Mayıs ayı içinde elimize ulaşan birçok basın açıklaması var. Bunların çoğunluğu cezaevlerinden geliyor ve yine çoğu “Terörle Mücadele” Yasasının iptali için kamuoyunu duyarlılığa ve etkinliğe çağırıyor.
Açıklamalarında Bartın Özel Tip Cezaevinden Yaşar Yıldız ve Nazilli Özel Tip Cezaevinden Yener Metiner, Terör Yasası ile yapılan açık haksızlıklara değiniyorlar; Çanakkale E- Tipi Cezaevinden bu yasadan sonra tahliye olan Seza Mis “Anti-Terör Yasasının toplumsal-siyasal yaşam için nasıl bir kara-zulüm ve terör olduğu önümüzdeki süreçte çok daha derinden hissedilecektir… Topluma dayatılan bu terör yasasına toplumsal olarak karşı durmaktan ve ona yaşam hakkı tanımamaktan başka alternatifimiz yoktur” diyor.
Aydın E-Tipi Cezaevinden Fuat Kav ve on üç arkadaşının dava arkadaşları adına imzaladıkları açıklamada, “halklarımız üzerindeki baskı ve terörü meşrulaştıran Anti-Terör Yasasını reddediyoruz” deniyor.
Buca Bölge Kapalı Cezaevin den Devrimci Tutsaklar tarafından gönderilen duyuruda ziyaret yasağı, mektup yasağı vb. uygulamalarla birlikte, işkence görmüş tutukluların hastaneye götürülmesinin cezaevi idaresince engellendiği, işkence izlerini tespiti için şevklerinin yapılmadığı; yaklaşık 20 kişinin mide, akciğer, böbrek vb. organlarından hasta oldukları, tedavi görmedikleri takdirde rahatsızlıklarının tehlikeli boyutlara varacağı bildiriliyor. Birçok güçlük sonunda hastaneye şevki yapılan tutukluların ise dış güvenlik görevlilerince muayenelerinin yaptırılmayıp cezaevine getirildikleri, bu arada saldırıya uğradıkları belirtiliyor. Sorun kendisine iletilen cezaevi savcısının, “Benim elimde bir şey yok… Biz jandarmaya karışmayız. Sorun jandarmanın sorunu…” dediği aktarılıyor. “Bizler, haklarımıza, insanlık onurumuza siyasi kişilik ve kimliğimize yönelik politika ve uygulamalar karşısında sessiz kalmayacağız. İstenmeyen olayların yaşanmaması için kamuoyunun duyarlı olmasını bekliyoruz” deniyor.
“Bursa Cezaevinden Tutuklular” adına yapılan açıklamada ise, Terör Yasasıyla gerçekleşen haksızlıklara örnekler veriliyor. “Bugün aydın, demokrat ve ilerici olmanın, gerçek bir demokrasi ve insan hakları savunuculuğu yapmanın, Terörle Mücadele Yasasına karşı çıkılarak ve onun gerçek yüzü kamuoyuna deşifre edilerek mümkün olacağına inanıyoruz” deniyor ve kamuoyu destek olmaya çağrılıyor.
“Bu yasa, biz içerdeki siyasi tutsaklara on yılı aşkın ve yitirdiğimiz onlarca can pahasına kazandığınız haklarımızı da bir çırpıda gasp etmeyi amaçlamakta; cezaevlerinde yaşanan vahşet dönemlerini yeniden oluşturmada bir dayanak yapılmak istenmektedir” diyen ve Ceyhan Özel Tip Cezaevindeki tüm siyasi tutsaklar adına gönderilen açıklama ise, şöyle bitiriliyor: “Bilinen toplumsal bir gerçektir ki, tüm saldırı ve baskı yasaları, emekçi yığınların meşru eylemliliği, birleşik halk direnişleriyle işlevsiz kılınabilir. SS kararnameleri nasıl Kürt emekçilerinin eylemleriyle pratikte işlevsiz hale getirilmişse, Anti-Terör Yasası da işlevsizleştirilmelidir. Fakat bu, demokratik kille örgütleri olduğu kadar tek tek her devrimciye, demokrata, aydına ve yurtsevere ertelenemez bir görev yüklediği ve bunun, genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olduğu gerçeğiyle birlikte kavran-malıdır. Bu, terörü yasal kılıflarla meşrulaştırmaya yönelik yasanın, pratikte işletilmemesi ve iptali için halktan yana olan herkesi göreve çağırıyoruz.”
“Sağmalcılar Kapalı ve Özel Tip Cezaevlerindeki Siyasi Tutuklular” imzasıyla gönderilen “Kamuoyuna” başlıklı duyuruda siyasi tutukluların 21 Mayıs’tan itibaren Terör Yasasını protesto etmek için 7 gün süreyle açlık grevine başladıkları bildiriliyor. “Çağrımız, insanım diyen, düşünen tüm insanlığa, çağrımız herkesedir.” denilen açıklama şöyle sürüyor: “… En başta bu yasanın geri çekilmesini, iptalini isterken, devlet terörü demek olan bu yasanın savunulacak yanı olmadım düşünüyoruz. Terörle Mücadele adı altında polisin işkence yapmasını, adam öldürmesini serbest bırakan, güvence veren; basına yasal sansür, savunma hakkının gasp edilmesi demek olan bu yasa, biz siyasi tutsaklar için ise ölüm hücrelerini reva görmekte, bizleri bitkisel yaşama mahkûm etmeye çalışmaktadır. Bu yasanın bizlere ilk yansıması açık görüşlerimizin gasp edilmesi, savunma hakkımızı engelleyecek uygulamalara gidilmesi, Eskişehir gibi cezaevlerini uygulamaya sokma hazırlıkları biçiminde oldu… Terör demek olan bu yasaya herkesi, bulabildiği her şeyi kullanarak karşı çıkmaya, bu keyfi uygulamalara dur demeye çağırıyoruz.”
Bu arada çeşidi kesimlerden Terör Yasasına karşı tepkiler sürerken, İHD-İstanbul Şube Başkanı, SP-SBP ve HEP il başkanları 24.5.1991 günü birlikte yaptıktan basın açıklamasıyla bu yasaya karşı kitlesel bir katılımı hedefleyen, bir imza kampanyası başlattılar.
TBKP ve Terör Yasası
4 Mayıs’ta yaptığı Genel Yönetim Kurulu toplantısında “Terör Yasası”nı görüşen TBKP, bu yasanın 8. maddesi ile DİSK’in malvarlığının gasp edilmesini öngören ek maddenin iptalini istedi. Şartla salıverme hükümlerinden tüm hükümlülerin eşit olarak yararlanması gerektiğini açıkladı.
Bütün demokratik kamuoyu Terör Yasası’nın tümüyle kaldırılmasını ister ve buna yönelik kampanyalar yürütürken, TBKP’nin bu yasaya usulen bir karşı çıkışla 8. maddenin iptaline vurgu yapması, bunu da “TCK 142/3. maddenin daha da ağırlaştırılarak yorumlanması tehlikesi yarattığı” gerekçesine dayandırması kara-mizahlık bir açıklama. Bu yasanın değil komünistler açısından, mevcut yasal durum açısından bile savunulabilecek hiçbir yönü olmadığı genel kabul gören bu gerçek. 8. veya başka birkaç maddenin iptalini istemek bilinen özdeyişi gibi ‘Deveye boynun eğri’ demek gibi! bir şey… Terör Yasası’nın dili olsa da söylese: “Nerem doğru ki?”
Grevler, işçi eylemleri
Mayıs ayı işçi eylemleriyle dalgalandı. Erdemir, Petkim, Tekel ve Tersane işçilerinin eylemleri süreklileşti. Yeni grevler var. Anlaşmalar da var. İşten atmalara karşı eylemler, uyuşmazlığı protesto eylemleri, ücret ve ikramiye alacaklarının ödenmemesini protesto eylemleri…
Kristal-İş sendikasına üye 13 bin işçi greve başladı. 14 Mayıs’ta sendika önünden Paşabahçe Cam Fabrikasına yürüyen işçiler, dönüşte polisin engellemek istemesi üzerine, slogan atarak polis barikatını geçip sendika önüne gelerek dağıldılar. Grev, Paşabahçe, Topkapı, Çayırova, Lüleburgaz işyerlerinde sürüyor.
İzmir, İstanbul, Ankara, Adana, Antalya ve Dalaman havaalanlarında faaliyet gösteren USAŞ’ta 14 Mayıs’ta grev kararı alındı.
Sabancı’ya ait TEMSA işyerlerinde bin işçi 21 Mayıs’ta, Konya TÜMOSAN’da 20 Mayıs’ta greve çıktı. Ankara ve Diyarbakır’da TÜMOSAN işyerlerinde 5 Haziran’da greve gidiliyor.
Yeni Çeltek Linyit İşletmeleri’nde çalışan 765 işçi 21 Mayıs’ta greve başladı.
Petkim işçileri aralıkla yaklaşık iki aydır süren eylemlerini yeni biçimlerde sürdürdüler. İşyeri işgali, toplu vizite, üretimi yavaşlatma ve protesto yürüyüşlerinden sonra 7 Mayıs’ta açlık grevine başladılar. 400’er kişilik gruplar halinde 48’er saat dönüşümlü olarak açlık grevi yapan işçilerin eylemi, Aliağa’da yürüyüşlerle desteklendi. Aliağa Petkim işçileri 21 Mayıs’ta da işe iki saat geç başladılar. Anımsanacağı üzere Petkim işyerleri iki aydır grev yasağı içinde bulunuyordu. Sonuçta, YHK sözleşmeyi bağıtladı. Sözleşmeyi protesto eden işçiler yeni eylemlere hazırlanıyor.
Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı işlerlerinde 38 bin işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlandı. Uyuşmazlığı protesto eden İzmir’de 500 Askeri Tersane işçisi yemek boykotu eyleminden sonra Mayıs’ın ikinci haftasında da toplu viziteye çıkarak üretimi tamamen durdurdular. İşyerinden SSK Karşıyaka Hastanesine yürüdüler. Aynı tarihlerde Gölcük Askeri Tersanesinin 6000 işçisi de toplu viziteye çıktı ve üretimi bir hafta aksattı. Hafta boyu toplu vizite eylemini sürdüren Gölcük Tersane işçileri 15 Mayıs’ta da servislerinden erken inerek, üç koldan yaklaşık birer km yürüyerek “Hükümete istifa”, “İşçiler el ele genel greve” “Haklıyız kazanacağız, köle değil işçiyiz” sloganları attılar ve alkışlı protestoda bulundular. Bir gün sonra sendika genel merkezinde toplanan 2500 Harb-İş üyesi işçi, işverenin tutumunu protesto ederek, “Grev bizim hakkımız, söke söke alırız” sloganlarıyla gösteri yaptı ve Özal’ı yuhaladı.
6 Mayıs’ta İstanbul ve Marmara bölgesindeki 15 bin Tekel ve 450 Çay-Kur işçisi toplu yürüyüş yaparak, 1-2 saat geç işbaşı yaptılar. Toplu sözleşme görüşmelerinin çözüme kavuşmamasını protesto eden işçiler “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı”, “İşçiler el ele genel greve” sloganları attılar. 16 Mayıs’ta da Cevizli ve Cibali Sigara, Mecidiyeköy Likör, Bomonti Bira ve Gayrettepe Çay-Kur işçileri işyerlerinden vizite kâğıtlarını alarak topluca SSK hastanelerine yürüdüler ve yürüyüşle geri döndüler; geç işbaşı yaptılar. Adana Sigara Fabrikasında çalışana 1700 işçi de uyuşmazlığı protesto için sendika önünde toplanarak yaklaşık 1 km topluca yürüyerek geç işbaşı yaptılar.
Erdemir işçileri hemen her gün sokak gösterileriyle eylemlerini sürdürürken 13 Mayıs’ta fabrika ve yöneticilerin evleri etrafında devriye gezen güvenlik görevlilerine otomatik silah dağıtılmasını sloganlarla protesto ettiler. Bu arada üst düzey yöneticilerin kapı ve pençelerine çelik panjurlar takıldı. İşçilerin yürüyüşü esnasında fabrikanın 26. kuruluş yıldönümü nedeniyle yapılan ışıklandırma çalışmaları engellendi. Vardiyadan çıkan işçilerle birleşen kalabalık, ailelerin ve kent halkının da katılmasıyla 10 bin kişilik bir kortej oluşturdu. Daha sonra fabrikanın kuruluş kutlamaları iptal edildi. Erdemir işçileri 16 Mayıs’ta öğle yemeğini boykot ettiler; 20 Mayıs’ta da Genel Müdürlük binası önünde şiddetli yağmur altında 3,5 saat oturma eylemi yaptılar. Bu sırada fabrikada çalışan işçiler de üretimi durdurarak “fiili işgal” eylemi yaptı. İşçilerin eylemi halkın da desteklediği ve katıldığı gösterilerle sürüyor. (Geniş bilgi diğer sayfalarımızda)
Geçen ay grev ve eylemleri süren THY’de 38. günde anlaşmaya varıldı. Anlaşma, ücretlerde %154 artış, “Eşit işlem ilkesi”nin kabulü ve disiplin kurulunda işçi ve işveren kesiminden 3’er temsilcinin bulundurulmasında anlaşma ile bağıtlandı.
İki aydır işgalini sürdüren Maga Deri işçileri de ücretlerde % 50 artış ve ihbar ve kıdem tazminatlarında anlaşma sağlanması üzerine eylemlerini bitirdiler.
İETT’de 7.700 işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmeleri ücretlerde % 174-215 oranındaki artışlarla sonuçlandı.
Günaydın ve Tan gazeteleri çalışanları maaş ve ikramiye alacaklarının ödenmemesi üzerine 7 Mayıs’ta gazete binalarının önünde toplanarak 6,5 saat süreyle işi durdurdular.
Hereke’de kurulu Sümerbank Halı Fabrikasından 25 işçinin işten atılması üzerine bunu protesto eden işçiler fabrika önüne çelenk koydular ve gösteri yaptılar. Eylemlerini sürdüreceklerini bildirdiler.
Kamu kesiminde 650 bin işçi için Türk-İş Koordinasyon Komitesiyle işveren sendikalarının görüşmelerinde hiç bir konuda anlaşmaya varılamadı. Yaz aylan işçi eylemleri ile ısınacak gibi görünüyor. Türk-İş 2 Haziran’da Bursa’da miting düzenliyor.
İletişim Pazarlama’da İşçi Kıyımı “Ayinesi İştir Kişinin”
Türkiye genelinde işçilerin hak arama mücadelesinin yükseldiği şu günlerde işçi-işveren çatışmasının bir örneği de iletişim Pazarlama AŞ’de yaşandı.
İletişim Yayınlan, kuruluşundan bu yana ücretlerin düşük tutulduğu ve sosyal hakların olmadığı bir işletmedir. Yine de işçilerin işverene karşı iyi niyetli yaklaşımları sonucu bu durum sorun yaratmıyordu. Fakat süreç içinde yönetimin işçilere karşı keyfi tasarruftan ve işçilerin taleplerine duyarsız kalmaları gelenekleşmeye başladı.
İletişim Yayınları’nda bu ana kadar yaşanan uygulama, altı aylık dönemlerde resmi enflasyon oranları bile dikkate alınmaksızın yüzde 20-30 arasında yapılan zam şeklindeydi. Bu da işyerindeki ortalama ücret düzeyinin 250-400 bin lira civarında seyrettiği göz önüne alındığında DİE’nin açıkladığı 650 bin liralık sefalet ücretinin yanında bile çok komik kalıyordu. Bunun yanı sıra her “zam” dönemi, yine gelenekleşen işten atılmaların açıklandığı ve kimin atılacağının eli kolu bağlı beklenildiği dönemler haline gelmişti.
İşte bu noktada biz iletişim çalışanları ücret artışlarının belirlenmesi arifesinde hem artış oranlarını etkileyebilmek hem de yönetimin çalışanların varlığına ve iradesine saygı göstermeksizin aldığı kararlardan duyduğumuz rahatsızlıktan dile getirmek için bir metin kaleme aldık ve yönetim kuruluna ilettik. Bu girişime yöneticilerin yanıtı çabuk geldi. Altı arkadaşımızın işine son verilmişti ve ücret zamları askıya alınacaktı. Gerekçe ise hazırdı: Körfez krizi.
Kriz; başladığından bu yana onlarca işletmelerde yüzlerce işçinin işten atılmasına neden teşkil etti. İLPA AŞ işvereni de ücretleri dondurma ve işten çıkartılmaları “meşru” gösterebilecek bu bahanenin üstüne atladı. İşyerinin “farklı”lığı ve yöneticilerinin “ulvi” düşünceleri, onları bu kârlı fırsatı kullanmaktan alıkoymaya yetmemişti.
Yöneticilerle kurmaya çalıştığımız son diyalog çabası ve bize daha sonra da sürekli söylenen sorunları çözmek için girişimimiz yöneticiler tarafından bu şekilde sona erdirildi.
Bu aşamada bir durum değerlendirmesi yapmak için bir araya geldiğimizde görüldü ki, artık yapılacak tek şey kalmıştı: Sendikalaşmak.
İşkolundaki Tez-Koop-İş Sendikası ile ilişkiye geçerek sendikal faaliyetlere başladık. Bu oluşuma karşı çıkacağı düşüncesiyle, tüm “farklı”lığına karşın İletişim işvereninin çalışmalardan haberdar olmamasına özen gösterilmesi kararlaştırıldı. Ancak 12 Eylül hapishanelerinde beş yılını geçirmesi bizim için referans olan ve bu nedenle kendisine konudan bahsettiğimiz bir kişi, 12 Eylül sonrasında sık rastlanan tavır-taraf değişikliklerinin bir örneğini sergileyerek faaliyetlerimizi Çalışma Bakanlığı’na başvuru aşamasında işverene duyurdu.
Olayı öğrenen İletişim yöneticileri arasında sosyalist çevrelerin yakından tanıdığı Murat Belge, Tuğrul Paşaoğlu, Fahri Aral gibi isimler de bulunuyordu. 12 Eylül yönetimi ve onun uzantısı ANAP iktidarının bile yok edemediği grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkını bu “sosyalist” baylar ağır bir suç olarak gördüler. (’82 Anayasası’nı gerici olarak niteleyen ve terminolojiyi iyi bilen bu kişilerin, durumlarına karşılık düşecek en iyi terimi bulacaklarından kuşku yoktur.)
Ve işverence tedbirleri almakta gecikmediler. İki gün içinde İstanbul merkez depodan bir arkadaşımız işten atıldı. Sosyalistliklerine söz ettirmeyenler, atma nedenini açıkça söyleme cesaretini kendilerinde bulamadılar. Gerekçe olarak bir yıl önce yöneticilerden Nihat Tuna ile arkadaşımız arasında olan bir sürtüşme gösterildi. Bu gerekçenin zorlama ve komik olduğu herkesçe açıktı. Kaldı ki, işveren de ikili görüşmelerde gerekçenin sendikalaşma olduğunu ifade etmekteydi. Bunun üzerine İstanbul merkez çalışanı 25 işçi, arkadaşımıza yapılan haksızlığın düzeltilmesini ve atılmanın durdurulması talebiyle toplu olarak çalışmayı durdurduk. Bayram öncesi cuma günü yapılan görüşmeler sonucu işverenin verdiği yanıt: “Bizler bugüne kadar işleri nasıl yürüttüysek aynen devam edeceğiz. Arkadaşınızı da işe almamız söz konusu değil. İsteyen bu koşullarda çalışır istemeyen istifa eder. Bu atılma ilk değil son da olmayacak” şeklinde oldu.
Bize iki seçenek sunulmuştu; ya aynı koşullarda çalışmayı sürdürüp atılmayı beklemek ya da toplu istifa. Bu durumu protesto ettiğimizi belirterek topluca istifa ettik. Ankara ve İzmir şubelerinde de atılma ve istifalar beklenmekte.
Şimdilik sendikal çalışma engellenmiş görünürken “bizler işveren değiliz!; burası tipik bir ticari işletme değil! Her sorunun çözümü için işletme içi kanallar mevcuttur!; biz farklıyız!; biz bir aileyiz!” tekerlemelerini sürdüredursunlar: “Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz”.
Murat Belge Sosyalizm Türkiye ve Gelecek adlı kitabında “işçilerin sınıf olarak kendi örgütlenmeleri içinde ayrıca da bireyler olarak her alanda katılımları, karar mekanizmalarında somut şekilde temsil edilmeleri en başta düşünülmesi gereken yöntemlerdir.” diyordu.
Yöneticilerden Tuğrul Paşaoğlu ücretlerin düşüklüğünü ve işten atmaları “200 yıllık kapitalizmi ben kurmadım. Onun günahı bana ait değil.” sözleriyle savunuyordu.
Yöneticilerden eski sendikacı Fahri Aral sendikal çalışmalarımızı duyduğunda, “Sınıf mücadeleleri devri bitti sanıyordum. Meğer bitmemiş” sözleriyle dalga geçti.
İşten Atılan ve İstifaya Zorlanan İletişim Yay. Paz. Şti. Çalışanları.
Mücadeleleri yolumuzu aydınlatıyor
İşkence hanelerde ölüm ve sakatlanmaların yoğunlaştığı, baskıların pervasız ve keyfice geliştiği son günlerde, Ankara, işkencede ölümlerin en yoğun olduğu il olarak başı çekiyor.
Zorbalık ve zulüm, 1991’le birlikte Ankara’ya da yoğun olarak yansıdı. Ocak ayında Birtan ALTUNBAŞ isimli yiğit bir devrimci ‘DAL’ işkence hanelerinde katledilmiştir. Şubat ayında ise devrimci komünistlere yönelik operasyonlar başlamış, onlarca insan gözaltına alınmış ve DGM’ce keyfi olarak tutuklanmıştır. (Şu an Merkez Kapalı Cezaevinde 22 kişiyiz) 1 Mart 1991 günü gözaltına alınan Imran AYDİN, gözaltına alındıktan itibaren Denizler’in, Erdal’ların direnişlerini ‘DAL’ işkence hanelerine taşımıştır. En vahşi ve canavarca işkenceler karşısında yılmayan İmran ‘DAL’ işkence hanelerini “Kahrolsun Faşist Diktatörlük”, “Faşizme Ölüm”, “Halka Hürriyet” sloganlarıyla inletmiş ve işkenceci katiller tarafından katledilmiştir. Bu olay basına “elimizden kaçarken başım taşa vurup öldü.” şeklinde yansıtılmıştır. Bu tamamıyla, işkenceci faşistlerin yalan ve demagojisidir.
Nisan ayı başlarında da Veli GELEŞ adlı 17 yaşındaki yoldaşımız, işkenceciler tarafından sokak ortasında kurşuna dizilerek katledilmiştir.
Son söz olarak şunu söylüyoruz ki, ne yaparlarsa yapsınlar, son neferimizin de kanı dökülüp toprağa düşmedikçe mücadelemizi tek bir adım bile geriletemeyeceklerdir.
İMRAN AYDIN VE Veli GELEŞ YOLUMUZU AYDINLATIYOR.
İŞKENCELER BİZİ YILDIRAMAZ.
Ankara Merkez Kapalı Cezaevinden
TDKP-GKB Davası Tutsakları 20.04.1991
Alman heyet Türkiye’de
Türkiye’yi ziyareti Almanya Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) tarafından organize edilen İnsan Hakları İzleme Komitesi heyeti, Nisan sonuyla Mayıs başında ülkemizde incelemelerde bulundu. Alman sosyolog, hukukçu ve sosyal danışmanlarından oluşan heyetin inceleme konuları arasında “Terör yasası”, insan haklan ve Türk ve Kürt ilticacıların durumu bulunuyordu.
Heyetten 4 kişi İstanbul’da çeşidi görüşmeler yaptı ve bir dizi 1 Mayıs gösterisini izledi. Sendika Şubeler Platformu, Memur Sendikaları Platformu, İHD, Dergiler Platformu, İst. Tabip Odası, Baro Başkanı, Çağdaş Avukatlar grubundan avukatlar, kendileriyle görüşülen kişi ve kurumlar arasındaydı.
Ankara’da benzer görüşmeler yapan heyetten bir avukatın içinde olduğu diğer dört kişi, K….’da incelemelerde bulundu. Diyarbakır HEP’teki görüşmeden sonra heyet, Cizre yakınlarındaki Kumçatı köyünde, bölgedeki en çok korucuya sahip ikinci aşiret olan Botan aşiretine bağlı korucularla konuştu. Diyarbakır’da 1 Mayıs gösterisini izlemeye çalıştı, ancak, bu isteğini gerçekleştiremedi. Valiyle yapılan görüşmeye rağmen Şırnak’tan öteye geçmesine izin verilmeyen heyet, Kürt sığınmacılar için Silopi’de kurulan kampta ne doktor ve hemşire ne de ilaç bulunduğunu saptadı. Zaho’ya gidip dönen İzleme Komitesi üyelerine, Gercüş’te, almış oldukları silahları teslim etmek isteyen ama bu istekleri kabul edilmediği için Kaymakamlığın önünde oturma grevi yapan, “silahlı olarak” enterne edilmiş 24 korucuyla görüşmek için Gercüş karakol komutanı Ali Çardakçı tarafından izin verilmedi, üstelik hakaret edildi, ikinci denemelerinde Şırnak’ı geçmeyi başararak Işıkveren’e ulaşan heyet, burada 20-25 bin kişilik bir gösteriye tanık oldu. Sığınmacı Kürtler Saddam’a karşı korunma garanti almadan Irak’a gönderilmeyi reddediyorlardı. Heyetin Işıkveren’de bizzat Kürt köylülerden edindikleri bilgiler şöyleydi: yardımlar aşiret reisleri eliyle dağıtılıyordu. Kampın girişinde kumlu bir çadır, market durumundaydı, Irak dinarıyla her şey satılıyordu. Kampa giden yol kenarları, çuvallarla binlerce ton çürümüş patates ve ezilmiş pet su şişeleriyle doluydu. Kürtler izinsiz sağlık çadırlarına inemiyorlardı. 2 Mayıs günü şuadan insanlara dağıtılan yiyecek miktarı; 10’ar kişiden toplam 40 kişi oluşturan 4 aileye, 4 kg peynir, 10 paket 250 gramlık süt ve ikiden az ekmekti. Yağmur ve soğuğun neden olduğu zatürree ve kanlı ishal temel ölüm nedeniydi. Günde, çoğu çocuk yaklaşık 100 kişi ölüyordu. Bir gün önceki sağanak yağmur 20 kişinin ölümüne yol açmıştı. Havadan atılan yardım paketleri 30 kişiyi öldürmüştü ve askerlerin açtığı ateşle ölenlerin sayısı yirmiye yakındı.
Amerikan emperyalistleri “yeni düzenleri”ni iyi planlamışlardı. Saddam yarı-yenilgiye uğratılmış, başkaldırmalarına yeşil ışık yakılan Kürtlerin Saddam tarafından kırılması üstülü örtülü teşvik edilerek geri kalanların sığındıkları Türk ve İran sınırlarında “bir dilim ekmek ve bir yudum suya muhtaç” ezik ve bezgin “barınmaları”na yol açılmıştı. Bu durumdaki insanların ABD’yi ve yardım ve hamiliğini “insan-sever” ve “kurtarıcı” olarak değerlendirecekleri hesaplanmıştı.
Ve bu hesap, şimdilik, Amerikan emperyalistlerinin gözüne bakan Talabani, Barzani ve önceleri Saddam’la işbirliği halindeki aşiret reislerinin “değerli” yardım ve katkılarıyla tutmuştu. Kamplarda Kürtler, “yaşasın Amerika” diye bağlıyorlardı. Tartışılan Kürtler, “ABD’nin de dost olmadığını biliyoruz, ama şimdi yapacak şeyimiz yok” diyorlardı. Bu hesabın bir de sonu olacaktı. Rövanş, kaçınılmazlıkla alınacaktı.
İstanbul sokaklarında “terör” kol geziyor.
“Operasyon değil, direk infaz.”
H. Yıldırım
Bir gece yarısı bir mahallede bir eve baskın yapılır. Evlerinden alındıktan sonra iki genç öldürülürler. Ve gazeteler “Çatışmada öldüler”, “Karakolda intihar etti”, “Pencereden adadı”, “Kalp krizi geçirdi” diye haberler yayınlarlar.
19 Mayıs 1991 gecesi Hasanpaşa’daki evlerinden alındıktan sonra öldürülen hemşire Hatice Dilek Arslan ve İsmail Oral için de aynı şeyler yazıldı. “Örgüt evine baskın”, “Çatışmada öldüler” dendi. Örgüt evi dedikleri evde Hatice Dilek Arslan 6 yıldır oturuyor. Göztepe’de Marmara Kliniği’nde çalışıyor. Olay gecesi aynı evde yaşayan Hatice’nin 8 yaşındaki oğlu Cihan olayın tek görgü tanığı. Cihan’ın henüz annesinin ölümünden haberi yok. Babası Mustafa Dilek Arslan’ın “Annesi oğluma 20 bin lira para vermiş. Beni araması için. Polisler kollarından tutmuşlar Hatice’nin. Sonra Cihan’ı bir arabaya bindirip şubeye götürmüşler. Çatışma falan yok. Bu direk infaz” diyor. İsmail Oral Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Yüksek Okulu’nda öğrenci. Ailesi İzmit’te oturuyor. O sık sık ailesinin ziyaretine gidiyor. Amcası Barbaros Oral “Polis O’nun nerelerde olduğunu çok iyi biliyor. 10 yıldır arandığına ilişkin sözler gerçek değil, istediği an bulabilirdi.” insan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Ercan Kanar, Emniyet Müdürü Mehmet Ağar’ın ölen polislerin kanlarının yerde kalmayacağını açıkladığını belirterek “Bu, öç alma mantığını açığa çıkaran açık bir sözdür. Bu olay da bu mantıkla koşullandırılmış doğrudan bir infazdır. Operasyon yapılan ev bir davadan yargılanıp çıkmış bir kişiye aittir ve sürekli polis denetiminde olan bir evdir. Polis isteseydi bu evdeki insanları sağ olarak rahatlıkla yakalayabilirdi. Evde bulunduğu söylenen silahların ise bu evde bulunduğuna ilişkin en küçük bir kanıt bile yoktur” diyor. Avukatları Mihriban Kırdök, Hatice ve İsmail’in evden çıkartıldıktan sonra arabada öldürülme olasılığının fazla olduğunu söylüyor.
Terörle mücadele yasasındaki maddelerle devlet terörü yasallaştırılabiliyor. Artık insanlar sokaklarda şüphe üzerine kimliğine bakmaya bile gerek duyulmadan alınıyor. Karakollara götürülüyor. Artık insanların suç işlemesi gerekmiyor. Keyfi gözaltılar, tutuklamalar, “ölü ele geçirme”ler terör yasasıyla birlikte yasallaştı.
“Hurdacı Öldürüldü. Şişli ‘huzur’ içinde”.
Alaattin Kürekçi, 29 yaşında Şişli-Osmanbey’de hurdacılık yapıyor. 3 çocuk babası. 16 Mayıs’ta Osmanbey’de şüphe üzerine gözaltına alınıyor. 17 Mayıs’ta Şişli Etfal Hastanesi’ne yoğun bakıma kaldırılıyor. 3 gün sonra ölüyor. Hastanede gören üç kişi “Alaattin’in iki kulağında ve vücudunun çeşitli yerlerinde darp izine rastladık. Bir de ağzının kenarlarında kurumuş kan izleri vardı.
Gözleri bantlıydı, bitkisel hayata girmişti” diyorlar.
Kürekçi’nin ailesi İnsan Hakları Dermeği’ne bu olayın soruşturulması için başvurmuş. Kürekçi artık “hurdacııı” diye bağırarak Şişli’nin sokaklarında “terör” estiremeyecek. Hurda toplayamayacak. Hatice’nin babası “polislerin pırpırları çoğalacak” diyor. Kocaman kocaman pırpırları olacak. “Aferin” alacaklar pırpırı daha fazla olan masa başındaki üniformalı cellâtlardan. Tuzla, Cihangir, Hasanpaşa, Şişli artık “huzur” içinde. Sizler sokaklarda dolaşacaksınız kan bürümüş gözlerinizle. Sonra duvarlarınız arasına akıtacaksınız kanları. “Duvarlarınızda asayiş dört dörtlük”. Ya duvarlarınıza sığamayanlar.
DUYURU
Bizler İÜ Hukuk Fakültesi öğrencileriyiz. Yıllardır gözlerinden rahatsız bir arkadaşımız var. Rahatsızlığını gidermek için harcadığı çabalar, hep sonuçsuz kaldı. Öğrendiğimize göre, gözlerinin tedavisi, Sovyetler Birliği’nde yapılabiliyormuş. Türkiye’de bulunan bir kuruluş aracılığıyla oraya gitmesi gerekiyor. Ama maddi olanaksızlıklar yüzünden gidemiyor. Bu tedavi için 15 milyon lira civarında bir paraya ihtiyacı var. Bunun için bir kampanya başlattık. Duyarlı kamuoyunun yardımlarını bekliyoruz.
Hesap No: 094272 – 2
Yapı Kredi Bankası Beyazıt Şubesi
Ateşi alanlara atalım
Sait EFE
Dağ başında bir köy. Kendi yazgısında. Ekin yerine yoksulluk boy vermiş tarlalarında. Güneşi, ayı, yıldızı zulüm hep. Korku dolu kapkaranlık dünyaları. Tam unutulmuş diyecektim ki, yıkık taş duvarları, çökük toprak damlan yalayan keskin mavi bir ışıkla, “vııın”‘ diye üstünden geçen o öldürücü ses unutulmadığını gösterdi.
Ne taş duvarlar kaldı. Ne toprak damlar. Yerle bir oldu her yer. Çiçekler boyun büktü. Ağaçlar kökten gitti, insanlar, hayvanlar… Bir ana doğruldu yaşamın bir kesitinden. Yaşamın simgesi bir ana. Hafif öne eğildi önce. Gözlerini insan ölüleri üzerinde gezdirerek, iki elini iki dizine vurdu sonra. İki kere. Zülüflerinden asıldı ardından. İki eliyle iki yanağından yana. Saçlarından sıyrılan tırnakları gül yanaklarına gömüldüler. Ardından süzülen kanla birlikte. “Havar. havar. havar” diye asıldı ağıdına. Köz inmiş gibi yandı yürekler. Düşmüş gibi eğildi öne başlar. Sel örneği boşaldı gözlerden yaşlar.
Halepçe’nin yıldönümünde aynı oyunu oynadılar. Nevroz’da da. Bundan sonraki tüm gecelerinde de oynayacaklar. Teni yanık, yüreği yanık, geçmişi yangılı bu halkın gençleri. Havarları daha da çoğaltarak. Ölülere oranla. Zulümler artıp, yıkımlar çoğaldıkça.
“Havar, havar, havar dağlarda çürüyen canlara havar! Havar, havar Halepçe’ye havar, Botan’a havar! Havar, havar, havar dağlara havar! Dağlarda dağlar dolusu insan var.
Taş gibi, ağaç gibi, toprak gibi, doğanın birer parçalarıydılar sanki. Açılmışlar kayalara. Serpilmişler yamaçlara. Taş dibi, ağaç altı, naylon çadırlara. Öldükleri, aç kaldıkları yetmemiş gibi, yurtlarından, yuvalarından da kovuldular, kovalanarak. Kuduz kurt önünde kaçan körpe kuzu gibi. Bir zalim kovalar, vura vura. Bir zalim tutmuş yollan sıra sıra. Bırakmazlar ki, kardeş kardeşe kavuşa. Komazlar ki, kan kanla kaynaşa. Kemik kemiğe üleşe. Ölümün iki yakası, zulmün karşılıklı uçlan gibi.
Öyle yalnızlar ki, dünya üzerinde.
Aynı olay, aynı ölüm, aynı kovalamaca dünyanın başka bir yerinde yaşanmış olsaydı eğer, yer yerinden oynardı. Ne ağıtlar yakılır, ne şiirler yazılırdı. Doğudan batıya, kuzeyden güneye, tüm dünyada.
Dayanışma adına, birlik için.
Ama söz konusu bu yetim insanlar olunca, görür gözler görmez, duyar kulaklar duymazlaşıyor.
Gecede üç yüz çocuk ölürken dağlarda, başka bir gün, başka bir gece, başka bir olay yaşanıyordu payitaht Bağdat’ta. Cellâdın doğum günü. Safı altın bir künye veriliyordu Saddam’a. Doğum günü armağanı olarak. Ülkeye yaptığı büyük hizmetlerden dolayı.
Resmiyet işte. Ne kötü değil mi? Yakıp yıkmayı, ölümü, kıyımı, sürgünleri bile hizmet saydırıyor insana. Bizde de öyle olmuştu ya. Adı barış olan bir ödül, kimlere, kimlere verilmemişti? Asker kim? Barış ne?.. Biri ışıksa, diğeri karanlık. Ama resmiyet işte. Korkuyla da birleşti mi?… Dağlar düz olur önünde. Birler yüz olur sonunda. Dura dura değil elbet Vura vura. En ince, en Zayıf dal insan boynu doğada. Hemen bükülüveriyor. Susuz kalmış çiçek, kökü vurulmuş ağaç gibi. Yılan üfürüğü soluğa bile. Zordan yana. Düşüyorlar önlerine. Şeylerine kadar gibi. Arkayı savunmasız bırakarak. Peşkeş çekilmiş mal örneği. Neye mi? Korkuya. Bükülmeyenler de var. Dünya sanki ölümün boynunda değil, bunların om uzunda duruyor bugün. Saddam, değil Irak’a hizmet, yedi kuşak gelecek de içinde tüm dünyaya zarar verdi. Değil Irak’ın, değil çağın, insanlığın en kara adamı. Halepçe’ler unutuldu mu? Çocuk ölüleriyle kokuştu dağlar. Ana çığlıklarıyla inledi dereler. Tüm bunlar ülkeye hizmet ha?
Yuh olsun teknolojisine de, çağına da. Ölümler, sürgünler üstün hizmet sayılacak, eli kanlı katiller başka başka ödüller alacaksa.
Köroğlu’nun sözlerini bile değiştirdiler. Resmiyete dayalı ideoloji ile. “Yoksula kılıç çekilmez” demişti Köroğlu. “Millete, devlete” dediler, yoksul yerine. Devlet kim?.. Yoksul kim?… Millet ne? … Dam başında saksağan, vur beline kazmayı. Bolu Beyi cin kavminden mi yoksa? Aynı milletten değil de. Millete kılıç çekilmeyecekse, bu haktan Bolu Beyi de yararlanır. Milletin içine herkes girer çünkü. Zengini de içindedir bunun. Yoksulu da. Zalimi de, mazlumu da. Yoksula gelince, çalışıp emeği çalınandır. Devlet ise, yoksulluğun kaynağı olmuştur hep. Zulmün kaynağı. Bolu Beyi zalimi, Osmanlıya dayamıştır zulmünü. Ama doğru, ama yanlış kadıdan almıştır fetvasını hep. Çağdaş Bolu Beylerine bakalım. Köyler, kentler onlarla dolu. Gözlere mil çektirip, kelle vurmuyorlar onun gibi ama bunu devlet daha açık yapıyor zamanımızda. İşkence tezgâhlarında. Ekmeğini çalıyorlar insanın. İşsiz bırakıyorlar/Bir kalemde, bir kararla. Devletin de yardımıyla, işkencelerin, onlarca yıla varan mahpusluğun yanında.
Bir ateş daha tütüyor. Bir kıvılcım daha kalkıyor. Birbirlerine sürtünen demir çubuklarından. Ama olmaz ki, benim Erdemir’li kardeşim. Tek tek ateş yanmaz ki. Yansa bile güçsüz olur alevi. Bir solukta söndürürler hemen. Ne közü kalır, ne de külü.
Neden tam destek olmadık Zonguldaklı kardeşlerimize. Onlar tek kalınca kolay söndü, zor tutuşturdukları ateş. Tez dağıldı dumanlan. Cizre’yi, Botan’ı duymadık hiç. Dileğim o ki, Zonguldaklı kardeşlerimiz kızmamıştır bize. Nusaybin’li, Derikliler de. Birkaç kürek kömür atarlar ateşimize. Bir ıslık katarlar sesimize. Tutuşturulacak ateş tümümüzün. Tüm çalışanların evini ısıtacak. Odasını ısıtacak. Bu ateş öyle bir ateş ki, söndüğünde üşütür insanı. Mevsim yaz olsa bile. Daha da kararır ortalık. Zaman gündüz de olsa.
Ozanın: “Ateş düşmüş döşeğine deyişi ne kadar geçerli değil mi? Günümüzde Ateşi alana atmazsak eğer, döşeğimiz yanar. Kilimi ve evi de tutuşturarak beraberinde.
Ortaköy Halk Oyuncuları Sahnesi ve Halkçılık
Aynur SARICA
Ortaköy Halk Sahnesi oyuncuları geçen yıl oynadıkları “Duvar” isimli oyunun ardından bu yıl ikinci ürünleri “Eylül Anaları” ile izleyici karşısındalar. Ortaköy Halk Sahnesi’nin hedeflediği politik yönelimli tiyatro anlayışını, devrimci sanat yapma kaygısını, kültür ve sanatı geniş yığınlara götürülmesi perspektifini son derece olumlu ve haklı buluyoruz. Medyanın yanı sıra, türlü “kültürel” faaliyetlerle kapitalist devletin ideolojik bombardımanına hedef olan geniş yığınlara devrimci ideolojinin sunulmasında tiyatro sanatının da bir ajitasyon aracı olmasının karşısında değiliz. Aksine yanındayız. Devrimcilerin, dünya görüşlerini, felsefi tartışmaları, sömürü çarkını, yalanmış mücadele deneyimlerini, devrimci kültürel birikimin yaratılması yahut kimi zaman bir gecece renk katmak, bir greve destek vermek amacıyla kültür ve sanat ilanında da çalışmalar yapmaları bir zorunluluk. Seçimini yapmış devrimci sanatçının toplumsal perspektifli yaratıcılığı mücadeleye mutlak güç ve canlılık katacaktır.
Brecht bunu şöyle formüle ediyor: “Bu büyük seçme çağında sanat da seçimini yapmalıdır. Sanat ya körü körüne inanışla kabrini bir azınlığa bağlar ve onun aracı olur. Ya da çoğunluğun tarafına geçerek kaderini ona bağır.” Ortaköy Halk Sahnesi oyuncuları kaderlerini çoğunluğun kaderiyle birleştirmek amacındalar. Sahneye bunu taşımak ve ezilenlerin safında yer almak düşüncesini yaşama geçiriyorlar.
Ancak Ortaköy Halk Sahnesi’nin sanatı algılayışı ve bunun sahneye yansıyış biçimi, taşıdığı olumluluklara karşın bir dizi olumsuzluğu da içeriyor. Eğer devrimci bir sanat biçimi yaratmak, karşı devrimci, bireyi öne çıkaran, milliyetçi, şoven kültür politikalarını püskürtmek, insanlara kültür ve sanatın da yaşamsal ve vazgeçilmez bir unsur olduğunu kavratmak gibi geniş bir amaçlar zincirine sahipseniz, bu yolda kullanacağınız silahları saptamanız ve o silahı kullanmak konusunda çok yetkin olmanız gerekir. Tiyatro grubu ve oyuncular, insanlığın sürüp giden sömürü mekanizmasından işçi sınıfının öncülüğünde, ancak ve ancak sosyalizmle kurtulacağını savunuyorlarsa ve sanatlarıyla buna hizmet etmek istiyorlarsa, bunun sahneye yansıyacak olan estetik biçiminin ne olacağının yanıtını da mutlak vermeliler.
Sosyalizmin sanatsal görünümleri üzerine yüzyılın başından beri birçok sanatçının çalışmaları var. Tiyatro alanında özellikle Sovyetler Birliği ve Almanya’da birçok yeni biçim denendi. Almanya’da Brecht diyalektik tiyatroyu geliştirirken, Erwin Piscator “Politik Tiyatro”yu gündeme getirmekteydi. Sovyetler Birliği’nde Meyerhold’un “Bio-mekanik” adını verdiği kuramı, yoğun tartışmalara hedef oldu. Makine başında çalışan işçilerin jestlerini sahneye taşıyan Meyerhold, insanı robotlaştırmakla suçlandı. Brecht ise sahnesine, insan ilişkilerine hâkim olan üretim ilişkilerinin birey üzerinde yansımalarını taşıdı. Diyalektiğin kurallarından hareketle hiç kimsenin olumlu ya da olumsuz olmadığını, bunu koşulların belirlediğini savundu ve sahnesinde olumlu-olumsuz oyun kişileri yaratmadı. Şöyle yaklaştı: “Evet o kötü birisiydi belki. Ama yaşayabilmek için kötü olmaktan başka çaresi yoktu.”
Türkiye’de de sosyalist tiyatro sanatçılarının özellikle 60-70 yılları arasında denediği amaçları, birincisi geri bırakılmış kırsal kesimlere, köylere tiyatro götürmek, ikincisi bu çabanın içinde ulusal kültürel kimlik yaratmak olan tiyatro toplulukları oluştu. Tarsus Meydan Oyuncuları köy köy dolaşıp bunun öncülüğünü yaptılar. Devrim İçin Hareket Tiyatrosu sokak tiyatrolarının yaygınlık kazanmasına çalıştı. İşçinin Tiyatrosu ise sınıfa daha yakın, kültürünü ve sorunlarını tanımaya ve tanıtmaya yönelik oyunlar oynadı. Dönemin tiyatro üzerine yazı yazan insanları “eylemci”, “politik”, “ajit-prop”, “epik” tiyatro üzerine yazılar yazıyor ve bunun “halk”a yararları tartışılıyordu.
Yani bugün dünyada ve Türkiye’de az önce sözünü ettiğimiz “silahı tanıma ve kullanma” noktasında pek çok deneyim yaşandı. Küba’da; Çin’de, Almanya’da, Sovyetler Birliği’nde kısacası devrimci süreçler yaşayan bütün ülkelerde, devrimci sanatçılar, sanatı da bu yolda kullanabilmenin yollarını araştırdılar. Dolayısıyla bugün, sanatın üst-yapısal bir kurum olduğunu ve egemen sınıfın İdeolojik telkinlerini yaptığı bir araç olduğunu savunan Marksist sanatçı ve aydınlar bu işe sıfırdan başlamak zorunda değiller. Bu konuda yaşanmış yüzyıllık bir süreç ve olumlu-olumsuz kimi denemeler var. Daha ileri adımlar atmak için kullanılabilecek tarihi bir miras var.
Bütün bu yaşanan deneyimi bilmeden saf bir iyi niyetle “ben halkıma tiyatro yapıyorum” düşüncesi ne derece başarı kazanabilir? Devrimci sanatçılar, politik alanda tutunulan illete; popülizm hastalığına bu kez sahnede yakalanıyorlar. 60’ların anti-emperyalist tavrıyla gündeme gelen “halk kültürü”, “halkın değerleri” kavramları hala ortalıkta dolaşıyor. Halk ne demek? İşçi sınıfı ideolojisini savunanların çokça kullandıkları bir terim. İşçi sınıfının yanı sıra onun müttefiki olabilecek yoksul köylülük, küçük burjuvazinin memur vb. az-gelirli kesimlerini kapsayan bir toplumsal yapının adı. Sömürüden payını almakla birlikte sömürülen ticaret ya da küçük esnaflıkla uğraşanların, yoksul köylülerin ve işçi sınıfının ortak adı oluyor halk ve anti-emperyalist mücadele verecek potansiyeli barındırıyor. Eğer mücadele hedefi anti-emperyalist hedef olarak saptanmışsa, bu her alana damgasını vurur; sanatta da “halkın değerleri”, “ahlak kültürü” lafları etmeye başlarsanız, halkın içinde gerici, feodal ve mutlak tasfiye edilmesi gereken eğilimleri göz ardı ederek… Peki, emperyalizmin yerli İşbirlikçilerinin ve tekelci sermayenin, kapitalizmin, her gün dayattığı “köşeyi döndük mü tamam”, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”, “benim alla-hım para” dedirten mantığına nasıl bir savaş açacağız? Mademki insanlığın önünü açıcı en devrimci ilerici sınıftır işçi sınıfı, devrimci aydınların sınıfın kültürel varlığını, düzeyini saptaması doğru hedef olacaktır. Eğer viziteye çıkan işçi hala bunu davul, zurnayla şenlendiriyorsa, devrimci ozan saza dokunup devrimci şarkı sözleri yazıyorsa, sosyalistler için bir problem halini almalıdır bu. Çünkü kapitalizmin dayattığı değerlere karşılık, devrimciler feodalizmin kucağına sığınmazlardır. Sosyalist kültürü bir alternatif haline getirmek için sosyalistlerin, aydınların çaba sarf etmeleri gerekiyor. “Halkımız” edebiyatı sınıf kültürünün gelişmesinin önünde bir engel. Biz “öz kültürümüz” deyip kültürü folklor oynamaya, anonim türküler söylemeye indirgedikçe ne sınıf kültürü gelişir, ne de buna bağlı olarak sosyalist kültür. Halk kültürünün de devrimci olduğu bir dönem yok muydu? Elbette, ulusal devrimler bu kültürle beslenip can buldular. Ama Türkiye’de bugün “halkımızın değerleri” diye tutturmak gericiliğe davet çıkarmak anlamını taşıyor.
Devrimci sanatçıların, sanat alanındaki tarihsel geçmişe vakıf olamamaları ve popülizm hastalığı yanında bir zaafları daha var: olguları ve kişileri idealize etmek, metafizik felsefenin kucağına düşmek. Marks, diyalektik maddeciliğin temel kanununu şöyle koyuyordu: Her şey karşıtını doğurur. Her şey, içinde hem olumluyu hem olumsuzu taşır. Bu dünya görüşünün sahneye yansıması şunu getirir; kişiler, mükemmel ya da muazzam kişiler değillerdir. Ya da aksine kötü ve despot da değillerdir. Bunlar bir toplumsal yapılanmanın zorunlu biçimi olarak ortaya çıkarlar. Ondan ötürü, sahne gerçeği yansıtacaksa, böyle bir iddiası varsa her şey ona uygun olarak saptanmalı. Devrimci oyunların devrimci kişileri yarı küstah, alaycı, gözü pek, romantik anlarında Nazım Hikmet okuyan kişiler olmak zorunda mıdır? Devrimci anlatım, bu kadar basit midir? Bir yanda iyiler, öte yanda kötüler. Bütün bunlar burjuvazinin beynimizin içine, bilinçaltımıza tıkıştırdığı “idealizm”den kaynaklanıyor. Ama ne yaparsak yapalım maddi gerçeklik bizim görmek istediğimiz biçimde değil kendi yasaları doğrultusunda ilerliyor.
Ortaköy Halk Sahnesi’nin Eylül Anaları isimli oyunu bütün bu saydığımız zaafları bünyesinde taşıyor. Ülkemiz 12 Eylül denen bir süreçten geçti. Karşı devrimin devrimcilere saldırısının başarılı örneklerinden biriydi bu. Ama yine de yaşamın diyalektiğine karşı koyamadı ve darbenin üzerinden geçen bir-iki yıl içerisinde dahi falsolar vermeye başladı. Kenan Evren çıktığı kimi yurt gezilerinde elinde bir bildiri, “memleketi bölmeye çalışan komünistlerden söz ediyordu. Her yok etme harekâtı yeni bir canlanmayı barındırıyordu içinde. Eylül Anaları da bu süreçte yaşanmış bir mücadele deneyimini aktarıyor bize. Anaların mücadelesi… Şili’de, Arjantin’de de ilk onlar kalkmamış mıydı ayağa “Çocuklarımızı istiyoruz” diye… Eylül Anaları Gorki’nin Ana’sının çağrışımlarıyla cezaevinde oğlunu ziyarete gidip gelirken, evinin dışına çıkan, dünyayla tanışan ve bu noktada seçimini yapan bir anayı anlatıyor bizlere. Devrimci bir gencin annesi, sistemle olan çelişkisinin (oğlunun tutuklanışı) belirdiği andan itibaren bunu çözmenin yollarını araştırır ve bu yolu devrimci bir örgütte yer alarak eyleme geçmekte bulur. Diyalektik bir gelişim süreci taşıyan temanın evrenselliği oyunun çekici yanı. Ancak bu temanın işlenişi ve olayların birbirini takip edişinde Ortaköy Halk Sahnesi oyuncuları çok belirgin tarihsel hatalar yapıyorlar her şeyden önce. Örnek mi? 12 Eylül sabahı devrimci genç radyodaki bildiriyi dinledikten sonra gayet soğukkanlı bir şeklide “bir düşünelim bakalım ne yapacağız?” diye düşünmekteyse (bu sol örgütlülüklere bir hakarettir ama neyse…) ve bu genç hakkında daha sonra idam kararı verilmişse, annesi ilk bir ay sonra oğlunu görebiliyor ve sohbet edebiliyorsa, sohbet sırasında devrimci genç annesine kendisini asamayacaklarını söylüyorsa (12 Eylül’den iki ay sonra 8 Kasım’da Necdet Adalı, 13 Aralık’ta Erdal Eren asıldılar.), cezaevi kapısındaki ana-babalar bir anda birlik oluyorlarsa (birliğin ne sancılı olduğu bilinmezmişçesine)…
Eğer tarihsel bir dönemi anlatıyorsak, her tür ayrıntıyı dikkate almak zorundayız. Cezaevi kapısında birlik olma süreci bırakın ‘81’i ancak 1984’e doğru yaşandı. Ancak bu yanlış anlatımlar asla bilgisizlikten kaynaklanmıyor. Kötü olan yanı da bu zaten. Nesnel gerçekliği göz ardı edip, onun yerine kendi görmek istediklerini koyan bir anlayışın hatası bu. Bir tarafta acı çektikleri için iyi, öbür tarafta acı çektirdikleri için kötü olan insanların yer aldığı idealist ve popülist düşünceye saplanıp kalmış yanlış, materyalizmden uzak bir anlayış bu. Ne gözü pek, yiğit devrimci, ne cahil ana, ne asi solcu damat, ne yolunu çizemeyen kız kardeş, ne olaylara seyirci baba toplumun genel profilini çizemiyorlar. Bu anlamda en olumlu çizilmiş tipin eski solcu demek olduğu söylenebilir.
Ne kız kardeşin, ne babanın bir kez olsun devrimci genci ziyarete gitmeyişlerine ne demeli? Onlar hiç merak etmiyorlar mı? Hadi kız kardeşi “eski solcu damadın etkisi altında” diye kurtardık. Peki baba? Sömürülenlerin ve sömürenlerin olduğu bir dünyada, her şey ak ve kara sonuç itibariyle. Ya ezilenlerin safındasın, ya ezenlerin. Ancak sanat ve sahnenin bunu anlatmak için farklı bir dil bulması gerekiyor. Devrimci oyun devrimcilerin rol kişisi olduğu, devrimci sözler söylenen, yumrukların sıkıldığı, sloganların atıldığı bir gösteri demek değildir. Hatta bu oyunların çoğunlukla devrimci olmadıkları bile iddia edilebilir. (Kişilerden bahsetmiyorum, oyun metninden ve seyredilen sahne eserinden söz ediyorum.)
Türkiye’de epik tiyatronun ilk örneklerini vermiş tiyatro adamlarından Vasıf Öngören, tiyatro sanatının devrimci özelliğine ve devrimin sahnedeki biçimine ilişkin olarak şunları söylüyor: “Devrimci bir yapıya sahip olmayan ‘Sahne’ ile en devrimci sınıfa seslenilse bile bunun kimi kuruluşların düzenledikleri defilelerden daha ayrı bir anlamı olacağını sanmıyorum. Giderek bu oyunlarda kimi devrimci konular ele alınsa bile. Sadece devrimci kararın verilmesi, devrimci bir tiyatro eyleminin doğmasına yetmez. Türkiye’de belli bir tarih döneminde toplum kanunları gereği, kısa yoldan Marksist dünya görüşüne ulaşan sahne kişileri, bu görüşün gereği (işçi sınıfı ideolojisinin) sahneyi kullanmak istedikleri eski sahneyi kullandıklarını fark etmeden, görüşlerini aktarabileceklerini sanmaktadırlar. Asıl işin, asıl gerekli olanın, ‘sahnenin’ gerektirdiği yapı değişikliğinin sağlanması olduğu, elbette bir süre sonra fark edilecektir. işte ancak bundan sonra tiyatronun burjuva karakterinin değiştirilmesi süreci başlayacaktır.”
Bizim Ortaköy Halk Sahnesi’ne getirmek istediğimiz eleştiriyi 1970 yılında Vasıf Öngören bir saptama olarak ortaya koyuyor. Politik tarihimizdeki kesintiler dolayısıyla bize ulaşmayan, gündelik acil sorunların belimizi büktüğü ve bizi birikimsiz bırakmaya ittiğinin bilincinde olarak kültürel tarihimizi bir kez daha gözden geçirmemiz gerekiyor. Pratik ancak teoriyle birlikte ileri gidebilir. Aksi takdirde her şeyi her an yeniden keşfederek, olduğumuz yerde saymak durumunda kalacağız.
Güney Afrika’da Türkiyeli işçilerin mücadelesi
Bizler Türkiye’den Güney Afrika’ya, ülkemizden on-binlerce kilometre uzaklıktaki bu ülkeye çalışmaya gelen işçileriz, işsizlik, ekonomik sıkıntılar vb nedeniyle hepimiz eşlerimizi, çocuklarımızı, tüm sevdiklerimizi bırakıp modern dünyanın yüzkarası faşist, ırkçı G. Afrika’ya çalışmaya geldik.
Burada da kapitalistler, kan emiciler Türkiye’deki sınıfdaşlarından farklı değillerdi. Bizleri en düşük fiyatlarla çalıştırdıkları yetmiyormuş gibi, hak ettiğimiz ücretleri bile vermiyorlardı. Daha önce yaptığımız sözleşmelerdeki kurallara dahi uymuyorlardı.
Her yerde ve her zaman olduğu gibi kan emicilerin en büyük yardımcıları işçi aristokratlarıydı. Daha en başta; bu ülkeye gitmeye çalışırken bu çanak yalayıcılar sahnedeydiler.
G. Afrika’ya işçi olarak gidebilmek için 1990 yılı Mart ayı başında önce bir sınava tabi tutulduk, İstanbul Küçükköy’deki sınava şantiyeci işçiler gruplar halinde geliyorlardı. Sınavı kazananlar ikinci bir engelle karşılaşıyorlardı, işçilerin umut kapısı kimilerinin kazanç kapısı olmuştu. Sınavı kazanan işçilerden 750 bin TL rüşvet isteniyordu. Bir hafta sonra G. Afrika’dan gelen sınav heyetiyle burada onları ağırlamaya çalışan, umut kapısını kendilerine kazanç kapısı yapan müşavir G. Gürgen, H. Kılınç ve A. Kırbıyık gözaltına alındı, dönen rüşvetlerden sonra serbest bırakıldılar. Ve sınav devam etti. Tabi sınavda da oyunlar oynandı. Sonuçta 300 işçi, çoğunluğu da 100 dolar rüşvet ödeyerek G. Afrika’ya gidebildi.”
Yasalara uygun olması için İş ve İşçi Bulma Kurumu ile ilişki sağlandı ve bir kontrat imzaladık. Ancak oraya gittiğimizde bu kontratın uygulanmadığını gördük. Hoşnutsuzluk gün geçtikçe arttı, direniş eğilimleri görülmeye başlandı. Ancak bu eğilim, bu istek işçi aristokratları tarafından bastırıldı. Bunlar altı ay boyunca başarılı oldular. Bu süre içerisinde 12 arkadaşımız işi bırakıp geri döndüler.
Kasım ayına gelindiğinde hoşnutsuzluk had safhaya ulaşmıştı. 23 Kasım’da direniş başladı. Talebimiz; gelirken imzaladığımız kontratın uygulanmasıydı, imzaladığımız kontrata göre hafta tatili ve bayramlarda çalışmadan normal ödemenin yapılması gerekirken ödeme yapılmıyor, yine fazla mesailer G. Afrika yasalarına göre ödenmesi gerekirken ödenmiyordu.
Kararlıydık. Biliyorduk ki; hak verilmez, alınır. Komitemiz işverenle masaya oturduğunda faşist TC’nin bize kazık attığını öğrendik. Bizim imzaladığınız kontrattan farklı bir kontratı işveren TC’nin Çalışma Bakanlığı ile imzalamıştı. Ve tam bir köle satış kontratıydı bu kontrat..
Bunu açığa çıkarmak için komitemizden iki arkadaşımız ve iki işveren temsilcisi Türkiye’ye Çalışma Bakanlığıyla görüşmeye geldiler. TC’nin Çalışma Bakanlığının görevlileri hiç utanmadan işçi temsilcilerinin önünde işveren temsilcilerine, “Bu işçiler cahildir. Gönderin bunları, size yüksek okul mezunu işçi gönderelim” dediler.
Ülkede işsizliğin, açlığın, yoksulluğun boyutları yüzlerce işçiyi hem de rüşvet vererek, yalvartarak G. Afrika yoluna çıkarmıştı. Doğruydu; işsiz, aç yüksek okul mezunları evlerinden binlerce kilometre uzaklıktaki bu ülkeye gitmeye hazırdı. Ancak işveren, direnen işçilerin kararlılığını unutmuyor ve “Ben sorun çözmeye geldim, adam istemeye değil” diyor.
Bu olaydan sonra, biz işçiler, pasaportunu taşıdığımız TC’nin bize, işçilere, emekçilere nasıl baktığını, bu devletin gözünde değerimizin ne olduğunu, bu devletin kimin hizmetinde ve kimin devleti olduğunu öğrenmiş olduk.
Kararlı direnişimiz sonunda diğer taleplerimizle birlikte saat ücretine % 12,5 zamla direnişimizi bitirdik.
Ocak ayma geldiğimizde sorunlarımız devam ediyordu. 5 Ocak 1991’de maaş bordrolarımızı aldığımızda aynı yanlışlıkların devam ettiğini gördük. Herkesin 30-40 saati eksik yazılmış. Bu defa hoşnutsuzluk daha fazlaydı. Herkes yeni bir direnişe hazır, herkes direnmekten bahsediyordu.
Ve 7 Ocak’ta yeni bir direniş başlıyor. Eylem kırıcılar tetikte. Ama bu defa direnişçiler ders vermeye de hazır. Herkes biliyor ki, “direnişi kıranın kafası kırılacak”. İşçiler oluşturdukları komite aracılığıyla taleplerini sıralıyorlar:
– Kasım ve Aralık maaşları farkları,
– Eksik saatlerin düzeltilmesi,
– Peşin olmak şartıyla transfer paralarının şirket tarafından karşılanması.
Kararlı tutum ve tüm tehditlerin boşa çıkarılması, eksiksiz katılım sonucu üç günlük direnişten sonra işveren talepleri kabul etmek zorunda kaldı, işçi komitesiyle işveren arasında yapılan görüşmelerden sonra taleplerin kabul edilmesi ve ödemenin fiilen başlaması sonucunda 10 Ocak’ta tekrar işbaşı yaptık.
Başından, ilk dalaverelerden sonuna kadar yaşadıklarımızı ve tek kurtuluşun dünyanın bütün kan emicilerine karşı biz ezilenlerin birleşik mücadelesi olduğunu öğrendiğimiz eylemlerimizi, hak söke söke alınır gerçeğini öğrendiğimiz eylemlerimizi anlattık.
Güney Afrika’dan Özgürlük Dünyası okuru bir işçi
PERDECİ – Mehmet Esatoğlu
Bir Oyun Taslağı
(91 Mayıs’ında şişko yönetmen gelecek sezona sergileyeceği bir oyun için ön-hazırlık çalışmasında. Oyuncuların bir kısmı provada yok. Perdeci ve birkaç oyuncu, oyun metni yerine yönetmenin birkaç sayfa karalamaları ile provadalar.)
“Stop” diye kesti provayı şişko yönetmen. “Çocuklar, farkındayım bunalıyorsunuz. Çalıştığımız alışılagelmiş bir biçim değil. Gelecek sezona -belki de- araya öyle olaylar girip çıkacak ki, itirafçılık üzerine sergilemeyi düşündüğüm bu oyunun ayrıntılarını yitireceğim. Bu yüzden hepimizin kafasında bir iz bırakabilmesi ve yaz aylarında üzerine düşünsel olarak yoğunlaşabilmemiz için bu ön çalışmayı bir süre yapmamızın yararı olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarımın dışında kafamda oluşum halindeki bazı sahneleri, bağlantıyı kurabilmeniz için size anlatacağım.”
“Az önce oynadığın bölümü iyice anlatabildim mi?” Siyasi mahkûm rolünü oynayan oyuncu sahne kenarına geldi. “Anladım, ama anlamak aktarmak için yeterli değil. Anlayabildiklerimi aktarırken, olaylar yeniden kafamda uçuşmaya başlıyor. Yeniden düşünüyorum ayrıntıları..” Şişko yönetmen, “evet, ayrıntılar… Bir ürünü üretme sürecinde gözden sıkça kaçırdığımız ayrıntılar. ‘Ayrıntılara dalmayalım’ denir, oysaki ayrıntılar özün parçalarını saklar bağrında. Ayrıntının, özün bütünü sanılması ise felaketin ta kendisidir. Biz -dikkat ettiyseniz- olayın başında önce olayın bütününü saptadık. Bütünden yola çıkarak ayrıntılara gidiyoruz. Ayrıntılardan yeniden bütüne döneceğiz. Dünya görüşünün üretirken uygulanışı başka nasıl olabilir? Neyse, nerede kalmıştık, koğuş ortasında yalnızlığın içindeki adam.”
Siyasi mahkûm – Neredeyim, parmaklığın hangi boyutunda. Parmaklık yalnızca önümde mi, ardımda mı? Yoksa her bir yanımda mı? Boğuluyorum. Bir soluk yok mu? Cama çarpıp dönen sinekten farkım ne?
Şişko yönetmen, “şimdi bu sahneden bir önce adamın nasıl algıladığına ilişkin bir bölüm olacak.” Perdeci, -notlarını karıştırarak-, “darbe ve ardından yaprak kımıldamıyor tespitlerini yaptığı yer mi?” Şişko yönetmen, “evet, darbe onun için her şeyin bittiği nokta. Aslında, birkaç sahne sonra devrimi kavrayışında da benzer bir görüşü olduğunu fark edeceğiz. Soluğunu bir ömre yayılan sınıf mücadelesine göre ayarlamak…” “Buradan adamın içine yayılan yalnızlık duygusuna geçeceğiz. Şöyle düşünüyorum, bir yanda o yalnızlık edebiyatı yaparken, öte yanda darbe sonrası karşı devrim, güçlerini yeniden örgütlüyor. Bu iki sahne paralel yürüyecek. Şimdi bir başka bölüme geçelim. İtirafçılık ya da ihanet”
Siyasi mahkûm – Çekilen sürgüler… Çarpan demir kapılar… Avluda uzayan taş duvar… Buraya nasıl geldim? Gençlik yıllarım nasıl gitti? Sürekli tabut taşıdım. Aşık olamadım. Bu ses ne? Beni çağıran kim?
Ses- İhanetin çağrısına gel. İhanet ya da itiraf. Bu kör bataklıkta sana bir seçenek: bilinememişleri, bulunamamışları ele ver. Şu delikten dışarı uç. Dışarıda cennet de var, cehennem de. Bu kez cenneti seç.
Siyasi mahkum- İhanet ve cennet. Gençtim, bir gün Büyükada’da geziniyordum. Orayı cennet sanıyordum. Faytonla giderken arabacıya, “Adalar cennet mi” diye sordum. Arabacı, yüzüme tuhaf bir bakışla “buralar bir beygir cehennemidir” dedi. İşte yol ayrımı. Bir adım öne çıkarsam, kolumu kaldırırsam. Peki ya bu etrafımdaki gözler. Şimdi bir hamlede kapıya varmalı. Açın… Kapıyı açın… Yüzbaşıya gitmek istiyorum.
Sesler- Kop… Kop… Kop…
Şişko yönetmen, “Hayır… Yanlış oynuyorsunuz. Kopmak, birleşmenin, birliğin coşkusunun tam reddi biçiminde oynanmalı. Bundan sonraki sahne, zıtlıklar üzerinde yürüyecek. Örneğin, arkadaşlarıyla birlikte her sabah erken uyanırken sabahlan bitmeyen bir uyku. Geçmişe bitmez bir öfke. Gittikçe koyulaşan bir yalnızlık duygusu.”
Dramaturg, “yalnız, oyunda kızdığı kişiler sütten çıkmış ak kaşık değil. Yapılmış ağır hatalar var.” Şişko yönetmen, “ağır hatalara karşı yalnızlığı seçmenin nasıl bir seçenek olduğunu tartışmak istiyor bu sahne. Bütün tanışmanın temelinde dünyanın nasıl değişeceği sorunu olduğunu unutmayalım. Şimdi kendinden önce yalnızlığı ve sözüm ona cenneti seçmiş biriyle hesaplaştığı sahneye geldim”
Siyasi mahkûm – İşte orada.- Cennete giden bencil çıkarın buzlu sularımla-. Hey, ellerindeki bu san lekeler de ne? Sen patron değil misin? Senin için demir, telefonda konuştuğun beş harften ibaret bir kavram değil mi? Yoksa kazık yememek için ille de elini bulaştırmak zorunda mısın? İyice ovuştur ellerini. Neden silahı aldın? Neden çıktın o dağlara? Neden çağırdın bunca insanı? Neden dağın en doruğunda ‘en güzel dünya için’ diye haykırdın? Bırak kontak anahtarını, kaçamazsın ölülerden.
Demir tüccarı – Kimseyi çağırmadım ben.
Siyasi mahkûm – Dur! O güneşli Mayıs günü, Üsküdar’da mezarlıkta ben de vardım. Eski arkadaşının mezarı başında ant içip haykırdığın gün. Hatırladın mı, kapıdan çıkarken kurşunlar yağdı üzerimize. Gitme, kardelenler yanıt bekliyor. Toprak o dağda tükürüğünü bile saklıyor. Toprağın yüzüne bakabilecek misin? Bu delikten çıkınca, aynı sorular bana da sorulacak mı? Çıkış deliğine doğru yürümek, bütün erdemleri ezerek çıkışa varmak. Deliğin tam i ucunda bütün bilgileri önlerine sunmak. Çıkmak. Bir bağırsaktan boşanırcasına çıkmak. Dışarı çıkmak ya da lağıma düşmek. Lağımın ıslaklığında dağılmak, bir bok gibi. Dağılmak ve yeni bir biçim almak.
Yüzüm… Yüzümü istemiyorum. Bu yüzü, kimliğimi istemiyorum. Her sabah aynaya baktığımda hesap soran gözlerim
İşte ihanetin -itirafın- belgeleri. Yeni bir yüz. Şurada iki çizgi, kaşlar şöyle, burun şöyle, dudak böyle. Peki bakışlarım. Soğuk bir gecekonduda sabahladığım arkadaşım tanıyabilir bakışlarımı.
İşte ihanetin belgeleri. Kendimi kenara onları onaya sürerek anlattım. O gece ‘hadi yapalım’ diyen bendim. Belgede ben yapmayalımcılardanım. Mahkemede titriyorum. Birlikle aynı gecekonduda uyuduğum arkadaşımı gösteriyor işaret parmağım.
Gözler korosu boğuyor beni.. Kan çanağı. Kinle bakan gözler ve ‘O’nun gözleri. Bir dönemin finalini işaretliyorum sanki parmağımla. Ben değil, O.
‘O’nu itiyorum karanlığa. Düşmüyor uçurumun dibine. Tutunuyor kenara. Tutunduğu parmaklarını çiğniyorum. Kanamıyor parmakları, ağlamıyor. Ben acımasızım, ayaklarım utanıyor. Suçluyorum, suçladıkça coşuyorum. Her suçlama beni biraz daha deliğin ağzına itiyor. Sövüyorum, gelmişinden çok geçmişine. Bir an duraksıyorum. Kendimi kardeşine ‘orospu çocuğu’ diyen adamın yerine koyuyorum.
Şişko yönetmen, “bir dakika”. Bu son bölüm, benim notlarımda yok. Onları doğaçtan söyledin. Not alalım.” Oyuncu, “oynarken bazen sözcükler yetmiyor. Ekler gerektiriyor. Oyun mu zorluyor yoksa kotaramadığım kimi oyunların yerini sözcüklerle mi dolduruyorum. Belki de gelişen oyun metni zorluyor. Sen ne diyorsun?” Şişko yönetmen, “bence aslolan oyundur. Bütün eklemeler ve çıkarmalar oyuna katkıda bulunuyorsa mubahtır. Anlatım aşkına bin sözcük de eklenebilir, bin sözcük de çıkarılabilir.” Perdeci, “evet, şanlı geçmişimizde Max Frisch’in oyununun ikinci perdesinin makaslanması gibi şanlı örnekler de var.” Şişko yönetmen, “evet, ben ‘metin bekâreti’ gibi kavramlara inanmıyorum. Yazarın emeğine bin saygı, ama tiyatro masa başında yazılıp biten bir olay değil. Ben oyunu oluştururken özgür bırakıyorum kendimi, oynarken de. (Anlamlı oyuncu gülüşmeleri) Evet, bu yaratıcılık güzel ama sonu yok. Denetlenmeli diyorsunuz. (Büyük kahkaha) Evet, şimdi delikten çıkış sahnesini alalım.”
Siyasi mahkûm- Offf… İşte hava. Havayı bütün gövdemle kucaklamak. Hava dalgalarla göğsüme çarpmalı… Yeniden… Yeniden… Rüzgar bana doğru neden esmiyor? Ay sırtını dönüyor. Yıldızlar göz kırpar.
Doğada mı küs bana?
Bir dakika bakar mısın… izah… ihanetin izahı olur mu? Sattım dostlarımı çıktım. Bir can pazarıydı. O hesap kapandı mı? Dönmeyin ağaçlar sırtınızı bana. Bir kez yaptım bunu. Bir daha yokum. Bırakın yakamı. Haydi yel, uçur beni. Kentin bir köşesinde sakla. Ufff, sırtımda gözler var. Sırtım yanıyor. Sırtından vurdum onları. Sırtım şimdi güvencesiz. (Yüzbaşı girer)
Yüzbaşı-Güven bize. Güvencen artık biziz. Güvenceyi veren tanrıdan sonra devlet. Tanrı yalan söylemez. Ya devlet. Bu tereddüdün ne? Kokuşmuş diye suçladığın bir güce tapınacaksın. Tükürülen yalanır mı?
Siyasi mahkûm- Evet, öğreniyorum kurallarını cennetinizin. Çıkarın varsa yalarsın gerekirse her bir şeyi. Yüzüm beni tedirgin ediyor. Bu yüz beni hep geçmişe götürüyor. Bıyığım vardı bir zamanlar, çoktan kazıdım. Var gibi duruyor. Eskiden konuşurken kahvenin camında görürdüm bıyıklarımı belli belirsiz. Yeni kimlik… Yeni adres… Yeni bir yüz.
Yüzbaşı – Güvence verildi, kaygılanma.
Şişko Yönetmen, “şimdi, bütün bu ön oyun, izleyiciyi itirafçının af haberini duyduğu akşama hazırlayacak. Not al. Sahnede basit bir ev dekoru. Odada bütün bu oyunundaki gerginlikten uzak rahat bir adam. Odaya giriyor. Elinde gazete. Televizyonu açıyor. Teypten efekt, not al, haberler, giriş müziği. Hala ayaktasın. Oturacakken duydun af haberini. Belki önce özetlerde. İnanamadın kulaklarına. Hah, öyle yarım otur. Dinledikçe yüzün bir işkencecinin yüzüne dönüşmeli.”
Perdeci, “düşünsene, onca ihanetten sonra bir af haberi. Daha üç yıl bile dolmadan.”
Siyasi mahkûm – Yarın sabah kapıma dayanırlarsa, işe bak. Her şey bitmiş ve yenilmişti. Namluların ve demirlerin ardından ebediyen çıkamayacaklardı. Bunun böyle olacağını tahmin etmiştim zaten.
Yeni çıkmıştım. Dolanıyordum, sokaklarda. Yalnızca yol ayrımına geldiğim insanlar değil, herkese her şeye nefretle bakıyordum. Bana göre herkes uyuyordu. Tersane yakınında arkamda ayak sesleri duydum. Binlerce insan geliyordu karşıdan. Üstüme doğru.
Beni linç mi etmeye geliyorlardı. ‘Ekmek’ diye bağırtılarını uzaktan ‘dönek’ diye algıladım. Kaçamamış, basiretim bağlanmış öylece dururken yanımdan geçip gittiler. Tersi yöne hızla yürürken, polis araçları geçti yanımdan. Kendimi bir pire kadar önemsiz hissettim. İşlediğim büyük bir suç mu? Sınıf mücadelesinde yeri ne? Benim gibi kendini kurtaran niceleri var. İhanetim kendime küçük görünse de korkum dağlar gibi. Yüzüm hala değişmedi. Şu karşı duvara sürtsem ne alın ne burun ne dudak. Yüzüm bir duvar gibi olmalı. Siyah bir gözlük gözlerimi gizleyebilir mi?
Şişko yönetmen, “evet, o yastıkların arasına başını sokuşun güzel. Şimdi kapı zili… Tekrar… Tekrar…” Siyasi mahkûm – Kim o?
Kadın- Benim.
Siyasi mahkum – Af çıkıyormuş.
Kadın – Çıkıyor. Ama onlar çıkamıyor… Aynı suçtan soldaki yatacak, sağdaki çıkacak
Siyasi mahkum – Yani?
Kadın – O da yatacak… Hala solda olduğuna göre.
Siyasi mahkum – Demek af derken antenler yalan söylüyor… Ses yalan söylüyor. Söz yalan söylüyor. Ve ben artık buna seviniyorum.
Kadın – Çok sevinme. Bundan on bir yıl önce boğuştuğun faşist artık serbest. Bir gün senin yapayalnız olduğunu öğrenebilir.
GÜLTEPELİLER “BAHARA MERHABA” DEDİ
Bu yıl ikincisi düzenlenen Amatör Tiyatrolar Çevresi Bahara Merhaba Şenliği 29 Nisanda Gültepe’de başladı. Şenliğin açılışında bir konuşma yapan ATÇ temsilcisi, “Şenliği kitlelerle Amatör tiyatrocuların bir buluşması” olarak niteledi. Bahara Merhaba Şenliği’nin ’80 sonrası ortalığı saran festival adı altındaki yoz gösterilere bir alternatif olması gerektiğini vurguladı. ATÇ temsilcisi, Amatör tiyatroların 1991’de Türkiye’de Edirne’den Viranşehir’e olan birlikteliğini uluslararası düzeye yaymak istediğini, bu nedenle ellerindeki tüm olanakları kullanarak Norveç’te yapılacak Dünya Amatörleri 20. Kongresi’ne katılmaya çalışacaklarını açıkladı.
Bu konuşmadan sonra Kâğıthane Belediye Tiyatrosu, Haşmet Zeybek’in “Düğün ya da Davul” adlı oyununu sergiledi. Kangal Köyleri Kültür ve Yardımlaşma Demeği “Bizim Diyar”, Trakya Tıp Sahnesi “Socrates Savunuyor”, ESEK “Tükürür Kaçarım”, Cengizhan Lisesi “Don Canele’ye Zeytin Yok”, Ortaköy Halk Sahnesi “Eylül Anaları”, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi “Woyzck”, İstanbul Lisesi Oyuncuları “Batak”, Liseli Çağdaş Oyuncular “Haneler”, Veteriner Fakültesi “Sözünüzü”, Çağdaş Oyuncular “Şarkılarımız Ölmesin” ve “Faşizmin Korku ve Sefaleti”, Anadolu Basamak “Durmuşu Durduran Kim”, Sarıyer Halk Eğitim Merkezi “ölümsüzler”, Marmara Üniversitesi iktisadi Bilimler Fakültesi “Büyük Romülüs”, İstanbul Sahnesi “Ekmek Kime Pişecek”, Bursa Ekim Tiyatrosu “Memleketimden Potpori”yi sahnelediler. Şenlikte ayrıca 20. Kongre’ye doğru Amatör Tiyatroların durumu başlığı altında bir de panel gerçekleştirildi.
İstanbul Sahnesi, Çağdaş Oyuncular, Kangal Köyleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Tiyatro Kolu, İstanbul Teknik üniversitesi Tiyatro Topluluğu, Ortaköy Halk Sahnesi ve Sarıyer Halk Eğitim Merkezi Tiyatro Kolu’nun temsilcilerinin katıldığı panel Kâğıthane Belediyesi Gültepe Tiyatro Salonunda gerçekleştirildi. Panelde devletin geniş yığınlara kültürel bir canlanmayı yaratmadığı gibi, böyle bir hedefe yönelmediği öne sürüldü. İstanbul Sahnesi adına ilk sözü alan Mehmet Esatoğlu amatör tiyatronun anlamı ve işlevi üzerine şunları söyledi:
“Biz amatörlüğü bilinçli bir biçimde bir dünya görüşünün ışığında seçtik. Amatörlüğü, yaşadığımız sistemin kültürü bir meta haline getirişine bir tepki olarak, bunu ticari platformun dışında öncelikle topluluğun kendi dünya görüşünü açıkça ifade edebileceği, kendi estetik biçimini kurabileceği bir ortamı varolan koşulların sınırlanmasını aşmak üzere seçtik.”
Panele Çağdaş Oyuncuların temsilcisi olarak katılan Nesrin Ulu ise kendilerinin dünyayı sadece seyretmek ve yorumlamak amacıyla değil değiştirmek ve dönüştürmek perspektifiyle hareket ettiklerini söyledi. Türkiye’de her on yılda bir amatörlüğün geçmişinden koptuğunu öne süren Ulu, şöyle devam etti: “Bu nedenle de biz, amatörlerin geçmişte yaşadığı sorunları tekrar yaşıyoruz. Bizden önce amatör sanat, amatör tiyatro yapılmamış mıydı? Bunların izini bulmak bile güç. ATÇ kesintiler karşısında üretilenleri geleceğe aktarmanın sorumluluğunu da taşıyor şimdiden.” Sanatın özgünlüğe muhtaç olduğunu dile getiren Nesrin Ulu, ATÇ’nin katı ilkelerle yaklaşmaması ve gruplara kendilerini ifade hakkının mutlaka tanınması gerektiğini savundu.
Ortaköy Halk Sahnesi adına konuşan Ethem Elma ise Amatör Tiyatro Çevresinin bugünkü yapışım çok dar ve şekilsiz bulduklarını, onu aşmak, daha işlevsel hale getirmek için merkezi bir birlik konusunda adımlar atılması gerektiğini öne sürdü. Kangal Köyleri Kültür ve Yardımlaşma Demeği temsilcisi Orhan Kazbek de geçmişte bu tarz toplantıların ağlama, yakınma toplantıları biçiminde seyrettiğini, bugünse amatörlerin çok daha ileri bir konumda olduklarım dile getirdi. Sarıyer Halk Eğitim Merkezi Tiyatro Kolu adına konuşan Benan Betik öncelikle somut alanda ortak işler yapmak gerektiğini, günler ve haftalar boyu ilke tartışmanın tek başına yararlı olmadığını öne sürdü. Betik şöyle devam etti: “Herkes ürünlerini ortaya koysun. Kendi aramızda iletişim ve organizasyonu sağlayalım. Daha sonra oturup bir üst aşamada değerlendirelim, Amatör tiyatroların birliğini nasıl sağlayacağız diye. ATÇ’nin bu şenliği amatör tiyatrolar için çok faydalı pratik bir eylem. Topluluklar bu sayede birbirlerini tanıyorlar. Bir diyalog olmalı ki önce birlikten söz edebilelim. Pratik alanda iş yapıldığı sürece bu birlik yürür.”
Daha sonra söz alan İTÜ Tiyatro Topluluğu üyesi Yusuf Şimşek ise yeni bir topluluk oldukları, ancak tiyatro yapmak için kurumsallaşmanın şart olduğunu ve bu noktada yoğunlaştıklarını söyledi.
Öte yandan İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezinde, 24 Mayıs’ta “Üniversite tiyatrosu” üzerine bir söyleşi yapıldı. Söyleşiye katılan İstanbul Teknik Üniversitesi-Kabare-Teknik, Öğrenci Kültür Merkezi Tiyatro Kolu. İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi Tiyatro Kulübü ve İstanbul Öğrenci Dernekleri Federasyonu temsilcileri üniversitede eğitimin, üniversite yapısının özgürleşmesi ve demokratikleşmesinin bir parçası olarak kültürel etkinliklerin mutlak gerekliliğine dikkat çektiler. Söyleşide “Üniversiteler bizimdir” anlayışının bir uzantısı olarak, bir yıl önce açılmış bulunan Öğrenci Kültür Merkezinin olanaklarından yararlanılması ve değerlendirilmesi, bunun biçimlerinin neler olacağı tartışıldı.
Haziran 1991