Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine ilk tutum açıklayanlardan biri D. Perinçek oldu. Ve anında tulum açıklayan başkalarının çoğu bu tutumlarını şöyle ya da böyle geliştirir ya da değiştirirken Perinçek, ilk açıklamalarına kararlılıkla sadık kaldı. İnönü, Ecevit gibileri örneğin, çeşitli yalpalamalar içine girerken -hakkı yenmemeli- Perinçek tutumunu sebatla sürdürdü, sürdürüyor.
Bu öncelikli tutum açıklama ve kararlılık ve sebat-karlık, yıllardır siyasetin içinde olan Perinçek’in tecrübe birikimimin sonucu değil kuşkusuz yalnızca. Gerçi Perinçek, nerede, hangi koşul ve zamanca ne söylemesi ve yapması gerektiğini iyi bilecek kadar deney biriktirdi. Ama bu, tek ve esas neden değil. Perinçek’in elinde denenmiş bir silah vardı: “Üç dünya teorisi”. O, Şefik Hüsnü’den miras çeşitli burjuva gerici grup, tabaka ya da kesimlere dayanıp onları destekleyerek düşmanlardan dostlar yaratma mantığının, bu sınıf işbirlikçisi, uzlaşmacı reformcu mantığın deneyli takipçisiydi. O, emperyalist, burjuva gerici, toprak ağası olup olmadığına bakmadan, nesnel olarak öyle olan ya da kafasında yarattığı bir “baş düşman”a karşı, dost-düşman, herkesle birleşilmesi gerektiği düşüncesinin yılmaz savunucusuydu. Rusya’ya. Sovyet sosyal, emperyalistlerine karşı Avrupalı ve hatta Amerikan emperyalistleriyle, faşist feodal burjuva gericileriyle birlik ve bu gerici güçlerin “dünya devrimi”nin yedek ve temci güçlerini oluşturduğu iddiası “üç dünya teorisi”nin temel teziydi. Emperyalizm ve feodalizme karşı mücadele gerekçesiyle Kemalizm destekçiliği, Demirel’e karşı 12 Martçı cuntacılarla birlik, MHP’ye karşı Eylülcü generallerle birleşme ve onlara övgüler düzme, şimdi de Özal ve Eylül’ün devam ettiriciliğine karşı çıkma gerekçesiyle -TBKP’den farklı olmayarak- SHP ve DP’yi kucaklayarak birlik ve erken seçimin çare olarak ileri sürülmesi, tümü, düşmanlardan dost yaratma ve onlara dayanma mantığının tezahürleridir.
Kendisini ruhuna kadar şekillendirmiş bu mantığıyla Perinçek, Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine hemen tutumunu açıkladı; Irak’ı, Saddam’ı destekliyordu. Hem de Saddam’dan daha çok Saddamcılık yaparak! O’na olmadık misyonlar yükleyerek ve Ondan yapmadığı ve yapamayacağı şeyleri de yapmasını isteyerek! Hemen şunları yazdı:
“Kuveyt, Araplar-arası kalın bölünmede Irak’ın parçasıdır… Keşke Irak Kuveyt’i. Arap Emirliklerini ve inatla Suudi Arabistan’ı alabilse. Bu tür eylemler sonunda sömüren ve sömürülen milletler doğmaz, daha güçlü milli birlikler doğar.” (Yüzyıl, s.3)
Yazısının başlığı ise “Arapların Prusya’sı Nerede?” idi. Prusya sorununa döneceğiz. Önce genel olarak Saddamcılık üzerinde duralım.
Irak işgali neden “haklı”?
Kuveyt, “Araplar arası kalın bölünmede” neden “Irak’ın bir parçasıdır”? Diyelim ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kuveyt Basra eyaletinin limanıydı, ondan. Ve hem Irak hem de Kuveytliler Araplar, aralarında tarihsel benzerlikler vardır. Peki ya Arap Emirlikleri ve Arabistan? O, “Irak keşke alabilse” denilen ülkeler? Perinçek’in Saddamcı iştahı Saddam’ın kendisinden daha kabarık. Niçin Saddam bu denli destekleniyor, hatta O’na yol gösteriliyor? Ve başka Arap ülkeleri de var. Cezayir’e, Moritanya’ya kadar, Irak “keşke bunları da alabilse” mi? O zaman neden Suriye Lübnan’ı ilhak etmesin? Neden Libya, Sudan ve Çad’ı yırtmasın? Mısır ya da Suriye niçin Ürdün’ü kendilerine katmasınlar? Ve ortak köklerden gelerek uluslaşmakta olan ya da kimi daha az kimi daha çok uluslaşan ülkeler, örneğin Türklerle Azeriler neden “ulusal birlik” için birbirlerine saldırmasınlar? Ya da Türkiye neden Kerkük ile Musul’u işgali tasarlamasın? Kürt sorunu ha Irak’ın olmuş ha Türkiye’nin? Kerkük ile Musul Irak’a -emperyalistler tarafından- bırakılırken orada Arap çoğunluğu mu vardı? Ve zaten Perinçek emperyalistler tarafından taksimatı kabul etmiyor değil mi?
Kuveyt ulusu diye bir ulus olmadığını yazarken, “Kuveyt ulusu diye bir ulus yok. İleride de olmayacak. Öte yandan emperyalizmin kurduğu petrol monarşileri de ulusal devletler değillerdir… “(Teori, s. 11-12, sf. 53) diyor. Geleceği de ipotek altına alan iddialılığı dışında yanlış değil. Ama bu Saddam’ın Kuveyt işgalini haklı çıkarır mı?
Irak’ın kendisi de, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde yapılan emperyalist taksimatın ürünü değil mi? Sadece Kuveyt ve Arap Emirlikleri değil Irak da emperyalizmin böl-yönet politikasının sonucu kurulan devletlerdir. Irak uzun süre manda altında yaşamadı mı? Kuşkusuz, Osmanlılara karşı milliyetçi bir Arap hareketi vardı, ancak çeşitli Emirlerin önderliğinde gelişen bu hareketler İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle birleşerek devletler olarak örgütlendiler. Önce manda ya da himaye altında sonra hemen tümü görünüşte bağımsız devletler olarak.
Evet, Arapları emperyalistler kolaylıkla yönetip ulusal zenginliklerini yağmalayabilmek için böldüler. Ama zaten henüz bir ulusal birlik olmadığı gibi, uluslaşma da hemen hemen daha başlamamıştı. Emir ve şerifler aristokrasisi, kapitalizmin hemen hemen hiç gelişmediği koşullarda hüküm sürüyordu bu topraklarda. Dolayısıyla Kuveyt’in Irak’ın bir parçası olduğu iddiası da havadadır. Kuveyt neden Suudi Arabistan’ın değil de Irak’ın “parçası” oluyor? Bu soru yanıtsızdır. Ve daha da ileri gidilebilir. Neden Kuveyt Irak’ın parçası oluyor da Irak Kuveyt’in parçası olmuyor? Kuveyt küçük Irak büyük bir alan üzerinde kurulu olduğu için mi?
Ve esas soru, kim kimin parçası olursa olsun, kim karar verecek? İran ile Irak Fao yarımadasının kimin olduğu konusunda karar birliğine varamadıkları için 8 yıl savaşmışlardı. Bunlar, farklı ulusal şekillenmelerin ülkeleri; ya öyle olmasaydı? Örneğin Suriye ile Irak savaşsalardı! Bu, pekâlâ olanaklıdır.”Milli birlik” ya da başka bir gerekçeyle biri diğerini ya da her ikisi de birbirlerini işgali hedefleseydi? Kim haklı olacaktı, uğruna savaşılan toprağın kimin parçası olduğuna kim karar verecekti, kim desteklenecekti? Varsayım üzerine konuşmayalım, Suriye Lübnan’ın bir parçasını işgal etti. Kim haklı, kimi desteklemeli?
Emperyalizmin darbeleme sorunu; devrimin dolaysız ve dolaylı yedekleri.
Halkla, ulusla egemen gerici burjuvazi arasında ayrım yapılmazsa, sorun, burjuvalar arası bir sorun olarak görülür ve burjuva platformda ele alınırsa, çözüm yoktur. Çeşitli gerekçeler icat edip burjuva gericiliğinin bir kolunun haklı bulunup desteklenmesinden başka yol kalmayacaktır. D. Perinçek’in yaptığı tam da budur.
Halkla egemen gericilik arasında ayrım yapmayan, Irak somutunda, ona tarihsel olarak ilerici Prusya misyonunu yükleyerek gericiliği gericilik olmaktan çıkaran Perinçek, devrimi tümüyle tanışma dışı tutarak, bu noktada “emperyalizme darbe vurma” sorununu gündeme getiriyor.
“Bir denek taşımız var:Bir kuvvet, bir gelişme, emperyalizmi zayıflatıyor mı, yoksa güçlendiriyor mu? olaylara ve çeşitli süreçlere bu açıdan bakıyoruz.” (Teori, sf. 41)
Bu, önemli bir konu. Emperyalizm, dünya proletaryasını kölelik zincirleri içinde tutan kapitalizmin tekelciliği olarak ve dünya halklarının zenginliklerin talancısı ve baskıcısı olarak, dünya devriminin ortak hedefi durumunda. Hem sosyalist ve hem de demokratik ve ulusal devrimlerin hedefi, ortak düşmanı. Onu zayıflatan her gelişmenin, devrimin gelişmesi ya da gelişmesi için koşulların uygunlaşması anlamına geldiği ve geleceği açık Perinçek, bu açık gerçeği kullanıyor; ama çarpıtarak.
Emperyalizm, başlıca iki tür eylem, başlıca iki tür gücün etkinlikleri dolayısıyla zayıflar. Birinci tür, devrim güçleri ve onların eylemleridir. Bunların arasına, proletaryanın, ezilen halkların (ulusların), ulusal ve sosyal kurtuluş güçlerinin eylemleri girer. Ulusal kurtuluş hareketleri, emperyalizmi hedefleyen ve onu darbeleyen güçlerdendir ve proletaryanın, sosyalizmin yedek gücüdür. Ancak emperyalizm, emperyalistlerin ve burjuva feodal gericiliğin kendi aralarındaki çelişme ve çatışmalar dolayısıyla da zayıflar. Bu gerici güçlerin birbirlerine yönelik eylemleri, emperyalist sistemi içinde çürütüp zayıflatan ve devrimin gelişme koşullarını uygunlaştırıp kolaylaştıran bir rol oynar. Bu nedenle Marksist literatürde emperyalistler ve gericiliğin kendi aralarındaki çelişme ve çatışmalar devrimin dolaylı yedeği olarak tanımlanır.
Bu ayrım önemlidir, çünkü emperyalizmi doğrudan ve dolaylı olarak zayıflatan güçler ve çelişmeler arasında bir nitelik farkı vardır ve emperyalizmin zayıflamasına neden olan her eylem desteklenemez. Emperyalizmi yalnız, anti-emperyalist güçler değil, birbirleriyle çatışmaları dolayısıyla emperyalist ve gerici güçler de zayıflatırlar. Ve doğal ki, anti-emperyalist güçlerin eylemleri desteklenmek gerekirken, birbirleriyle dalaşma halindeki gerici güçlerden birini desteklemek, birine karşı diğerinin tarafını tutmak ihanetle eş anlamlıdır.
Anti-Emperyalizm ve halkların gericilik içinde eritilmesi
Perinçek, Irak ve Saddam’ın anti-emperyalist olduğu ve emperyalizmi doğrudan, cepheden zayıflattığı iddiasındadır. Bu doğru mudur?
O’na kalırsa, Kuveyt’in işgali önemli değil, Irak’ın “milli birliği” gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği de önemli değil ve hatla Irak yönetiminin, yani Saddam’ın geleceği de önemli değil. Diyor ki, “olaya Irak yönetiminin geleceği açısından değil, Ortadoğu’da anti-emperyalizmin geleceği açısından bakıyoruz… Irak yönetimi kendi açısından zarar görse bile, yeni bir anti-emperyalist dalganın ilk kurşununu sıktı.” (Teori, sf. 37)
Burada çok belirgin bir tespit var. Perinçek, Irak yöneliminin anti-emperyalist olduğu iddiasındadır. Irak yönetimi, Saddam niçin anti-emperyalist? Nedeni basit: Irak emperyalist bir ülke değil ezilen bir ülke olduğu için. Perinçek’in bu iddiasını önceden biliyorduk, ancak Saçakla “özeleştiri” adına bir muhasebe. “TİKP Muhasebesi” yayınlanmıştı. “Üç dünya teorisi” burada reddedilmemişti, ancak bu teoriye sağından solundan göstermelik eleştiriler yöneltilmişti, Özgürlük Dünyası’nda bunun gerçek ve ciddi bir “muhasebe” olmadığını, devrimci görünmek ve meşrulaşmak kaygısıyla yapıldığım yazmıştık, ama doğrusu Perinçek “Üç dünya teorisi”nin açıktan savunulmasını tahminlerin ötesinde bir hızla gündemine aldı. Körfez krizi nedeniyle fırsatını yakaladığını düşünerek, yanlış bir hesapla durumunun uygun ve güçlü olduğunu varsayarak “üç dünyacılığı”na yeni bir atılım verdi.
“Üç dünya teorisi” ve Perinçek’e göre, ezilen ülkeler dünya devriminin temel gücüdür. Temel gücün proletarya olduğunun reddi bir yana, burada, bu ülkelerin ezici çoğunluğunun yönetimini elinde tutan gerici faşist güçlerle halklar, ezilen sınıf güçleri arasında hiçbir ayrım yapılmamaktadır. Bu ayrım yapılmadığı gibi, özel olarak ayrım bulanıklaştırılıyor da. Perinçek Körfez’deki kamplaşmayı, cepheleşmeyi şöyle tanımlıyor örneğin: “Bir yanda ABD’nin başını çektiği emperyalist bir kamp var, karşısında da Irak ve Ortadoğu halkları var.” (Sf. 29)
Bir kez emperyalist kamp, bütünüyle ABD’nin ardında safa girmiş değildir. Emperyalizm çelişmesiz bir bütün oluşturmuyor. (Gerçi Saddam’ın büyük ölçüde satışa geldiği, yakın zamana kadar sırtını dayadığı emperyalist güçlerce önada bırakıldığı doğru. Bunun çeşitli nedenleri var. Sovyetler açısından nedenleri var. Irak’la yakın bağlara sahip Japon’lar açısından nedenleri var. Emperyalistler, büyük güçler, global çıkarları dolayısıyla yakın adamlarını bile kolaylıkla yüzünü bırakabiliyorlar. Hatta Kuveyt işgali için ABD’den bile “yeşil ışık” aldığı söylenen Saddam’ın gerici-yayılmacı emelleri için uygun bir zamanlama yapamadığı ve sırtını dayayabileceği güçler tarafından gözden çıkarıldığı ortada.)
Ama “emperyalist kampın” ötesinde önemli olan ne? “Emperyalist kamp”ın karşısında Irak ve Ortadoğu halkları mı var? Evci, Ortadoğu’daki cepheleşmenin böyle bir yönü var. Ama bir de Saddam ve Irak egemenleri var. Önceden yazdık: Körfezdeki durum, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşından beri izlenen politikaların bir sonucu. Bölge emperyalist ve gerici güçlerin çatışma alanı; bölünmüşlükler zemininde bu çatışma sürüyor. Saddam bu çatışmanın bir devamı olarak Kuveyt işgalini gerçekleştirdi ve çatışma daha da alevlendi. İşin bir yönü bu. Diğer yönü ise, halklar ve onların özlemleri oluşturuyor. Bugünkü durumda Körfezde çıkar çatışmaları şöyle oluşuyor ABD emperyalizmi Ortadoğu’da tam bir hegemonya kurma peşinde.
Saddam ve Irak burjuva gericiliği bölgede ağırlığını artırmak ve yayılmak peşinde. Yayılmacılık için yalnızca emperyalist olmak gerekmiyor. Burjuva feodal gericilik de yayılmacıdır. Türkiye’nin Kıbrıs’ta yaptığı, Irak’ın İran’a karşı yapmaya çalıştığı gibi.
Ve üçüncü faktör, bölge halkları ve onların çıkarlarıdır. Bu çıkarların ne Amerikan emperyalizminin ne de Irak gericiliğinin çıkarlarıyla bir yakınlığı vardır.
Bugün Körfezde, birbirinden kesin hatlarla ayrılmayan iki ayrı cephe var. Amerikan emperyalistleri ve destekçileriyle Irak gericiliğinin karşı karşıya geldiği cepheyle emperyalistlere karşı halkların cephesi.
Bu cepheler en çok Kürt faktörü dolayısıyla birbirlerinden ayrılıyor. Kürtler, örneğin ERNK hem Saddam’a karşı cepheye girmiş durumda hem de emperyalistlere karşı. Ama Saddam, gerek Irak halkı gerekse genel olarak Arap halklarıyla -Kuveytlileri saymazsak, çünkü Kuveyt’te Saddam’a belli bir karşı koyuş var- karşı karşıya gelmekten kaçınmak için türlü girişimlerde bulunuyor. Halklarda oldukça etkili ve yaygın olan anti-emperyalist, özellikle anti Amerikan duygu ve eğilimleri yedekleyip kendi gerici kanalına akıtmaya çalışıyor. Özellikle anti Amerikancılığı kullanıyor. Irak’ta ve örneğin Filistinlilerde, özellikle Sovyetlerle “dostluk” döneminde körüklenmiş olan bu eğilim oldukça canlı. Bu amaçla Saddam, örneğin, kendi yayılmacı emelleriyle Filistinlilerin haklı davalarını tek bir Arap davasıymış gibi sunmaya çalışıyor, Kuveyt ve Filistin sorununun birlikte çözümünü öneriyor. Bu, kendisine hareket alanı yarattığı gibi, anti-emperyalist duygularına seslendiği halkları peşine takarak güç toplamasının aracı oluyor. O, bu yollarla, D. Perinçek’in de işini kolaylaştırmak üzere, “halkçı” ve “ulusçu” görüntüler vererek birbirinden farklı iki cepheyi tek cepheye indirmenin hesaplarını yapıyor, buna çalışıyor.
Bu konuda Perinçek Saddam’la birliktir. İkisi de gericilikle halkı birbirine karıştırıp aynılaştırmaya yönelmiş durumdadır. Peki, halkın çıkan nedir? Bunun ne Perinçek ve ne de Saddam için bir önemi var.
Irak ve Arap halklarıyla aynılaştırılan, onların çıkarlarının savunucusu ve gerçek temsilcisi konumuna yüceltilen Saddam ve Irak gericiliği, dünya devriminin bir gücü yapılıyor, ona anti emperyalizm atfediliyor.
Perinçek Ortadoğu’daki cepheleşmeyi belirledikten sonra şöyle devam ediyor.
“Şimdi bu cepheleşmede emperyalizm ve emperyalizm karşıtlığının olup olmadığını saptamak için Irak’ın tabiatını saptamamız gerekiyor. Amerikan savaş makinasının yok etmek istediği ülke bir Japonya, bir Almanya veya bir Sovyetler Birliği olsaydı, iki emperyalist devlet veya emperyalist bloklar arasında bir mücadele olarak değerlendirirdik ve o zaman anti-emperyalizmden tabii ki süz etmezdik. (Ama biz seni biliriz o zaman yine birinden birini desteklemek için bir gerekçe bulurdun, eskiden Avrupalı emperyalistleri ve hatta ABD’yi Sovyetler Birliği’ne karşı desteklemiyor muydun?-ÖD.) Ama Irak sosyo-ekonomik yapısıyla emperyalist bir ülke değil; emperyalizm aşamasına, kapitalizm aşamasına gelme şansını kaybetmiş bir ülke! (…)
Bugün Irak ile karşısındaki devletler arasında bugün somut olarak görebildiğimiz cepheleşme, emperyalistler arası bir cepheleşme olarak nitelenemez. Emperyalistler ile ezilen dünya içinde kalmış bir ülke burjuvazisi ve halkı arasındaki bir çelişme ile karşı karşıyayız. Bu cepheleşmede halkın menfaatleri de söz konusu.” (Teori, sf. 29)
“Milli” ve de “anti-emperyalist” komprador tekelci burjuvazi!
Görülüyor, “ezilen dünya” ya da “üçüncü dünya” ülkesi olmak yetiyor. Irak’ın “tabiatını saptıyor” Perinçek, emperyalist olmayınca, bu, o ülke burjuvazisini (ve -haksızlık etmeyelim! – “halkını”) desteklemek için yeterli oluyor. Bu tür ülkelerin burjuvazisi emperyalist burjuvazi olmayınca, doğallıkla tersi varsayılıyor, anti-emperyalist sayılıyor. Bu Perinçek’in mantığı: emperyalist değilse anti-emperyalisttir! Doğru mu? Hem emperyalist hem de anti-emperyalist olmamak mümkün değil mi? Bu, yalnızca mümkün olmakla kalmayan ama geri ülke egemen burjuvazileri açısından, neredeyse istisnalar dışında genelleme yapılabilecek bir kategori oluşturmuyor mu? Kapitalizmin belirli ölçülerde geliştiği emperyalist bağımlılık ilişkileri içindeki ülkeler tekelci burjuvazisi, evet, emperyalist değildir, ama anti-emperyalist de hiç değildir. Bu ülkelerin tekelci burjuvazisi, emperyalizmle sadece bağlarla sahip olmakla ve bu nedenle onunla uzlaşmalar içinde bulunmakla kalmayan, ama emperyalizmle birleşen bir sınıftır.
Perinçek, “milli burjuvazi”, “işbirlikçi burjuvazi”, “komprador burjuvazi” gibi kategoriler olduğunu da söylüyor, lafı karıştırarak sorunu bulanıklaştırmak için. Ama bunu yaparken bile bu ülkelerin burjuvazilerini genel olarak “milli burjuvazi” terimiyle tanımlıyor.
“Tabii ki emperyalizmden tamamen bağımsız, ayakla durabilen bir milli burjuvazi olamaz. Çıkarları da onu gerektirmiyor. Ama ezilen ülke burjuvazilerini sınıflandırıyoruz değil mi? Milli burjuvazi, işbirlikçi burjuvazi, komprador burjuvazi diyerek. Belli kategoriler var. Ayrıca milli burjuvazi ile işbirlikçi burjuvaziyi, işbirlikçi burjuvazi ile komprador burjuvaziyi ayıran kalın duvarlar da yok.” (Teori, sf. 45-46) Peki ne var? Muğlâklıkta fayda var! Perinçek ortalığı ne kadar karıştırabilirse o kadar iyi olacağını bildiği için karıştırdıkça karıştırıyor. Nedir “milli”, “işbirlikçi” ve “komprador” burjuvaziler, aralarında ne fark vardır? Söylenmiyor. Tekrar dönmek üzere biraz daha aktaralım.
“Millet dendiğine göre, milli burjuvazisi, proletaryası ve köylülüğüyle ezilen bir topluluk!” (sf. 45) Yani, ezilen ülkelerin burjuvazisi kategorileniyorsa bile, “komprador” vb. tüm kategoriler, hepsi, “milli burjuvazi” içine dâhildirler. Daha başlan, bu ülkeler ezilen ülkeler olup emperyalist olmadıkları için, burjuvazileri “milli”dir. Az “milli” olanları, ya da emperyalizmle daha çok bağa sahip bulunanları “işbirlikçi” filandır! Perinçek’in mantığı bu. Son aktarma yeterince açık, ama değil mi denecek. İşte daha açığı:
“Kuveyt hâkim sınıfıyla Irak hâkim sınıfını karşılaştırırsak, hangisinin daha fazla anti emperyalist potansiyele sahip olduğunu da görürüz.” (sf. 35)
“…bunlarda (Kuveyt, Katar; Umman gibi devletlerde -ÖD.) bile, diyelim kendi petrollerine, kendi zenginliklerine daha fazla sahip olma eğilimi vardır. Emperyalizmin uşağı olsalar bile, zayıf da olsa bu eğilimleri vardır. Bu bir çıkar çalışmasıdır.” (sf. 43)
Ve işte, ekonomik temeli görmezden gelerek devlet olarak örgütlenmiş oluşu abartıp, yeni sömürgecilik ve kukla devletler olgusuna gözlerini kapayarak tüm bir emperyalist olmayan devletler açısından, “üçüncü dünya ülkeleri” açısından yapılan Perinçek değerlendirmesi:
“Bunlar devletse, emperyalist hâkimiyet alanı içinde bulunsalar bile, emperyalizme belli bağımlılıkları olsa bile, aynı zamanda emperyalizmle rekabet eden bir burjuvaziye sahipler demektir… Ezilen ülke burjuvazileri emperyalizme bağımlıdırlar, emperyalizmle dolaylı dolaysız çeşitli bağlan vardır… Kendi ülkelerindeki hâkimiyetlerini sürdürmek için emperyalizme yaslandıkları da doğrudur. Bu işin bir yönüdür, ikinci yönü ise, bu burjuvazilerin aynı zamanda rekabet ilişkisi vardır. Devletin kuruluşu zaten rekabet ilişkisinin gündeme gelmesinden başka bir şey değildir.” (sf. 42) Ve boyundan büyük laf ederek devam ediyor “Daha somut konuşalım. Örneğin İran’daki işçiyi kim sömürecek, İran burjuvazisi bu sömürüden ne kadar pay alacak, emperyalist burjuvazi ne kadar pay alacak? Soru budur. İran burjuvazisi emperyalizme ne kadar bağımlı olursa olsun, bu payını arttırma çabası içindedir. Bu burjuvalığın bir koşuludur. Bu nedenle; hem İran burjuvazisinden, Türk burjuvazisinden söz edip, sonra bunların emperyalizmin doğrudan uzantısı olduğunu ve emperyalizmle aralarında hiçbir çelişme bulunmadığını söylemek, kapitalizmin ekonomi politiğini de, emperyalist ekonomik ilişkileri de bilmemek anlamına gelir.” (sf. 43)
Perinçek ekonomi politiği ve emperyalist ekonomik ilişkileri pek iyi biliyor!..
Bu pasajları neden uzun uzun aktardık? Birincisi, Perinçek’in ezilen ülke burjuvazilerini milli burjuvaziler olarak anlayıp tanımladığını, o, varlığından söz ettiği “işbirlikçi” vb. kategorileri “milli burjuvazi”nin bölümleri olarak varsaydığını ve tümüne birden, genel olarak ezilen ülke burjuvazilerine unu emperyalist yaftası aşağını göstermek açısından. Ve ikincisi, bunların “anti-emperyalizmlerimin kaynağına ilişkin Perinçekçi anlayışın ne olduğunu ortaya koymak açısından. Görülüyor ki, Perinçek bu “anti-emperyalizm “in kaynağını ezilen ülke burjuvazisinin, devlet olarak örgütlenmesinden yansıyan, emperyalizmle çelişmelere sahip olmasında ve rekabetin varlığında bulmakta ya da doğrusu, böyle göstermektedir.
“Kendi ülkesindeki emekçinin sömürüsünden daha büyük payı almak, burjuvazinin vazgeçemeyeceği bir eğilimdir (…) Kendi pazarını korumak, kendi karını büyütmek için, emperyalist burjuvaziye karşı da bir rekabet içinde olması, burjuvazinin ayrılmaz özelliklerindendir; tekelleşmeye rağmen (…) İler şeye rağmen, bütün tekelleşme eğilimine ve eşitsizliklere rağmen (…) emperyalist burjuvaziler ile ezilen dünya burjuvazileri arasında da çelişmeler sürüyor.” (sf. 41^12) diyor Perinçek.
Tek tek her burjuva birey arasında, burjuva gruplaşmalar ve devletlerarasında rekabet ve çelişme olduğunu bilip söylemekle madalya kazanılmıyor. Ultra emperyalizme ulaşılmadıkça -ki ulaşılmayacak-, rekabetin ve çelişme ve çatışmaların son bulamayacağını anlatarak böbürlenmek gerekmiyor.
Rekabet ve çelişme kuşkusuz vardır. Emperyalistlerle ezilen ülke burjuvazileri arasında da vardır. Ezilen ülkeler burjuvazilerinin genel olarak kendi işçi ve emekçilerinin sömürüsünden aldıkları payı artırmak istedikleri de doğrudur. Ancak önemli olan bu rekabet vc çelişmelerin hangi zeminde gerçekleştiği ve nelere yol açtığıdır?
Genel olarak konuşulursa, bu rekabet ve çelişmeler anti-emperyalist bir tutumun nedeni olabilir de olmayabilir de. Lafı yuvarlamıyoruz. Bu rekabet ve çelişmeler birbirinden farklı iki türde olur, farklı iki zeminde gerçekleşir, biri antiemperyalist bir tutuma kaynaklık ederken diğeri etmez. Önemli tanışma “kendi pazarı” ya da “kendi ekonomisi” olgu ve kavramları üzerindedir.
Perinçek’in ekonomik tahlile girmekten ısrarla kaçındığı ve “rekabet” genelleşmesiyle yuvarladığı sorun açılmalıdır. Perinçek’in o, kategorilere bölündüğünden söz ettiği ezilen ülkeler burjuvazisi ne tür bir burjuvazisidir, ne tür kategoriler halinde bölünmüştür? Sorun bu noktadadır. Rekabet ve çelişme vardır ama bunlar ezilen ülke burjuvazisinin farklı kategorileri açısından farklı içeriktedir.
D.Perinçek’e kalırsa, ezilen ülkelerin burjuvazisi, kategorilere ayrılsa da, tek bir “milli” çerçeveye sığmaktadır, tümü birden “milli burjuvazi”, “milli devlerin “milli burjuvazisi” olarak mütalaa edilmek gerekmekledir!
Devrimin emperyalizmin zayıflatılması dolayısıyla güçlendirilmesi sorununu tartışan, Irak ve Saddam destekçiliğini bu çerçevede savunan Perinçek, “… ezilen dünyada proletarya dışında devrimci potansiyeli olan başka bazı güçler de var. Bunlar köylülüktür, küçük burjuvazidir, milli burjuvazidir” (sf. 45) diyor. Irak’ın Kuveyt’i işgali aracılığıyla Arapları “birleştirme”ye başlamasına da bağlıyor bu değerlendirmesini:
“(..) proletarya önderliğinde milli demokratik devrimler Arapları birleştirir. Bu birinci yoldur, proleter yoldur. Ya da Araplar burjuvaziler önderliğindeki anti-emperyalist mücadelelerle birleşebilir. Bu da ikinci yol, yani burjuva yoldur. Burjuva yolu diye bir şey yoksa anti-emperyalizm proletarya ile sınırlı kalacaktır. Proletarya dışında emperyalizmle çıkar çelişmesi içinde olan sınıflar varsa, onların da birleşme modeli olacaktır. Sosyalist mücadeleden ve sosyalist devrimden ayrı bir anti-emperyalizm kavramı varsa, bu milli burjuvazi, küçük burjuvazi ve köylülüğü kapsadığı içindir.” (sf. 41)
Başarır ya da başarmaz, bu önemli değil diyor Perinçek, Saddam Arapları burjuva yoldan birleştirmeye yönelmiştir. Bu birlik emperyalizmin çıkarlarıyla çelişmektedir. Saddam anti-emperyalist bir yol tutturmuştur, çünkü Irak burjuvazisi emperyalist burjuvazi ile rekabet ve çelişme içindedir. Muğlak bırakılıyor, sonuna götürülmüyor, ancak Saddam’ın en azından milli burjuvazinin temsilcisi olduğu anlaşılıyor. Anti-emperyalistliği kesin!
İşte burjuvazinin kategorilerinden başlayarak, ‘”işbirlikçi”, “komprador”lardan küçük burjuvaziye köylülüğe kadar geliyor Perinçek. Tümü aynı “milli” kavramı tarafından kucaklanıyor. Neden? Çünkü emperyalist olmayan ezilen bir ülkenin “üçüncü dünya’nın, “güney”in sınıf ve tabakaları bunlar, “milli” devletlerin unsurları. Ezenle ezilen, dostla düşman birbirine ancak bu denli karıştırılabilir!
Milli kapitalizm-tekelci kapitalizm Ve anti-emperyalizmin bu ilginç sosyal dayanakları anlayışından sonra ekonomik temeline, zeminine geliyoruz:
“Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerindeki anti-emperyalizm esas olarak köylü yığınlarına dayanır (esas olarak sözcüğünün esnekliği göz önüne alınarak -çünkü bazı ülkelerde, örneğin Uruguay’da şehir küçük burjuvazisine dayanır-, doğru söze ne denir demeli-ÖD). Köylü ise kapitalist taleplerle dünya sahnesine, siyaset sahnesine çıkar. Nedir köylünün talebi? Küçük mülkiyettir, topraktır, piyasa tarafından çok fazla sömürülmemektir. Bu talepler köylü kapitalizminin programıdır, küçük burjuva kapitalizminin programıdır, milli burjuvazinin programıdır. Bu anti-emperyalist sınıflar, kapitalizm programında birleşirler.” (Sf. 34)
Burada söylenenler, kendi başına alındığında ve “milli burjuvazi” gerçek milli burjuvazi olarak anlaşıldığında yanlış değildir. Ama burada söylenenler, emperyalizmle rekabet içinde olan ezilen ülkeler burjuvazisi ve onların tüm kategorilerinin “milli burjuvazi” içinde mütalaa edilmesiyle, anti-emperyalist olmak için emperyalizmle rekabet halinde olmak ve bunun için de herhangi bir devlet olarak örgütlenmenin yeter olmasına ilişkin söylenenlere birlikte ele alınıp anlaşılmaya çalışıldığında vahim bir durum ortaya çıkmaktadır. Komprador tekelci burjuvaziden köylülüğe kadar uzanan bir anti-emperyalist potansiyel sahibi sınıf ve tümünün emperyalizmle zıtlık halinde olan kapitalist ekonomik temeli: milli sınıflar ve milli kapitalizm!
Doğrudur, ayrıştığı ölçüde köylülük, küçük vc ona burjuvazi milli kapitalizmin unsurlarıdır. Bu kapitalizm tekel dışı, rekabetçi kapitalizmdir. Bu kapitalizmin unsurlun milli burjuvazi içinde değerlendirilebilir. Küçük ve orta burjuvazi arasında fark vardır, toprak isteyen köylülük farklıdır, bunlar başlıca radikal-devrimci ve uzlaşmacı-reformcu tulumlara sosyal temel oluştururlar; ama genel olarak milli kapitalizm çerçevesi cinde kalırlar.
Bu ekonomik temelden, anti-emperyalist bir tutum kaynaklanır, en azından kaynaklanabilir; bu temel potansiyel olarak anti-emperyalist bir birikim oluşturur; çünkü bu kapitalizm emperyalizmle çelişme halindedir. Nasıl bir çelişme? Onun baskısı altındadır.
Rekabetçi özelliğin ötesinde tekelci özellikler kazanamamış olan bu kapitalizm ticari ve sınaî sermaye hareketlerine dayanır, ortaya çıkardığı sınıflar ticaret ve sanayi burjuvalarıdır.
Perinçek’in bütün bir ezilen ülke burjuvazisini kucaklamak üzere yaptığı tahliller, başlıca, emperyalizmle bağlara sahip olma, emperyalist hâkimiyet alanı içinde olma, dolayısıyla bağımlılık ilişkileri içinde bulunma, ama öte yandan emperyalizmin baskısı altında olduğu ve sermaye birikimi ve gelişmesi emperyalizm tarafından önemli ölçüde engellendiği için de onula çelişme ve çatışma, bu milli kapitalizmin unsurları, milli burjuvazi için geçerlidir. Burada geçerli olan ilişki, mali sermaye, tekelci sermaye ile tekel dışı ticari ve sanayi sermayesi arasındaki ilişkilerdir. Bunlar genci olarak sermaye bağları içinde birbirleriyle bağlıdırlar, ancak iki ayrı karakterde sermaye olarak birbirleriyle çelişme va çatışma halindedirler de.
Komün dergisine demokratik ve sosyalist devrimler arasındaki fark ve anti-emperyalizmi idealize etmemek gereği üzerine ders verip emperyalizmle bağlara sahip olmayan milli burjuvazi arayan Yeni Demokrasiye “emperyalizmden bağımsız milli burjuvazi olmaz” diye yüklenen Perinçek, zehrini şekere buluyor, kompradorların, tekelcilerin “anti-emperyalistliği”ni bu doğrular arasına gizliyor.
Gizlediği şu noktadır: ezilen ülkelerde, evet birbirinden kesin hatlarla ayrılmayan, bir dizi geçiş biçimleri bulunan iki tür kapitalizm ve başlıca iki tür kapitalist sınıf vardır. Rekabetçi kapitalizm ve küçük ve orta burjuvaziden, tekel dışı burjuvaziden, sınaî ve ticari sermayedarlardan oluşan milli burjuvazi bir türdür, ikinci türü, tekelci kapitalizm ve mali sermayeye dayanan, sermayesi tekelci sermaye olan tekelci (komprador) burjuvazi oluşturur.
Ezilen ülkelerin tekelci burjuvazisi, emperyalist tekelci burjuvaziyle aynı ekonomik temele sahiptir: tekelci kapitalizm, aynı mali sermayeye dayanır, “kendi pazarı”, “kendi ekonomisi” milli olma anlamında yoktur. Ekonomisi “kendi pazarı” etrafında merkezileşememiştir. Emperyalist ve komprador tekelci sermaye tek bir mali sermaye işlemleri zincirinin halkaları durumundadırlar, her ikisi de, uluslararası kapitalist pazarın ve ekonominin unsurları durumundadır. Ezilen ülkelerin tekelci kapitalizmi ve tekelci burjuvazisiyle milli kapitalizm ve milli burjuvazisi arasındaki fark, birinciler, uluslararası mali sermayenin, uluslararası kapitalizmin unsurları ve parçalarıyken, ikincilerin, uluslararası mali sermaye ve uluslararası kapitalizme bağlanmak zorunda olmakla birlikte, onların unsurlarından olmamalarında ve ticari ve sınaî sermayeye dayanmalarındadır.
Bu, temel bir farktır, sonuçları köklüdür, yuvarlanıp geçilemeyecek kadar önemlidir.
Tekelci sermaye ile mali sermaye ile tekel dışı sermaye, ticari sermaye ve sanayi sermayesi arasında bir çelişme vardır, birincisi ikincisinin, birikimini ve gelişmesini engeller. Bu çelişme, anti-emperyalist bir tutumun kaynağı olabilir. Ancak uluslararası mali sermayenin unsurları arasındaki çelişme, bu çelişmeden faklıdır. Emperyalist tekelci sermaye ile komprador tekelci sermaye arasında da çelişme vardır, çelişmesiz bütün olmaz. Ama bu çelişmeden anti-emperyalist tutum çıkmaz. Bu çelişme, başlıca şu ya da bu metropol veya şu ya da bu çevre ülke ekonomisi ve pazarına dayanan, ama sadece başlıca dayanan, tüm “ulusal” eğilimleri bu noktada kalan, ve, asıl olarak uluslararasılaşan, ekonomisi ve pazarı uluslararası tekelci kapitalist ekonomi ve pazar olan unsurlar arasındaki, emperyalist ve komprador tekelci sermaye arasındaki çelişmedir. Burada, “kendi ekonomisi” ve “kendi pazarı”nın, köken ve ağırlıklı hareket alanı olmak ötesinde “ulusal” bir anlamı yoktur. Ulusal çıkarlar bu tür burjuvalar tarafından çoktan dolarla trampa edilmiştir. İki ayrı emperyalist burjuvazi arasındaki, çelişmeden nasıl anti-emperyalist bir tutum çıkmazsa, emperyalist burjuvaziyle ezilen ülkelerin tekelci burjuvazileri arasındaki çelişmeden de böyle bir tulum çıkmaz. Zemin aynıdır, ortaktır çünkü. Emperyalist burjuvazilerle ezilen ülke tekelci burjuvazisi arasındaki fark, birinciler “kendi” “ulusal” ekonomi ve pazarları odağında merkezilenmişken, ikincilerin bunu başaramamaları, yani, ülkelerinin birer metropol oluşturamamasıdır.
Bu durumda elbette emperyalist ve komprador burjuvaziler arasında da rekabet ve çelişme olmaktadır.
“kendi” pazarları dâhil uluslararası pazardan daha fazla pay alma rekabeti -çelişme buradan doğmaktadır. Doğal ki, ezilen ülke tekelci burjuvazileri en gelişkin rekabetlerini “kendi” pazarlarından alınacak paylar alanında gerçekleştirebilirler. Çünkü en çok burada kendilerini gerçekleştirmektedirler, himayeci vs. önlemleri buralarda alabilirler. Ama rekabet, ENKA, STFA vb.nin Irak, Rus vb. pazarlarındaki yatırım ve etkinlikleri göz önünde bulundurulduğunda dış pazarlarda da gerçekleşebiliyor. Bunun zor olması doğaldır ama olabilir ve oluyor. Ve Perinçek gibi revizyonistler, örneğin ENKA-ve STFA’dan anti-emperyalist tutum beklerler. Tümüyle uluslararası mali sermaye işlemlerinin parçalan durumuna girmiş tekelcilerden tekellere karşı, emperyalizme karşı tutum umarlar, bunun üzerine teoriler kurarlar. Bu tekelci burjuvaları ve onların egemenliğindeki ülkeleri -“mili devlet” sayarak?- “üç dünya teorisi” uyarınca dünya devriminin temel gücü olarak lanse ederler.
Milli burjuvaziyle emperyalist burjuvazi arasındaki çelişme, tekelci sermayenin milli sanayi ve ticaret sermayesini kendisini bağlama, birikim ve gelişmesini engellemesinden kaynaklanan bir çelişmedir ve milli burjuvazi açısından sorun bağımsız varoluş sorunudur (çünkü ancak böyle gelişebilir), kendi milli pazarını sahiplenme sorundur. Emperyalist burjuvaziyle komprador burjuvazi arasındaki çelişme ise birlikle varoluşun ayrıntıya ilişkin çelişmeleridir. Komprador sermaye “kendi” pazarında, kendi sömürüsünü emperyalizmle birlikte, onunla birleşme halinde en iyi gerçekleştirir, çelişme bu sömürüden elde edilenlerin paylaşılmasında ortaya çıkabilir. Özal’ın “kendi pazarı”na emperyalistlere rağmen sahip çıktığı söylenebilir mi? O kendi sömürüsünü en uç noktada uluslararasılaştırılmış koşullarda gerçekleştirmeye yönelmiyor mu? Nerede çelişiyor örneğin ABD burjuvazisiyle? Amerikan tekstil kotalarının artırılmasında. Biraz daha fazla kemik yani…
Ezilen ülkelerin tekelci burjuvazilerinden anti-emperyalist tutum beklemek beyhudedir, bu, gericiliğin, tekelci gericiliğin yüceltilmesidir. Düşmanın dostlaştırılmasıdır.
Evet, emperyalizmle ezilen milletler arasında bir çelişme vardır, bu bugün dünyayı dönüştüren başlıca çelişmelerden biridir. Ancak bu çelişmenin ne temci (bu anlamda başlıca) çelişme olduğu doğrudur ne de bundan, “ülkeler” kılıfı allında, çelişmenin emperyalistlerle ezilen ülkelerin gerici burjuvazileri arasında olduğu sonucu çıkarılabilir.
Ezilen ülkelerin ve ulusal hareketlerin ayrıştırılması gereklidir.
Perinçek, “Bugün emperyalizmle ezilen ülkeler, milletler, halklar arasında Lenin’in yüzyılın başında saptadığı ayrım, bizim için temel ölçütün zeminini oluşturuyor. Bugün dünya tarihini ilerleten başlıca saflaşmadır bu.” (sf. 41) diyor. Temel ayrımın sosyalizmle kapitalizm arasında olduğunu, başlıca saflaşmanın sosyalizmin ve kapitalizmin güçleri arasında olduğunu, ezilen milletlerin sosyalizmin yalnızca yedek gücü olabileceğini reddedip ülkeleri, milletler ve hele halklarla aynılaştırarak!
Perinçek, Lenin’in “en az sekiz-on yerde” dünyayı, ezen ve ezilen ülkeler olarak böldüğünü söylüyor. Evet, peki ne olacak? Yanlış değil. Dünya ezen ve ezilen ülkeler olarak bölünmüştür, bu bölünme emperyalist ülkelerle sömürge, yarı-sömürge, bağımlı ülkeler ayrımı olarak, Doğu-Batı, ya da Kuzey-Güney vb. diye adlandırılabilir de. Önemli olan yüklenen anlam ve bundan çıkarılan sonuçtur. Lenin bu bölünmede emperyalizme karşı bir mücadele potansiyeli görüyor ve ezilen ülkelerde oluşan ulusal hareketleri, o da, ulusal hareketler arasında da ayrım yapıp uzlaşmacı ulusal hareketlerin emperyalizmi zayıflatmadığını söyleyerek desteklemezken, destekliyordu. Lenin bu bölünmüşlükten hiçbir zaman Perinçek’in ve “üç dünyacılar”ın çıkardığı sonucu, bu ülkelerin, bu ülkelerin her tür burjuvalarının her tür eylemini desteklemek sonucunu çıkarmadı. Bir kez bu ülkelerin emperyalizmle birleşmiş egemen burjuvazisini karşı safta gördü, onlara ve onların eylemlerine desteği zinhar söz konusu etmedi. Milli burjuvaziye gelince, onların da her tür eylemini desteklemedi. Milli burjuvazinin emperyalizmle birleşmeye yatkın üst kesimleri uzlaşmacı ulusal hareketler örgütlüyor, ülkeyi emperyalistlerle uzlaşarak ya da birlikte yönelmek üzere sözde bağımsız olarak örgütlenmeye yöneliyorlardı. Onlara destek yoktu. Çünkü bu durumda emperyalizm zayıflamıyordu. Gerçekten ulusal bağımsızlığa yönelen radikal ulusal burjuvaziyi, onların ulusal hareketini ise destekledi Lenin. Destek için devrimci ulusal hareketi şart koştu. Perinçek ise, ezilen ülkelerde oluşan her eylemi destekliyor, emperyalizmle ezilen ülke burjuvazisinin ilişkisinde hiçbir ayrım yapmadan ezilen ülke burjuvazisinin yanında yer alıyor. Kompradormuş, uzlaşmacı milli hareketmiş, devrimci ulusal hareketmiş hiç bakmadan! Üstelik sadece desteklemiyor, bu hareketleri dünyanın başlıca hareket ettiricisi ve yürütücülerini dünya devriminin temci gücü olarak taltif ediyor. Bir de utanmadan Lenin’in adını anıyor!
Perinçek “Komün”ü azarlıyor, “her cümlenin başına ‘sınıf’ gibi ‘sosyalizm’ gibi terimleri sokuşturmaya ihtiyaçları yoktur” Marksistlerin diyor. Kuşkusuz yoktur. Ama Marksistler sınıf analizi yapar, “ülke” ve “halk” gibi kendi başına sınıfsal bir anlam ifade etmeyen kavramları nasıl ve hangi içerikle kullandıklarını açıklarlar, sadece bu değil, analizlerinde bu kavramları esas almaz “halkçılık” ya da “ülkecilik”, “ulusçuluk” yapmazlar. Onlar için önemli olan her somut durumda hangi sınıf sorusu ve yanındır. Bunu ortaya koyarlar. “Ülke” dediğinde, Bay Perinçek, komprador tekelci burjuvazinin egemenliğindeki ülkeleri kastediyor musun etmiyor musun, bu burjuvaziyi emperyalizmle ilişkilerinde destekli yormuşun desteklemiyor musun, bunu açıkla. Bırak sağa sola bilgiççe dersler vermeyi! Milli burjuvaziyi her eyleminde destekliyor musun desteklemiyor musun? Önemli olan budur. Kimse her ağzını açtığında sınıf da demiyor, tahlillerin sınıfsal olursa yeter. Aksi durumda yine sınıfsal oluyor olmasına bu kez gerici sınıflan, onların eylemlerini esas ve dayanak almış oluyorsun. Ve mantığın her zaman bu.
“Üç dünya teorisi’ne ilişkin olarak bunu açıkça söylüyorsun:
“Üç dünya teorisi 1970’lerin dünya gerçeğini ifade ediyordu… Üç dünya teorisini iki ana saplaması vardı. Birincisi, dünyadaki bas çelişmenin emperyalizm ile ezilen milletler arasında olduğudur. İkinci ana saptaması, emperyalist ülkelerin iki kategoriye ayrılmasıdır. (..) Üç dünya teorisi iki süper devlete karşı diğer kapitalist ülkelerle belli noktalarda ittifak yapılabileceğini söylüyordu. Arkada kalan dönemde böyle bir olanağın olduğu ortaya çıktı. (… ; Üç dünya teorisinin temelindeki mantık, Lenin den beri geçerli olan mantıktır. Bu mantık, emperyalizm çağı gerçeğinden çıkar. Bu çağı belirleyen başlıca çelişmeler çözülene kadar, en azından ezen-ezilen milletler arasındaki baş çelişme değişene kadar sürecektir bu mantık.” (sf. 58)
Her yönüyle eleştirmeyeceğiz bu pespayeliği. Eleştirildi çünkü. Perinçek yeniden sofraya getiriyor.” Üç dünya teorisi”nin Lenin’le, Onun mantığıyla bir ilgisi yoktur. Lenin emperyalistlerle olan ilişkilerinde gericiler arasındaki çelişmelerden yararlanmanın ötesine geçmedi. Güçsüz diye bir emperyalist ülkeyi dünya devriminin yedek gücü görmedi. Yine Lenin, belirttik, ezilen ülkeleri ne devrimin temci gücü gördü ne de bu ülkelerde ortaya çıkan her hareketi destekledi. Perinçek hilekârlık yapıyor. İki süper devlet dışındaki diğer emperyalist ülkelerle “belli noktalarda” ittifak öngörmemişti. O. bu ülkeleri genel olarak dünya devriminin yedek gücü olarak saptamışa. Bununla da kalmamıştı. Gelişmesi içinde bu teori Sovyetler Birliği’ni tek baş düşman yapmıştı ve “belli noktalarda” Amerikan emperyalizmiyle ittifak aramıştı, NATO’yu savunmuştu örneğin. Şimdi de “çok kutuplu dünya”da yine aynı mantık geçerli diyor. Hayırlı olsun!
“Baş çelişme” konusuna girerek yazıyı dağıtmaktan kaçınmak istiyoruz. Ancak, belirli bir çelişme çözülmeden temci de olsa diğer çelişmelerin çözülemeyeceği ve dolayısıyla diğer tüm çelişmelerin bu belirli çelişmeye ve çözümüne tabi kılınması olarak “baş çelişme” kavrayışı, gericilerle birliğe götüren önemli bir kalkış noktasıdır. Örneğin, Saddam’ın ABD ile çelişmesini görüp Kürtlerle, Irak halkıyla çelişmesini görmeyen anlayış savunulamaz.
Saddam Bismarck değil
Prusya meselesiyle devam edelim.
“Arapların Prusya’sı Nerede?” yazısında meseleyi ilke olarak tartıştım (…) ‘Saddam Hüseyin veya Irak Arapların Prusya’sıdır’ demedim. Ona herhangi bir rol yüklemedim ve olumlu bir not da düşmedim.. Ona bir Bismarck rolü vermiş değilim. ” (sf. 30) diyor Perinçek. Böyle miydi gerçekten. Geriye, o makaleye dönmeyeceğiz. Teorideki aynı yazısında az ileride şunları da yazıyor Perinçek:
“ABD’nin düşünüp taşınarak planlı olarak ortaya koyduğu tepkilerden, Irak’ta bir Prusya potansiyeli gördüğü anlaşılıyor. Prusya potansiyeli górmese tepesine çullanmaz.” (sf. 31) ve
“Arapların birleşmesiyle Almanya’nın birleşmesi farklı tabii. (…) Marks, Almanya’nın birliğinden gelişmiş kapitalist bir ülke doğduğu halde bunu haklı olarak tarihi bir ilerleme olarak değerlendirdi. (…) Almanya için bu konu belki daha fazla tartışılabilir, fakat Araplar için hiç tartışılmaz. Çünkü Araplar için emperyalist olma yolu kapanmış. Araplar emperyalizme karşı birleşiyor. Almanlar emperyalizmin eşiğinde birleşiyor.” (sf. 50)
Burjuva Perinçek’in tek derdi, sözde anti-emperyalizm! Tarihi ilericilik sanki emperyalizme karşı olmakla ölçülüyor. Tarih her dönemde ilericiliğin farklı ölçütlerini kullanıyor. Ve Prusya benzetmesi en başta bunun için yanlıştır.
Prusya’da olan neydi? Bismarck ve Alman birliği neden ilericiydi? Almanya’nın kapitalistleşmesinde olanca sancılılığıyla işlemiş olan Prusya yolu sorunu bir yana, gerek Bismarck gerekse Alman birliğinin hareket ettiricisi. Alman sanayi sermayesiydi. Kapitalistleşme reform ve başkalaşım yoluyla oldu falan, ancak önemli olan, gelişmenin dinamiği sanayi sermayesiydi. Bismarck’ın olanca siyasal gericiliğine rağmen süreci tarihsel açıdan ilerici kılan nesnel faktör buydu. Çünkü şöyle ya da böyle feodalizm tasfiye edilmekteydi. Sanayi sermayesi bunu yapacak güç ve potansiyele sahipti.
Saddam’ı Bismarck’a ya da Arap birliğini Alman birliğine benzetebilmek için Saddam’ın sanayi sermayesine dayanması, Arap birliğinin feodalizmin tasfiyesi sürecinde (ve feodalizmle birleşme halindeki emperyalizmi tasfiye sürecinde) gerçekleşmesi şarttır. Oysa tarihsel durum değişiktir. Emperyalizm çağında Bismarck’ın işlevini Çin’de Mao’nun yerine getirdiği söylenebilir. Ama Mao’ya haksızlık edilmemelidir. O, Bismarck’tan çok, aşağıdan gelen, halka, köylülüğe dayanan bir kapitalistleşme yolunun yürüyücüsü olarak Fransız devrimcilerine, Jakobenlere benzemektedir. Ve Çin’de olanlar olağanüstü şartlarda gerçekleşmiş bir istisnadır. Irak’ta Saddam sanayi sermayesinin mi temsilcisidir, böyle bir sermayeye mi dayanmaktadır? Feodalizme karşı mücadele içindemidir? Bu soruların yanıtı olumsuzdur. Değişen çağ Bismarck’ın rolünün tekrarlanması koşullarını hemen hemen olanaksızlaştırmıştır. Feodalizme karşı mücadele emperyalizme karşı mücadeleye bağlanmıştır. Ve emperyalizme karşı mücadele edebilmek için yerli gerici burjuvaziyle de mücadele gereklidir. Yerli burjuvaziyle mücadele etmeden emperyalizmle de mücadele edilemez ve hele bu yolla milli birlik ve bağımsızlık gerçekleştirilemez. Lenin boşuna, milli meselenin, emperyalizme karşı mücadele meselesi haline geldiğini ve egemen burjuvaziyi hedeflemeden çözümünün olanaksız olduğunu söylemedi. Perinçek ise, “konu Araplar açısından hiç tartışılamaz diyor”. Neden? Almanya emperyalist olacakmış, ama Arapların, Irak’ın emperyalist olmayan gericiliğinin desteklenmesi, emperyalizme karşı mücadelenin şartı ölüyor. Lenin’in söylediğinin tam tersine…
Tekelci Irak sermayesinin patronu Saddam’ın desteklenmesi hiç gerekmiyor. Ve mali sermayeye dayanan Saddam’la sanayi sermayesine dayanan Bismarck hiçbir şekilde birbirine benzetilemez.
Arapların kuşkusuz birleşmeye haklan vardır. Ancak bunun için Saddam destekçiliği hiç gerekli değildir. Halklar bu birleşmede şiddet de kullansalar -ki halklar genellikle bir yolla birleşir- birlik haklarıdır, desteklenir; ama Saddam’ın halka karşı şiddetini kimse birlik gerekçesiyle savunmaya kalkışmamalıdır.
Neden Amerikan emperyalizminin Körfeze yönelik saldırısına karşı çıkılmalıdır? Kuşkusuz Saddam’ın gerici emellerinin yanında yer almanın bununla bir ilgisi yoktur. Amerikan emperyalistleri Saddam’ın emellerini Körfez’e ve genel olarak Ortadoğu’ya saldırmanın gerekçesi yapıyorlar. Emperyalizmin namlusunun ucunda Arap halkları vardır. Ve ikinci önemli etken Arap halklarının anti-emperyalist uyanış ve etkinliği Körfezdeki kapışmanın bir faktörü durumundadır, etkisi giderek gelişmektedir. Amerikan emperyalizmi bugün dünya halklarının baş düşmanıdır ve bulunduğu her yerden püskürtülmesi, yalnız Arap halklarının değil dünya halklarının da yararınadır. Emperyalist savaş kışkırtıcılığına bunu için hayır denmeli. Amerikan emperyalistleri ve ortaklarının açacağı bir emperyalist savaşa bunun için karşı çıkılmalıdır. Saddam’ın ABD ile çelişmesinden gericiler arasındaki çelişmeden yararlanmak çerçevesinde yararlanmak yoluna gitmek başkadır, O’nda anti-emperyalist potansiyel bulup Saddam destekçiliği yapmak başka bir şey.
Özgürlük Dünyası başından beri, Saddam’ın diktatörlüğü, faşistliği vb. tezlerini işleyerek, Amerikan emperyalistlerinin ve Türkiye’nin Irak’a yönelik emellerini haklı çıkarmak isteyenlere karşı durdu. Saddam’a şöyle bir değinse de teşhir faaliyetini Amerikan emperyalistleri, ortak ve uşaklarının emel ve girişimlerine karşı yöneltti. Bu tutum doğrudur. Saddamcı olmadığı gibi dünya halklarının baş belasına yöneltmiştir silahını. Perinçek kalkıp Amerikan emperyalizmini görmüyorsunuz diyemez. Ve bunun için Saddamcı olmak da gerekmezdi. Biz Arap halklarını, Irak halkını ve bu arada Irak Kürtlerini destekliyoruz.
Perinçek’e bir soru sorarak bitirelim. ABD emperyalizmi (destekçisi, Türkiye dâhil) -Irak çalışmasında, savaşa karşı çıkıyor ve Irak’ı destekliyorsunuz. Amerika (ve bu arada Türkiye’nin ) olası savaş karşısında “savaşa hayır” diyorsunuz. Savaş çıkınca ne yapacaksınız? Tavrın şimdiden belirlenmesi ve açıklanması gerek. Haksız savaşı haklı savaşa, emperyalist savaşı iç savaşa döndürme tutumunuz olacak mı? Olacaksa niçin açıklamıyorsunuz?
“Emperyalist savaşa hayır” değil, “savaşa hayır” demekle şimdiden sosyal pasifist bir tutum sergiliyorsunuz. Saddam destekçiliğiniz de, bütün diğer konulardaki tulumlarınız gibi laftan öteye gitmiyor. Bugünkü sloganınızdan anlaşılıyor ki, siz genel olarak savaş karşıtısınız. “Savaşa karşı savaş”, “haksız savaşa karşı haklı savaş”, “emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme” olanca laf kalabalığınızın arasında hiç geçmiyor. Ne diyorsunuz?
Ocak 1991