Mezopotamya’da Sümer sitelerinin en görkemlilerinden biri olan Lagaş’ta hasat sonrası şöleni yaşanıyor. Yedi gün yedi gece sürecek şölen. Ve şölen boyunca köleci toplumların o kesin sınırları kalkacak; “herkes eşit” olacak. O kadar ki, Lagaş’ın eşitlikçi kralı Gudera, tahtını şölen sürecince bir köleye bırakacak. (Tarih kitapları daha fazla ayrıntıya girmiyor ama belki de tacını bile kendi elleriyle kölenin başına koyacak.) Lagaş sitesi, bu eşitlik, özgürlük havasını bir hafta doyasıya yaşayacak. Köle kral, tüm köleleri temsilen bu bir hafta boyunca egemenlerle eşitliğin, dahası “egemenliğin” tadına varacak; ama şölenin sonunda da tanrılarına kurban edilecek.
Lagaş sitesi, MÖ 2100 yılında, “eşitlik” anlayışım bu “yöntemle” hayata geçirirken, Nü Vadisi de toplumsal dönüşüm sancılarıyla sarsılıyordu.
Eski Mısır’da “halk”, daha çok hak için büyük toprak, mülk sahiplerine ve rahiplere karşı ayaklanmıştı. Daha az ezilmek, daha az vergi vermek istiyorlardı. Yoksul halkın bir talebi daha vardı: Yalnızca aristokrasiye, rahiplere vb. tanınan “öteki dünyada ölümsüz olmak” hakkı!
Günümüzden 4000 yıl önce insanlar, hele yoksul insanlar, taleplerinin gerçek karşılığım sorgulayabilecek bilinçten yoksundu kuşkusuz. “Ebedi yaşam ayrıcalığının” bir egemenlik aracı olduğunu; bunun “ölümsüz egemenlerin” kendilerini baskı altında tutup sömürmeye yarayan bir silaha dönüştüğünü bilmiyorlardı. “Öteki dünyadaki yaşam”. Bu dünyadaki yaşamın getirdiği tüm zulüm ve acılara karşı bir dayanaktı onlar için. İşte 4000 yıl önce binlerce insan; “egemenlere mahsus” ölümsüzlük hakkı için, bedelini ödeyip “kendisini efendisinden satın alma” hakkı için mücadele etti, öldü…
Bugünden bakıldığında, sonunda kurban edileceği bir oyuna katılıp kendisini bir haftalığına kral zanneden Lagaş’lı kölenin hali de; “öteki dünyada yaşayabilmek” için ölen yoksul Mısırlının hali de traji komik geliyor. Ama M.S. 1990 yılında, TÜSÎAD Başkanı Cem Boyner’in düşünce özgürlüğünü savunan TBKP’nin “hali” kadar değil!
Onlar hiç değilse kendileri ve kendileri gibi ezilenler adına savaşıyor ve ölüyorlardı. TBKP gibi, patronların / egemenlerin yanında yer almıyorlardı. Lagaşlı Köle, eşitliğin gerçek anlamını bilmemekte mazurdu kuşkusuz. Ama M.S. 1990 yılında, hele adında “komünist” sözcüğü yer alan bir partinin bilmemek gibi bir mazereti yoktur!
Yapılan; düşünce özgürlüğü, insan hakları gibi Türkiye’nin gündeminde baş sırayı alan konularda kafa karıştırmaktır. İnsanı, içinde yaşadığı toplumdan, sınıfları, tarihsel koşullardan bağımsız ve “soyut” bir varlık gibi sunup insan haklarının özünü boşaltmaktır.
Proletaryaya “elveda” diyenlerin, işçi sınıfı ile sermaye için “eşit haklar” hayal etmesi ve savunması şaşırtıcı değil aslında. Ama gerçek insan hakları savunucuları, neyin ne adına talep edildiğini “bilmek” zorundadırlar. Bilmek ve durdukları yeri “belirlemek” zorundadırlar.
“HERKES EŞİTTİR, AMA…”
“Herkes eşittir, ama bazıları daha eşittir” diyor ünlü bir özdeyiş. Gerçekten de, İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi de, anayasalar, yasalar da “herkesin eşit olduğunu” yazıyor. Oysa yaşam, tarih boyunca “bazılarının daha eşit olduğunu” gösteriyor!
İşle insan hakları tartışması da bu noktada başlıyor ve bu noktada düğümleniyor: Kim savunulacak?
Tarih boyunca haklar, dönemin ve toplumun karakterine uygun biçimde farklılıklar taşımıştır. Ama bütün bu farklılıklara karşın tek ve değişmeyen ortak bir nokta vardır: Ezenle ezilen arasındaki çelişki. Hak arayışı, “haksızlığın /sömürünün olduğu yerde” vardır; “haksızlığa /sömürüye karşı” gelişir.
Genel bir doğrudur. İnsanlık tarihi, üretim ilişkilerinin belirlediği bir sınıf mücadeleleri tarihidir. İnsan hakları, özgün koşullara bağlı farklılıklar göstererek bu genel doğrunun içinde yer alır. Egemen sınıflar, ellerinde bulundurduktan devlet mekanizması ile toplumdaki “hakları” düzenler. Üretici güçler emekçi sınıflar da yeni haklar alabilmek ve 1 kazanılmış haklan kendi yararlarına daha ileri götürebilmek için mücadele eder. (İşçi sınıfının tüm dünyada yüzyıllar süren ve kanla yazılmış mücadele tarihidir bugün grev hakkım yasalara geçiren). İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi dâhil, tüm yasalardaki haklar, hep uzun ve zorlu mücadelenin sonunda alınabilmiştir. Daha açık deyişle, tarihin hiçbir döneminde egemenler, hakları, “insanları sevdikleri için” yermiş değildir. Bugün insan haklarında söz edilebiliyorsa, bu örneğin 1600’lerde insan haklarına ilişkin öncü yapıtlardan birini yazdığı için mahkeme tarafından hakkında “iki kulağının kesilmesi, yüzünün dağlanması ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılması” kararı verilen İngiliz Bostwick’in sayesindedir. Egemenlerin değil! Bugün insan haklarından söz edilebiliyorsa bu örneğin, 1908 yılında grevleri, ta İstanbul’dan Mecidiye Zırhlısı ile gönderilen askerler tarafından kanla bastırılan Aydınlı Şark Demiryolları işçilerinin sayesindedir. Egemenlerin değil! Bugün insan haklarında söz edilebiliyorsa, bu, tarih boyunca, hakları için dövüşen, işkence gören, öldürülen emekçilerin sayesindedir. Egemenlerin değil!
Bu anlamda, insan haklarının içeriğinde “emeğin hakkı” vardır. Yarattığı, ürettiği değerlere el konulan, sömürülen sınıfların emeğinin karşılığını alma mücadelesi vardır. Bu zorlu mücadelelerdir, köleci ve feodal toplumlarda görülmeyen bir biçimde “evrensel” insan hakları tanımı ve “kabulünü” burjuva toplumlara dayatan. Bu zorlu mücadeledir, “eşitlik” ilkesini kâğıtlara geçirten.
Ne var ki, sömüren- sömürülen; emek-sermaye çelişkisi, yani “eşitsizlik” sona ermedikçe, bu eşitlik ilkesinin kâğıt üstünde kalması da kaçınılmazdır. Bu eşitsizlik sona erene, yani sosyalizm hedefine ulaşıncaya dek insan hakları mücadelesi de sona ermeyecektir.
O nedenle, insan hakları mücadelesinden söz edilirken sınıf mücadelesi anlaşılacaktır. Ezilen sınıfın, “emeğin” yanında olmak ve sınıf mücadelesinin yanı sıra, ezilen ulusun, ezilen cinsin haklarının savunulması anlaşılacaktır.
İnsan haklarını savunurken kimin yanında yer alacağız? 1 Mayıs alanında üstüne ateş açılan işçinin mi, yoksa “patronların patronu” TÜSİAD Başkanı Cem Boyner’in mi? “Liberal” TBKP’liler gibi, aynı organik fonksiyonlara sahip oldukları için ortak ve soyut bir “insan” tanımlaması ile ikisini de “eşit” mi göreceğiz?
Kürtlere yönelik baskı, zulüm ve soykırım politikalarını görmezden gelip, TBKP önderleri Kutlu ve Sargın’ın serbest bırakılmasını “demokrasinin zaferi” diye alkışlayacak mıyız?
Ya da, İslamcı teorisyenlerden Abdurrahman Dilipak’a “demokratça”! kucak açıp, onunla birlikte İslamcıların “düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü” savunacak mıyız?
Öyle ya, Cem Boyner “devletle çelişkiye düşüp” savcılığa ifade vermeye çağırılıyor; Kutlu ve Sargın, bedeli “devlete teslim olmak” olsa bile “komünist” adını legalleştiriyor!
Emek sömürüsünü meşru sayan, sınıflar ve cinsler arasındaki eşitsizliğe Kuran süreleriyle kılıf giydiren bir ideolojinin temsilcisi Abdurrahman Dilipak da, “demokratlara” teminat veriyor:
“Ben bir insanım ve Müslümanım. İman ettiğim İslam, beni insanlığın meşru hakları konusunda tek yanlı bir deklarasyonla sorumluluk duygularına donatır. Benim gibi inanmayanlar benim haklarımı savunmasalar bile ben onların temel haklarını savunmak zorundayım. İslam barış ve özgürlük dinidir.”
İlginç bir rastlantı! Abdurrahman Dilipak’ın sözleri, Ayetullah Humeyni’nin İslam Devrimi öncesi Paris’te söyledikleriyle nasıl örtüşüyor!
İşte, İranlı yazar Bahman Nirumard’ın “İran: Soluyor Çiçekler Parmaklıklar Ardımla” kitabından bir pasaj:
“(Ayetullah Humeyni) Söz ve düşünce özgürlüğü, insanların temel haklarından biridir, diyordu. Hiç bir nedenle bu kısıtlanamaz. Her vatandaş, kendi kaderini kendi çizmeli, diyordu. “Vatana ihanet edenlerin” dışında, tüm politik partilere ve öz-güllere her serbestliği tanıyacağına söz veriyordu. Halkı ezen tüm devlet kuruluşlarını kaldıracağını söylüyordu. İran’da böyle kuruluşların yeri olmayacaktı. Radyo ve televizyon halkın malıdır, diyordu. Hükümet, bunları denetlemeyecekti. Sansürü tümüyle kaldıracağına söz veriyordu. Gelecekte İran’da herkes istediğini yazıp okuyabilecekti. (…) İnanç özgürlüğünden söz ediyordu Şii molla. (…) Kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizlikleri kaldıracağına söz veriyordu: “Söz veriyorum ki, memleketimizin kadınları, meslek, meşgale ve gayet tabi ki kıyafet tercihinde, bazı kaideler çerçevesinde tamamen serbest olacaklarda-.”
İşte Humeyni’nin sözleri, işte bugünkü İran!
Humeyni bu sözlerinde ne kadar “samimi” idiyse, Türkiye’deki “insan hakları ihlallerine müsaade etmeme kararlılığındaki” devlet sözcüleri de o kadar samimi!
Ancak burada önemli olan ve altını çizmek istediğimiz, devletin tutumu değil. Devletin, egemen sınıfların bir aracı olarak emekçilerin, ezilen sınıf ve ulusun karşısında olması doğal. Doğal olmayan, insan hakları savunuculuğuna soyunmuş bir kuruluşun, İnsan Hakları Derneği’nin, devletin yörüngesine girmesi.
İHD’nin politikası bunun örnekleriyle dolu. Son ve çarpıcı örneği ise, İsmail Beşikçi için parmağını kımıldatmaması, Genel Merkez bültenlerinde Kutlu ve Sargın’ın duruşmalarını “tefrika” ederken Beşikçi’nin tutuklanmasını tek cümlelik bir haberle geçiştirmesi…
İHD’nin devletçi tutumuna bir başka ilginç örnek de. Şubat 1990 tarihli açık oturumu. Bu açık oturumun konuklarından biri de ANAP milletvekili Bülent Akarcalı. Bay Akarcalı, İHD yöneliminin konuğu olarak, insan hakları savunucuları ile alay ediyor: “insan hakları ihlalleri 12 Eylül öncesinde de vardı. Ancak 12 Eylül öncesinde ihlaller, sıradan vatandaşın başına geliyordu. Bazı insanlar ve aydınlanınız 80’den sonra ne zaman ki 12 Eylül’ün duvarıyla karşı karşıya kaldılar, ortaya insan hakları çıktı.”
Bay Akarcalı belki İHD yöneticilerine “Sesinizi fazla çıkarmazsanız size aydınlara dokunmayız. İnsan hakları ihlalleri de sıradan vatandaştan öteye gitmez” demek istiyor. Sesini çıkarmayan bir derneğe takdirlerini de açık olurumda şöyle belirtiyor: “Bize İHD gibi çok sayıda dernek lazım. Devlet bu sorunu çözmeye çalışıyor ama iddialar kesilmedi.”
Evet, bir yanda işçi sınıfı bir yanda devlet. İnsan hakları savunucuları seçimini yapmak zorunda. Beşikçi ve Boyner ya da Akarcalı birer simgedir. Ama bu simgeler, ezenin mi yoksa ezilenin mi yanında yer alınacağı sorusuna açık, net bir yanıttır.
Tarihin çöplüğü, bu soruya yanlış yanıt verenlerle dolu…
Ağustos 1990