Saddam yönetiminde Irak, emperyalistler ve uşaklarının koalisyonu karşısında olanaklı olabilecek en sert direnişi gösterdi. Kuveyt işgali sonrasında başta ABD olmak üzere emperyalistler ve uşaklarının tehditlerle sınırlı kalmayıp büyük askeri yığınakları içeren savaş hazırlıklarıyla geliştirdikleri saldırgan tutum ve politikalar karşısında Saddam ve Irak gerilemedi. Hatta Kuveyt’in bir bölümünü elinde tutabileceği ve belki de bir miktar “savaş ganimeti” tazminat elde edebileceği (sırasıyla Arap ve Fransız kaynaklı) uzlaşma ve “barış” girişimlerine sıcak bakmadı, politikasında esnekliğe yönelmedi. Kuveyt’i, 19. Irak ili ilan etmişti, gerilemedi. Sorunu, varlık-yokluk sorunu haline soktu. Kuşkusuz özellikle ABD emperyalizminin yaklaşımının da Kuveyt sorununun çözümünden daha ileri hedeflere, kendisinin devrilmesine ve Ortadoğu’da yeni bir “düzen” kurulmasına yöneldiğini görmekteydi. Yazdı BM belgeleri bir yana ABD bu amacım çeşitli defalar açıklamıştı ve Saddam gerilese de gerilemese de Amerikan politikası ve durum değişmeyecekti. Saddam direninde ABD ve ortakları saldıracak, gerilese durmayacaklardı. Saddam, sorunun kendi varlığı sorunu olarak şekillenmesini kabullendi, çeşitli “barış” girişimleri dolayısıyla ustaca manevralarla uzlaşmalar aramaktan da kaçındı -bu tutumun aleyhine sonuçlara yol açacağını düşünmüş olmalı-, kendi gücünü abartarak direnme yolunu tuttu.
Saddam’ın bazı değerlendirme hataları yaptığı düşünülebilir. Örneğin Sovyet kartım abartılı bir şekilde yanlış değerlendirdiğini tahmin etmek yanlış olmayacaktır. Sovyetler ve Gorbaçov, kendisinden en azından siyasal destek uman Saddam ve Irak için, kara savaşının hemen öncesinde sahte “barış planı” sunma dışında parmağını kımıldatmadı, üstelik kımıldatacak mecali yoktu. Hatta tersine, Sovyetler “BM miğferi altında Irak’a müdahaleye katılma”ya bile eğilim gösterdi, bunu Şevardnadze’nin ağzından açıkladı.
Kuveyt işgaline kadar ABD ile yakın bağlara sahip olan ve söylentilere göre Rumeyla bölgesiyle sınırlı olarak ilhak için ondan yeşil ışık alan Saddam, ABD ile ilişkisinde “geri dönülmez nokta”ya varılmadan sorunun bir şekilde çözümlenebileceği düşüncesiyle de davranmış olabilir. Eninde sonunda onun çıkarlarıyla bağdaşabilecek Irak yönetimindeki bir Kuveyt’in emrivaki yoluyla ABD’ye dayatılmasına yöneldiğini düşünmek de mümkündür. Saddam’ın, çıkarları arasında paralellik bulunan ABD’nin bunca sert tepkisini ve Irak yönetiminde bir Kuveyt’i bölgeye ilişkin Amerikan planında hiç yer olmayışını kestirememesi ise olasıdır.
Ayrıca Saddam, hemen Kuveyt işgali öncesine kadar oldukça sıcak ilişkiler içinde olduğu, başta önemli bir silah kaynağı olan Fransa olmak üzere Almanya, Japonya gibi ülkelerin olası politika ve yaklaşımlarını tahminde de başarısız olduğu varsayılabilir. Saddam’ın bütünlükten uzak büyük emperyalist devletlerin Kuveyt’e ilişkin emrivakisi karşısında da bir araya gelemeyeceklerini ve bu ortamda kendisi için elverişli manevra alanları edinebileceğini düşündüğü ileri sürülebilir.
Aksi yaklaşımlar, kısacası, Saddam’ın hemen tüm emperyalistlerin aktif ya da pasif olarak tüm bir uşaklar güruhuyla birlikte karşısında yer tutacaklarım ve başta ABD olmak üzere sert bir karşılığa ve “cezalandırma”ya yöneleceklerini bile bile, bilinen politikasını uygulamaya koyduğunu düşünmek pek olası değildir. Saddam’ın, altından kalkması, kendini ve gücünü ne denli abartırsa abartsın, imkânsız olan böyle bir politik maceraya atılmayı düşünmeye bile cesaret edebilmesi pek mümkün görünmüyor. Saddam’ın başta ABD olmak üzere özellikle büyük emperyalist devletlerin izleyecekleri politikalara ilişkin şurada ya da burada hesap hataları yapmış olması büyük ihtimaldir.
Dikkat edilirse, sürekli şartlı konuşuyoruz. Bunun doğru olduğu düşüncesindeyiz; çünkü savaş öncesi Irak’taki rejimin durumunu hesaba katmak gerekiyor. İran’la 8 yıllık savaştan elinde bir miktar İran toprağı kalarak, zafer propagandası için görece elverişli bir zeminle çıkan Irak’ta, Baas Partisi, 5 kişilik Devrim Komuta Konseyi ve onun kahraman ilan edilmiş başkam Saddam mutlak iktidarı ellerinde tutuyorlardı. Rejim Devrim Komite Konseyi ve Saddam’a en küçük bir muhalefet yürütmüş olanların, örneğin Kuveyt işgaline karşı tutumlar gösteren bazı generallerin kanlan üzerinde ayakta duruyordu. “Kahraman Saddam”ın her yumurtladığı keramet var sayılıyor, böyle propaganda ediliyordu. Saddam’ın kendisinin de bir büyüklük kompleksine (megalomani’ye) kapılmış olması, “bizim” Evren Paşa örneği hatırlanırsa çok doğaldır. Her şeyi bilen yanılmaz uzmanlık inanışları, deha pırıltılarından yoksun her sıradan yöneticinin ve hele diktatörün onmaz hastalığıdır. Saddam da fazlasıyla bu hastalıktan muzdaripti ve hele 2 Ağustos sonrası tüm dünya basın yayın organları kendisinden söz etmeye başladığında bu hastalığının ilerlediğini düşünmek yanlış olmayacaktır.
Irak’ın politikalarına ilişkin değerlendirmelerde kişilerin ve dar grupların özellik, zaaf ve birikimlerinin göz önünde bulundurulması bu nedenle zorunludur. Bunun, kişilerin temsil ettikleri sınıfların genel özellikleri görmezden gelmeye kadar vardırılmaması gerekiyor; ancak, kişilerin önemli bir rol oynadıkları yönetim biçimlerinde kişilik özelliklerinin önemli görülmesi de doğrudur. “Tek adam”ların, diktatörlerin, sonradan, temsil ettikleri sınıfların çıkarlarıyla uyumlanmak üzere düzeltseler ya da belirli bir süreç içinde kendiliğinden düzelse de, “kahramanlık” kültüyle beslenmiş, aslında sıradan olan kişisel özelliklerinin gelişmeler üzerinde belirli bir etkide bulunduğu “tek adam”ların doğrudan çok yanlış düşünme yürütmelerin sahibi olageldikleri bilinen bir şeydir. Tarih, “sabah kalktıklarında” orijinal fikirler ortaya alan birçok “tek adam”a tanıklık etmiştir. “Çöl tilkisi” olarak ünlenen, askeri dehalardan olan Mareşal Rommel’e olur olmaz emirler veren Hitler gibi, aslında tek iyi bildikleri tuvalet ve mutfak denetlemek olan ama yine de levazım yolsuzluklarını yakalayamayan bizim apoletli “tek adam”larımız gibi, “her şeyi en iyi bilen”, kerametleri üzerine laf edilemez, bilgiçlik ve “kahramanlıkları”na inanmış kişiler ve kendileri başlarında olmak üzere örgütledikleri dar gruplar, temsil ettikleri sınıflar açısından da yanlış olan saptama ve tutumlarla, ortaya çıkan ama elde etmeyi tasarladıklarıyla ilgisiz ve olumsuz sonuçlara önemli ölçüde katkıda bulunmuşlardır.
Şartlı konuşmamızın nedeni bu. Saddam’ın, özellikle propagandif olan konuşmalarına ve tutumlarına bakarak Irak’ın politikalarını tümüyle çözümleyebilmek olanaklı değil. (Saddam’ın geliştirdiği fikir ve yaptığı saptamaların Irak politikalarını büyük ölçüde belirlediği ortadadır; ancak Saddam ve düşündükleri üzerine spekülasyonla bir sonuca varılamaz.) Ama bu durumun kendisinin Irak yenilgisinde temel bir etken olduğu kesin. Yalnızca Saddam’ın kişisel katkısının büyük olduğu yanlış ve hatalı başlangıçları, Irak burjuvazisinin çıkarlarına uygun olarak düzeltmek için yeterli zamandan yoksunluğun (savaş ortamında zaman çok hızlı akmaya başlar ve karşılıklı olarak yanlışlardan yararlanma büyük önem kazanır) zorlaştırdığı koşullar nedeniyle değil kuşkusuz. Bunun bir rolü olmuştur, ancak daha da önemlisi, geliştirilen fikir ve politikaların halktan kopukluğu, halka mal edilmemişliği, halkın bu politikalar doğrultusunda seferber edilmesinin zemininin olağanüstü darlığı, bu zeminin gerçekte hemen hiç olmayışıdır. Saddam, Komuta Konseyi ve BAAS diktatörlüğü, Irak halkının, Amerikan ve emperyalizm aleyhtarı politikalar yürütmek üzere ulusal ve halkçı nitelikte organ ve örgütlerde örgütlenmelerinin önünü açmamıştır. Bu, kuşkusuz onların sınıf nitelik ve çıkarlarına uygun değildi. Saddam’ın yaptığı, özellikle Amerikan dayatmaları sonrası genel bir anti-Amerikan propaganda, Filistin’le dayanışma ve halkın İslami eğilimini istismara yönelik ajitasyondur. O, bu propaganda ve ajitasyonun oluşturulmayı hedeflediği Irak halkının seferberliğinin gerçek olmayan zemininde geniş ve güçlü emperyalist ve uşaklar koalisyonuna karşı koyacak güçler yaratmaya girişmiştir. Irak yenilgisinin temel nedeni buradadır. Yoksa koşullar ne denli zor olursa olsun ve hatta hesap hataları da yapılmış olsa bile, Irak halkı ani çöküntüden kaçınabilirdi.
Marksistler, Saddam’ı ve Saddam politikalarını desteklemedi, ancak emperyalistlerin Irak ve Ortadoğu halklarına yönelik saldırısına karşı oldular, halkların emperyalistler ve ortaklarına yönelik her karşı çıkışlarını, gösterilerini, direnişlerini yürekten desteklediler. Emperyalizmin saldırısına karşı çıkmanın tartışılabilir bir yönü yoktu ve savaş, gelişmesi için de, halkların ortaya koymakta oldukları anti-emperyalist tutumlarının var edebileceği gerçek bir anti-emperyalist zemine oturabilirdi. Ancak, olmadı, bu, başarılamadı.
Saddam ve diktatörlüğüne gelince, o, istemiş olsun ya da olmasın, savaş kaçınılmazlaştıkça, geri adım atmayı da reddederek çatışmayı kabullendi. Teslimiyet anlamına gelmeyen bir uzlaşmayı ABD kabul etmeyeceğini açıklamaktaydı. Teslim olacak bir Saddam için ise iktidarım sürdürmek hemen hemen olanaksızlaşacaktı. Bu noktada Saddam’ın can havliyle emperyalistleri bile şaşırtan bir direniş gösterdiği söylenmelidir. O üstün teknoloji ve geliştirilmiş silahlara rağmen, “iki gün sürer” denen Irak direnişi devam ettikçe etti. Saddam ve komutanlarının iyi askerler oldukları da söylenmeli. Güzel savaş hilelerine başvurdular, güçlerini sakınarak ve tasarruflu kullandılar, bir-iki taktik karşı saldırıya giriştiler, hava akınları karşısında büyük askeri zayiatlar vermediler. Geliştirdikleri Scud füzeleriyle Patriot’ların barajlarını aştılar. Askeri açıdan bir savaşa oldukça iyi hazırlandıkları görülüyordu. Ama Saddam halkı unutmuş, ona ve gücüne değer vermemişti.
Kaçınılmazlaşan savaşı kabullenen Saddam savaşı kendi lehine çevirecek açılımlar da yaptı. Birincisi, Irak ve Ortadoğu halklarını yedeklemesine olanak sağlayacak koşullan oluşturmaya yöneldi. Stratejisini bir yönüyle İsrail’i savaşa çekme üzerine kurmuştu. Bu, ABD peşindeki Arap koalisyonunu dağıtacak ve genel olarak Arap halklarını Saddam’ın yanma çekecek bir girişimdi. Akıllıcaydı, ama ABD, İsrail’i yatıştırarak savaşmamaya ikna etti. İkinci olarak, Saddam, Vietnam örneğini izleyerek, mümkün olduğunca dayanmayı ve özellikle kara savaşında ABD ve diğer emperyalist ülkelere verdireceği kayıplarla bu ülkelerde gelişecek muhalefete oynadı. Saddam’ın bu stratejik yönelimi başarılı olmadı, çünkü Saddam bu denli bir direniş örgütleyemedi. Hava akınlarının ardından girişilen kara harekâtı, bu kez Irak’ı iki günde çökertti. Saddam kayıtsız şartsız ateşkes istedi.
Gerici, burjuva uzmanlar, Saddam’ın hatalarını, birliklerini yerleştirmesinde, örneğin Kuveyt cephesine büyük yığınak yaparken Irak’ın batısını boş bırakmasında, Bağdat’a giden vadileri tutmamasında vb. görüyor ya da Patriot, Apaçhe, B-52 vb. silahlarının ve genel olarak ABD’nin teknolojik üstünlüğünü kabul etmemesinde buluyorlar. Bu değerlendirmeler kuşkusuz doğru değildir. Vietnam deneyi ortadadır. Silah teknolojisi açısından o zaman da ABD ile Vietnam arasında bugün Irak ile olandan daha az bir fark yoktu. Ama Amerikan emperyalistleri orada kısa dönemde zafer kazanmak bir yana yıllar sonra yenilgiyi kabullenmek durumunda kaldılar.
Amerikalıların Irak’ta yeni bir Vietnam batağına saplanacağı iddiasını Saddam da ileri sürdü. Hatta bazı ABD’li uzmanlarda da bu korku vardı. Bu iddia ve korkular gerçek çıkmadı.
Irak Vietnam’dan farklıydı. Silah ve teçhizat açısından güç farkında değildi farklılık. Silahı kullanan insanlar ve örgütlenmeler farklıydı. İnsanların Vietnam ya da Irak «ulusundan olmaları önemli değil kuşkusuz. Ama sahip oldukları bilinç ve örgütlenmelerinin niteliği iki olguyu farklılaştıran ayırt edici etkendi. Vietnamlılar bir ulusal kurtuluş savaşı veriyorlardı, başlarında bu savaşı örgütleyip yönlendiren ulusun ve halkın inisiyatifinin önünü açan ve halkına dayanan bir parti vardı. Vietnamlılar siyasal bir cephe örgütünün yanında, savaşlarını, askeri olarak, saflarında, düzenli birlikler, gerilla müfrezeleri ve milisler olarak örgütlendikleri halk ordusuna dayanarak yürütüyorlardı. Ya Irak ve Saddam?
Saddam kendini ulusal birlik peşinde gösterdi. Ama yalnızca gösterdi. Öyle miydi? Bizim her türden gericiliğin gönüllü destekçisi, reformcu aydınlıkçılarımıza göre öyleydi. “Irak Arapların Prusya’sıydı”, “Saddam Arap ulusal birliğini gerçekleştirme yolundaydı” Bu gerekçelerle ona destek verdiler. Emperyalizm ya da” 1. dünya” karşısında her ezilen ya da “3. dünya” ülkesini desteklerlerdi! Burada kendiliğinden anti-emperyalizm vardı! Şimdi ağızlarını açmıyorlar. (Özal ordudan koptu da diyorlardı. Oysa şimdi Doğan Güneş, Özal’ın öngörüsü doğrultusunda ordunun reorganizasyonuna gidileceğini açıklıyor. Yine ağızlarını açmıyorlar.) Ulusal birliğin “sözcüsü” ve “savaşçısı” Saddam halka dayanmıyordu, halkın sınırsız olanaklarını harekete geçirme eğiliminde değildi. Irak halkını gerici bürokratik örgütlerin cenderesinde tutuyor, halka değil tersine halka karşı başlıca bürokrasiye ve özellikle militarist aygıta dayanıyordu. Saddam bırakalım Arap birliğinin temsilcisi olmayı, Irak ulusunun temsilcisi, Irak ulusal çıkarlarının savunucusu olmadığı için Irak’ı yenilgiye götürdü.
Irak’ın savaş aracı olan ordusu tümüyle bir gerici düzen ordusuydu. Halka karşı bir orduydu. Halka yabancı ve onun üzerinde bir devletin aygıtıydı. Katı hiyerarşik kurallara ve faşist bir disipline dayanarak örgütlenmişti. Kürt ulusu üzerindeki zulmü, İran devrimine saldırının, kendi halkı üzerinde zorbalığın silahlı aracıydı. Saddam’ın politik örgütü olan halktan kopuk ve ona karşı gerici bürokratik bir kurumlaşma olan BAAS Partisi’nin temel iktidar organıydı. Vietnam’dan farklı olarak halkın silahlanmasına dayanmıyordu. Silahlar, özel olarak örgütlenmiş silahlı birliklerin elindeydi yalnızca. Ordunun, ordunun bir özel birimi olarak örgütlendirilmiş “seçkin” Cumhuriyet Muhafızları’nın (bu kurum özel eğitim, teçhizat ve ödentileriyle Saddam’ın esas dayanağıydı) ve BAAS milislerinin elindeydi silahlar. Saddam’ın, iş işten geçtikten sonra, yine kendi disiplini altında BAAS dışında milisler örgütlemeye ve onlara silah dağıtmaya girişmesi, gecikme ve gerici disiplinin geçerli olması ve bu milis örgütlenmesinin halkın ulusal bilinçle oluşturduğu gönüllü örgütlenme olmaması dolayısıyla işe yaramadı ve hatta dağıtılan bu silahlar, yenilgi sonrası, bugün, Saddam’a karşı kullanılıyor.
Saddam, bürokratik militarist örgütlenmesi ve halktan kopuk ve ona karşı gerici ordusuyla İran’a karşı görece başarıyla savaşabilmişti. Bu savaşta Saddam, gerçek olmayan propagandif bir zeminde, belli başlı emperyalist ülkelerin açık ve örtülü desteği ve silahlandırmasıyla en azından yenilgiye uğramamıştı. İran, Mollaların olanca gericiliğine rağmen halk güçlerinin anti-emperyalist davada seferber oluşu aracılığıyla savaşı sürdürmüş, olumsuz askeri ve teknik koşullarda, hem de emperyalistlerin desteği Irak’tan yanayken ezilmemişti. Ama ABD ve müttefikleriyle savaş İran savaşına benzemiyordu. Güç ve teknolojik farkın üstesinden ancak halka dayanarak ve halkın tüm potansiyel ve olanaklarının seferber edilmesiyle ve inisiyatif ve yaratıcılığının özgürce gelişmesinin önündeki tüm engellerin kaldırılmış olmasıyla gelinebilirdi; Ama böyle bir tutum Saddam’ı Saddam olmaktan çıkarırdı. Bu tutum, BAAS’ı değil, en azından ulusal bir partiyi (ve hatta tümüyle demokratik olanını), düzenli ve profesyonel bir orduyu değil halk ordusunu gereksinirdi. Ama halka karşı bir diktatörlüğün başında olan Saddam’ın bu tür güç ve organlara dayanması olanaksızdı. Ve Irak, savaşı böyle örgütler, halkın güç, potansiyel ve inisiyatifine dayanan ve onları harekete geçiren örgütler aracılığıyla yürütmediği için, yapabileceklerini son sınırına kadar yaptıktan sonra, kaybetti. Hava akınlarına dayandı, hatta ordu kendini korudu büyük ölçüde. Ama sonunda hızlı bir çöküntüye uğradı. Kendi gücüne güveni harekete geçirilmemiş, gücü ve olanakları örgütlendirilmemiş, eğitilmemiş ve uzun yıllar yaşadığı zorbaca diktatörlük koşullarında inisiyatifi körelmiş Irak halkı, amansız hava akınları karşısında korunmasız da kalarak ve sonunda morali de bozularak Saddam’ın savaş politikasını desteklemekten tümden vazgeçti. Böyle bir savaşa göre örgütlenip eğitilmemiş Irak ordusunun da morali bozulup direnci azalmaya başlayınca çözülme ve Saddam’ın teslimiyet günü geldi çatı.
Saddam Vietnamlılar bir yana Türkiye Kurtuluş Savaşı’ndaki Kemal önderliği kadar bile değildi ve olamadı. Kemal, dağılmış Osmanlı ordusunun kalıntılarını toparlayıp örgütlüyor ve başlıca bu güce dayanıyordu; ama yanı sıra ve özellikle kurtuluş savaşının başlarında çetelerin ve silahlanmış halkın güçlerinin ve ayaklanmalarının önünü de kesmiyor, yolladığı subaylar aracılığıyla bu güçlerle birleşmeye çalışıyor, ulusun ve halkın potansiyel ve bütün olanaklarından yararlanmaya yöneliyordu. Kemal’in bu yönelişinde, ulusal devrimci tutumun olduğu kadar, Osmanlı devletinin ve ordusunun dağılmış olmasının da rolü vardı kuşkusuz. Kısacası, Kemal, koşulların da dayatmasıyla, bir yandan yenilmiş ve dağılmış ordunun kalıntılarını toparlar ve yeniden düzenli ve hiyerarşik disipline dayalı bir ordu olarak örgütlenmeleri özellikle başlangıçta hemen bu tür bir ordu içinde profesyonel askerlik kurallarıyla kurumlaştırmaya yönelmemiş, onları süreç içinde ordusunda eritmeye girişmişti. Ege’deki Yunan ilerleyişini durduran, gerici ve sultan yanlısı ayaklanmaları bastıran, Antep ve Urfa gibi yöreleri kurtaran hep bu silahlı halk güçleri oldu.
Saddam ise, teslimiyeti ve yenilgi sonrası kendisine karşı silaha sarılan Irak halk güçleri ve Kürt ulusal güçleriyle karşı karşıya. Bu güçler, emperyalistler ve gerici ortaklarınca düzenlenen toprakta ürediler, Saddam üzerinde yaratılan baskıdan güç alıyor ve emperyalistlerle uzlaşıyorlar. Pek ilerici önderlik ve politikalara sahip olmasalar da, emperyalistlerin uşağı olmadıkları gibi, Saddam’dan da gerici değiller.
Burjuvazinin halk karşıtı konum, örgütlenme, dayanak ve politikaları, ancak yenilgi nedeni olabiliyor.
Nisan 1991