İşçi Sınıfı, “Sosyalist Parti” ve Reformculuk

Türkiye önemli günler yaşıyor. Günlerin önemi, fırtınalarla ilişkili.
Amerikan emperyalizmi, etrafına topladığı müttefikleri ve peşine taktığı uşaklarıyla Ortadoğu’da bir “Çöl Fırtınası” estiriyor. Bu fırtınanın topladığı karabulutlar Türkiye’nin de üzerinde dolaşıyor, hatta Türkiye “çöl fırtınası”nın yüksek basınç alanlarından biri durumunda. Amerikan emperyalistleri İncirlik’i kendi bildiklerince kullanıyorlar, buradan kalkan savaş uçakları Irak’ı, özellikle kuzey ve batışım bombalıyorlar. Türk ordusunun üçte biri Irak sınırına yığılmış durumda. Fırtına, Türkiye’yi nereye sürükleyeceği şimdilik belli olmayan (Amerikan çıkarlarının jandarmalığına, Ortadoğu halklarının nefretinin belli başlı hedeflerinden biri olmaya ve devrime sürüklemekte olduğu ortada) savaş fırtınası. Türkiye, gerici bir savaşa taraf olma ve uluslararası konumu açısından önemli günler yaşıyor.
Bir de başka fırtına oluşuyor. Sert rüzgârları bugünden hissediliyor. Bu fırtına devrim ve sosyalizm fırtınası. Etrafında genişlemesine bir halk hareketi oluşturma eğilimi gösteren işçi hareketinin fırtınası… Türk gericiliğinin kendini gönüllü olarak savaş fırtınasına kaptırmasının temel bir nedeni de, savaş fırtınası ve savaştan güç alacak zorbalık tutumunu işçi hareketinin karşısına dikme yönelimi. Burjuvazi ve faşizm, olağan koşullarda taleplerini karşılaması ve tatmin etmesi ya da bastırması olanaklı olmayan işçi hareketini -ve hele ulusal harekede birleşmeye yönelecek bir işçi hareketini- savaş ortamından güç alacak savaş hali gibi, olağanüstü hal ve sıkıyönetim gibi olağanüstü önlemlerle bastırıp ezmenin hesapları içinde. Proletaryanın öncü partisi yıllardır söylüyor: 12 Eylül’ün ağırlaştırdığı kriz koşulları çıkışsız görünüyor. Neredeyse açlığa mahkum edilen, “ekmek” talebi kuru ajitasyon olmanın ötesinde eyleme sürükleyici gerçek bir hareket ettirici durumunda olan, “iş” ve “ekmek” talebinin ancak “özgürlük” talebiyle birlikte gerçekleşebileceğini doğrudan kendi yaşamıyla görebilecek kadar Özgürlüksüz kılınmış işçi sınıfının hoşnutsuzluk ve yığınsal eylemlerinin önünü almak, taleplerini iyi-kötü karşılamak ya da bastırmak olanaksız.
Sınıf, direngen bir eylemci ruhla hareketliliğini sürdürüyor ve geliştirip ilerletiyor. Aşılması gereken en önemli ve temel eksiklik sübjektif etkene ilişkin olarak ortaya çıkıyor. Sorun, sosyalist sınıf bilinci ve komünist önderliğin yetersizliği sorunu, gelişmekte olan sınıf hareketinin Marksist hareketle birleştirilmesindeki eksiklik ve zaaflılık sorunu.
Kuşkusuz Marksist hareket, bir dizi grevden, toplu grevlerden, 3 Ocak genel grevinden, madencilerin Ankara yürüyüşünden geçerek gelişmekte olan işçi hareketinin içinde yer tutuyor ve onunla birleşme yolunda ilerliyor. Ancak, henüz bu yolda alınması gereken uzunca bir mesafe olduğu, işçi hareketinin siyasallaşmasının geri ve yetersiz boyutlarınca çizilen gösterge tablosunda açık olarak görülüyor.
Ama “önderliği kaptık” diye övünenler de yok değil. Örneğin Mücadele dergisi, Zonguldak işçilerinin kendi dergilerinde yazmış oldukları sloganlarla yürüdüklerini ileri sürüyor. Hoş sayılan sloganlar siyasal sloganlar da değil, ama yine de övünme vesilesi yapılıyor.
Asıl zilli ben-merkezci ise, 25 yıllık cuntacı, Kemalist, istikrar ve milli birlik savunucusu, adı devrimciler arasında nefretle anılan, sicilinde ihbarcılıktan, Amerikancılık ve NATO’culuğa kadar bin türlü işçi ve halk düşmanı suç yazılı olan Doğu Perinçek ve “Sosyalist Partisi”. Övünme ve önderlik iddialarının bini bir para!
Teori’de şunlar yazılı: “Sosyalist Parti, gerçek işçi önderlerinin merkezi örgütlülüğünü oluşturmaya çalıştı ve bizzat parti olarak genel grev çalışmasının odağında bulundu, önderlik yaptı.” (Sayı. 13, s. 67)
Teori yazarı haddini bilmez kadar ayakları havada olmayan başka SP’liler ise övünme sendromunu biraz dozu düşükçe yaşadılar: “Madenci ileri atıldı. Bir fırsat yarattı. Ancak işçi sınıfının diğer kesimlerinin ve öteki kitlelerin mücadelesiyle madenci yürüyüşü kenetlenemedi. Zaman yetmedi. Burada kuşkusuz en büyük sorumluluk, siyasal öncünün, Sosyalist Parti’nin.” (2000’ne Doğru, 13 Ocak, s. 19)
Alçakgönüllüce bir övünme: önder SP, ama yeterli olamamışı! Ve SP başkanı siyasal öncü olmaya kendi partisini layık gördüğünü açıklıyor: “Gemileri yakan işçi sınıfına, gemileri yakan bir önderlik, gemileri yakan bir parti gerekir.” (Agy. s 18)
Bay Başkan, siz hangi gemileri nerede yaktınız? Yazımızın gelişmesi içinde ortaya koyacağımız gerici, düzen savunucusu yaklaşım ve tutumlarınız bir yana, örgüt olarak siz bu düzenin bir gemisi değil misiniz? Yasal olarak bu düzene bağlı değil misiniz? Diktatörlük rejiminin yasal bir partisi değil misiniz? İşçiler kendi yasalarını kendileri yaparken, yasaların dışında ve ötesinde davranırken ve bu davranışları için hiç bir merciden izin almazken siz partinizi Anayasa Mahkemesine beğendirmeye çalışmadınız mı? Siz izinle kurulu değil misiniz? Partinizin varlığının garantisi TC yasaları değil mi? Bir kararname bütün faaliyetiniz ve varlığınızın sonu olmayacak mı? Ne gemisi, ne yakması? Sadece bu nedenle, övünmeye hakkı olmayan bir kuruluş varsa, o da, sizin yasala revizyonist reformcu partiniz.
SP’nin genel greve ya da maden işçilerinin eylemine önderlik iddiası kargaları bile güldürecek türdendir. Bu partinin, Aydınlık’ın önceki partilerinin ve bundan sonra kuracağı benzer partilerin sınıf hareketine öncülük şansı olmamışlar, yoktur ve olmayacaktır. Aydınlıkçı anlayışın, onun kurduğu ve kuracağı partilerin şansızlığı, bu anlayışın doğası ile bürünmeye uğraştığı görüntü arasındaki çelişme dolayısıyladır. Koşmakta olduğu görüntüsü vermeye çalıştığı kulvarın ihtiyaçlarıyla Aydınlıkçı varlık(lar) uyuşmaz haldedir; üstüne üstlük kulvarda gerçekten koşanlar vardır. Aydınlıkçılık görüntüyü kurtaramamakta, özellikle mücadelenin koşulları sertleştiğinde, diktatörlüğün doğrudan destekçiliğine, ihbarcılığa varıncaya dek gerici doğası kendisini açığa vurmaktadır. Aydınlıkçılık bir süre az sayıda insanı etkilese bile, gerek bu uyumsuzluk gerekse devrimcilerin teşhir faaliyetine bağlı olarak, etkisizleşme ve tecrit kaçınılmaz olmaktadır. Doğa değişmedikçe bu durum değişmeyecektir.
Şimdi varsayıma geçelim. Diyelim ki gerçekten SP genel greve önderlik etti. Bu, SP’nin “siyasal öncü”, “sınıfın önderi” Olduğu anlamına gelir mi? Sınıfın siyasal öncülüğü neleri gerektirir?
Siyasi öncü, her şeyden önce Marksist olmalı, sınıf hareketinin Marksizm’le birleşimini temsil etmelidir. Sınıfın siyasal öncüsüyle hareketi, onun doğru siyasal taleplerle (siyasal mücadele söz konusu olduğunda) eyleme geçmiş olması demektir. Siyasal öncünün formüle ettiği taleplerin doğru olması gereklidir. Yoksa SHP de bir takım mücadelelere öncülük ediyor, ama sınıfın siyasi öncüsü olmuyor.
Peki, SP’nin öne sürdüğü talepler doğru mudur? “Parti, derinleşen krize bir emekçi çözümüyle yanıt verme ihtiyacından doğmuştur.” diyor Teori’nin 91 Ocak sayısında Özgürlük Dünyası’na hakarete ve alaya yeltenen akıl-dane. Ve ekliyor: “Eylem dergisinin 15 Mart 1990 tarihli 3. sayısı ‘Zirveler, Milli Koalisyonlar, Ulusal Uzlaşmalar Çözüm Değil’ manşetiyle yayımlandı.” (sf. 64)
Pek güzel! Bu parti buraya nerden geldi? Teori dergisi, Saçak’ın devamıdır ve bu derginin 25. sayısının başyazısının başlığı: “Ulusal Uzlaşma Anayasası”dır. 82 Anayasası yalnızca egemen sınıfların consensüsüymüş de yeni Anayasa emekçi sınıfları da kucaklayan bir ulusal uzlaşmanın ifadesi olmalıymış yoksa sorun çıkıyormuş vb. vb.
“Milli uzlaşma” konusundaki “değerli” fikirleriyle D. Perinçek’e bir göz atalım: “DYP’nin emekçi kitleleri ve sosyalistleri dışlayan bir 1946 consensüs’una milli uzlaşma adını verdiği görülüyor. Türkiye 40 yıl öncesinin hâkim sınıf uzlaşmasına dönemez. (Hâkim sınıflarla emekçilerin uzlaşmasına varması gerekiyor, sınıf işbirlikçiliği yanında faşizm yardakçılığının bu düzeyine zor rastlanır-Ö.D.) 12 Eylül’ün getirdiği yasakları aşma mücadelesi, esas gücünü kaçınılmaz olarak geniş emekçi kitlelerden alacaktır ve bu gerçek Türkiye’nin önünde bulunan milli uzlaşmanın içeriğini de belirleyecektir.” (Saçak 26, sf. 59)
Unutuldu sanılıyor? Şimdi, meydan geniş bulundu atılıyor. Eylül mahkemelerinde neler söylenmişti? Bunları önümüzdeki sayılarda aktaracağız. Ama kriz ve “emekçi çözümü” konusunda şef Perinçek’in “İstikrarsızlığa Davetiye” başlığıyla “davetiyeci” Özal ve Eylülcüleri eleştiren ve istikrar savunuculuğu yapan yazısından aktarma yapalım:
“Türkiye’nin sarsıntısız gelişme yolları da tıkanıyor. (Burjuvaziye ne büyük suçlama! Ve sarsıntısızca ne güzel bir “emekçi çözümü” savunusu! -Ö.D.) Zaten ülkeyi içi ve dış koşullar nedeniyle istikrarsızlıklar bekliyor… Oysa düzenlemeler (Siyasal Partiler Kanunu’nda yapılan düzenlemeler -Ö.D.) yeni önerilerin, yeni programların, denenmemiş, filizlenen taze güçlerin önüne setler çekiyor. Yeni arayışları ezerek Türkiye nereye gidebilir? İstikrar bu yoldan sağlanabilir mi? İstikrarın ihtiyacı da yeni arayışlar, yeni çözümlerdir. Yapılan ise daha sarsıntılı bir gelişmeye davetiye çıkarmaktır.” (Saçak, sayı 28, sf. 9)
Krizin, “emekçi çözümü”, istikran savunmak oluyor. Şimdi değiştirildi, “emekçi çözümü” olarak bugün savunulan, “demokratik erken seçim”. Eskinin açıktan gericiliğin yanında bugün genel grev savunuculuğu, eylemcilik vb. ile devrimci görüntü verilerek ortaya konan çözüm, aynı gerici öze sahip değil midir? “Demokratik erken seçim” talebi ya da çözümü istikrar arayışının çözümü değil midir? Birkaç yıl önce istikrar doğrudan gerici tarzda aranıyordu, bugün bu arayışa genel grev vb. laflarıyla devrimci görünüm verilmeye kalkışıldı. Perinçek’in, SP’nin genel grevin beli başlı siyasal talepleri olarak formüle ettikleri “Özal-ANAP hükümetini devirmek”, “cumhurbaşkanlığı problemini çözmek” ve “demokratik erken seçim”dir. Özgürlük Dünyası genel grev ve siyasete bu yaklaşımı reformculuk olarak nitelendirmiştir.
“Eceli gelen it cami duvarına siyermiş”! Teori’de Özgürlük Dünyası ile aklı sıra “dalga geçen” Ender Helvacıoğlu adlı reformcu, reformculuğun onurunu kurtarmaya çalışıp övünürken kurbağa gibi şişiniyor:
“Özgürlük Dünyası… genel grev şiarını öteden beri benimseyen SP’yi karalamaktan geri kalmıyor. Bu ‘yavuz hırsız’ tutumudur. Özgürlük Dünyası bunu hep yapıyor… Dürüst olmayan tutum, trenin en son katarından, makinisti kuyrukçulukla, reformculukla eleştirme tutumudur.” (Teori 13, sf. 63)
SP “siyasal öncü”, “makinist”; Özgürlük Dünyası ise genel grevden yeni söz etmeye başlamış! Ne hakkı varmış “öncü”yü reformculukla suçlamaya, bu kara çalmaymış! Bu ülkede SP’nin şefleri dâhil hemen herkesin “maceracılık”, “solculuk” yaftasını asmasına rağmen yıllar öncesinden bu yana genel grevi kimlerin savunduğunu, koşullarının giderek olgunlaşması ve işçi yığınlarınca bu slogana sahip çıkılması sonucu burjuva partileri ve sendika bürokratlarına kadar “genel grevciler”in nasıl çoğaldığını namussuz olmayan herkes teslim edecektir. Ama Helvacıoğlu bu kategoriye girmiyor. Utanmadan Marksistleri “trenin en son katarına” binmekle suçluyor. Çerçeve yazımızda (Yazının sonunda EK) Marksistlerin, öncesine gitmeden, 1 yıl önceki saptamalarını yayınlıyoruz.
Ve “önce savundum” yarışmacı övünmeci pis tutumu bir yana, kim ne zamandır savunursa savunsun, genel grevi, Özal ve hükümetin devrilmesine, cumhurbaşkanlığı probleminin çözülmesine ve demokratik erken seçime bağlamak burjuva muhalefetçiliğidir, reformculuktur. “Yavuz hırsızlık” tam da reformculuğu devrimcilik olarak lanse etme tutumudur. SP ve şefleri “bunu hep yapıyor”.
Helvacıoğlu’nun övünme vesilesi yaparak Eylem dergilerinden aktardığı ne denli “genel grevci” olduklarına ilişkin pasajları özetleyelim:
“…Temel hak ve özgürlükleri gerçekleştirmek, sendikal özgürlükleri sağlamak, şeriatçı ve ırkçı tırmanışa ‘dur’ demek, halkın güvenini yitirmiş ANAP iktidarına son vermek ve cumhurbaşkanlığı problemini çözmek görevleri işçinin omuzlarında. Bütün bu koşullar işçi sınıfının üretimden gelen ağırlığını ortaya koymasını zorunlu kılıyor. Genel grev ne anarşidir, ne kaos. Bir çözümdür…”
“Kukla sivil kurumlarla maskelenmiş militarist rejim girişimlerini püskürtmek için, demokrasi ve özgürlükleri kazanmak için, demokratik bir erken seçim için, bütün bunları gerçekleştirecek genel grev yoluda…”
“Halkın refah düzeyini yükseltmek, demokratik hak ve özgürlükleri kazanmak, şeriatçı yükselişi durdurmak, suikast ve komploları önlemek, bir askeri darbenin önünü kesmek, Doğu’da, eşitlik ve özgürlük temelinde bir çözümün kapısını açmak, Körfez’de ABD’nin yanında savaşa girmemizi engellemek ve bunların önündeki esas engel Özalları yıkmak için genel grev! Demokratik erken seçim için genel grev!” (Cumhurbaşkanı seçimi sırasında F. Özbilgen Cumhuriyet’teki köşesinde bir elçilik kokteylinde Perinçek’in İnönü’ye niçin cumhurbaşkanlığını düşünmüyorsunuz diye sorduğunu yazmıştı. Konuşma şöyle geçmişti; İnönü- Birilerinin önermesi gerek. Perinçek- biz öneriyoruz. İnönü- siz kimsiniz? Bu dilayog yalanlanmadı.)
Özgürlük Dünyası, SP genel grev sözü etmedi demedi. Ama Özgürlük Dünyası, “bugün içinde bulunduğumuz koşullarda genel grevin zorunlu olduğu inancındayım” (Yüzyıl, sayılılı, s. 32) diyen Cevdet Selvi ve SHP’sinden de pek fazla “genel grevci” olduğunu düşünmemektedir SP’nin. Yazıldı, bugünlerde hemen herkes “genel grevci”. SP’nin ne denli “genel grevci” olduğu, tek bir kelime eleştiri yöneltmeden Cevdet Selvi’nin konuya ilişkin görüşlerinin reklâmını yapmasından anlaşılıyor.
Önemli olan taleplerdir. Genel greve yüklenen içeriktir. Hedeflerdir. Tutumun reformcu mu devrimci mi olduğunun ayıracı buradadır.
“ANAP iktidarına son vermek ve cumhurbaşkanlığı problemin çözmek” nasıl bir işçi talebidir? Bu talebi formüle eden bir parti nasıl “siyasi öncü” olabilir?
Marksistler devrimci ve demokratik işçi köylü iktidarı propagandası yaparlar. Bu propagandayı sınıfın ve emekçilerin acil taleplerinin propaganda, ajitasyonu ve gerçekleştirilmesi eylemiyle birleştirirler. Hükümet sorunu karşısında kayıtsız değildirler. Ama bu, bir burjuva hükümet yerine diğerini tercih etmek değil, diktatörlüğü başındaki hükümetin şahsında ve onunla birlikte teşhir etme ve güçsüzleştirme anlamındadır. Marksistler herhangi bir burjuva hükümeti öngörmek ya da daha ileri giderek ona katılmak durumunda değillerdir, maksimden vazgeçip reformculuk savunulmadan böyle bir tutum alınamaz.
Kapitalizm ve burjuva diktatörlüğü koşullarında hükümet önerileri, çeşitli türden burjuva hükümetlerini destekleme ya da bunlara katılma ve ulusal uzlaşma Anayasaları peşine düşmenin reformculuğuna ve mevcut düzenin eklentiliği oluşuna ilişkin Marksizm’in klasiklerinden alıntılar yapmak gerekmiyor. ANAP hükümetine son vermek… Peki, alternatif nedir? Nasıl bir hükümet öngörülecek? Devrimci işçi-köylü hükümeti mi? Halk Cephesi hükümeti mi? Yoksa Aydınlıkçıların gediklisi olduğu türden herhangi reformcu bir burjuva hükümeti mi? Yoksa bir darbe hükümeti mi? Tarihleri içinde Aydınlıkçılar, “Kemalist darbe hükümetleri” önerdiler, 12 Mart’ı ve Erim hükümetini kuruluşu sırasında desteklediler, 73, 75, 77 seçimlerinde Ecevit CHP’sine oy verilmesi çağırısı yapıp CHP hükümeti önerdiler ve bunları desteklediler, Eylül öncesi “milli birlik hükümeti” olarak AP-CHP koalisyon hükümeti önerdiler, 83 sonrasında DYP, SHP, DSP ve hatta ANAP’ı da kucaklayacak bir milli uzlaşma sağlamanın peşine düştüler, kapitalist düzenin “demokratik” “milli uzlaşma Anayasası”nı oluşturmayı önerdiler, hep “istikrarı” sağlayacak burjuva hükümetler arayışı içinde oldular. Şimdi de kalkmış “emekçi çözümü” olarak göstermeye çalıştıkları bir başka istikrar hükümeti öneriyor, ama adını koymuyorlar.
Burjuva hükümetlerin kurulması ve cumhurbaşkanı probleminin çözülmesi görevleri “işçi sınıfının omuzlarında” diyorlar. İşçi sınıfı burjuva grup ve partiler arasında “arabulucu” mu olacak? Kimi önermeli ve kimin cumhurbaşkanlığı için mücadele etmeli işçi sınıfı? İnönü, Ecevit, Demirel? Hangisi? Yoksa Torumtay mı, ya da Perinçek?
İşçi sınıfı kuşkusuz ne hükümet ne de devlet başkanı sorunu karşısında kayıtsız olamaz. Ama aynı kesinlikle herhangi bir burjuva grup ya da partinin kuyruğu halinde yedeklenmeyi de reddedecektir. Sınıf, gündelik ve kısmi taleplerini gerçekleştirmeye çalışırken bu talepleri ile temel taleplerini, başlıca iktidar hedefine yönelik olarak birleştirmeyi öğrenecektir. Siyasal öncünün asli görevi budur ve bunu gerçekleştirmenin aracı olmayan partiye öncü değil kuyruk denir.
Bugün somut olarak işçi-köylü hükümeti ya da örneğin halk cephesi hükümetini önerebiliyor musunuz? Öneremiyorsanız ve Marksist ve devrimci olmak gibi bir kaygınız varsa, ancak işçi ve emekçilerin gündelik talepleriyle, devrimin olgunlaşma koşullarına bağlı olarak değişebilecek kısmi talepleri her daim devrim ve iktidar hedefine bağlayarak savunmak, propaganda ve ajitasyonunu yapmak, koşullara uygun olarak değişecek taktiklerle bu temelde devrimci bir eylem yürütmek zorunludur.
2000’e Doğru yazıyor: “İşçi sınıfı bugünden yarına iktidarı alacak durumda değildir, fakat bir iktidar yürüyüşüne geçmiştir. Özal’ın yerine iktidara kimin geleceği bu iktidar yürüyüşü perspektifi içinde anlam taşır. İşçi sınıfı kendisi yarın iktidara gelemiyor diye iktidar sorununa kayıtsız değildir. İşçinin iktidar yürüyüşü yakın vadede ‘demokratik erken seçim talebini içeriyor. Demokratik erken seçim, parlementer bir talep değil, darbeye set çeken emekçi kitle hareketinin talebidir. Emekçi halk herhangi bir erken seçim değil demokratik bir erken seçim istiyor.” (6 Ocak, sf. 12)
İşte bir reformcu saçmalıklar yığıntısı. İşçi sınıfı iktidarı alacak durumda değil, bu doğru. Ama işçi sınıfı “iktidar” sorununa kayıtsız kalmayacak diye, yerine “kimin geleceği”nin ajitasyonu bir yana propagandası da yapılmadan, ne önerildiğine dair bir ipucu bile verilmeden ANAP hükümetinin son bulmasıyla yeriniliyor. Kimin “iktidar”, yani hükümet olacağı mücadele içinde belli olacak. O zaman sen senin önerini ortaya koysana. Sen ne istiyorsun? Hangi hükümeti öneriyorsun?
Bu önerisizlik, bu devrimci alternatifi göstermekten kaçış “yakın vadeli” talep formülasyonunda da görülüyor: “demokratik erken seçim”. Demokratik erken seçim, herhangi bir erken seçim değilmiş, parlamenter bir talep değilmiş ama emekçi kitlelerin talebiymiş! Bir şey, söylendiğinde öyle mi oluyor?
Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde, “Genel oy, işçi sınıfının olgunluğunun ölçütüdür. Bugünün devletinde başka bir şey değildir ve olmayacaktır.” diyor. Bugünün devletinde seçim, erken ya da geç, en demokratiği olsun, ancak işçi sınıfının olgunluk ölçütüdür. İddia edildiği gibi ne darbenin önünü keser ne de “kahrolsun hükümet” sloganının “yakın vadede” alternatifini oluşturur. Bu iddia, parlamenter avanaklığın dik alasıdır. Batının burjuva demokratik ülkelerinde az mı erken ve zamanında seçim yapılıyor. Burjuva devlet koşullarında bunun olabildiği kadar “demokratik” olması neyi değiştirecektir? “Demokratik erken seçim”, parlamentarizm alanının niçin dışında bir talep oluyor? Çeşidi koşullarda, parlamenter ülkelerde erken seçim çözümleri emekçi halka benimsetilerek uygulamaya konur, ama bu talebin emekçi kitlelerce benimsenmesi, onun parlamenter ve reformcu niteliğini değiştirmez? Hem SP öyle dedi diye bu talep “emekçi kitlelerin talebi” mi oluyor. Hem de SP garantörlüğünde parlamenter bir talep olmaktan çıkıyor! Bu formülasyon, işçi ve emekçi kitlelerini parlamenter avanaklığa bulaştırmak ve burjuva parlamenter partilerin peşine takmanın ifadesidir.
Mevcut düzen ve bugünkü devlet koşullarında hükümet değişikliklerine “emekçi çözümü” yakıştırmasıyla devrimci anlamlar yüklemeye çalışma ve devrim ve sosyalizm propagandasının, devrimci işçi köylü diktatörlüğü propagandasının yerine hükümet değişiklikleriyle yetinen bir tutumu geçirmek, devrim kaçkınlığı adi bir kuyrukçuluktur. Üstelik hükümet değişikliklerini seçim yoluyla sağlamayı öngörmek, “seçim”’in başına ne kadar “demokratik” sıfatlar eklenirse eklensin, kuyrukçuluğun parlamentarizmidir. Kitle ve emekçi diye diye, işçilerin kitlesel eylemlerinin, hem de siyasal talepler de içermeye başlayarak geliştiği koşullarda, “erken seçim” ve parlamento kanalına akıtmaya yönelmek adiliğin adiliğidir. SHP ve DYP erken seçimi yıllardır savunuyorlar. Ayranının kabardığını hisseden SP de savunsun, çok görmemeli! Burjuvalar barikatın öte yanında kalıyor.
Komünistlerin işçi ve emekçi kitlelerin taleplerine, bu taleplerin formüle edilmesine yaklaşımı nasıldır? Komünistler, işçi ve emekçi kitlelerin günlük, kısmi ve temel taleplerini birleştirerek savunurlar:
“Komünist partiler her yerde işçi yığınlarının ve bütün emekçilerin günlük taleplerini savunur, burjuva parlamentolarının kürsülerini devrimci propaganda ve ajitasyon amacıyla kullanır ve bütün kısmi görevleri hedefe, proletarya diktatörlüğü uğruna verilen mücadeleye tabi kılar; Komünist Enternasyonalin partileri aşağıdaki şu ana konularda kısmi talepler ve kısmi sloganlar öne sürer:
“Dar anlamda işçilerin çıkarlarını savunmak için- Siyasal mücadelenin sorunları (büyük sanayi anlaşmazlıkları, sendika ve grev hakkı, vb.) haline gelebilecek olan ekonomik mücadele sorunları (tröst sermayesinin saldırısına karşı savunma, ücret ve çalışma süresi sorunları, (vergi, pahalılık, faşizm, devrimci partilerin kovuşturulması, beyaz terör, genelde hükümetin politikası); nihayet dünya politikasına ilişkin sorunlar: Sovyetler Birliği’ne ve sömürge devrimlerine karşı tavır, uluslararası sendikal hareketin birliği için mücadele, emperyalizme ve savaş tehlikesine karşı mücadele ve emperyalizme karşı mücadelenin sistemli biçimde hazırlanması.
“Köylülük içinde kısmi talepler: bunlar vergi politikası, köylülüğün ipotek borçları, tefeci sermayesine karşı mücadele, köy yoksullarının toprak ihtiyacı, kira bedeli ve ortakçılık hakları vb. ile ilgilidir.
“Bu kısmi taleplerden hareketle, komünist partisi, gittikçe daha üst düzeyde sloganlar atmalı ve sonuçta büyük toprak mülkiyetinin istimlâki sloganı ve işçi-köylü hükümeti (gelişmiş kapitalist ülkelerde proletarya diktatörlüğü ile geri ülkelerde ve sömürgelerin bir bölümünde ise proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğüyle eş anlamlı olarak) sloganına dek yükselmelidir.” (Komünist Enternasyonal Programı’ndan)
Burada işin özeti var. Ekonomik ve siyasal nitelikli kısmi, gündelik talepler ya da acil talepler proletarya diktatörlüğü için verilen mücadeleye tabi kılınmalıdır. Tüm sloganlar gibi, iktidar sloganı önce propaganda sloganıdır, giderek ajitasyon ve eylem sloganına dönüşür. Ama reformculuğu savunmadan işçi ve emekçi kitlelerin talepleri arasında hükümet değişikliği, cumhurbaşkanlığı problemi ve erken seçime ilişkin talep ve sloganlara yer bulunamayacaktır.
Şaşkın reformcu yazarımız Menşevik Helvacıoğlu, Maoculuğun temel çelişme -“baş çelişme”/merkezi görev- kavranacak halka kavrayışlarıyla oynayarak Özgürlük Dünyası’na ders vermeye yelteniyor. Ders, reformculuk üzerine. Yazar, yana yakıla diktatörlüğü değil de hükümeti hedeflemenin yeterli olacağını anlatıyor. Şimdi, “baş çelişme” Maocu kavrayışına göre her şey hükümetin devrilmesine tabi olarak “mücadele” edilecek ve tabii, temel çelişme de var onun çözümüne de sıra gelecek. Bugün her şey hükümetin devrilmesi ve “erken seçim”e bağlı olarak “çözülecek”, bu da “emekçi çözümü” olacak! Şöyle yazıyor:
“Özgürlük Dünyası, ‘illa merkezi görev denecekse, bugün merkezi görev ANAP’ın yıkılması değil, tekelci burjuvazi ve toprak ağalarının siyasal iktidarı olan faşist diktatörlüğünün yıkılmasıdır’ diye yazıyor. Böyle bir merkezi görev tespit etmek ‘politikasızlık’ anlamına gelir. Temel çelişme, baş çelişme, merkezi görev, kavranacak halka tespitleri bütünsel bir pakettir. Birbirlerinden ayrı düşünülemez. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin ve toprak ağalarının siyasal iktidarını yıkmak ve tabii bizim gibi ülkelerde bu iktidarın esas kaynağı emperyalizmi defetmek bir devrim meselesidir, yani temel çelişmenin çözülmesidir, programatik bir hedefi ifade eder. Baş düşman, merkezi görev, kavranacak halka tespitleri ise bu programatik hedeflere ulaşmak için geçilecek yolları ve somut politikaları ifade eder. Özgürlük Dünyası öyle bir merkezi görev tespit etmiş ki, hiçbir somutluğu yok, her dönem geçerlidir. Bu ‘tek yol devrim’ anlayışıdır ve çok keskin gibi görünmesine rağmen, politik mücadeleden vazgeçmek anlamına gelir.
“Eğer olgun devrimciler gibi tartışacaksak, her lafımızın başına ‘devrim, sosyalizm’ gibi kelimeleri yerleştirme, kendimizi ‘ama bunu devrim için istiyorum’ deme zorunluluğunda hissetme çocukluğundan kurtulmuş olmamız gerekir.
“Bugün Özal ve ANAP iktidarının devrilmesi somut politik görevdir. Bu içinde yaşadığımız sınırlı zaman dilimi için merkezi görevimizdir. ANAP iktidarını yıkmak isteyen başka güçler de olabilir. Örneğin bu hedefe ‘askeri darbe’ yoluyla veya ‘oy’ yoluyla ulaşmak isteyenler de olabilir. Proletarya hareketinin bu güçlerden farkı, birincisi, onlara karşı siyasal mücadele ve işçileri seferber etme yoluyla, ikincisi hangi aracı kullanacağıyla ortaya çıkar. Biz devrimci işçilerin inisiyatifindeki bir genel grev yoluyla ANAP iktidarını yıkmak istiyoruz. Kavranacak halka tespitimiz budur. Devrimci ve köktenci bir gelişmeye yol açacak, programatik hedefimize bizi yakınlaştıracak araç budur. Sonuç alıcı devrimcilik böyle bir tarzla ortaya çıkar, yoksa soyut devrim propagandasıyla ve her dönem için geçerli sloganlarla devrim de başarılamaz. Özgürlük Dünyası da keskin görüntüsünün altında bunu yapıyor.” (Teori 13, sf. 67-68)
Yazar! Sen her şeyden önce “devrim” ve “proletarya hareketi” gibi lafları bir yana bırak. Ağzına hiç yakışmıyor.
Temel çelişme,-“baş çelişme”- merkezi görev gibi kavramlarla oynamakla bir yere varılmaz. Maocu “baş çelişme” kavramını bir yana bırakıyoruz. Bu, temel ve diğer çelişmeleri işlevsel olmaktan çıkaran, her çelişmenin çözümünün sözde bir “baş çelişme”ye ve çözümüne bağlanmasını, düşmanlarla dostlaşmayı vb. ifade eden, felsefi ve politik olarak yanlış ve zararlı bir kavramdır.
Temel çalışmayı burada tartışmanın gereği yok. Ama bir hatırlatma yararlı olacak: Aydınlık, Halkın Kurtuluşu ile 75-76’larda uzun süre merkezi görevin ulusal mücadele mi yoksa demokrasi mücadelesi mi olduğunu tartışmıştı. Aydınlık emperyalizme karşı mücadele merkezi görevdir derken, Halkın Kurtuluşu iç gericiliğe, faşist diktatörlüğe karşı mücadele, demokrasi mücadelesi merkezi görevdir diyordu. Tartışma, temel çelişmenin çözümünde kavranacak halkanın (o dönem bu, Mao’dan etkilenerek “baş çelişme” olarak nitelendiriliyordu) dış (milli) çelişme mi yoksa iç çelişme mi olduğunun farklı tespitinden kaynaklanıyordu. Dış çelişme ve ulusal mücadele savunması, devlete karşı mücadeleden öcüden korkar gibi korkan Aydınlık revizyonizminin bu “kaçamağı”, onları Amerikan emperyalizmi ye NATO’culuğun savunuculuğuna kadar götürdü. “Üç dünya teorisi”nin zemini, Aydınlıkçıların bu kaçamağı oldu.
Kavranacak halka ya da o zamanki deyimle “baş çelişme”, hiç de yazarın söylediğine benzer bir şey değildi, genel grev benzeri bir şeyden farklı olarak temel çelişmeyi çözmek için hangi çelişmenin kavranacağı sorunuydu. Merkezi görev de bu temelde demokrasi mücadelesi (diktatörlüğe karşı mücadele) ya da ulusal (diktatörlüğün dayanağı olan emperyalizme karşı) mücadele olarak saptanıyordu. Şimdi merkezi görev, ANAP hükümetinin devrilmesi, kavranacak halka da, ANAP’ın devrilmesi için gerekli halka yaklaşımıyla genel grev oldu.
Paketmiş! Merkezi görevin diktatörlüğün devrilmesi olmaktan çıkarılıp hükümetin devrilmesine indirgenmesi neyi ifade eder? Devrim diye bir niyet ve yaklaşımın olmadığını.
Helvacıoğlu, Perinçek’in Körfez sorunu üzerine sağa sola cevap yetiştirmeye uğraştığı Teorinin geçen sayısındaki yazısından güzel öğrenmiş: “her lafın başına devrim konması gerekmez”miş, “ama bunu devrim için istiyorum” demek zorunda olmamalıymışız! Bayım, sen diktatörlüğe değil hükümete karşı mücadeleyle yetinme anlayışında olunca istersen her kelimenin başına “devrim” sözcüğünü yaz, reformcu olmaktan kurtulamazsın ki! İstediğin kadar “ama ben bunu devrim için istiyorum” de, devrim için bu istenmez ki? Sen diktatörlüğe karşı propagandayı soyut devrim propagandası olarak nitelendirip, somutluğu hükümetin devrilmesinin hedeflenmesinde aradığın sürece, erken seçim arayışında olduğun sürece ne bin tane “devrim” sözcüğü seni kurtarabilir ne de devrim için mücadele ettiğine devrimcileri inandırabilirsin.
Marksistlerin merkezi görevinin somutluğu yokmuş, her dönem için geçerli merkezi görev tespit edilmişmiş! Koşullar değişmeden tespiti mi değiştirmek gerekiyor beyimizi memnun etmek için. Ola ki gün gelir, emperyalizme karşı mücadeleyi merkezi görev ediniriz. Ve soyutluktan kaçınmak için devrim hedefinden vaz mı gecelim, devrim ve işçi-köylü diktatörlüğü propagandası mı yapılmamalı bunun için? Oysa devrim, bugün uzakça bir hedef olmakla birlikte; işçi ve emekçi eylemin içinde somut olarak yaşatılmaya çalışılıyor. Bu, birincisi, devrim propagandasıyla yapılıyor, tüm kısmi taleplerin temel talep olan diktatörlüğün devrilmesi talebiyle bağı kurulmaya çalışılarak yapılıyor. İkincisi, devrim hedefinin yakınlaştırılması amacıyla doğru kısmi talepler formüle edilerek yapılmaya çalışılıyor. Ücret artışı talebinden, siyasal, sendikal, ulusal özgürlük talebine kadar. Marksistlerin genel grev için formüle ettikleri talepler çerçeve yazılarından birini oluşturuyor.
Ama bu talepler arasında hükümet değişikliği ve bunun için erken seçim talebine yer yoktur. Hükümet değişikliğini devrimci alternatifi, koşullarıyla birlikte oluşmaya başladığında talep olarak formüle edecek Marksistler. Bu formülasyon işçi-köylü hükümeti, halk cephesi hükümeti ya da benzeri bir formülasyon olacak.
Beylerimiz bugünkü devlet koşullarında hükümet değişikliği istiyorlar, başkaları da isteyebilirmiş. Aydınlıkçıların farkı askeri darbe ya da oy yoluyla değil genel grev yoluyla değişiklik istemesindeymiş. Peki, ama siz genel grevin talebi olarak “demokratik erken seçim”i, yani “oy” yoluyla değişikliği öne sürmüyor musunuz? Ve zaten devrimci bir dönüşüm ve burjuvazinin siyasal iktidarının (hükümet değil, devlet) devrilmesine bağlanmayan hükümet değişikliklerinin “oy” ya da yine onun bir varyasyonu olan milletvekilleri satın almak gibi parlamento içi kombinasyonlarla “darbe” dışında hangi yolu olabilir? Kitle eylemi mi? Ama bu eylem devlet iktidarını dönüştürmeye yönelik değilse, ancak ve ancak darbe ya da oy yoluyla hükümet değişikliklerinin uygun koşullarını oluşturmak ve dolayısıyla burjuvazinin çeşidi grupları tarafından yedeklenmek dışında bir muhtevaya sahip olamaz.
Özgürlük Dünyasının anlayışı “tek yol devrim” anlayışıymış! Ya ne olmalıydı, reformlar tek yoldur mu denmeliydi? Elbette tek yol devrimdir ve tüm faaliyetler, siyasal-ekonomik ne türden olursa olsun, devrim ve iktidar yoluna bağlanmalı, bu temel hedefe yönelik olmalarıdır. Bunun kuşkusuz beyimizin göstermeye çalıştığı gibi devrim lafı etmekten başka bir şey yapmamakla ilgisi yoktur. İtiraz, yalnızca devrim öncesine bir taktik aşama olarak hükümetler devirme aşamasına konmasınadır. Beyimiz devrim hedefinle ancak hükümetler devirmeyi hedef alan bir taktik çizgisi izlenerek varılabileceği iddiasında. O da devrim istiyormuş ama yol düz değilmiş, taktikler izlemek gerekirmiş. Bay şaşkın kalkmış ciddi ciddi bunları anlatıyor. Demek taktik çizgiye sahip olmak gerektiğini, taktik diye bir şeyin olduğunu beyimizden öğreneceğiz! Kaptırmış kendini, o, yılların öğretmenin ruhuna sinen edayla, bilgiççe ders veriyor: “Eğer kurmaysak, sadece ana hedefi tespit edip, her durumda başka bir şey söylemeden temcit pilavı gibi bunu tekrar etmekle savaş kazanılamayacağını bilmemiz gerekir… Strateji tespit edildikten sonra mesele, artık taktikleri ustalıkla belirleyip uygulamaktır.” (Agy.)
Beyimiz, birkaç işçiyle bağ kurunca kendisini Güliver, ülkeyi de cüceler ülkesi sanmaya başlamış. Kiminle tartıştığının ayırtında değil, dolmuşa binmiş gidiyor. Hatırlatmakta yarar var: beyim karşında daha 1979’da “Ocak Deklarasyonu” adıyla, “ülkenin devrim öncesi geçiş dönemi” koşullarını yaşamakta olduğu tespitinden hareketle, devrimin yükselişine uygun geçiş talep ve sloganlarını belirleyen ve bir “taktik mücadele platformu” hazırlayan bir misyon dergisi var. Boşboğazlığa gerek yok! Genel grevi de yalnızca sen öngörmüyorsun. Senin hükümet değişikliği amacına yamamaya çalışmandan çok farklı olarak, ülkenin iç ve dış durumuyla burjuvazinin bugünkü çıkmazı ve güçsüzlüğünü, proletaryanın mücadeleci coşkusunu, yetersiz önderlik koşullarını dikkate alarak sınıfın ve emekçilerin en geniş kitlesini eylemin olanaklı en yüksek ve ileri düzeyine çekme ve örgütleme yükümlülüğüyle talep, slogan ve eylem biçimlerini formüle etmeye çalışarak genel grevi taktik bir silah olarak ele alıyor Marksistler. Hükümet değişikliğini değil iktidar hedefini yakınlaştırmak için genel grev sloganı atmış ve onu bu yönde kanalize etmeye çalışmış birileriyle tartışıyorsun.
Beyimizi rahatlatalım. “Her sürecin kendi merkezi görevi vardır. Devrim sürecinin de merkezi görevi tespit edilebilir… Ayrıca her sınırlı zaman dilimi için merkezi görevler tespit edilir. Bunu bir parti ülke çapında yapabileceği gibi, her yerel örgüt de geneli gözden kaçırmadan kendine özgü merkezi görevler saptayabilir. Bunlar somut siyasi terimlerdir ve günün koşulları tahlil edilerek tespit edilen somut politik hedefleri belirtirler.” (Agy.) diyor Helvacıoğlu.
Yanlış yok pek, eksik var. Belki, yerel parti örgütlerinden bahsedilirken kullanılan “geneli gözden kaçırmadan” ibaresinin karşılayabileceği işin temel bir yönü vurgulanmalıdır. Karmaşık süreçlerinin birbirleriyle bağlantı ve ilişkileri ve süreç içinde, süreçlerin dikkate alınması, görevlerin birbirine karıştırılmaması ve özellikle süreç içinde sürecin merkezi görevinin asıl sürecin merkezi görevinin yerine ikame edilmemesi ya da önüne geçirilmemesi açısından önemi dirimseldir. Yoksa doğrudur. Her sürecin bir merkezi görevi vardır. Merkezi görevler değişebilir de ve üstelik yalnızca politik hedefleri belirtmekle kalmaz merkezi görevler, örgütsel, ya da teorik hedefleri de belirtebilirler. Kısacası, karşınızda saplantılı birileri yok. Ama devrim sürecinde bir ön ya da ara süreç ya da aşama olarak şu ya da bu hükümeti devirme süreci icat edilmesinin Menşevizmi ve reformculuğu da ayrı sorun. Hükümetler devletin yürütme gücü olarak anlamlıdırlar, ondan ayrılarak hükümet devirme süreci diye ayrı bir süreç söz konusu edilerek devrimcilik yapılamaz.
Devrimciler ne zaman bugünkü devlet henüz yarınki devletle yer değiştirmeden bir hükümet değişikliğini öngörebilirler? Örnek halk cephesi hükümetlerinde yaşandı. Burjuva devletin çalışamaz hale geldiği, örneğin faşist diktatörlüklerin yıkılmasının hemen öncesi koşullarda, henüz burjuva devlet makinası varlığını korurken ve proletarya diktatörlüğünün henüz sübjektif koşulları olgunlaşmamışken, faşist diktatörlüğü yıkmanın, ona karşı mücadelenin bir organı olarak devrimci hükümetler olanaklıdır ve koşullan ortaya çıktığında bu tür hükümetler devrimci bir alternatif oluşturur ve Marksistler bu tür hükümetleri yalnızca önermez, onlara katılır ve bu aracı da proletarya diktatörlüğü hedefine ulaşmak için kullanırlar. Olağan koşullarda bugünkü devletin şu ya da bu hükümetini önermek ve bunlara katılmak ise su katılmamış reformculuk ve burjuva uşaklığı ve kuyrukçuluğudur. SP’nin, genel olarak Aydınlıkçıların “yaptığı hep budur.”
Komünist Enternasyonalin, ülkemiz Marksistleri tarafından yıllardır uygulanmakta olan taktik çizgi sorununa yaklaşımını aktararak konuyu değiştirelim:
“Komünist partisi, taktik çizgisini saptarken, mevcut iç ve dış durumu, sınıf güçlerinin karşılıklı oranını, burjuvazinin sağlamlık ve güçlülük derecesini, proletaryanın mücadeleye hazır olma düzeyini, orta tabakaların tutumunu vb. hesaba katar. Parti, mümkün en geniş yığınları bu mücadelenin en yüksek düzeyinde harekete geçirme ve örgütleme zorunluluğundan yola çıkarken, sloganlarını ve mücadele yöntemlerini söz konusu koşullara uygun biçimde belirler. Devrimci bir durumun olgunlaşması halinde parti, bir dizi geçiş sloganı saptar ve varolan koşullara uygun olarak, devrimci ana hedefine, iktidarın ele geçirilmesi ve burjuva-kapitalist toplum düzeninin yıkılması hedefine tabi kılacağı kısmi talepler öne sürer, işçi sınıfının günlük taleplerini ve günlük mücadelelerini ihmal etmek, parti faaliyetini sadece bunlarla sınırlamakla aynı derecede hatalı, yapılmaması gereken bir şeydir. Partinin görevi, günlük ihtiyaçlardan hareketle, iktidarı hedef alan devrimci mücadelede işçi sınıfına önderlik etmektir.” (Komünist Enternasyonal Programından)

***
Yakın zamana kadar D.Perinçek Özgürlük Dünyası yazarlarına -sürekli reddedilen- görüşme talepleri iletiyordu. Aydınlıkçı dergilerde Özgürlük Dünyası’nın görüşleri olumlanıyor, dergimize “aramızda bir çizgi farklılığı olmadığı” mesajları iletiliyordu. Söylendi: “eceli gelen it cami duvarına siyermiş”! Şimdi Özgürlük Dünyası “olgunlaşmamış devrimci”, “solcu”, “karaçalıcı”, “ucuz politika yapıcı” vb. oldu. Biz değişmedik. Aydınlıkçılar da değişmedi. Ama bitlerinin kanlandığı anlaşılıyor. Bu saldırı, Aydınlıkçılar kendilerini güçlü hissettiklerinde geçmişte de yöneltilmişti. Sonu hayırlı olmadı. Aydınlık kimsenin yüzüne bakmadığı bir grup haline geldi. Şimdi de üç kuruşluk reformcu cürümleriyle yer yakacaklarını sanıyorlarsa, aldanıyorlar. Bizden söylemesi…
Bay Helvacıoğlu, Özgürlük Dünyası konumu ve görevini defalarca ortaya koymamış gibi, bunu bilmezden gelerek, genel grev ajitasyonu, çağrı ve direktifleri bulamadığı Özgürlük Dünyasını sigaya çekmeye yelteniyor “Sınıfın Marksist-Leninist öncü partisinin ısrarlı ajitasyonunun Özgürlük Dünyası sayfalarına ancak son iki ayda ulaşabildiği anlaşılıyor… Özgürlük Dünyası bir haber dergisi midir, yoksa aylık rapor dergisi mi? Bir şiar, geniş kitlelere mal olduktan ve artık meydanlarda dile getirildikten sonra, ‘işçilerin genel greve duydukları ilgi artıyor’ demek, ‘Marksist-Leninist öncülük’ kavramıyla nasıl bağdaştırılabilir? … İyi güzel de, nedir bu siyasi talepler? En sıradan işçi bile siyasi taleplerini meydanlarda dile getiriyor. Özgürlük Dünyası ise hala bu konuda bir tespit yapmıyor… Özgürlük Dünyası somut öncü politikada yok ama ucuz politikayı çok iyi beceriyor.” (Agy.)
Özgürlük Dünyası hiçbir zaman Marksist-Leninist öncü olduğunu, öncü politika yaptığını ve yapacağını iddia etmedi. Özgürlük Dünyası bir ajitasyon dergisi olmadığı gibi politika üreten, taktik çizgi geliştiren ve eylem direktifleri veren bir dergi de değildir. Bunlar açıklandı. Haber dergisi olmak da onun esas özelliği değildir. Özgürlük Dünyası başlıca teorik bir dergidir, Marksist teorinin ve politikanın çeşitli yönleriyle açıklanıp yaygınlaştırılmasıyla görevlidir. Bay Helvacıoğlu o, Özgürlük Dünyası’nın yapmadığını söylediği işlerin Marksistlerce değişik yollarla yapıldığını bile bile, dergimize ilişkin olarak böbürlenerek söylediği şeyi yapmaktadır: “çamur at izi kalsın”! Dergimizin, zaten yapmayacağını söylediği şeyleri yapmamakla eleştirmek, yasalcılığın yanı sıra doğrusu pek de ahlaklıca oluyor! Meydanlarda bugün Marksistlerin formüle ettiği sloganlar kitlelerce atılmıyor mu atılıyor mu, işçiler bu taleplerle harekete geçiyor mu geçmiyor mu, Marksistler henüz -Aydınlıkçılar gibi !!!- sınıfa öncülüğü bütünüyle başaramasalar da onun belirli kesimlerini yönetebiliyorlar mı yönetemiyorlar mı -önemli olan budur. Yoksa her şey Özgürlük Dünyası tarafından yapılacak diye iddia edilmedi. Bu eleştiriyi yönelten ve işçi hareketini yasal partileri ve dergileriyle yönetme iddiasıyla ortalıkta dolaşanlar, dönüp kendilerine baksın ve eğer kendilerinde o gücü buluyorlarsa yasalcılıklarına hayıflansınlar. Ya da yasal parti ve dergileri aracılığıyla yürüttükleri ajitasyon ve örgütlenme faaliyetiyle hükümet devireceklerinin hayalini kursunlar! Yasal parti ve dergi araçları “demokratik erken seçim” hedefine uygundur kuşkusuz. Ama diktatörlüğü devirme hedefi için asla! Salt bu nedenle bile, siz ancak “erken seçim” isteyebilirdiniz, ancak bunu yapabilirdiniz ve öyle yapıyorsunuz.
Düzen yardakçılığında Türk-İş’le birleşen, ondan farklı bir yönelim içinde olmadığı gibi genel grev konusunda Türk-İş’i tek kelimeyle eleştirmeyen, farklılık olarak ileri sürebileceği tek şey zaman zaman “işyeri komiteleri ve işçi inisiyatifi” lafları etmek olan (bu lafları zaman zaman Türk-İş bürokratları bile ediyorlar) SP için, Özgürlük Dünyası “genel grevi Türk-İş ağalarının önderliğinde bir eylem olarak görüyorlar” diye yazınca, bay Helvacıoğlu pek bozulmuş, Aydınlıkçı yayınlardan üç-beş alıntı yapmış ne denli işçi inisiyatifini savunduklarına dair. Biz de alıntılar yapalım:
SP başkanı F. İlsever: “Türk-iş Başkanlar Kurulu’nun oybirliğiyle aldığı kararlar tabanın isteğini yansıtıyor ve derinleşen krize karşı işçi sınıfımızın ağırlığını koyma kararlılığını gösteriyor. Genel eylem kararı gerçek muhalefetin yolunu gösteriyor.” (Yüzyıl, 4 Kasım, s. 16)
Burada sınıfla Türk-İş yönetiminin birbirinden ayrıştırıldığı Türk-İş yönetiminin sınıfın tutumunu yansıtmadığının ileri sürüldüğü söylenebilir mi? Türk-İş’in sınıfı seferber ettiği ve ona gerçek muhalefet yolunu göstererek önderlik ettiği belirtilmiyor mu yukarıda? Hani işçi inisiyatifi, hani Türk-İş’in olumsuzlukları? Burada gerçek bir önderlik kabulü var. Ve “kararlılık” ve tabanla birlik övgüsü…
Türk-İş kararıyla 3 Ocak arasında ve eylem sonrasında Aydınlıkçıların Türk-İş’e yönelttikleri tek eleştiri yok.
30 Aralık’ta D. Perinçek Yazıyor; “Simdi öğreniyoruz ki, bazı sosyalistler yapılacak genel grevi beğenmiyorlar. İşçi sınıfı onlara beğendireceği mücadeleleri de başaracaktır. 3 Ocak 1991, yalnızca bir başlangıçtır.” (2000’e Doğru, sf. 16)
Perinçek’in Türk-İş’in kararlarında itiraz ettiği bir şey yok. Tersine O, Türk-İş yönetiminin kararlarıyla ve tutumuyla sınıfı ve çıkar ve özlemini ifade ettiğini düşünüyor, Çünkü genel greve ilişkin Türk-İş kararında olumsuzluk bulup eleştirenlerin sınıfı eleştirdiğini savlıyor, Türk-İş yönetimiyle sınıfı birleşik halde ele alıyor. Bu, çizgisi Türk-İş’le birleşen Perinçek’in onun önderliğine ses çıkarmaması değil de nedir?
Genel grev, evet olumlu yönlerinin yanında olumsuzluklara da sahiptir. Olumlu yönler, başlıca sınıfın mücadeleci ruh hali ve kararlılığının sonucudur ve zaten Türk-İş yönetimi yasak savıcı tutumuna rağmen yalnızca ve sadece sınıfın tabandan gelen baskısı sonucu “genel eylem” kararı almak zorunda kalmıştır. Ne olursa olsun, tüm eksiklik ve yetersizliğine karşın sınıfın ilk kez bir genel greve çıkması, bu “işe gitmeme” biçiminde olsa bile, bir olumluluktur. Şöyle ya da böyle genel grevin yapılabileceği görülmüş, sınıf bir yasayı daha çiğnemiş, işlemez kılmıştır. Artık daha ileri eylemler ve gerçek genel grevlerin birlikte şalter indirmelerin önü açılmıştır. Üstelik Türk-İş kararı bir kısım fabrika ve işletmelerde aşılmış, “işe gelmeme” tutumu işe gidip şalter indirmeye ve yürüyüşlere dönüştürülmüştür. Sınıf Türk-İş’in de SP’nin de önündedir…  Ve her şeyin ötesindeki olumlu yön, madenci grevi ve yürüyüşü ile birlikte 3 Ocak eyleminin, yalnızca ulusal planda da değil, uluslararası alanı da kapsamak üzere, burjuva propagandasına ve ölgün aydın ruh haline bir yanıt oluşturmasıdır. İşçi sınıfının yok olduğu, sosyalizmin öldüğü masalları Türkiye işçi sınıfının canlılığı ve mücadeleciliğiyle ölümcül bir darbe yemektedir. Tüm yetersizlik ve zaaflarına karşın Türkiye işçi sınıfı bugün dünya proletaryasının gözbebeği durumundadır.
Ama 3 Ocak olumsuz yönlere de sahiptir ki, o olumsuzlukların başında eylemin “işe gelmeme” biçiminde gerçekleşmesi gelmektedir. Bu, sınıfın gerçek gücünü görmesini, bir arada bayramını yaşamasını, sınıf kardeşleriyle kucaklaşmasını, fabrikaların birbirleriyle birleşmesini, eylem içinde gücünün bilinciyle pişecek sınıfın eğitimini hem bu nedenle hem de tartışma-konuşma-aydınlanma olanağının olmaması nedeniyle engellemiştir. Türk-İş’in “işe gelmeme” kararı nedeniyle sınıf genel grevini hakkıyla yaşayamamış, bu kararla eylemin ilerleyişi ve olası üst boyutlara sıçraması önlendiği gibi, sınıfın örgütlenmesine katkısı da engellenmiştir. Önlenen bir başka şey, sınıfın diğer emekçi sınıflarla birleşmesidir. İşçiler evlerine kapatılarak, başka sınıftan emekçilere yönelmeleri engellenmiştir. Bunları beğenmek için D. Perinçek olmak gerekiyor. Sınıfın ilerlemesinden değil, yerinde saymasından yana olmak gerekiyor, sınıfın eyleminin en zararsız yoldan geçiştirilmesi yanlısı olmak gerekiyor ve tabii burjuva ya da burjuva ajanı olmak gerekiyor. Peki, 3 Ocak eyleminde beğenilmeyecek yönler bulanlara dudak büken havalı Perinçek Türk-İş önderliğini benimsemiş olmuyor mu?
D. Perinçek ve SP nerede ve hangi yönüyle Türk-İş yönetiminin kararını pratik olarak aşmayı öngördüler? Var mı böyle bir ilerletici tutum? “Demokratik erken seçim” ve buna bağlanan “meclis istifa” sloganlarını işçi hareketine yaymaya ve hareketi burjuva muhalefetin kuyruğu haline getirmeye çalışma gibi bir “ilerletici öğe”yi bir yana bırakalım. Hareketin bağımsız işçi eylemi olarak ilerletilmesi çabasının tek bir örneği bulanabilir mi SP yaklaşımında? Türk-İş önderliğini aşıcı, ilerletici tutum birincisi, eylemin bağımsız bir işçi hareketinin geliştirilmesinin ifadesi olarak siyasallaşma eğiliminin ilerletilmesini şart koşar. SP böyle bir tutum içine girmemiştir. Daha önemlisi, Türk-İş önderliği pratik olarak aşılmak gerekirdi. Bu, “işe gelmeme” tutumunu işbaşında şalter indirmeye, fabrikaların sokaklara boşalmasına ve sokak hareketinin geliştirilmesine dönüştürme, genel grevi halkın genel direnişiyle, genel olarak iş ve eğitimin bırakılması, kepenklerin indirilmesi ve sokaklara dökülmeyle birleştirme tutumunu savunmayla mümkündü. Türk-İş’i tek kelimeyle eleştirmeyen SP’nin böyle bir eğilime sahip olduğundan ve olabileceğinden söz etmek bile olanaksızdır. Taban inisiyatifini savunduğunu iddia eden fabrika ve sokakları savunmadan edemez, meclisle ve erken seçimle değil sokaklarla, sınıfın bağımsız eylemiyle ilgilenir. D. Perinçek, fabrika ve sokakların adamı değildir, SP fabrika ve sokakların partisi değildir. Onlar, burjuvazinin, düzenin ve onun parlamento gibi kurumlarının sistemine aittirler. Böyleyken, işçi yanlısı ve devrimci gibi görünmeye uğraşan sahtekarlardır.
Gelelim taban inisiyatifinin savunulduğu ve böylelikle Türk-İş önderliğinin kabul edilmediği iddiasına.
Helvacıoğlu’nun alıntıladığı Saçak’ın Aralık 89 sayısındaki Mustafa Birçek’in Türk-İş Kongresine ilişkin yazısından bir pasaj da biz aktaracağız:
“Solun iri kesimlerinin sınıf içindeki güçleri, aşırı tabancı ve her şeyi ilkeye bağlayan tutumları, muhalefet içinde dar grup olarak kalmalarını getirdi. Muhalefet içerisinde olmazsa olmaz anlayışında ısrar etmeleri genel olarak muhalefetin başarısına zarar verdi.”
Demek ki taban inisiyatifini savunan başkaları SP değil. Mustafa Birçek devrimcileri Türk-İş’in bürokratlarıyla birleşmekten ilkeli tutumla kaçınmaları dolayısıyla eleştiriyor. Ve bu yazı da taban inisiyatifi savunusunun örneği olarak Helvacıoğlu’nca alıntılanıyor!
Helvacıoğlugüzel güzel anlatıyor:
“Sosyalist parti en başından beri genel grevin güvencesinin tabandaki işçi inisiyatifi ve devrimci sosyalist işçi önderlerinin varlığı olduğunu tespit etti ve esas olarak onlara seslendi… Önce demokrat ve daha sonra tüm sendikacıları ikna etmenin yolunun da taban inisiyatifinin baskısı olduğunu belirtti ve üst düzeydeki ikna çalışmasını böyle bir perspektifle yürüttü. Ayrıca savaş yürüten bir kurmay tutumu aldı. Genel grev hakikatine katkısı olacak en ufak olguyu bile dikkate aldı, değerlendirdi. Genel greve şurasından burasından yaklaşan sendikacılara karşı sekter bir tutum almadı, tam tersine onları hareketin daha da göbeğine çekmeye çalıştı.”
Burada taban inisiyatifini mi sınıfın Türk-İş bürokratlarının etkisine terkinin mi olduğu tartışmalı! SP’nin Şevket Yılmaz ve Mustafa Özbek gibilerini “ikna”ya çalışırken, D. Perinçek’in söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla kendisinin ikna olduğu ve Türk-İş yönetimimin 3 Ocak’a ilişkin kararına hiçbir eleştirel ses yüksetlmeyip onun önderliğini “taban inisiyatifi” adına kabullendiği görülüyor.
Bu kazanıcı-“iknacı” savaş yürüten bir kurmay tutumu”na yeri gelmişken bir örnek daha verilmeli… 13 Ocak tarihli 2000’e Doğru’nun “Uzun Yürüyüş Dersleri”nde şunlar yazılı:
“İşçinin televizyonda yankılanan ‘en büyük polis biçim polis’, ‘en büyük ordu bizim ordu’ sloganlarını devlet ricali anladı mı acaba? … İşçi mücadeleyi kazanmaya bakıyor. Karşısındaki kuvveti bölecek sloganı arıyor. Zafer ilkesidir bu.”
Bu kadar olur! İşçilerin geri bilincine övgünün ve bundan harekede ordu ve polise yönelik yanılsamalı tutumun sürdürülmesine çalışmanın bu kadarı zor bulunur. Zafer ilkesiymiş, işçilerin karşısındaki kuvveti bölme tulumuymuş! Kardeşlik sloganlarına, askerlerin sınıf kökeninin ileri sürülmesi tutumuna gerek olmuyor mu? Pes! Ve üstelik bu sloganların doğruluğu işçilerin geri bilincinin tezahürü olarak değerlendirilmediği gibi, sözde “öncü işçilerin” ağzından “madenci, devletin ne olduğunu, polisin ve ordunun ne iş gördüğünü öğrendi” saptamasıyla birlikte ileri sürülüyor. “Mengen’de sorun, Özal sorunu olmaktan çıkıp devlet sorunu oldu” deniyor.
Barikatlar ve barikatta asker ve polisle karşılaşan, devleti en temel kurumları şahsında somut olarak karşısında gören madencinin devleti yaşayarak öğrenmeye adım attığı kesin, bu barikattan dönüşte ve göz altılardan sonra sloganların siyasallaşmaya yönelmesiyle görüldü. Ve zaten sonra “en büyük…” sloganları atılmaz oldu. Şu açık ve gerçek ki, devlete ilişkin bilinçlenme ilerledikçe orduya övgüden vazgeçilir, çünkü bu ikisi bağdaşmaz şeylerdir ve birliği “kuvvet bölme” vb. türünden safsatalarla açıklanamaz. Devletin ne olduğunun öğrenilmesi bilinç sıçraması, ilerleyişi iken, “en büyük ordu…” geri bilinci ifade eder. SP ve Aydınlıkçılar her adımda reformculuk ve yardakçılığın bir formülünü buluyorlar. “Bunu hep yapıyorlar”, bu işte çok becerikli ve iflah olmazlar.
Kürt sorunu karşısında Perinçek ve SP’nin marifetlerini ileriki yazılarımıza bırakıyoruz. Ama tek cümleyle, Kemalizm’in Kurtuluş Savaşı sırasındaki Kürtlere yönelik yedekleyici ve aldatıcı tutumunun propagandasını yapan Perinçek’in DGM’deki son sorgusunda da “Perinçek konuşmalarında döne döne birlikten yana olduğunu söylemiştir.” şeklinde kendisini savunduğunu belirtelim.
Gelelim bay Helvacıoğlu’nun son çarpıtmasına. Bayımız Özgürlük Dünyasının Fransız liselilerinin mücadelesini sosyalist mücadele olarak değerlendirdiği çarpıtmasını yaparak şunları yazıyor: “ANAP iktidarını yıkmak için genel grev çağrısı yapan SP ve on binlerce işçi reformcu oluyor. Parasız eğitim için yürüyen çoluk çocuk ise sosyalist taleplerle düzene isyan eden kapitalizm karşıdan. Ne diyelim. İnsanın dengesi bir kez şaşmaya görsün.” (Teori 13, sf. 69)
Helvacıoğlu gibi aklıevvel ve ahlaksız çocuklarla uğraşmanın insanın üzerinde olumsuz bir etki yapabileceği gerçeğini kabul ediyoruz. İnsan şaşıyor: bu kadar zibidilik nasıl bir araya getirilebiliyor!
Evet, Özgürlük Dünyası ANAP hükümetini hedefleyen genel grev yozlaştırması nedeniyle SP’yi reformculukla bir kez daha tanımlamıştır. Ama biz hiç bir yerde “on binlerce işçi” için reformcu nitelemesi yapmadık. İşçiler olsa olsa reformcuların peşine takılırlar, sınıf bilincine ulaşmadıkça. Ama şöyle ya da böyle işçi sınıfının ekonomik taleplerle bile ayağa kalkışı düzen karşıtıdır. Yeter ki kendi talepleriyle ayağa kalksın. Bu durum, Helvacıoğlu’nun “eleştiri” konusu ettiği yazıda da belirtilmektedir: “genel grev gündemine aldığı taleplerden ve onu örgütleyenlerin iradesinden bağımsız olarak bir sınıfın (işçi sınıfı) başka bir sınıfa (burjuvaziye) karşı eylemidir.”
Fransız gençlerinin eylemi için ne dedi peki Özgürlük Dünyası? Beyimiz gençlerin “parasız eğitim” vs. türünden akademik taleplerle harekete geçtiğini söylüyor ve sanki biz bunları belirtmeden harekete katıksız sosyalist bir anlam yüklemişiz gibi, dergimizden bildiğince cümleleri atlayarak aktarma yaparak mahkûmiyetimize karar veriyor. Yazıyı tümüyle aktarıyoruz:
“Fransa’da bir ayı aşkın süredir lise öğrencileri eylem halinde. Başlangıçta akademik ve eğitim koşullarına, dersliklerin yetersizliği kafeterya ve yurtların pisliği gibi sorunlara ilişkin taleplerle başlayan ve kısa sürede tüm Fransa’ya yayılan öğrenci hareketi siyasalaşma eğiliminde. Eylemlilik yeni taleplerle zenginleşerek gelişiyor! “Sosyalizm öldü” iddialarına karşın kapitalizmin metropollerinden birinde sosyalist talepler ileri sürülmeye başlandı. Unutturulmak istenen devrim, yeniden tartışmaya girdi. İdeolojik çarpıtılmıştık ve yozlaştırıcılığın gemi azıya almış olmasına rağmen, henüz öğrenciler tam bir berraklığa ulaşmamış olmakla birlikte, devrim ve sosyalizm yine öğrencilerle ilham veriyor. Ve önemli olan Fransız liselileri 68 geleneğini sürdürerek düzene isyan yolunu tutuyor. Polisle çatışmaya giriyorlar. Nereye kadar ve hangi yoldan gidecekleri üzerine bir şey söylenemez, ama düzen karşıtı, kapitalizm karşıtı HAREKETLENMENİN sonu gelmiyor.”
Burada, bir yönelim olarak sosyalist taleplerden söz etmenin dışında sosyalistliğe ilişkin bir şey var mı? İdeolojik çarpıtılmışlık, yozlaştırıcılık, berraklık yoksunluğu, hareketin nereye kadar ve hangi yoldan gideceğinin belirsizliği ne anlama geliyor?
O “karaçalıcılık”, “çamur atıcılık” Aydınlıkçıların ayrılmaz özelliklerindendir; reformculuk ve burjuvalık temel özelliğinin yanı sıra.

EK:

TDKP Konferans Belgelerinden –Şubat 1990
Türkiye’nin bugünkü iç ekonomik ve siyasi durumu.
“Emperyalizmin, burjuvazinin ve hükümetin propagandasının aksine Türkiye ekonomisi bugün açmaz ve kriz içindedir; sürekli yoksulluk ve kötü yaşam koşulları içine ittiği işçi, emekçi ve köylü kitlelerini daha da ezmekten başka bir olanağa sahip değildir. (…) Burjuvazi ve gericilik İçin bugün ve görünen yakın gelecekte tek çıkar yol, işçi ve emekçi kitleleri daha fazla sömürmek, daha fazla yoksulluğa ve sefalete itmek, emekçi halkın gırtlağına daha fazla başmaktır. (…)
“4 Şubat karadan diye bilinen ve birkaç aylık zaman içinde uygulamaya konulan yeni ekonomik saldırılar, işçi sınıfı saflarındaki hoşnutsuzluğun yer yer öfke ve kaynaşmaya dönüşmesine yol açtı; işçi sınıfının ekonomik hareketi ülke gündeminin en önemli sorunlarından biri haline geldi. Gençliğin önceki yıllara göre daha geniş kesimlerini içine alan eylemi, yeni mücadele biçimleriyle ve belli başlı kentlere yayılarak önceki yıllara göre yeni bir yükseliş aşamasına girdi. 1987-88 ve özellikle1989 yılları Kürt halkının ezilemeyen mücadelesinde gelişme ve kitleselleşme doğrultusundaki olgulara tanık oldu. İşçi sınıfının gençliğin, Kürt halkının ve genel olarak emekçi halkın saflarında doğup gelişen hareketlenme 1986’ya kadar Türkiye’de siyasal gündemi belirleyen “eski” partilerle “yeni” partiler ve çeşitli partileri de içine alan generaller kliği arasında su yüzüne çıkan çelişkileri, bu çelişkilerin doğurduğu sorunları ve demokrasi sorununu Demirel ve Ecevit’e özgürlük derecesine indirgeyen sloganları ülke gündeminin gerisine attı. Netaş ve Kazlıçeşme grevleriyle aşama gösteren ve iki yıl içinde yüz bine yaklaşan işçiyi kapsayan uzun süreli ve dirençli grevler biçiminde gelişen ekonomik hareketle birlikte, 1988 baharında toplam 70.000 işçiyi içine alan ve çeşitli biçimlerde işçi komitelerinin doğmasına yol açan yasa dışı işçi eylemleri, 1988 ve 200.000 işçinin iş bıraktığı 1989 1 Mayıs mücadeleleri, 1988’de 1,5 milyonluk işçi kitlesinin katıldığı yemek boykotu, 1989’da bütün sektörlere yayılan 1 milyonluk işçi kitlesinin yasaları zorlayarak sokaklara taşan hareketinden oluşan protesto ve direnişlerin ve on binlerce işçinin katıldığı kitlesel gösterilerin toplamından oluşan sınıf hareketi, geçtiğimiz iki yıl içinde ülke gündemini ve diktatörlüğün politik sorunlarını belirleyen, yanı sıra diğer ezilen sınıfların saflarında da hareketlenme yaratan başlıca faktörlerden biri oldu. (…) işçi sınıfının, Kürt halkının/gençliğin ve emekçi halkın saflarında yayılan hareketlenme ve mücadelesinde görülen sıçrama, üst sınıfların ve hükümet ve genelkurmayın karargâhlarında bitirilen ‘devlet’ ve ‘yönetim’ işlerini ve ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ sorunlarını emekçi yığınların sorunları haline dönüştürme sürecinde yeni bir aşama teşkil etti. (…) işçi sınıfının, halkın ve Kürt ulusunun mücadelesi egemen sınıflar ve gerici kamp içindeki çelişki ve çatışmaları bir yandan keskinleştirdi, etkinleştirdi; öte yandan, onları yeni faşist ve gerici tedbirler ve ‘demokrasi güldürüleri’ sahneleyecek taktikler üzerinde birleşme arayışlarına itti; (…)
“Son beş-altı yıldır giderek artan oranda ilerleyen olaylar ve olgular, faşist silahlı zorbalığın sağladığı ‘siyasal istikrar’ın gerçek bir ‘istikrar’ olmadığını; faşist cuntanın 12 Eylül 1980’de kazandığı zaferin gerçekte bir ‘Pirus zaferi’ olduğunu; azgınlaşan sömürünün ve ona eşlik eden faşist zorbalığın işçi ve emekçi yığınların bilincinde kendi temellerini ve ‘meşruiyeti’ni aşındıran unsurları da uyandırdığını ve ‘siyasi istikrarsızlık’ öğelerinin gelişmesi için koşulları olgunlaştırdığını kanıtladı. Türkiye egemen sınıflarının ve faşist diktatörlük rejiminin ‘istikrarı’ gelişen köklü ‘siyasi kriz’ öğeleri tarafından her geçen gün daha fazla sarsıldı ve sarsılmaktadır, işçi sınıfı hareketi, Kürt ulusal hareketi ve gelişen gençlik hareketiyle birlikte emekçi halkın saflarında yayılan hoşnutsuzluk, son dört-beş yıllık dönem boyunca giderek artan oranda ‘siyasi istikrar’ı ‘siyasi kriz’in gelişmesi doğrultusunda sarsan etkenler oldu. (…) Ama bir gerçek Var ki; işçi sınıfının, ezilen Kürt halkının, gençliğin ve diğer emekçi sınıfların (tüm zaaflarına ve özellikle de ileri kesimlerinin hareketi geçmişe göre daha geri düzeylerde seyretmesine karşın) hareketi, son birkaç yıldır ve bugün 1980 12 Eylül öncesine göre çok daha köklü dinamiklere sahiptir, çok daha kitlesel gelişme içindedir ve işçi ve emekçi yığınları çok daha fazla deneyim kazanmış durumdadır. Yanı sıra karşı devrimci kamp, 1980 öncesine göre daha ciddi parçalanma öğeleri kazanmış, gerici kamp içindeki çatışma alanları daha fazla genişlemiş, 12 Eylülcü faşist kurumların (bütününün) yığınlar üzerindeki etkisi daha da aşınmış durumdadır, (…)
” Bu sömürü ve yağmalama ‘programı’nın uygulanması, her şeyden önce, İşçi ve emekçi yığınlarının kendilerine dayatılan ve sürekli kötüleştirilen yaşam koşullarına boyun eğip eğmemeleriyle doğrudan ilgilidir. Oysa faşist terörün ‘yıldırıcı’ ve yığınların hareketini ‘durdurucu’ etkileri özellikle son birkaç yıldır görüldüğü gibi giderek kırıtmakta; ekonomik sömürü ve yağmalamanın emrine tarihte olmadığı kadar örtüsüz ve açıktan açığa girmiş olan faşist zorbalık bugünkü koşullarda işçi ve emekçi kitleler üzerinde hor geçen gün daha fazla öfke ve güçlenen direnme eğilimleri do yaratmaktadır. (…) Generaller kliği ile iktidarı ve muhalefeti ile diktatörlük cephesi, 1989’daki işçi hareketi dalgasını gerici sendika yöneticilerinin yoğunlaşan ihanetleri ve ‘erken seçim’ ve ‘cumhurbaşkanlığı seçimi’ demagojileriyle geriye atmayı başarmış olsa bile, hareketi durduramadı; onu sonuna kadar durdurmayı başaramayacağını ve yığın hareketinin yeni “iş, ekmek, özgürlük” dalgalarıyla karşı karşıya gelmesinin kaçınılmaz” olacağını anladı. Ama kapitalist burjuvazinin ve diktatörlüğün işçi ve emekçi yığınlara artan sömürü, yoksulluk, sefalet ve zorbalıktan başka verebileceği hiçbir şeyi yoktu.
(…)
” ‘Anayasa değişiklikleri’ ile ‘Anayasayı sivil parlamentonun yapması’ ile rejimin ‘demokrasiye değişeceğini’ öne sürmek, işçi sınıfına ve halka yeni bir ihanetten, yeni bir tuzaktan başka bir şey olamaz. Çağımızda Türkiye gibi ülkelerde demokratik anayasalar ancak demokrasi ve özgürlük için ayağa kalkmış işçi ve emekçilerin oluşturduğu organlar, geçici devrimci hükümetleri (halk hükümetleri) veya devrimin doğurduğu halk meclisleri tarafından yapılabilir.
(…)
“İşçi sınıfı hareketi tüm zaaf ve olumsuzluklara, reformist partilerin, gerici sendikacılık akımlarının ve revizyonist çevrelerin bereketi ‘durdurucu’ ve ‘bölücü’ faaliyetlerine karşın, kendiliğinden bir yükseliş ve yaygınlaşma içindedir. İktisadi ve siyasi olgu ve olaylar, işçi sınıfı saflarında yayılma eğilimi kazanan talepler, işçi hareketinin gelişme ve yaygınlaşma eğilimini güçlendiren ve koşullarını giderek daha olgunlaştıran bir özellik taşımaktadır. Bugün işçi sınıfı hareketi ekonomik bir hareket özeliği gösterse ve özellikle ileri kesimleri sosyalizm ve proletarya iktidarı için mücadeleden uzaklaştırılmaya çalışılsa bile, hareketin yükseliş ve gelişmesinin kendiliğinden sosyalizm eğilimi doğurması ve onun sosyalizm eğilim kazanması kaçınılmazdır. Ayrıca işçi sınıfı hareketi son birkaç yıllık gelişmesiyle şehrin ve kırın diğer emekçi tabakalarının hareketini uyandıran ve etkileyen bir özellik kazanmış durumdadır. Hareketi ekonomik bir karakter taşımakla birlikte sınıf, 1980 öncesi mücadelelerinin, daha çok 12 Eylülcü faşizmin ağırlaştırdığı sömürü ve sınırsız baskının deneyiminin son yıllardaki eyleminin verdiği tecrübeyle faşizme ve sermayenin egemenliğine karşı eğilimlerini de çoğaltmaktadır, işçi sınıfı özgürlüksüzlüğü her geçen gün daha derinden hissettiğini, tutumu ve eylemiyle giderek artan oranda göstermektedir, işçi sınıfı hareketinin en önemli zaafı, bugün sınıfın ileri kesimlerinin ve öncü işçilerin dağınıklığı, reformist ve revizyonist ideolojinin şu ya da bu biçimdeki etkisi altında olmalarıdır. (…)
“Hareketin bugüne kadar ortaya koyduğu veriler ve genel olarak gerici egemen sınıfların diktatörlüğünün karşı karşıya bulunduğu iç ve dış iktisadi ve siyasal açmazlar, işçi sınıfı hareketinin, Kürt ulusal hareketinin, gençlik hareketinin ve genel olarak halk hareketinin her şeye karşın gelişme ve ilerleme eğilimini sürdüreceğini göstermektedir: Halkın hareketinin gösterdiği bugünkü gelişme, onun “iş, ekmek, özgürlük” talebi etrafında birleşme eğiliminde olduğunu, iktisadi yaşam koşullarının daha da kötüleşmesini durdurulmasıyla birlikte sendikal ve siyasal özgürlük (ve Kürt ulusunun özgürlüğü) taleplerinin Türk ve Kürt milliyetinden işçi sınıfının, emekçi halkın ve gençliğin hareketini işçi sınıfının genel greviyle birlikte tüm halkın genel direnişine sürüklemekte plan talepler özelliği kazandığını göstermektedir. Ve gerçekte faşizmin ve sermayenin saldırılarını püskürtmenin, özgürlük ve demokrasiyi elde etmenin, faşist diktatörlüğü yıkma ve işçilerin ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı doğrultusunda (devrimci -demokratik halk iktidarı) ilerlemenin başka bir yolunun bulunmadığı açıktır.” (sf. 360-371)
Görevler:
(…)
İşçi sınıfının ve hareketlenme içinde bulunan Türk ve Kürt milliyetinden diğer emekçi sınıfların hareketinin bugünkü düzeyi, yönelimi ve yığınlar içinde yankı bulan, zaman zaman düşüşler yaşansa dahi harekete geçirici özelliklerini artıran “İş, ekmek, özgürlük” ve “ulusal özgürlük” talepleri ve genel grev ye direniş sloganları, işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların hareketi ağırlıklı olarak ekonomik ve kendiliğinden bir hareket taşısa bile, işçi sınıfının ve halkın, özgürlük ve demokrasiyi elde etmeden iktisadi haklarını savunma, yaşam koşullarını iyeleştirme yönünde adım atamayacağını anlama yoluna girmekte olduğunu ortaya koymaktadır. İşçi sınıfı saflarında ve bütün halk sınıfları içinde yayılan talepler halkın tüm sınıf ve tabakalarının eyleminin birleşmesine yol açabilecek özellikler göstermektedir, işsizliğe ve pahalılığa karşı talepleri, örgütlenme özgürlükleri ve siyasal haklarla ilgili talepler ve özellikle 12 Eylül darbesinin ‘kurumları’, ‘yasaları’ ve egemen kıldığı ‘değer yargılan’ karşısında güçlenen öfke ve nefret belirtileri her geçen gün artmaktadır. İşçi ve emekçi yığınların bilinç ve tutumundaki bu ilerleme ve burjuvazi ve gericiliğin yeni ekonomik ve siyasal tedbirleri karşısında mücadele eğilimlerinin güçlenmesi, proletaryanın partisinin önüne acil görevler; işçi ve emekçi kitlelerin acil taleplerini elde etmeyi, onların hareketini birleştirmeyi, daha ileriye ve daha üst aşamalara genişletmeyi hedefleyen yeni taktik siyasi görevler getirmektedir. İşçi ve emekçi kitlelerin devrim yolunda ilerleyebilmeleri, bugünkü aşamada, 12 Eylülcü faşizmin, sermayenin ve gericiliğin ‘Anayasa değişikliği’ ve 141-142-163. maddelerin kaldırılması gibi demagojilerle başlattığı yeni ‘liberalleşme’ güldürüsü, faşist terör dalgalarını ve faşist gerici kampanyaları püskürtmekten, IMF ve emperyalist tekellerin dayattığı iktisadi saldırıları geri çevirmek mücadelesinde kitlesel ve genel grev ve direnişlerle atılım göstermelerinden geçmektedir…
(…)
Bugünkü koşullarda, işçi ve emekçi yığınların mücadelesinin üzerinde birleştiği ve geliştiği siyasal platformu belirleyen iktisadi ve siyasal talepler ve dönemin mücadelelerinin eylem planı şu içerikte belirginleşmektedir.
-İşsizliğe, pahalılığa ve aşırı yoksulluğa yol açan, emperyalistlerin ve IMF’nin dayatmaları olan tüm iktisadi politikaların iptali ile ilgili talepler, 1980 öncesinden bugün gelen tüm ücret kayıplarının üstüne çıkan ücret talepleri, zamların, devalüasyonların iptal edilmesi, tarım ürünü taban fiyatlarının yükseltilmesini hedefleyen, köylülerin el konulan ve toprak ağalarına iade edilen topraklarının sahiplerine devredilmesini içeren vb. talepler, çalışma saatlerinin haftada 5 gün ve günde 8 saat olmak üzere yeniden düzenlenmesi, işten atmalara, işsizliğe yol açan tüm kurum, yasa ve uygulamaların iptali ile ilgili talepler;
-Sadece 141-142 değil tüm faşist yasaların iptali, gizli-açık faşist kurumların ve başta MİT, Özel Harp Dairesi, Siyasi Polis ve DGM’ler olmak üzere bütün faşist saldırı örgüt ve kurumlarının dağıtılması; polis-MİT kayıtlarının, fişlemelerinin vs. iptal ve imha edilmesi; başta faşist generaller olmak üzere bütün faşist katillerden, faşizm suçlularından ve işkencecilerden hesap sorulması, derhal bir siyasi affın ilan edilmesi vs. ile doğrudan ilgili talepler;
-Bütün çalışanlara sendika kurma hakkı, sınırsız grev özgürlüğü, işçi ve emekçilere siyasal mücadele ve sınırsız örgütlenme özgürlükleri ve siyasal mücadele ve örgütlenme özgürlüklerini kısıtlayan bütün yasaların kaldırılması, kurum ve örgütlerin dağıtılması ile ilgili talepler;
-Kürt… özgürlüğünün ve ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini tanınması, merkezi parlamentonun, hükümetin ve diktatörlüğün K… üzerinde hiçbir hak ve yetkisinin olmadığının ilan edilmesi ve Kürt … geleceğini özgürce belirlemesinin koşullarının tam ve eksiksiz yerine getirilmesi ile ilgili talepler;
-Kadınlığın, kadın emeğinin, kadın ve çocuk sağlığının ve gençliğin savunulması, korunması, kadınların eşit işe eşit ücret, eğitimin parasızlaştırılması, eğitimde fırsat eşitliği, toplum ve çevre sağlığı sorunlarıyla ilgili talepler;
Başlıca bu biçimde formüle edilebilecek olan talepler uğruna mücadelenin her alanda yaygınlaştırılması, bütün bu mücadelenin ‘iş, ekmek, siyasal ve ulusal özgürlük’ taleplerinin güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılmasına bağlanarak tüm çalışanların genel grev ve direnişi için ajitasyon ve mücadele… Günümüzde, işçi ve emekçi yığınların mücadelesi ancak işte böyle bir platform üzerinde gelişebilir. Kitlelerin mücadelesinin bu yönde ilerletilmesi, başka pek çok şeyle birlikte, düzenin ve faşizmin sınıf işbirliğine zorlayan taktiklerini reddeden tüm devrimci güçlerle her alanda birliklere ve ittifaklara girilmesiyle yakından bağlı durumdadır. Ayrıca bu mücadele işçi sınıfının asgari hedeflerinin (İşçi-Köylü iktidarı talebi ve temel taleplerinin) propaganda ve ajitasyonuna özel önem veren faaliyetle birleştirmek bir zorunluluktur. Proletaryanın temel müttefiki köylülüğün, özellikle yoksul köylülüğün anti emperyalist ve anti feodal taleplerinin ve şehrin yarı proleter kitlelerinin anti faşist ve anti kapitalist taleplerinin propaganda ve ajitasyonuna özel önem vermenin özel olarak önemli olduğu unutulmamalıdır: Böyle bir mücadele olmadan, emperyalizmin, tekelci kapitalizmin ve yarı-feodal toprak ağalığının egemenliğinin yıkılması yönünde tek bir adım bile atılamaz” (sf 373-375)

Şubat 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑