Mandel, Kagarlitsky ve Kürkçü “sosyalist” mi?

Nisan ayının sonlarında, Türkiye’de “sosyalizm” adına iddiada bulunan bazıları, iki “önemli” konuk ağırladı. Birincisi, Troçkist Enternasyonal’in önderi durumunda olan Belçikalı Ernst Mandel, ikincisi, Rusya Sosyalist Partisi’nin kurucularından Boris Kagarlitsky’di bu konukların. Ve sosyalistliği bir yana devrimciliğine ilişkin veriler hızla negatifleşmekte olan Demokrat! adına Ertuğrul Kürkçü onlarla söyleşerek izlenimlerini yazdı, izlenimlerinin özeti çarpıcıydı: “Sovyetler Birliği’nde devrimciler de var”.
“Türkiyeli sosyalistler iki yabancı sosyalisti konuk ettiler: Boris Kagarlitsky ve Ernst Mandel” diyordu Kürkçü, kendi “sosyalistliği” üzerine bir kez daha açıklayıcı bir not düşmek üzere.
Kimdi bu “Türkiyeli sosyalistler” ve gelenler ne tür “sosyalistler”di?
SBP’lilerden yerli Troçkistlere ve Dev Yolculara kadar genişçe bir yelpaze ve her iki konuğa yönelttiği tek eleştiri, çokbilmişlik, “Türkiyeli sosyalistleri” küçümseme ve “duyanın ekseninin kendi sorunlarından geçtiğinden çok emin görünme” olan Kürkçü, karşılayıcı “Türkiyeli sosyalistler” arasındaydı. Gelenlerin “sosyalistliği”ni şöyle bir yoklayarak yerli “sosyalistlerimiz”in “sosyalistliği” üzerine bilgilerimizi tazelemek eğlendirici olacak.
Kürkçü, “Kagarlitsky içeriden, Rus ve Sovyet gerçekliğinin somut süreçlerinden yola çıkarak Marksist teori ve politikaya klasik çizgilerin dışında yeni bir açılım sağlama çabası içinde kendi pratik mücadele deneyimlerini yorumladı” saptamasını yapıyor. Kendisi de “Marksist teori ve politikaya klasik çizgilerin dışında yeni bir açılım sağlama çabası içinde” olan Kürkçü, hemen uyum içine giriyor onunla ve olumluyor. Anında payeyi de veriyor:
“sosyalist” ve “devrimci”! Ernst Mandel için ise, “dışarıdan dünya sosyalizmi genelliğinden hareketle SSCB’deki süreçlerin klasik Troçkizmin perspektiflerinin doğruluğunu bir kez daha kanıtladığını dile getirdi” gözleminde bulunan Kürkçü, kendisini küçümsemesine “bozulma”nın ötesinde eleştirel bir tutum içine girmiyor, ancak övgülerde bulunuyor.
“İyi haberlere gelince” diye başlayan Kürkçü, yalnız övgülerini sıralamakla kalmayarak, Kagarlitsky ile Mandel’in yanı sıra “glasnost”u da olumluyor. “Kagarlitsky de Mandel de SSCB’deki değişim süreçlerinin çelişik görünümleri içinde olumlu ve olumsuz yönleri ayırt etmekte aynı tutarlılık içinde görünüyorlardı. Her ikisi de SSCB’nin içine düştüğü duraksama ve gerilemeye karşılık olarak bürokrasinin piyasaya can simidi gibi sarılmasına kategorik olarak karşı çıkıyor, perestroyka adı verilen ekonominin piyasa esaslarına göre yeniden yapılanması sürecine karşı işçi muhalefetinin yanında yer alıyorlar ama, glasnost adı verilen, işçi hareketinin ve sol muhalefetin baskısıyla elde edilen siyasal özgürlükler, örgütlenme ve konuşma haklarına sıkı sıkıya sahip çıkılmasını savunuyorlardı. Gerek Kagarlitsky gerekse Mandel SSCB’deki değişimin motoru olarak glasnost ve perestroyka arasındaki çelişkiyi gördüklerini açıkladılar.”
Peki, bu “sosyalistlikleri”, birinin Rusya “Sosyalist” Partisi kurucusu oluşundan diğerinin de Troçkizminden menkul “sosyalist” baylar, gerçekten piyasa ve piyasa ekonomisini karşılar mı?
Haftalık Nokta dergisinin kendisiyle yaptığı söyleşide Kagarlitsky, “Sosyalist Parti”den önce Moskova kurucusu olduğu “Perestroyka İçin Halk Cephesi”nin programına ilişkin olarak, “Ekonomik dönüşüm için zorunlu perspektifin çalışanların özyönetimi olduğu savunuluyordu. Piyasanın gelişimiyle eş zamanlı olabilecek demokratik bir planlamadan söz ediliyordu” özetini yapıyor. “Piyasanın gelişimini” savunan bir kuruluşun kurucusudur. Bu eski düşüncesiydi, bugün farklı düşünüyor sanılmasın, Sovyet ekonomisinin geleceğine ilişkin önerisi ya da tasarımı şöyle: “Halkın büyük çoğunluğunun ekonominin mutlak anlamda devletin elinde olmasını istemediği çok açık. Ama çoğunluk büyük çaplı özelleştirmelere de karşı. Yani biz yalnızca karma ekonomiden değil, kamu sektörünün egemen olduğu, demokratik, yeniden yapılandırılmış bir ekonomiden yanayız. Devlet sektörünün toplumsallaştırılmasından yanayız.”
Sovyetler Birliği’nin iğdiş edilmiş ideolojik koşullarında Kagarlitsky’ninki gibi görüşler ileri sürülmesi, hele, çok çekilen, uzun süreden buyana kapitalize olmuş “devlet sektörü”nden yakınılması ve onun “toplumsallaştırılması” ilginçliğinden söz edilmesi, anlaşılır bir şey sayılabilir. Ama bu görüşlerin Türkiye’de ve hem de “piyasa karşıtı” olarak olumlanması anlayışla karşılanamaz. Ortalığın malı olmayı yüceltmek üzere önüne gelene “sosyalistlik” payesi dağıtan ve hemen herkesle birleşmeye çalışan Kürkçü’nün, bu tür bir “piyasa karşıtlığı”nın propagandacılığı görevini üstlenmesi ise, ancak kendisinin “piyasası” hakkında bir fikir verir.
“Karma ekonomi”, piyasa olmadan olanaklı mıdır? Ancak “büyük çaplı özelleştirmelere” karşı çıkmak, piyasanın yadsınması değildir. Bilmeyen yok, bugün Türkiye’de, bir zamanlar kavram olarak da pek sevilen ve vurgusu yapılan bir “karma ekonomi” düzeninde yaşıyoruz. Bu, bütün kapitalist ekonomiler için geçerli olmak üzere, özel teşebbüsle devletin birliği ve ikincinin birincisini desteklemesi, tek tek özel girişimci burjuvaların – sermaye yetersizliği nedeniyle- boyunu ve çapını aşan yatırımları gerçekleştirerek özel mülkiyet koşullarını devamını ve gelişmesini sağlamanın adıdır. Ve bu tür ekonomi, tamamıyla piyasaya dayanır ve piyasa olmadan var olamaz. O “küçük çaplı özelleştirilmiş” üretim nasıl gerçekleşecektir? Ürünler nasıl değerlenecek ve nerede ve nasıl değişilecektir? Yoksa değişim olmayacak da, Proudhon’un emek makbuzu kuponları mı kullanılacaktır? Ve “devlet sektörünün toplusallaştırılması” ne demektir? Eğer o, üzerine pek kolaylıkla konuşulan sosyalizmden söz edilecekse, toplumsallaştırmanın devletten başka aracı olmadığı açıktır. Toplumsallaştırma, üretim araçları mülkiyetini, egemen sınıf olarak örgütlenmiş silahlı işçilerin, yani devletin mülkiyetine alma demektir. “Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylemi -üretim araçlarına toplum adına el konması- aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de.” (Engels, Anti Dühring) “Diktatörlük” korkusuyla Kagarlitsky saçmalayabilir, ama O’nun saçmalarına ortak olmakla sosyalistlik bir arada olanaklı değildir.
“Devlet sektörünün toplumsallaştırılması”nın çarpıklaştırılmış anlamı, devlet mülkiyelinin, “toplumsallaşma” adına, o anarşistçe karşı çıkılan devletten “özyönetim” gruplarına aktarılması olmalıdır. Kagarlitsky, bundan, “çalışanların yönetimde söz sahibi olacağı düzenlemelere gitmek” şeklinde söz etmektedir. Ve devletinki yanında “özyönetim” gruplarının mülkiyeti ve özel mülkiyet, merkezi planlama değil, “demokratik planlama” ile birlikte “karma ekonominin” unsurlarını oluşturacaktır! Ama bu bir miktar sosyalizasyona uğratılmış kapitalizmden başka nedir ki? Aynı şeyi, ünlü “sosyalist”(!) Mandel’in de tasarımında görüyoruz: “işçi devletinde, özyönetimci işçi konseylerine dayanan, üretici ve tüketici konseylerinin demokratik plan mekanizmalarıyla düzenlenen bir ekonomik düzen..” (Demokrat! Haziran sayısı) Troçkistlerin, sözde bürokratizmin alternatifi olarak ortaya attıkları “demokratik planlama”, silahlı işçilerin merkezi planlamasının karşıtı olarak düşünülmektedir; özyönetimci üretim ve tüketim grup ya da konseylerinin, ancak ve ancak piyasa koşullarında gerçekleşebilecek ekonomik ilişkisinin, üretim ve değişimlerinin, her nasıl olacaksa, planlanmasıdır! Bu noktada onlar Gorbaçov’la da hem fikirdirler. Stalin’in “buyrukçu-komuta ekonomisi ve planlamasına karşı “demokratik planlama”! “Sosyalizm öldü”cüler, “konuklar”ın yanı sıra, örneğin E. Kürkçü, proletarya diktatörlüğüne, toplumsallaştırmaya, yani mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesine, merkezi planlamaya ilişkin tezleriyle birlikte Marksizm, Marks ve Engels, Lenin de öldü sanıyorlar, ama aldanıyorlar. Saldırıları kesinlikle Stalin’le sınırlı kalmıyor. Ve bu, yalnızca Gorbaçovcuların özelliği değildir. “Konuklar”la, örneğin Kürkçü Stalin’e saldırmakla yetinemeyeceklerini biliyor ve Lenin’e, Marks ve Engels’e yöneltiyorlar oklarını.
Kagarlitsky’i alalım. Kürkçü’nün “sosyalist” tanımlamasını haklı çıkarmak üzere (!) komünizme saldırıyor: “Gorbaçov’un komünist diktatörlükleri kurtarmak için hiçbir şey yapmaması olumlu…” Burada, SB ve Doğu Avrupa’da “komünist diktatörlükler”in, yani proletarya diktatörlüklerinin uzun süre önce yıkılmış olması ayrı bir tartışma konusu. Önemli olan, Kagarlitsky’nin hınçla komünizme ve komünist diktatörlük’e saldırmasıdır. (Kavramın yanlışlığını bir yana bırakıyoruz: komünizmle diktatörlük birbirini reddeder ve bir arada bulunamaz.) Sosyalist ve devrimci olarak nitelendirilen, bu Kagarlitsky’dir. Onun ancak Brand’ın “Sosyalist Enternasyonalime layık bir “sosyalist olabileceğinden kuşku duyulamaz. Duyulamaz, çünkü o, siyasal sistem açısından da, tam anlamıyla bir parlamentarizm ve burjuva diktatörlüğü savunucusudur. Nokta’nın söyleşisinde şunları söylüyor:
“… İki seçenek ortaya çıkıyor: Otoriterizmin yeniden, ama bu kez anti-komünist olarak doğuşu ya da kapitalist olmayan bir demokrasinin kurulması. Ama bu Lenin’in öngördüğü Sovyetik tip bir demokrasi olamaz. Çünkü o parlamento önermiyordu. Hâlbuki parlamento demokrasiler için kaçınılmazdır. Batının olumlu deneyimi göz ardı edilemez. Şimdiye kadar işleyen tek demokrasi tipi budur… Öte yandan onu aşabilir, daha demokratik bir model üretebiliriz.” Yoruma gerek yok. Üstelik Kürkçü, O’nun Lenin’i de eleştirerek “ekonomi ve siyasal yaşamın emekçilerce aşağıdan, çok parçalı ve çoğulcu bir tarzda denetlenmesini savunduğunu” belirtiyor ama “sosyalist” nitelemesinden de vazgeçmiyor.
Mandel, “çoğulcu sosyalizm”i savunmasının ötesinde parlamentarist “değil”, özyönetimci; ama bu onu sosyalist yapmıyor, çünkü proletarya diktatörlüğü, bürokrasinin diktatörlüğü olarak reddedilerek silahlı işçilerin merkezi güçlü egemenliği yerine, birimlerde, işletme ve çeşitli sektörlerde “işçilerin yönetimi” geçirildiğinde bu, kapitalistlerin kapitalizm koşullarında dillerinden düşürmedikleri “işçilerin yönetime katılması”nın ötesine gitmeyen bir tür “yönetim”dir. Ve zaten o, yıllardır kapitalist olan SB’de “kapitalizmin ihyasının olanaklı” bile olmadığı ve kendisine göre sınıf karakteri belirsiz bir diktatörlük altında onun bir unsuru olarak ortaya çıkan/çıkarılan “glasnostun korunmasının işçi hareketi için yaşamsal önemde olduğu düşüncesindedir. Glasnost “özgürlükleri” ile işçiler perestroyka, yani yeniden yapılanmayı kendi çıkarlarına gerçekleştireceklerdir! Sovyetlerde “değişimin motoru” buradadır! Ve bu “konuklar” “sosyalisttirler”! Onları “sosyalist” olarak niteleyenler de onlardan az olmamak üzere “sosyalist”tirler!
Ve Mandel, lütfen kabul buyurup, “Troçkistlerle Stalin yanlılarının aynı partide bir araya gelmeleri” konusunda, “… Bir araya gelebilirler ve gelmelidirler. Yalnız parti içi demokrasi ve grup kurma özgürlüğünün tanınması koşuluyla” diyor. Soruyu soranın da yanıtlayanın da biraz akıllı ve gerçekçi olmalarında yarar var. “Stalin yanlıları”nı tanımıyorlarsa Stalin’i de mi tanımıyorlar!

Temmuz 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑