak gerekiyor. Militarizmin sömürgen toplumlara, özel olarak kapitalizme özgü oluşunu, sosyalizmin ancak burjuva bürokratik ve militarist aygıtın kırılmasıyla var olmaya başlayabileceğini görüp anlayamayan, öte yandan sosyalizmde parçalanmış militarizm ve dağıtılmış sürekli ordu yerine yeni bir silahlı güç, halkın silahlandırılması ve silahlanmış halk demek olan bir halk ordusu gerekli olduğunu da reddedecek denli burjuvaziden konamamış “demokrat!” baylar, kapitalist ya da sosyalist fark etmeden tüm toplumların “ortak belası” olarak gördükleri orduya düşmanlıkta karar kılarak militarizm sorununu çözüveriyorlar. “Masum ordu yok”muş! Geçmişlerini silahın yüceltilmesi ve bilip bilmeden silahlı mücadelenin savunulması üzerine kurmuş olan “demokrat!” baylar, bugün -yüzlerce genç devrimcî şehidin anısından hiç sıkılmadan- yüz seksen derece dönüşle, silaha, her türlü orduya ve her türlü şiddete küfürler yazıyorlar.
Savaşlar silahlarla ve ordular aracılığıyla yürütülüyor ya, sözde anti militarist aslında sosyal pasifist “demokrat!”lar, savaşın kaynağını emperyalizm yerine orduda görüyorlar
“…savaşların ortaya çıkmasının nedeni, bizzat ordu gibi bir kurumun var olmasıdır. Ordular her zaman saldırmak için vardırlar. Bütün ordular içlerinde bir saldırganlık psikozu ve dürtüsü taşırlar. Masum ordu yoktur. Bir düşünürün dediği gibi, ‘bütün askerler katildir.’
Savaşlar, orduların varlığından ve içlerinde saldırganlık psikozu taşımalarından kaynaklanıyor! Birileri “insan doğasındaki saldırganlıktan” derlerdi, şimdi de “demokrat!”lardan savaşların nedeninin toplumsal psikolojide aranması gerektiğini öğreniyoruz! Silah, savaş ve ordu düşmanlığının böylesi devrimci bir geleneğin sözde temsilcilerince yapılınca, insan üzülüyor. Biz savaşların dünyanın paylaşılması kavgasından çıktığını, bu kavganın da burjuva-emperyalist bir sınıfsal temele oturduğunu, sosyalizmin, proletaryanın bu tür bir paylaşım derdi olmadığını sanırdık. Meğer kaynak ordularmış ve proleter milisler, silahlı halk ya da kızıl ordu da, saldırganlık psikozuyla kaynaklar arasındaymış! Pes!
Adam kalkmış kızıl ordu ya da halk ordularına da dil uzatıyor. Proleter milisi ya da halk ordusu saldırgan varsayılıyor. Sosyalist ya da ulusal ve demokratik içerikli savaşlar, halk savaşı, haksız saldırganlık savaşlarıyla bir tutulup kınanıyor ve silahlanmış proletaryaya küfür ediliyor. “Bütün askerler katil”’miş! Ama sosyalizmin, egemen sınıf olarak örgütlenecek proletaryanın askerleri, “özel silahlı adam müfrezeleri” ve sürekli orduların değil, bu, halkın çoğunluğu karşısındaki azınlık silahlanmasının değil, silahlı proleterler ve emekçilerin bizzat kendileridir. Bunlar mı katil ve o, “ivmelendirilecek sosyalizm mücadelesi” egemenliğini kendi silahlı örgütlenmesiyle, ordusuyla koruyacak olan proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi için değilse ne için yürütülecek?
Sınıflar-üstü kafanın her türlü şiddet ve ordu kötülemesi yaptığı bir başka pasaj:
“Baskının ve terörün yasallaştırılması anlamına gelen ordu, zorbalığın ve şiddetin, yaşamın doğal bir parçası olarak kanıksanmasında önemli bir rol oynamaktadır (…) önüne özgürlükleri, sömürüşüz baskısız toplum modellerini koyan bütün siyasi çizgiler, geleceğe ilişkin projelerini, ordusuz toplumlar olarak düşünmelidirler.”
Ünlemi dâhil adıyla tam bir uyum sağlayan demokrat bayımız, pasifizmin ötesinde, baskısız, terörsüz, zorsuz toplumsal koşulları yalnızca geleceğin sınıfsız toplumu değil, mevcut burjuva ve yarının sosyalist toplumu açısından da öngörerek sınıf barışı ve uyumunu özlüyor. Sınıflı toplumlar ve geçiş dönemi toplumu olarak sosyalizm baskısız, terörsüz, şiddetsiz tasavvur edilebilir mi? Böyle bir tasavvur, ancak felsefi olarak idealizmle, siyasal olarak proletarya diktatörlüğünün reddi ve sınıf barışı savunusuyla, ekonomik olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı yok sayarak yapılabilir.
Geleceğe ilişkin projeleri, yalnız ordusuz değil devletsiz ve sömürüsüz-sınıfsız toplumu öngörmeyen komünist değildir. Ama demokrat bayla tartışma bu noktada bulunmuyor. Amacı ileri sürüp amaca nasıl varılabileceği üzerine konuşmamazlık edilemez. Amaç, devletsiz ve ordusuz toplum -bunda pasifist demokratla uzlaşabiliriz (onun gerçek amacı üzerine farklı düşünsek de). Ama bu amaca ne bugünden, burjuvazinin egemenliği koşullarında ne de bu egemenlik devrilip militarist bürokratik burjuva aygıt kinin kırılmaz ulaşılabilir. Ütopyacı değilsek bir geçiş dönemini kabul edeceğiz demektir. Ve yine ütopyacı değilsek, burjuvazinin bir kez devrilmekle tümüyle egemenliğinden, -bunca iç savaş ve geri dönüş deneyi ortadayken- onu yeniden tesis etmeye girişmeksizin vazgeçmeyeceğini ve dolayısıyla proletaryanın da tüm bir yönetim ve baskı makinasından bir anda vazgeçemeyeceğini kabul etmemiz gerekmektedir. Tersi, her türlü otorite ve devlet düşmanlığı demek olan anarşizmdir ki, pasifist demokratlar bu illetle de malûldürler. Marks’a da atıfta bulunarak Lenin konuya ilişkin şöyle diyor.
“Erek olarak devletin ortadan kalkması konusunda anarşistlerle en küçük bir uzlaşmazlık içinde değiliz. Biz, bu ereğe erişmek için, sömürücülere karşı, devlet iktidarı aletlerinin, devlet gücü araçlarının, devlet iktidarı yöntemlerinin geçici olarak kullanılmasının zorunlu olduğunu söylüyoruz; tıpkı, sınıfları ortadan kaldırmak için, ezilen sınıfın geçici diklatoryasını kurmanın kaçınılmaz bir şey olduğunu söylediğimiz gibi. Marks, sorunun anarşistlere karşı koymanın en kesin, en açık biçimini seçer: kapitalistlerin boyunduruğundan kurtulduktan sonra, işçilerin “silahlarını bırakmaları” mı gerekir, yoksa kapitalistlerin dirençlerini kırmak için bu silahları onlara karşı kullanmaları mı?” (Devlet ve İhtilal, sf.72) Burada “silah” dar anlamda değil; top, tüfek olarak silah da içinde olmak üzere ve ordunun da temel bir kurumu olduğu bütün bir devlet makinasını karşılamak üzere kullanılmaktadır. Artık kelimenin gerçek anlamlarıyla ifade edilemeyecek ölçüde devlet ve ordu olmaktan çıkmalarına, çünkü sönme süreci içinde olmalarına rağmen, bu şiddet ve terör aygıtları egemen sınıf olarak örgütlenen proletaryaya gereklidirler. Gereğince proleter aygıtlar haline getirilmedikleri ve bu çaba sürekli kılınmadığı ölçüde, -nesnel temelleri ve alışkanlıklar, ideolojik biçimler vb. olarak buradan yansıyan öznel etmenler bir çırpıda giderilemediği için- bürokrasi ve militarizm tehlikesine kapı henüz tümüyle kapatılamamış olsa da, ütopya peşinde koşulmayacaksa, bu aygıtlar burjuvaziye karşı kullanılmamazlık edilemez. Pasifist demokratların terör, şiddet ye zor düşmanlıklarına karşın, toplumsal zorunluluk kendisini açıkça ve kesinlikle şöyle dayatır: terörün hedefi ya da uygulayıcısı olunacaktır. Egemen sınıf haline gelen proletarya burjuvazinin direnişini kırmak, onun yeniden egemen olma girişimlerini boğmak, kalıntılarını temizlemek için şiddet ve zora baş vurmamazlık edemez. Aksi durumda devrilecektir çünkü. Bu şiddetin başlıca araçlarından biri ise ordudur, proleter milisidir.
“Demokrat!”lar ise, revizyonizmin bürokratik diktatörlükler ve halkın silahlandırılmasına son vererek yeniden oluşturdukları militarist aygıtlarla sağladığı bahanelerden yararlanarak proleter şiddet ve orduya reddiye yazıyorlar: “Sosyalist ülkelerde şimdiye kadar olagelen ordu örgütlenmelerinin toplum üzerinde oynadıkları otoriter rol, bunları kapitalist ülke ordularından farksız kılmıştır. Şimdiye kadar oluşan ‘sosyalist devlet’ler aynı şekilde militarist karakterde idi.” Bu suçlamanın hedefleri arasına Lenin de Stalin de, onların sosyalizmleri de giriyor. Bu yeniden tarih yazmanın çıkış noktası kılınan ordunun (devletin de diye eklenmeli) sahip olduğu “otoriter rol”dür. “Toplum üzerinde” sözcükleri kullanılarak karşı çıkılan “otoriter rol”ün topluma yabancı ve ondan kopuk işlevinin eleştiri konusu edildiği hilesine başvurulmasına rağmen, otoritenin sınıflar-üstüleştirildiği ve suçlananın sınıf niteliği ayırt edilmeksizin genel olarak otorite olduğu gizlenememektedir.
“Toplum üzerinde” olan, ona yabancı otorite, bu “yabancılık” ve “üzerinde”liğin de nedeni olmak üzere, toplumun çoğunluğunun üzerindeki azınlığın otoritesidir, ancak böyle olabilir. Ve pasaj “sosyalist ülkelerde” yer belirtici zamiriyle başladığı için azınlığın çoğunluk üzerindeki otorite ve zorundan söz etmiyor olmak gerekir. Aksi halde sözü edilenlerin sosyalist ülke olarak tanımlanmaması gerekecektir. Açıktır ki azınlığın diktatörlüğünün, otorite ve zorunun geçerli olduğu ülkeye sosyalist ülke denemez, proletarya diktatörlüğü, yani çoğunluğunun diktatörlüğü olmayan sosyalist ülke olamaz. Geri dönüşler ve revizyonist burjuva diktatörlüklerin ortaya çıkması “Demokrat!”ların kafasını karıştırmış olmalı! Ama kuşkusuz asıl kafa karışıldığı, geri dönüş ve revizyonist burjuva diktatörlükleri üzerine kavrayışsızlığın ötesinde sınıf perspektifi ve farklı otoritelerin sınıf niteliğinin ayrıştırılın aması ve genel bir otorite karşıtlığına takılıp kalınmasındadır.
Anarşist ama asla devirici, kırıp parçalayıcı olmayan reformcu ve pasifist anarşist bir kafayla “demokratlar” anti-otoriterliklerini şöyle temellendiriyorlar:
“Her ideoloji (…) sorunlar karşısında insana ‘yardımcı’ bir ikinci ‘çözücü’ önermesi nedeniyle, siyasi kurumlaşmayı kutsallaştırmış, kastlaştırılmasında ve kalıcılaşmasında önemli bir rol oynamıştır. (…) ikinci bir ‘çözücü gücün’, insanın kendi türüyle olan sorunlarım çözmede meşruiyetinin olması, otorite ideolojisinin gelişmesine yol açmıştır. İnsanda otorite ideolojisinin egemen kılınması aynı zamanda kendi türü içerisinde farklılaşmasına ve daha sonra sömürülmesine neden olmuştur. (Sömürü ilişkileri ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ortaya çıkması zoru ve zor ya da otorite ideolojisini koşullandırmıyor, tersi oluyor, zor bile değil ideolojisi sömürüye neden oluyor. Dühring bile yaya kaldı yazarın yanında. O, hiç olmazsa, tarihi, ideolojisine değil zorun kendisine yaptırıyordu – Ö.D.) Böylece birey, ikinci bir ‘çözücü keşfederek ve ona otorite yükleyerek tarihinde ilk ve en büyük hatasını yapmıştır. Bu anlamıyla, bilinçli veya bilinçsiz oluşturulmuş her türlü otorite (zor), politikaları da bir zorunluluk gibi gözükse bile aynı zamanda insanlığın en büyük kusuru ve ayıbıdır. (Ve buradan ordu karşıtlığına geliniyor:) Tarihte, en klasik siyasi kurumlar kendilerini sürekli üretebilmenin garantisini, ordu örgütlenmelerine giderek sağlamışlardır.”
Ne demeli? Burada, bu karmaşa içinde devrimciliğin ve Marksizm’in en küçük bir kırıntısı yok. Kesinlikle Dev-Yol eleştirisi yapmıyoruz. Böyle Dev-Yol olmaz, o gelenek böyle süremez, sürdürülemez. Karşımızda düpedüz anti otoriter bir bireyci, bir anarşist var. Reformcu, liberal, anarşist bir pasifist. Proudhon’a, Bakunin’e geri dönüş var burada.
“Çözücü güç”ün sınıfsal olarak ayrıştırılmadığı, sınıflar-üstüleştirilerek ele alındığına değinilmişti. Ve siyasal otorite de böyle ele alınıyor: “her türlü otorite (zor) insanlığın en büyük kusuru ve ayıbıdır”! Üstelik “demokratlar” Gorbaçov’le yarışmayı ideolojiye yaklaşımda da sürdürerek burjuva ve proleter ideoloji arasındaki farkı yok ediyorlar. “Her ideoloji”, doğal ki bu “her”in içine giren proletaryanın ideolojisi, Marksizm de “siyasi kurumlaşmayı kutsallaştırır, kalıcılaştırır”mış! Yel değirmenlerine saldırmak gerekmiyor: Marksizm siyasal örgütlenmeleri, devleti, orduyu ne kutsallaştırır ne de bunların kalıcılığı üzerine tek laf etmiştir. Tersine Marksizm’in devlet üzerine öğretisi, orduyla birlikte devletin söneceğini öngörür ve buna uygun tezler geliştirir.
Şimdi otorite “ayıbı”na değinmek gerekiyor, idealist ve ahlakçı “hata yapan”, “kusur ve ayıp işleyen” insan tezini bir yana bırakırsak, otorite karşıtı olarak bireysel özgürlük ya da özerklik istemi ve savunusunun mutlaklaştırılması gericiliktir. Birincisi, siyasal olmayan bir Otorite, üretim ve dolaşımın maddi koşullarıyla bireylere, insana dayatılır. Bu dayatmadan kurtulmak için insan olmaktan vazgeçmek gerekir. , Çünkü insan -toplumsal örgütlenmenin biçiminden bağımsız olarak- gittikçe daha çok birleşik eylemde bulunur olmakta, birleşik insan eylemi ve bu eylemleri koşullandıran birbirine bağlı süreçlerin karmaşıklaşması her geçen gün daha çok bireylerin bağımsız kendi başlarına eylemlerinin yerini almakta ve birleşik eylem ise belirli bir örgüden-meyi zorunlu kılmaktadır. Otoritesiz örgütlenme ise düşünülemez bile. Bu tür, siyasal olmayan otorite zorunluluğundan hiçbir toplumsal örgütlenmede kurtulmak mümkün olamaz. “Kişilerin hükümetinin), yerini, şeylerin idaresi ve üretim işlemlerinin yönetimine bırak”acağı (Engels, Anti Dühring, sf. 444) komünist toplumda da otorite gereksinmesi sürecek ve sözü edilen “idare” ve yönetim” in örgütlenmesi belirli bir otoriteyi zorunlu kılacaktır. İkincisi, siyasal otorite, ancak onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar ortadan kalktığında gereksizleşip yok olabilir. Şimdiden ya da en iyi olasılıkla hemen toplumsal devrimle, sosyalizmle birlikte ortadan kalkması ya da kaldırılması olanaksızdır. Olsa olsa, otoritesini kurmayacak proletaryanın açacağı boşluğu burjuvazi kendi otoritesini yeniden kurarak doldurur. Oysa otoritesi savunulması ve “buyruğu altına girilmesi gereken şey bütün sömürülenlerin, bütün emekçilerin silahlı öncüsü olan proletaryadır” (Lenin, Devlet ve İhtilal, sf. 60) Ama “Demokrat!”ların sıkıldıkları ve karşısında özgür ve özerk kalmak istedikleri şey de, tam bu proleter otoritedir.
Ve otorite olmadan, doğru deyişle otoritesiz devrim olmaz. “Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla -akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla- dayattığı bir eylemdir ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince serbest bir biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?” (Seçme Yapıtlar, sf. 451) diyor Engels.
Engels, otoritenin, zorunlu olarak, boyun eğdirmenin yanı sıra içerdiği ve demokratların da “otorite” sözcüğünden sonra parantez içine koyarak bu gerçeği kabullendiği “zor”u, onu, “mutlak kötülük” gören Dühring’e karşı şöyle savunuyor:
“Bay Dühring için zor, mutlak kötülüktür, ilk zor eylemi, onun için ilk günahtır ( demokratların “kusur” ve “ayıp” nitelemesi hatırlansın -ÖD) (…) Ama zor, tarihte, başka bir rol, devrimci bir rol de oynarmış; Marks’ın sözlerine göre, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesiymiş; toplumsal hareketin, sayesinde donmuş ve ölmüş siyasal biçimleri alt ettiği ve parçaladığı aletmiş -bütün bunlardan Bay Dühring’de tek söz bile yok.” (Anti-Dühring, sf. 301)
Ve otoriteyi, zoru, devrimi, sosyalizmi, tümünü, bireyin özgürlüğü ve bunun, içinde gerçekleşeceğini sandıklan sivil anti-otoriter toplum uğruna bir kalemde silip atan “Demokrat! “lar anti militarist olacaklar! Ama militarizm karşıtlığı, her şeyden önce militarist aygıtı kumayı, bu ise zor ve otoriteyi, kısacası devrimi ve devrimciliği gereksinir, ötesi, biraz hümanizm, biraz bireycilik, biraz idealizm ama hepsinden çok anarşizan bir pasiflik ve sivil toplumcu liberalliktir.
Militarizm, sömürücü toplumlara, son sömürgen toplum olarak burjuva topluma özgüdür. Askeri sınaî komplekse dayanan ve onunla iç içe geçen sürekli ordu örgütlenmesiyle militarizm, ideolojik ve kurumsal olarak azınlık diktatörlüğünün temel bir yönüdür. Bu nedenle burjuva düzene son vermeye girişen proleter devrimlerin başlıca hedeflerinden biri militarist makinanın kırılması-dır. Bu nedenle örneğin, “Komünün ilk kararnamesi sürekli ordunun kaldırılması ve silahlandırılmış halk ile değiştirilmesi” (Marks, Fransa’da İç Savaş, Seçme Yapıtlar, sf. 263) olmuştu. Ve militarizm ve sürekli ordu, azınlık diktatörlüğünün, burjuva egemenliğinin gerçekleşmesinin temel bir yönü olması nedeniyle, toplumsal devrimle sadece dönüşebilir değil dönüşmesi gerekli bir şekillenmedir. Ve tam da azınlık diktatörlüğünün temel bir yönü olduğu için kendi öz yıkımın dinamiğini içinde taşır.
İlkel hizmetkârın yavaş yavaş ve sınıf zıtlıklarının oluşmasına bağlı ve onun ürünü olarak efendiye dönüşmesiyle, ilkel komünal toplumun çözülme sürecinde, silahlı halk ve topluluğa hizmet etmenin ötesinde bir imtiyaz ve işlevi olmayan halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi ve onun seçilen ve değiştirilebilir “şefleri”nin yerini artık “bizzat silahlı güç halinde Örgütlenen halkla doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün” (Engels), özel silahlı adam müfrezeleri ve askeri şefleriyle ordu ve hapishaneler, ceza kurumları gibi diğer maddi unsurlarıyla devlet almaya başlar. Militarizmin ortaya çıkış süreci, bu sınıflı topluma geçiş sürecidir ve militarizm doğrudan sınıf zıtlıkları üzerine kurulu toplumlarda varolabilir. Ama bu durumu, halkın özerk silahlı örgütlenmesinin yadsınması olan “kamu gücü”nün, özel silahlı örgütlenmenin, sürekli ordunun genel olarak militarizmin yadsınmasının zorunluluğunu ortaya koyar. Sürekli ordusuyla birlikte militarizm, sömürüye ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarına dayanan toplumsal örgütlenmenin dönüştürülmesiyle gereksizleşecek, çünkü halkın çoğunluğunun üzerinde bir olgu ve baskı aracı Olma işlevini yitirecek, çünkü toplumsal devrimle çoğunluk baskı yapar duruma gelecektir. Sınıfsız, baskısız, zorsuz komünist topluma geçişin örgütlenmesi olan proletarya diktatörlüğü döneminde ne halkın baskı altında olması ve ne de bu baskının aracı ve organı olarak azınlığın silahlı örgütlenmesi olarak özel silahlı adam örgü ilenmeleri ve sürekli ordu olanaklıdır.
Engels, kendi öz yıkımının tohumunu içinde taşıyan militarizmin yadsınmasını şöyle anlatır:
“(…)halklar artık yalnızca asker olmak ve ölmek için varlar. Militarizm, Avrupa’yı egemenlik altına alıyor ve yutuyor. Ama bu militarizm, kendinde, kendi öz yıkımının tohumunu da taşıyor. Çeşitli devletlerin kendi aralarındaki rekabet, onları bir yandan ordu, donanma, top-tüfek vb. için her yıl daha çok para harcamaya, yani mali çöküşü gitgide hızlandırmaya, öte yandan, zorunlu askerlik hizmetini gitgide daha ciddiye almaya ve işin sonunda, bütün halkı silah kullanmaya alıştırmaya, yani onu belli bir anda askeri komutanlık hazretleri karşısında istencini kabul ettirmeye yetenekli kılmaya zorluyor. Ve bu an da, halk yığını -kent ve tarım işçileri ile köylüler- bir istenç sahibi olur olmaz gelir. Bu noktada, hanedan ordusu halk ordusu durumuna dönüşür, malana görev yapmayı kabul etmez; militarizm kendi öz gelişme diyalektiği ile ölür. 1848 burjuva demokrasisinin burjuva olduğu ve proleter olmadığı için gerçekleştiremediği şeyi -çalışan yığınlara içeriği kendi sınıf durumlarına karşılık düşen bir istenç verme işini-, sosyalizm kuşkusuz başaracaktır. Ve bu, militarizmin ve onunla birlikte bütün sürekli orduların içten parçalanması anlamına gelir.” ( Anti Dühring, sf. 282)
Sosyalizmin başaracağı ve başarmadan sosyalizm olamayacağı şey, militarist aygıtın kırılıp parçalanması ve sürekli ordunun dağıtılmasıyla militarizme ölümcül bir darbe vurulmasıdır.
Askerlik bilim ve tekniği, kuşkusuz komünizme yürüyüş içinde gerekli olacaktır, çünkü hem içte hem dışta proletarya ve emekçilerin özgürlüğünün düşmanları varlığını sürdürmektedir. Bu tehlike sona erdiğinde, yani komünizmde askerliğe bilim ve teknik olarak gerek kalmayacaktır. Sürekli ordu ve zorunlu askerlik sistemi, halkı zorunlu askerliğe çağıran burjuvazinin egemenlik koşullarının zorunlu sonucu olarak olgunlaşan zıddına dönüşerek sosyalizmle birlikte halkın kendi sınıf durumuna uygun silahlanması olarak gerçekleşecektir.
Zorunlu askerliği ölesiye kötüleyen demokratlar, onun, halkın silah kullanmaya alıştırılması aracılığıyla, kendi mezar kazıcısı olduğunu görmüyor; bundan, proleter devrim için, burjuva egemenliğin devrilmesi için devrimci bir tarzda yargılanma yerine, ona pasif muhalefeti yeğliyorlar. Oysa zorunlu askerlik sistemi ve sürekli ordu, artık militarist bir makina olmaktan uzaklaşmış proleter milisini, halk ordusunu koşullandırır. Militarizm ve sürekli orduyla zorunlu askerlik hizmetine karşı çıkılmalıdır, ama bu karşı çıkış, bu koşullandırmaya uygun olmalı; her türlü şiddet ve ordunun inkârını değil, devrimci şiddet ve silahlanmış proletarya ve halkın yaratılması ve savunulmasını içermelidir. Ama demokratlara göre, “her asker katildir” ve “ordu, öldürme eylemini bilim haline getirmiştir. Kendi neslinin nasıl katledileceği üzerine eğitim gören ordu mensuplarının, insan sever, insancıl duygularından bahsetmek biraz zordur.”
Demokratlar, öylesine burjuva hümanizmiyle sakatlanmış bir kafa taşıyorlar ki, ne insan severliği sınıfsal bir temelde ele alıyorlar ve ne de gerçek insan severlerin komünistler olduğu anlıyorlar. İnsanlığın kurtuluşu komünizmledir. Her türlü baskı ve zorun ortadan kalma koşulları, ne yazık ki, bir geçiş dönemini, proletarya diktatörlüğünü, bazı insanlar üzerinde zoru, ama çoğunluğun zorunu gereksiniyor. Ama demokratlara göre “zor, mutlak kötülüktür”.
Ve kalkmış, Eylül’ün kara zorunun oluşturduğu kölelik ruhunun kökünü kazımak üzere oluşmakta olan zorlu çatışmalar ortamındaki Türkiye’de bu pespayeliği savunuyorlar! İşçiler, Eylül’ün yarattığı özgürlüksüzlük, baskı ve aşırı sömürü koşullarından, onlara direnmek üzere etkileniyorlar; demokratlar ise, boyun eğmek, uyum sağlayarak pasifleşmek ve tüm devrimci değerlerden soyunmaya girişmek üzere.
Mayıs 1991