Toplu iş sözleşmelerinde tıkanma

·    MESS sendikaların ücret ve sosyal haklar taleplerine karşı yanıt vermiyor…
·    TİSK oyalama tutumu içinde…
·    KAMU-SEN kağıt iş kolundan sendikanın talepleri karşısında hiçbir karşı öneri getirmiyor…
·    Havacılık işkolunda görüşmeler yeni başlıyor…

Çeşitli işçi sendikaları ile işveren sendikaları arasında yüz binlerce işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi görüşmeleri Eylül ayı sonlarında tıkanma noktasına gelmiş bulunuyor.
Eylül ayında artık son görüşmeleri yapılan işkollarında durum şöyle:
METAL işkolunda toplam olarak 135 bin işçiyi kapsayan ve MESS (Madeni Eşya işverenleri Sendikası) ile Türk-Metal, Otomobil-İş, Çelik-İş ve Özdemir-İş sendikaları arasında süren toplu sözleşmede sendikaların ücret ve sosyal haklar taleplerine karşı MESS hemen hiç bir yanıt vermemekte, ama kamuoyunu yanıltıcı, istemlerin karşılanamayacak kadar yüksek olduğu, işyerlerinin kapanacağı vb. konusunda propaganda yürütmektedir.
TEKSTİL işkolunda, toplam 100 bin dolayındaki işçiyi kapsayan görüşmeler TEKSİF ile Türkiye Tekstil İşverenleri Sendikası arasında sürmekte, ancak TEKSİF’in açıklamalarına göre hiç ilerleme sağlanabilmiş değildir.
KÂĞIT işkolunda, 10 bini aşkın SEKA işçisini kapsayan görüşmeler, Selüloz-İş ile Kamu İşverenleri Sendikası arasında sürüyor ve Kamu-Sen sendikanın talepleri karşısında henüz hiç bir karşı öneri getirmiş değil.
MADEN işkolundaki görüşmeler, TKİ ve MTA da çalışan 50 bin dolayında işçiyi kapsıyor ve görüşmeler, Genel Maden-İş ile Kamu İşveren Sendikaları arasında yürüyor. Sendikanın günlük ücretlerin 85-125 bin TL önerisine karşı Kamu-Sen 34-45 TL günlük ücret önerdi. Görüşmeler çıkmaza girmiş durumda.
HAVACILIK işkolunda, 6370 işçiyi kapsayacak görüşmeler ise henüz başlıyor.
PETROL işkolunda ise, Aliağa ve Yarımca petrol rafinerilerinde çalışan 7 bin işçiyi kapsayan görüşmeler ise, Petrol-İş ile Kamu-Sen arasında, bugünlerde başlayacak.
GIDA, LASTİK, YAPI, vb. işkollarında binlerce işçiyi kapsayan görüşmeler ise ya tıkanmış, ya da tıkanmaya doğru hızla ilerliyor.
Günlük basın izlendiğinde bile açıkça görülüyor ki; TİS görüşmeleri alışılmışın ötesinde kamuoyu gündeminde ön plana çıkmaya aday görünüyor.
Hiç kuşkusuz ki, her toplu sözleşme görüşmesi patronla işçi arasındaki gündelik ekonomik çıkar mücadelesinin somut bir safhası olduğundan, işçiler ve genelde kamuoyu için dikkatlerin çevrildiği bir alandır. Ve bu süreçte işçi, alabileceğinin en fazlasını, patron ise; verebileceğinin en azını vermek için uğraştığından, her iki tarafın da toplumsal konumları, birbiri için (patron kendi yerini zaten bildiğinden bu durum işçiler ve diğer emekçiler için önem kazanır) daha açıkça ortaya çıkar. Değeri kimin ürettiği, meta kılığına bürünen bu yaratılmış değere kimin el koyduğu, yaratılan değerin yaratıcısından nasıl kıskançlıkla sakınıldığı, işçiler için daha fark edilir hale gelir. İşçi babası, her çabasının işçiler için olduğunu söyleyen patronun; sıra ücret yükselmesi ve daha iyi çalışma koşulları için biraz masraf gündeme geldiğinde tüm çabasının kendi karı için olduğu ortaya çıkar ve “baba patron”, “çocuklarının” sefalet içinde yaşaması için elindeki tüm kozları bir bir görüşme masasına sürer. Zaten kendi temsilcilerinin yaptığı yasaları, kendi yanında, görüşme masasına oturtur; polis, mahkeme gibi kurumları kullanır, işçilerden esirgediği parayı sendikacıların cebine koyarak satışı bağlamaya çalışır, olmadı; bir lokavtla tüm işçileri sokağa atmayı dener. Kısaca, her şeyi satın alacağını düşündüğü parası ve siyasi gücüyle kapitalizm koşullarında bir metadan başka bir şey olmayan işçinin işgücünü ucuza kapatmaya çalışır.
Kapitalist toplumda, “her şeyin” sahibi olan kapitalist sınıf (burjuvazi) ve o sınıfın bir mensubu olan patron karşısında işçi, ilk bakışta çaresiz gibidir. Ama daha yakından bakıldığında, kapitalisti güçlü gösteren o “her şey”i aslında işçi üretmektedir. Yani kapitalisti güçlü yapan, onun, işçinin yarattığı değere el koymasıdır ve bu değere el koymadan ne sermaye sahibi olabilir, ne sermayesini büyütebilir ne de devletini ayakta tutacak kurumlan finanse edebilirdi. Bu gerçeği MESS başkanı bile kabul etmek zorunda kalıyor, örneğin, devletin memur maaşlarını niçin düşük tutmak zorunda kaldığını anlatırken şöyle diyor:
“Ama hiçbirisi (bugüne kadar iktidara gelmiş çeşitli partiler kastediliyor. ÖD), memurun insanca yaşamasına yetecek kadar ücret vermedi, veremedi. Çünkü bizlerden topladığı vergiden başka dağıtacak başka geliri yok ki, onun için hesap ediyor, kitap ediyor, ancak % 50.”
MESS Başkanı burada “biz” derken, işçileri ve patronları kastediyor. Ama bir gerçeği söylerken, ötesini de bu “biz” sözcüğü arkasına saklıyor. Elbette işverenler de vergi veriyor, ama neyin vergisini? Ettiği karın vergisini. Kar ise, işçinin yarattığı değerin ödenmemiş, daha doğrusu işveren tarafından el konulmuş bölümünden başka bir şey olmadığına göre demek ki, işverenin verdiği vergi de işçinin çalışma saatlerinde yarattığı değerin bir bölümünden başka bir şey değil. Yani patronun da, onun devletinin de üstünde “hesap kitap ettiği” şeyin bütünü işçinin yarattığı değerdir. Bu yüzden de işçi çalıştırmadan; patron da, sermayesi de hiçbir şeydir. İşçinin sermaye karşısındaki gücü de, işte onun işgücünün değer yaratma yeteneğinde saklıdır.
Kapitalist toplumu ayakta tutan bütün kurumlar (ordu, polis, bürokrasi, eğitim ve iletişim kurumları, mahkemeler, cezaevleri vb.) ayakta kalmalarını işte kapitalistin (kapitalist sınıfın demek daha doğru) üretim sürecinde işçinin yarattığı değere el koymasına borçludurlar. Bu el koyma gerçekleşmeden ne kapitalist sistem, ne de kapitalist devletler olamazdı. Patron işçinin yarattığı değerin bir bölümüne el koyarak kapitalist sisteme can veren şaltere basmış olur.
İşte toplu sözleşmelerde olan da, bu şalterden akacak can suyunun miktarının ne olacağı tartışmasıdır. Bu yüzden de kapitalistin gücü karşısında işçi, bu can suyunun da yaratıcısı olarak, büyük bir güce sahiptir ve bu gücü kullanmasını bildiği ölçüde kapitalistin payını azaltabilir. Dahası gerekli bilinç ve araçlara sahip olduğunda (burada kendi sınıf partisi en önemli yeri tutar) bir devrimle kapitalizme son vererek sömürüşüz ve sınıfsız bir dünya yaratma yoluna girebilir.
Demek ki, kuramsal açıdan bakıldığında, toplu sözleşme, işçi ile patron arasında, işçinin yarattığı değerden kimin ne kadar pay alacağını belirleyen sözleşmedir ve bu payların miktarını da iki tarafın güçleri, bu güçlerden yararlanma yetenekleri belirler. Kapitalistlerin tekrarlamaktan pek hoşlandıkları “lassez passe lansse fair” (bırakın geçsinler, bırakın yapsınlar) ya da “Kürt kanunu” felsefesi içinde, “pasta”dan herkesin kendi gücüne göre pay alması ilkesi hem “adil” hem de “ahlaki”dir. Yani işçi ile işveren karşı karşıya gelecek, herkes kendi gücünü ortaya koyacak (başka kimse taraflara karışmayacak) ve herkes gücüne göre payını alacak. Ama bu sadece kuramsal olarak böyle. Gerçek ise tamamen başka.
Gerçeği işçiler her toplu sözleşme döneminde hatla her gün yaşıyor. Her şeyden önce “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” liberal ilkesi 150 yıl gerilerde kaldı. Tekellerin egemen olduğu bir dünyada bu ilke artık sadece büyük sermaye, kapitalist tekeller için geçerli. Onlar bildikleri gibi yapıyor, sonra devlet onların yaptıklarına meşruiyet kazandıran yasalar çıkarıyor. Yani artık böyle bir serbestlik, devletin karışmazlığı ilkesi kapitalist sınıfın çeşitli kesimleri arasında bile geçerli değil. Ama kapitalizmin ideologları “serbest pazar ekonomisi”, “piyasa ekonomisi” gibi kavramlar arkasında hala bir “özgürlükler dünyasında” yaşandığı imajını canlı tutmaya çalışıyorlar. Ama bütün özgürlük propagandası işçilerle kapitalistler arasında bir mücadele söz konusu olduğunda sadece bir boş laf yığınına dönüşüyor. Malların fiyatlarına dokunulamıyor, ama iş ücretlere gelince, kapitalist devletin en üst ve en “tarafsız” kurumlarından başlayarak patronlara kadar her kurum ve herkesin aklına “ekonominin kaldıramayacağı”, “ulusal çıkarlara zarar vereceği”, “ihracatı baltalayacağı”, “enflasyonu körükleyeceği” gibi sayısız gerekçelerle ücretlerin yükselmesini engelleyecek gerekçeler öne sürülerek, işçi sınıfının yolu kesilmeye çalışılıyor. Üstelik bu, belirli dönemlerde de yapılmıyor. Burjuvazi ve onun devletinin sürekli bir tutumu olarak ortaya konuyor. Sınıfın daha iyi yaşama ve çalışma koşulları için mücadelesine daha en başından sendikalara müdahale edilerek işe başlanıyor. Sendikaların işçi aristokrasisinin eline geçmesi için patronlar, burjuva siyasi partileri ve hükümet yasal, yasal olmayan tüm olanakları kullanmaktan çekinmiyor. Bu yetmiyor, grev hakkı, ülkeden ülkeye değişse de, yasaklamalardan sınırlandırmalara kadar çeşitli biçimlerde kısıtlanıyor. Yasalar ve yasal prosedürler adeta grevi olanaksız ya da işlevsiz hale getirmek için düzenleniyor. İşyerlerinde sendikal faaliyet her yolla sınırlanmaya çalışılıyor. “Toplumsal anlaşma”larla sınıf, mücadelenin dışına itilmeye çalışılıyor. Bütün bunların yetmediği yerlerde de polis, sivil gerici-faşist milis guruplar, “vatandaş komiteleri”, mafya devreye sokularak, işçi sınıfı mücadeleden caydırılmaya çalışılıyor. Kısacası; işçiler, bir toplu sözleşme süreci boyunca, sadece patronla ekonomik mücadele alanında mücadele etmek zorunda kalmıyor, çoğu zaman kendi sendikasının başında olanlar (sözde sendikacılar) da dâhil burjuva devletin önüne koyduğu engelleri de aşmak zorunda kalıyor.
Bizde (ve tabi bizim gibi burjuva demokrasisinin olmadığı ülkelerde) ise; toplu sözleşmelere devletin kapitalist sınıftan yana müdahalesi daha da açık biçimde görülüyor: Her on yılda bir yaşanan cuntalar dönemi, birbirini izleyen sıkıyönetim ve olağanüstü hal” dönemleri buyana bırakılırsa bile, devlet toplu sözleşme görüşmelerinin her aşamasında tavrını patronlardan yana açıklamaktan, grevleri kırmaktan bir an geri kalmıyor. Örneğin, çimento şeker ve demir çelik grevinde olduğu gibi, salt grevleri caydırmak için greve gidecek işkollarının ürettiği malların ithal vergilerini kasıtlı olarak düşürerek ithalatı geçici bir zaman için cazip hale getirerek pazarda mal bolluğu yaratıyor. Bu da yetmezse; “milli güvenlik”, “halk sağlığı” vb. soyut gerekçelere dayanarak, grevleri durduruyor. Çimento grevinde bunun ilginç bir örneği yaşandı. Çimento fabrikalarını üçer-beşer Fransız firmasına satarken “ulusal güvenlik” hiç aklına gelmeyen hükümet, işçiler greve gitti diye, “ulusal güvenlik” gerekçesiyle grevi erteledi. Böylece, ulusal güvenlikten ne anlamış oldukları da görüldü. Gerçi onların bundan çekindikleri yok zaten, açıkça emperyalizme mideden ve yürekten bağlı olmakla övünüyorlar, ama hükümetin sınıf tavrı bakımından yine de öğretici bir yanı var bu tutumun.
Ülkemizde hükümet, sadece grev aşamasına gelen, ya da grevlerin fiilen uygulandığı aşamalarda grevlere müdahale etmekle de yetinmiyor. Çalışma Bakanlığı, güya tarafsız bir tüzel kişilikle, sözleşmelere müdahale ediyor. Dahası, Cumhurbaşkanı bile, hiç de yetkisi olmadığı halde, hala MESS başkanı gibi konuşarak, işçilerin aşın ücret artışı istemesini eleştirip, 10 yıl daha beklemelerini (1980’de 10 yıl beklenirse işçilerin refaha kavuşacağım aynı zat her gün yüksek sesle bağırıyordu) söyleyebiliyor.
Bunlara Çalışma Bakanlığının hoşuna gitmeyen sendikaların yetkileriyle oynamasını, yüz binlerce işçinin grev hakkı olmadan (birçok işkolu ve işyerinde) çalışmayı zorlanmasını, Yüksek Hakem Kurulunu, grev prosedürü ve grev tüzüğünden doğan engelleri, diğer iş ve sendika yasalarının işçi aleyhine olan içeriğini, sendikaların burjuvazi ile iç içeliğini eklersek, aşılması gereken engeller daha açık bir biçimde ortaya çıkar.
Kısacası; bugün işçi sınıfımız, bir kilitlenme noktasına hızla yaklaşan TİS görüşmelerinde, ne patronların “baba”lığına, ne hükümetin “tarafsızlığına”, ne burjuva siyasi partilerinin muhalefet “görevi” saydıkları işçi dostluğuna, ne yasaların “güvencesi”, ne de kendi örgütleri, mücadele merkezi olması gereken sendikaların başındaki sendika ağası ve bürokratlarına güvenecek durumda değillerdir. Tek güvenceleri kendi birlikleridir. Nasıl ki; işçileri, sömürü ve zulümden kurtaracak “kendi kolları” ise; bugün kilitlenen toplu sözleşme kilidini açacakta kendi güçleridir. Eğer bu gücü doğru kullanırlarsa, işverenlerin direncini kırabilirler.
Burada, neden ve nasıl bu direncin kurulabileceği sorusu karşımıza çıkar ki, bunun anlaşılması için de varolan koşullara, mücadelede yer alan güçlerin sahip olduktan mücadele potansiyeline ve onların hedeflerini ve hedefin araçlarını doğru seçip seçmediklerine bakmak gerekir.

BUGÜNKÜ KOŞULLARDA KARŞIT GÜÇLERİN DURUMU
Bir toplu iş sözleşmesi söz konusu olduğunda, karşıt güçler deyince akla hemen işçiler ve patronlar gelirse de, yukarda sözünü elliğimiz nedenlerden dolayı, bugün Türkiye’de, bu “karşıt güçler” daha farklı bir bileşim göstermektedir. Örneğin hükümet, yasalar ve izlediği politikalar nedeniyle doğrudan ve ihmal edilemeyecek bir güç olarak patronlar yanında bazen fiilen bazen de resmen işverenlerin yanma oturmaktadır. Sendikalar ise; yönetimleri sendika ağası ve bürokrasisi tarafından gasp edilmiş olduğundan patronlardan yana; mücadeleci, işçi haklarını koruyucu değil uzlaştırıcı, sınıf işbirlikçisi bir rolde bulunmaktadır. Sendika bürokrasisi, işçilere dönüp “bütün hakların” savunulacağını söylemekte, ama kapalı kapılar ardında patronlarla tam bir işbirliği içinde “pazarlık” sürdürmekledir. Bu yüzden de patronlar cephesi işçilerin karşısına oldukça önemli desteklere sahip olarak çıkmaktadır.
Hükümetin tutum ve politikaları
Hükümetler, ülkemizde her zaman, toplu sözleşmelere müdahale etmişler, ağırlıklarını patronlardan yana koymayı kendileri için bir görev saymışlardır. Ama son 10 yılda bu müdahale yüz kızartıcı boyutlara varmıştır. Cunta koşullarında, işçi ücretleri doğrudan hükümetler tarafından saptanırken, İş Yasası, Grev, Lokavt ve TİS Yasası ve Sendikalar Yasasında yapılan değişikliklerle işçilerin toplu sözleşmelerde ağırlıkları iyice azaltılmaya çalışılmış, hatta grevin “olanaksız”,yapılsa bile “işçi aleyhine” olacağı düşünülen bir sistem getirilmiştir. Ama bu sisteme karşın grevlerin yapılabileceği görüldüğünden de, cunta sonrası hükümetlerde, toplu sözleşmelere müdahaleyi giderek artan dozda uygulamışlardır. Müdahale ekonomik ve siyasi krizin derinleşmesine paralel olarak artmıştır. Denebilir ki; şu anda işbaşında bulunan hükümet ve Cumhurbaşkanı bugüne kadarkiler içinde, en açık işçi düşmanı politikalar izleyen bir tutum içindedirler ve patronları desteklediklerini açıkça söylemekte bir sakınca görmemektedirler.
Bu tutumları izlenen politikalarda da açıkça görülüyor: ,
“İşçi ücretlerindeki aşırı artışın enflasyona neden olduğu” biçimindeki 12 Eylül demagojisi, bugün yeniden ortaya sürülüyor, yüksek perdeden propaganda ediliyor. Oysa; 1979’da ulusal gelirden % 33 pay alan ücretlilerin 1988’de aldıktan pay % 14’e gerilemişken ve aynı dönemde üretilen malların maliyetinde işçi ücretinin payı, işverenlere göre bile, % 6’ya düşmüşken (Geçen yıl TV’de yapılan bir açık oturumda Halit Narin, işçilik payının % 10’dan az % 5’den biraz fazla olduğunu söyledi) işçi ücretlerinde ne aşırı artıştan, ne de artışın enflasyona ciddi bir etkisinden söz edilebilir. Ama bu gerçeklere karşın hükümet, işçi ücretlerinin yüksekliğinden, bunun enflasyon üstünde olumsuz etkisinden söz ediyor ve kamuoyunu işçiler aleyhine yanıltmaya çalışıyor.
Cunta tarafından çıkarılan Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri, Grev ve Lokavt Yasalarını 7 yıldır, “değiştireceği” propagandasını yapmasına karşın, bu konuda sendika ağalarını memnun edecek ufak tefek rötuşlar dışında bir şey yapmadığı gibi, “Grev Tüzüğü” ile grevler için yeni engeller getirdi. Ve son aylarda, “Olağanüstü hal”, savaş olasılığı! ve “ulusal çıkarlar” bahaneleriyle grevleri ertelemeye başladı.
Alüminyum, demir çelik, SEKA grevlerinde olduğu gibi, hükümet, özel kesimden daha yüksek sözleşmeler imzalamamak için sonuna kadar direniyor. Bunun için işletmeleri kapatmayı bile göze alıyor. En azından bu tehdidi bile kullanmaktan çekinmiyor. Devlet işletmelerinin verimsizliğinden işçileri sorumlu gösteren bir propaganda ile işçi ücretleri ve sosyal haklan asgari düzeyde tutmak için kamuoyu desteğini arkasına almaya çalışıyor.
Greve giden ve gitme olasılığı olan işyerlerinin ürettiği malların ithalatını kolaylaştırarak, patronlara ek krediler, ithalat kolaylıkları sağlayarak grevleri anlamsızlaştırmaya çalışıyor.
Sözleşmeli personel, kapsam dışı personel istihdamını yoğunlaştırarak grevleri güçsüzleştirmeye, işçileri bölmeye çalışıyor. Sendikasızlaştırma politikası izliyor. Sendikalar arası rekabette, Çalışma Bakanlığı, doğrudan taraf olarak işe karışıyor ve kendi yandaşı sendikalar lehine karar alarak (DÇİ’de Çelik-İş’in yetki düşürülmesinde olduğu gibi), yetki karmaşasına yol açarak, bunun sonuçlarından yararlanmayı amaçlıyor.
Açıkça görüldüğü gibi hükümet, çok yönlü olarak işçi sınıfının sendikal mücadelesine müdahale etmekte, ağırlığını patronlardan yana koyarak toplu sözleşmelerde yer almaktadır.
İşverenlerin tutum ve politikaları
Birçok küçük işyerinde birer birer toplu sözleşme görüşmeleri yapılıyorsa da; çoktan beridir, belli başlı patronlar (büyük işyeri patronları), işçilerin karşısına güçlü patron sendikaları ile çıkmaktadır. Bugün yürüyen görüşmelerde ise, patron işçilerin karşısına MESS, Tekstil İşverenleri Sendikası, KİPLAS, Kamu-Sen olarak çıkmaktadır. Yani patronlar mümkün olduğu kadar birlikte hareket etmektedir. Böylece kendi aralarında (işçiler karşısında) rekabete son vermişlerdir. Bu durum onlara hem daha fazla direnme gücü vermekte, hem de aralarında çıkacak çatlak sesleri daha baştan önleme olanağı sağlamaktadır. Özellikle büyük işletmelere küçükler karşısında artı bir avantaj da sağlayarak; onları, kendi politikalarının aleti yapma olanağı vermektedir.
Öte yandan büyük patronlar burjuva basını ve TV’yi de kullanarak işçilere ve kamuoyuna yönelik yoğun bir propaganda yürütmektedir. Bir yandan işçilere dönüp: “biz de sizin refah içinde olmanızı istiyoruz” derken öte yandan işçi istemlerinin kabul edilemezliği, eğer “bu yüksek ücretler ödenirse pek çok işyerinin kapanacağı, işçi tenkisatlarına gidilmek zorunda kalınacağı” propaganda edilmektedir. Sendika taleplerinin değerlendirildiği toplantıda işveren sözcüleri aba altından sopa göstermektedir.
“Sanayinin durumunun bu talepleri kaldıramayacağını anlatmamız lazım. Aksi takdirde bunların işçimizin lehine değil, sonuçta aleyhine olacağını anlatabilme Uy iz. Anlatabildiğimiz kadar anlatacağız. Ama masa başında bir anlaşmaya varamadığımız takdirde biz de greve, lokavta hazır olmalıyız.” (Bahri Ersöz, MESS başkanı)
“İşçi kuruluşlarının yaptığı teklifler hiç bir mantığa ve hesaba dayanmıyor. Bu gerçek karşısında grevi göze almaktan başka çare yok. Mantıksız talepleri her halükarda kırmak için birlik ve beraberlik içinde olmalıyız.”(İsmet Sipahi, MESS baş Hukuk Müşaviri) MESS’in Başkanı aynı toplantıda tüketicileri de işçilere karşı kışkırtmaktan geri kalmıyor. Dahası gelecek zamların sorumluluğunu da daha şimdiden işçilere yıkıyor.
“Bu 15 bin işçi ayda 2$ milyon alıp çok mutlu olacak. Ama üretilen malları kullanan 15 bin işçi değil, 2-3 milyon insan. Onların cebinden çıkacak bu paralar. Dolayısıyla, o 15 bin işçi, biraz refah sahibi olacak diye, asıl az ücret alan, belki asgari ücretle çalışan işçi, çiftçi veya dar gelirli insan, çok zor bir duruma düşecek.”
Böylece bir şey daha açıkça anlaşılıyor patronlar, artık trilyonlarla ifade edilen karlarından biraz fedakârlık etmeyecekleri, ücret zamlarını olduğu gibi, büyük olasılıkla da katlayarak, fiyatlara yansıtacakları.
Büyük patronların son aylardaki propagandaları bir yanıyla da “makul ücrete evet, haksız ücrete hayır” sloganı etrafında dönüyor. Ama MESS ve Tekstil İşverenleri Sendikası, kendileri, karşı bir ücret önerisi getirmekten özellikle kaçınıyorlar. Bilindiği kadarıyla, yasal görüşme sürecisinin sonuna gelindiği halde, ücret ve sosyal haklar konusunda bir şey dememişlerdir. Kamu-Sen ise dünyanın en zor koşullarında çalışan kömür işçileri için “34-45 bin TL’lik günlük ücreti “makul” ücret olarak öne sürmüştür. Öte yandan ihracat bağlantısı olan işyerleri, fazla mesai ve ek vardiyalarla stoka çalışmaya başlamışlardır.
“Makul ücret”ten patronların ne aldığının ipuçlarını yine MESS gazetesinin Temmuz 1990 sayısında görüyoruz. MESS başkan Vekili Erdoğan Karakoyunlu, toplu sözleşmelerdeki son gelişmeleri değerlendirirken ücretler konusundaki düşüncelerini şöyle açıklıyor:
“Ücret artışı enflasyonun altında olmamalı, önceki sözleşme dönemi ile enflasyon arasında fark olmuşsa, fark karşılanmalı, milli gelir artışından işçilere makul bir pay verilmeli, toplu sözleşmenin ücret zammı, enflasyonun altında kalmışsa aradaki fark otomatik olarak giderilmeli”.
Öyle anlaşılıyor ki; patronların “makul ücret’i, en kabadayı hesapla ücretlere % 100’lük bir zammı öngörmektedir. Ki, sendikaların öne sürdüğü ücret talepleriyle bu karşı önerinin uzlaşır bir tarafını bulmak olanaksız.
Patronların aklından geçenler ve tutumlarına bakıldığında onlar, büyük olasılıkla bir grev-lokavt uygulamasına hazırlanmaktadırlar. Hükümet ve; grev ve lokavt yasası arkalarında olduğu için de bundan karlı çıkacaklarını hesaplamaktadırlar. Eğer greve çıkılırsa, hükümetin büyük olasılıkla “savaş hali” ya da “ulusal güvenlik” gerekçesiyle grevi erteleyeceğini, sonuçta da konunun Yüksek Hakem Kuruluna gideceğini hesaplıyorlar. Bu hesap tutar mı? Bu elbette işçilerin alacağı tutuma bağlı.
Bunların yanı sıra patronlar, işçi sendikalarındaki çatışmalara da müdahale ediyorlar, rakip sendikalardan daha yakın ilişki kurduklarına güç veriyorlar. İşlen çıkarmalar, iş disiplininim sıkışlaştırmalar vb. yoluyla da işçiler üstünde özel bir baskı uygulamaya çalışıyorlar. El altından tenkisat listeleri hazırlandığı, greve gidilirse, çok sayıda işçiyi çıkaracakları yolunda haberlerle, işçileri korkutmayı amaçlıyorlar.
Kısaca söylenecek olursa, işverenlerle hükümetin toplu sözleşmelerle ilgili politikaları şaşılası bir uygunluk arz ediyor. Ve sanki her şeyin üstünde, önceden konuşulmuş, anlaşılmış intibahı veriyor. Öyle yapılmadığını da iddia etmek zor olsa gerek.
Sendikaların tutum ve politikaları
Türkiye’de sendika ağaları ve sendika bürokrasisinin, işçi sınıfıyla yaşantı ve düşünce olarak bir bağı kalmamış, yozlaşmış bir kast olduğunu arlık bilmeyen yoktur. Doğrusu sendikacıların burjuvaziye karşı bugüne kadar hizmette kusur ettikleri de pek söylenemez. Dahası bunca deşifre olmuş olmalarına karşın, sendikaların başında bulunuyor olmaları, onların küçümsenemeyecek bir başarısı olarak görülmelidir. Ama öyle görünüyor ki; onlar için de kolay satış günleri geride kalmıştır.
30 yıldır grev nedir bilmeyen, demir çelik işçilerini satan Çelik-İş yöneticileri, içleri kan ağlayarak da olsa, 10 binlerce işçiyle 137 gün greve çıkarmak zorunda kalıyor. Grev sözü edenlere küfreden faşist Türk-Metal yöneticileri, büyük grev hazırlıklarından söz ediyor. Greve başvurmadan sendikacılık yapmakla övünen Türk-İş ağaları, “grev” ve “genel grev” tartışıyor.
Elbette, dünden bugüne, ne ağalar değişti ne de düşünceleri; artık işçileri patronlara tercih ediyor da değiller. Ama değişen bir şeyler de var. Fakat bu değişen şeyler ağalar da değil, ülkedeki yaşama koşulları ve işçilerin bu koşulların da etkisiyle, artık kolay satışlara boyun eğmeyeceklerini gösteren belirtiler, bu değişikliğe yol açan şey.
Şu günlerde sendika ağalan çok sıkıntılı günler yaşıyor: Patronların önüne % 500-600 ücret artışı isteyen tekliflerle çıkmışlar, patronların gölündeki ise % 100 gibi bir şey (sendikacının gönlündeki de bunun gibi bir şey); ama, bunu işçiye nasıl açıklayacak, sorun burada düğümleniyor. Nitekim MESS patronları da sendikacıların sıkıntılarını ve niyetlerini çok iyi anlıyorlar. Erdoğan Karakoyunlu, yukarda sözünü ettiğimiz değerlendirmesi içinde sendikaların (sendikacıların demek daha doğru) bu sıkıntılarını şöyle dile getiriyor:
“Bu durum da (‘aşırı talepler’de ısrar durumda -ÖD) müzakereler son derece zor ve mücadeleli olacaktır. Kabul edilmeyen talepler nedeniyle grevlerin çoğalacağı ve yaygın grevler yaşanacağı beklentisi vardır. Aşırı yüksek ücret taleplerinden veya zamlarından şirketler ve işyerleri olduğu kadar ciddi bazı işçi sendikaları da bundan şikâyetçi ve kaygılıdırlar. Zira bu sendikalar bir yandan başka sendikalardan geri kalmama duygusu ve tazyiki altındadırlar; diğer taraftan talep ettikleri yüksek artışı birçok işyerinin veremeyeceğini kendileri de bilmektedir.”
Görüldüğü gibi patronlar da sendikacıların düşüncelerini çok iyi biliyorlar. Ama burada bir soru sormak ve olası yanıtını vermekte gerekiyor. Hangileridir bu “ciddi işçi sendikaları” Herhalde patronlar, geçmişte rahatça pazarlık yaptıktan büyük sendikalardan söz ediyorlar, örneğin, Türk Metal, Tek-Gıda, TEKSİF, Genel Maden-İş gibi.
Gerici sendika ağalan, tek başlarına işçilerle baş edemeyeceklerini düşündüklerinden, bir yandan işçilere karşı ortak tutum almaya çalışırken, öte yandan da birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalışıyorlar. Birisi önce ihanet etsin ki ötekilerin onun açtığı yoldan yürümesi kolay olsun. Örneğin Türk Metal, Özdemir-İş/Çelik-İş/Otomobil-İş üçlüsünü yakından izlerken, onlar da Türk-Metal’in yolu açmasını bekliyor. Ne yapalım en büyük sendika direnemedi, biz küçükler bir şey yapamazdık diyebilmek için. Bırakalım aynı işkolundaki sendikaları, ayrı işkollarında olup da ikisi de Türk-İş’e bağlı Tek Gıda ve Tez Koop Sendikaları bile aynı işyerindeki (Coca-
Cola) sözleşme için bile bir araya gelip patron karşısına ortak bir tutumla çıkmaktan kaçmıyorlar. İş yavaşlatması vb. gibi direnişlerde bile birbiriyle anlaşmaya yanaşmıyorlar. Bu çatışmalar dan da elbette, en çok yararlanan disiplinli ve güçlü işveren sendikalarında birleşmiş olan patronlar oluyor.
Bugün şu açıkça görülüyor: yüz binlerce işçi adına TİS görüşmelerine oturan sendikaların ne ortak, ne de tek başlarına görüşmeleri nasıl yürüteceklerine dair bir politikaları yoktur. Sadece kamuoyuna yönelik “işçi haklarını alacakları” konusunda bol kesen nutuk atıyorlar. Gerçekte ise, bütün düşündükleri, bu işi “kazasız belasız” nasıl allatacaklarını düşünmek ve bunun için entrikalar çevirmek. Dahası, varlıktan milyarlar, belki de trilyonla ifade edilen koca sendikaların, Petrol-İş dışında hiç birisinin, bir toplu sözleşme dairesinin bile bulunmadığı gerçeğidir. Sendikal faaliyeti sadece TİS yapmaktan ibaret gören bu sendikaların bu “tek işleri” için bile sürekli bir organizasyona sahip olmamaları, kendi başına, çok düşündürücüdür.
Bugüne kadar sendika ağaları ve bürokrasi, sendikaları ellerinde tutma başarısını işçilerin TİS görüşmelerinin dışında tutulması olduğunu bildiklerinden; sendikacılar, bugün de, bütün sıkışıklıklarına karşın “aktif sendikacı, pasif işçi kitlesi” ilkesini özenle uygulamaya devam ediyorlar. Kapalı kapılar arkasında süren görüşmelerden zerrece bilgi sızdırmıyorlar. Bırakalım işçileri, sendika şube yöneticileri, işyeri sendika temsilcileri bile; sendika ne diyor, patronlar ne yapmak istiyor, ne gibi karşı öneriler var vb. hiçbir bilgiye sahip değiller. Diplomasi gereği basına ne açıklanmışsa; onu, işyerlerinde de (eğer gidip işçileri görme zahmetine katlanmışlarsa) söylüyorlar. Örneğin 90 bin Metal işçisi adına TİS görüşmelerini yürüten M. Özbek, Türk Metal gazetesinde sözde açıklamalar yapıyor, işverenlere sövüp-sayma ötesinde gerçeği ifade eden tek bir cümle yok yazıda. Dahası, “sert üslup” arkasında yine işçileri kandırma ve işverene yaranma politikası izleniyor:
“Tük-İş’in temel ilkeleri doğrultusunda sendikacılık yapıyoruz. Maceracılara (!), sağlıksız sendikacılık gösterilerine harcayacak zamanımız ve paramız yoktur. Bizler sendikacılığı sendikacılık için yapıyoruz… (işçilerin) sendikacılığı, politikaya ve ideolojiye alet etmesini istemiyoruz.” (Ağustos 1990, Türk Metal Gazetesi)
Türk-İş’in ilkeleri doğrultusunda “sendikacılık”, “ideolojik olmayan sendikacılığın” ne olduğu arlık iyice biliniyor. Patronlar da bu mesajı almış olmalılar. Çünkü onlara göre, grev yanmak maceracılık, sınıf çıkarları için direnmek “ideolojik ve siyasi sendikacılık”, ötesi ne söylersen söyle patronlar için kabul edilir. Daha geçen yıl TİSK Başkanı Halit Narin, TV’deki bir tartışmada, “siz bize bakmayın, biz Şevket Başkanla kamuoyu önünde tartışırız, sert konuşuruz ama kuliste kucaklaşır öpüşürüz, işimizin gereği bu vb.” diyordu.
Tük Metal Gazetesinin Ağustos sayısının daha ilginç yanı ise başlığı. Manşete M. Özbek’in sözünü ettiğimiz konuşmasındaki “İŞÇİMİZİN HAKKINI SÖKE SÖKE ALACAĞIZ” sözü çıkarılmış. Böyle sıkışık durumlarda, gerici sendikacılar bile işçileri öne çıkarır, bu yolla pazarlık şansını artırmaya çalışır. Örneğin şöyle der; “işçimiz hakkını almasını bilecek”, “işçiler haklarının gaspına izin vermeyecek” vb. Ama Türk Metal Başkanı lafta bile işçileri toplu sözleşmenin dışında tutmaya ve ne alırsa sendikacının alacağını önemli öne çıkarmaya çalışıyor. Elbette bu bir politika bilmezlik ya da basit bir gazetecilik yanlışı değil. Konuşmanın içeriğinde de açıkça belli olduğu gibi, ideolojik bir tutumdur ve Türk-İş’in, sendikacılığı, profesyonel sendikacının işi olarak gören, ideolojik tutumundan kaynaklanmaktadır. Bu ideolojik sendikacılık yapmadığını iddia eden M. Özbek ve onun gibilerinin bal gibi “ideolojik sendikacılık” yaptığının göstergesidir. Ama burjuva ideolojisi ve siyaseti doğrultusunda.
Türk-İş’in büyük sendikalarının, işçiler ile kadim efendileri büyük patronlar arasında sıkışıp kalması, Türk-İş üst yönetimini de telaşlandırıyor. Buna körfez krizi konusunda Türk-İş muhalefetinin sıkıştırması ve işçilerin “ek zam” istekleri de eklenince, eylül sonlarında Türk-İş başkanlar kurulu toplanıp “sorunları görüşmek” zorunda kaldı. Ve “İşçi hak ve özgürlüklerinin gerçekleştirilmesi için yeni bir mücadele dönemi” başlattıklarını ilan etti. Basına yansıdığı kadarıyla Başkanlar kurulu, işverenlerin tutumlarını kınıyor; “Başkanlar kurulu, kendi işçisine adeta cephe açarcasına tezgâhlanan bu yanlış tutumun, işçileri geriletmeye yetmeyeceği gibi üretime ve ekonomiye de olumsuz etkiler yapacağını açıkça belirtir” diyerek alışılmış ve arlık gına gelmiş açıklamalardan birini daha yapıyor.
Başkanlar Kurulunun açıklamalarından da anlaşıldığı gibi; Türk-İş’in de, tıpkı üyesi sendikalar gibi, TİS görüşmeleri için uyguladığı bir plan yoktur. Sadece “duruma göre” konuşularak gün kurtarılmaya çalışılmaktadır. “Yeni bir mücadele dönemi” ise, daha çok boş lafa benziyor. Sorun bu aşamaya gelmişken “yeni” dönemlerden söz etmek, ancak söyleyecek sözü olmayan sendikacılara has bir şey olabilir. Belki de, bir “mucize”nin kendilerini bu açmazdan kurtaracağını umuyorlar. Örneğin Körfez Krizinin, bir sıcak savaşa dönüşmesini bekliyorlar. Savaşa karşı verilen, el altından destek arkasında, bu endişeler de neden olmasın? Denize düşen yılana sarılır. Ağaların pragmatizmi sınır tanımıyor. Yeter ki, patronların zararına bir konuma düşmesinler.
Yaşananlardan da açıkça görüldüğü gibi, işveren sendikaları ve hükümetin TİS görüşmelerinde açık-seçik bir planları, politikaları vardır ve amaçlarına doğru adım adım yürümektedirler. Sendikaların ise ne bir planlan vardır, ne kendi aralarında birlik, ne de işçi sınıfıyla aralarında bir bağ vardır. Bu yüzden ve yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı da sendika ağaları tam bir handikap içindedirler.
İşçilerin tutumu
TİS görüşmelerinde yer alan tarafların her biri için bu bölümde bir ara başlık koyduk ve diğer taraflar için ara başlıklara “… tutum ve politikaları” dedik. Ama sıra işçilere geldiğinde sadece “işçilerin tutumu” demek zorunda kaldık. Çünkü politika, şöyle ya da böyle bir örgüt tarafından üretilebilir ve o politika yığınlara mal olduğu ölçüde de bir politik tulum olarak kendini ortaya koyar. Modern toplumda da politikanın asıl üreticileri sınıfların kendi öz partileridir. Kitle örgütleri ise, hangi siyasi parti ya da partilerin denetiminde ise, o politikaları kendi faaliyet alanlarında özgürleştirip uygulamaya çalışırlar. Patronların iktidarda ve muhalefette partileri vardır ve egemen sınıf olmasından dolayı patronlar hem o partilerin politikalarınım yönetimini denetleyip yönlendirirler, hem de onların ürettiği politikalardan TİS görüşmeleri vb. için yararlanırlar. Sendikacılar ise; işçi sınıfı içinde burjuvazinin uzantıları olarak burjuva partilerinin ve patronların ürettiği politikaların bu alanda hayata geçmesinin aleti durumundadırlar ve yukarda sözünü eliğimiz “politikasızlık” politikası şu anda tek seçenekleri olduğu için izledikleri bir politikadır. Yani, “politikasızlık” politikası varolan koşullarda sendika ağaları için tek olanaklı politikadır.
İşçi sınıfına gelinde, ülkemizde elbette işçi sınıfının azami çıkarlarını savunan politik bir parti vardır. Onun TİS görüşmelerinin yürütülmesi için belirlediği politikalarda vardır. Ama henüz o, bu politikaları işçi yığınlarına mal edecek mekanizmaları gereği gibi yaratmış olmadığından dolayı, O’nun politikası, işçi sınıfının davranışlarında yeterince yansımamaktadır. Bu yüzden de, işçiler, hiç olmazsa şu yaşadığımız günler içinde, patronların, hükümetin ve sendika ağalarının politikaları karşısına, onların politikalarını alt edecek bir karşı politikalar demetiyle çıkamamaktadır. Öyle görünüyor ki; bu çelişme aşılmadan da işçi sınıfı bırakalım politik mücadele alanında, TİS gibi dolaysız ekonomik mücadele alanında bile patronlar karşısında gerçek gücünü gösteremeyecektir, gösterememektedir.
İşçilerin tutumu sorununa gelince; İşçi sınıfımız, gerçi henüz, sendika ağalarını ve sendika bürokrasisini sendikaların başından atacak bir olgunluk düzeyine erişememişse de, on yıllardır süren mücadele deneyimi içinde onların ne mal olduğunu anlamış olduğundan, sendika ağalarına güvenmemekte, onların yürüttüğü işlerden kendi lehine olabilecek bir şey beklememektedir. Özellikle son yıllarda bu tutumunu sendika ağalarını faaliyetlerini yakından izleyerek belli etmiş, sendikacıların kendilerin “satışına” kolayca izin vermemeye çalışmıştır. Bu “yakın izlemeyi” sendikacılar da fark ettiğinden tedirgin olmakta, kimi işyeri ve işkollarında, TİS öncesi işçilerin önerilerini almaya, son anda da olsa, “pazarlık” sonuçlarını işçilere sunmaya, onların da onayını almaya özen göstermeye başlamışlardır. Örneğin Türk-Metal bile, usulen de olsa işçilerden “patrondan ne isteyelim” diye soru zahmetinde bulunmak zorunda kalmıştır.
Son yıllardaki mücadele içinde işçiler patronlardan salı görüşmeler yoluyla hak alamayacaklarım fark etmişlerdir. Özellikle 1988 ve 1989 yıllarında yaşadıklarıyla bunu iyice anlamışlardır. Hak almanın ricadan, yalvarmaktan geçmediğini, birleşerek ve direnerek olanaklı olduğunu öz yaşamlarıyla görmüşlerdir. Bu da; bugün, işçilerin, gelip tıkanan TİS görüşmelerinde kilidi açacak, anahtar özelliği taşımaktadır.
Son on yılda reel ücretlerin yarı yarıya düşmesi, enflasyonun bilmek bilmeyen yükselişine son aylarda giderek artan zam yağmuru eklenince, işçiler için, ekonomik bakımdan bıçağı kemiğe dayandırmıştır. Öte yandan patronların, hükümeti de arkasına alarak, işçiler üstünde ağır baskı uygulamaya girişmeleri, ardı arkası kesilmeyen toplu ve kişi kişi işten çıkarmalar, çalışma koşullarının bütün şikâyetlere karşın kötüleşmesi, iş güvenliğinin göz ardı edilerek her şeyin, üretim artışı için feda edilmesi vb. uygulamalar, işçiler ve patron arasındaki ipleri gerginleştiren önemli bir etken olmuştur.
Bu TİS görüşmelerinde işçileri en çok ilgilendiren yanın ücretler olduğu görülüyor. Fiyatların başını alıp gittiği koşularda bu da doğaldır. Ama öyle anlaşılıyor ki, patronlarda bu noktada direnç göstermek eğilimindedirler. Bu yüzden de çatışma ücret sorunundan kopacağa benzer.
İşçilerin ilgilerini üstüne çeken diğer bir sorunda iş güvencesi ile ilgili olan maddeler. Biraz sonra da değinileceği gibi sendikalar bu konu üstünde ciddi öneriler getirmemişlerdir ve ücret sorunun çözümlerlerse iş güvencesi ve diğer idari maddeleri atlayabileceklerini düşünmektedirler. Oysa son yıllarda, özellikle de son aylarda işçi tenkisatlarına ve TİS sonrası patronların niyetlerine bakılırsa iş güvencesi olmayan sosyal hak ve ücretlerin pek bir işe yaraması beklenemez. Bu yüzden de TİS görüşmeleri artık kesilse bile sonraki süreçte bu konu üstünde titizlikle durmak ücretlerin korunması için bile önemlidir.
Körfez krizinin yakın bir gelecekte sıcak savaşa dönüşmesi ve ortaya çıkacak “savaş hali” dolayısıyla tüm toplu sözleşme görüşmeleri vb.nin yasaklanması uzak bir olasılık değildir. Patronlar hükümet ve sendikacılar bu durumdan yararlanarak krizin yükünü işçilerin ve diğer emekçilerin üstüne yıkmaya çalışacaklardır. Ama işçiler buna razı olacak mı? Bugünün verileriyle bakıldığında ne diğer emekçi kesimler, ne de işçiler yaratılmak istenen şovenist dalgaya kapılmak eğiliminde değildirler. Haksız bir savaş için ne cepheye gitmek istemekledirler, ne de çıkarılacak faturayı ödemek isteyeceklerdir. Ama bunu başarmak için, sadece isteksizlik belirtmek de yetmeyecek, koşuların gerektirdiği somut tavırları da almak gerekecektir. Görünen odur ki; bu konuda işçilerin tulumu olumludur ve olgular dayattıkça da bu olumlu eğilimin gelişme olasılığı büyüktür.
İşçilerin durumunu patronlar ve hükümet karşısında güçlendiren diğer bir etken de, işçi sınıfımızın epeyce bir zaman önceden beri, kronikleşen sorunları çözmek için “bütün çalışanların bir genel grev ve direnişinin” zorunluluğu düşüncesinin, işçi sınıfı içinde yaygınlaşmış, yaygınlaşıyor olmasıdır. Gerçekten de emekçiler için acil istem durumuna gelen her sorun; ya köhnemiş yasaların ya da işverenin ve hükümetin keyfi uygulamalarına çarpmaktadır. Bu da ancak bütün çalışanların ortak bir sınıf tavrı göstermesiyle aşılacak bir durumdur ve işçiler içinde bu düşünce bir hayli kök salmıştır.
Öte yandan sınıf partisinin işçi sınıfı içindeki çabalarının hissedilir sonuçlan ve devrimci demokrat siyasi eğilimlerin bu alandaki etkinlikleri bütün bu kendiliğinden gelişmeleri şekillendirmeye başlaması, dahası bir kabarış ve atılım karşısında Marksist önderliğin mücadeleye yol gösterme şansının bulunması, sınıf hareketinin yakın geleceği için çok önemli bir etken, bir dayanak olarak görülmekledir.

* * *
Toplusözleşme görüşmelerine oturan tarafların güçlerine bir bütün olarak bakıldığında; patronlar cephesi son derece örgütlü, kendi sınıf çıkarlarının bütünüyle bilincinde, elinde sınırsız olanaklar varmış gibi görünen bir cephedir. İşçiler cephesinde ise; sorun, salt bir toplu sözleşme sorunuyla sınırlı kaldığı koşullarda, işçiler tek başınadırlar. Üstelik bir örgütlenme ve mücadele merkezi olması gereken sendikaların olanakları bile patronlar tarafından kullanılmaktadır. Ama bütün bu olumsuzluklara karşın, işçi sınıfı, kapitalist toplumun değer yaratan, geleceği olan tek sınıf olması nedeniyle başka hiçbir toplumsal sınıf ve katmanda olmayan bir özelliğe, bu özellikten kaynaklanan bir güce sahiptir. Bugünkü koşularda bile bu gücünü kullanabilir ve kullandığı zaman da toplumun bütün diğer ilerici kesimlerinin desteğini alacak kanalları açmış olur. Bu ise; onun mücadeleyi ilerletmek için sınırsız olanaklara kavuşması demektir.
Bugün tıkanma noktasına gelen TİS görüşmeleri için ücretler ve iş güvencesi üstünde biraz daha durmak söylenenlerin anlaşılması bakımından önemli görünüyor. Bu yüzden de burada patronların demagojisini çürüten kimi gerçekleri sergileyeceğiz.

SENDİKALARIN ÜCRET ARTIŞ TALEPLERİ “AŞIRI” MIDIR?
Şu anda tıkanma aşamasına gelen TİS taslaklarında, sendikaların ücret istemleri, patronlar tarafından “aşırı’ bulunuyor. Ve şu anda tıkanmanın asıl nedeni olarak öne sürülüyor, “ödenemez”, “işyerleri batar” edebiyatı da bu gerekçe arkasında sürdürülüyor.
Burada hemen, neye göre “aşırı” sorusu karşımıza çıkar. Eğer, şu anda ödenen ücretlere göre “aşırı” buluyorlarsa bunun bir anlamı olur, ama işçilerin yaşama koşulları açısında bakılırsa istenen ücretler daha bugünden aşınmıştır ve “ek zam” isteklerini gündeme getirecek düzeyde azdır.
Patronların iddialarının, tamamen propagandaya yönelik, aşan kar hırsından kaynaklandığını, kendi açıkladıkları rakamlar bile açıkça ortaya koyuyor. (Bu bölümdeki tablo ve hesaplamalarda, Petrol-İş 89 Yıllığı’ndan yararlanılmıştır.)
TİSK (Türkiye işveren Sendikaları Konfederasyonu) verilerine göre 1979-1988 arasında gerçek ücretler şöyle değişmiştir. (1979 ücretleri 100 olarak kabul edilmiştir.)

Yıl     Ücret         Gerçek ücret     Gerçek ücret Endeksi
1979    39,67        57,4        100
1980    64,45        44,0        76,7
1981    98,42        47,7        83,1
1982    131,19        48,3        84,1
1983    157,68        45,4        79,1
1984    206,28        40,2        70,7
1985    290,00        39,6        69,0
1986    383,60        38,2        66,6
1987    537,60        39,9        67,8
1988    858,50        35,2        61,3

Rakamlara bakıldığında, 10 yıl içinde ücretler, 39.67 den 858.50 ye yükselerek 22 kat artmış görünmektedir. Ama işçi için önemli olan rakamın yüksekliği değil, eline geçen parayla ne kadar ihtiyaç maddesi alabildiğidir. Ki, gerçek ücret bunun ifadesidir. Bu açıdan bakıldığında, 1979’da 39.67 TL ile alınan malların, 1988’de, 858.50 TL ile ancak % 61.3’ü alınabilmektedir. Yani ücretler rakam olarak artmasına karşın gerçekte ise o zamanki ücreti 100 ise, 1988’deki ücreti 61.3 olmuştur. Yani işçiler 1979’a göre % 65 oranında fakirleşmişlerdir.
İşçiler, bu dokuz yıl boyunca % 65 fakirleşirken patronların gerçek karları aşırı bir artış göstermiştir.

1982         1984         1986         1987         1988
Bilanço karı (milyar)        210,1        655,9        1464,8        2625,4        4107,3       
Bil. Kar artışı endeksi        100        312        696        1250        1955
Yıllık ortalama işçilik       
(1 işçi için 1000 tl)        773,2        1355,8        2237,8        3426,6        5638,5
İşçilik artış endeksi
(1982 100 kabul ed.)        100        175        289        443        729

Rakamlardan açıkça görüldüğü gibi ücretlerin yükseldiğinden söz edenler karlarındaki aşırı artıştan hiç söz etmiyorlar.
1982 ile 1988 arasında patronların karı, 210.1 milyardan, 19,5 kez artarak, 4 trilyon 107 milyar 300 milyona çıkmıştır. Yıllık işçi ücretleri ise, aynı dönemde, 773 bin 200 TL’den, 7 kat artarak, 5 milyon 638 bin 500 TL yükselmiştir. Yani işçilerin ücreti 7 kat artarken patronların karları (aynı dönemde) 19,5 kat artmıştır.
Bu konuda bir iki şey söylemeden önce yukarıdaki tabloyu güçlendiren bir tablo daha verelim.

Yıllar         Maaş ve ücret     Sermaye
1979        32,79            42,88
1980        26,66            49,47
1981        24,57            52,36
1982        24,62            53,55
1983        24,78            54,69
1984        21,57            57,99
1985        18,84            62,08
1986        17,70            64,21
1987        17,00            64,21
1988        14,00            70,20
1989        14,80            69,80

1979-1980 arasında Ulusal gelirden sermaye ve ücret payları:
Demek ki; 1979’da ücret ve maaşlılar, ulusal gelirden % 32 pay alırken sermayenin payı % 42.88’miş. 1989’da ise, Maaş ve ücretlilerin payı % 14.80’e gerilerken sermayenin payı 69.80’e çıkmış. Yani işçilerin ve memurların yapı 2 x 21 kat azalırken patronların ulusal gelirden aldıkları pay 1.21 kat artmıştır. Bunun anlamı ise; işçiler ve memurlar giderek fakirleşirken patronlar milyarlarına milyarlar katmış, maaş ve ücretlilerle aralarındaki gelir farkı 1,21X2.21=2.67 kat artmıştır.
Burada ücret sorunu üstünde kısaca da olsa durmazsak söylediklerimiz yeterince anlaşılmayacaktır.
Genellikle, ücret dendiğinde, emekçi eline geçen parayı anlar ve çoğu zamanda eline geçen paranın kalabalık rakamlarına aldanır. Ama gerçekle eline geçen paranın rakamlarından çok, o para ile ihtiyaçlarının ne kadarını sağladığı önemlidir ki; baz alınan bir yıla göre (biz yukarıda 1979 yılını baz aldık) bu paranın ihtiyaçlarının şimdi ne kadarını karşıladığını gösteren rakama işçinin “gerçek ücreti” denir. Örneğin yukarıdaki rakamlara göre 1979’da 57.4 olan gerçek işçi ücreti 1988 de 35.2’ye gerilemiştir deriz. Yani eline geçen paranın rakam olarak miktarı arttığı halde alım gücü düşmüştür.
Ama bu gerçek ücretler de gerçeğin tümünü açıklayamaz. Çünkü toplum canlı bir organizmadır ve sürekli olarak gelişin üretim çeşitlenir ve artar ve her adımda bu artan üretimin yeniden paylaşılması gerekir. Dolayısıyla da, gerçek ücretler aynı kalsa bile; eğer ekonomik büyüme devam ediyorsa, işçilerin ücretleri düşüyor, işçiler fakirleşiyor demektir. Bu yüzden de burada başka bir ücret tanımlamak gerekir ki; buna “orantılı ücret, “göreli ücret” adını veriyoruz. Bu görelik kime göre? Elbette sermayeye göre. Bunun ölçülü ise; üretilen toplam toplumsal üretimden emek ve sermaye tarafından alınan paylardır. Eğer sanayi üretimi içinde işçilerin ücreti (belirli bir dönem için) 7 kat artarken patronların karlan 19,5 kat artıyorsa; ister gerçek ücretler değişmemiş olsun, isterse biraz artmış olsun, işçi sınıfı burjuvaziye göre fakirleştiğinden söz edilir. Yukarda verdiğimiz rakamlara göre 1982 ile 1988 arasında ki işçi aleyhine ücret gerilemesi nedeniyle patronlar yaklaşık 3 kat daha fazla zenginleşmiştir. Dolayısıyla da, işçiler, patronlara göre (1982’ye göre) 3 kat daha fakirleşmişlerdir.
Patronların “asın ücret istemi” demagojisini işçilik payının üretim maliyetindeki rolüne bakarak daha iyi anlayabiliriz. (Veriler TİSK’in Çalışma İstatistiklerinden yaralanan Petrol-İş’in araştırmalarından alınmış)

Topl. San. Üretiminde
Yıllar        İşçilik Payı
1979        14,75
1980        11,32
1981        9,84
1982        8,83
1983        8,72
1984        7,42
1985        6,96
1986        6,14
1987        6,00

Açıkça görüldüğü gibi, 1979 yılında bir metanın üretim fiyatı içinde % 14.75’i işçilik payı olduğu halde, 1987’de bu oran % 6’ya düşmüştür. Yani işçilik payı 2.5 kat düşürülmüştür. 1987’den 1990’a da bu payda düşme eğiliminin sürdüğü biliniyor ve bugün % 5’in bile altında olduğu tahmin ediliyor.
Bu durum sanayi kollarına göre verilen istatistiklerde daha açık kendini gösteriyor. Değişik işkollarında bir işçinin yılın kaç günü kendine kaç günü patrona çalıştığına ilişkin istatistikler, sömürünün boyutunu, başka bir söyleyişle sömürü oranını daha çarpıcı bir biçimde sergiliyor.
İzin, bayram ve pazarlar bir yana bırakılırsa bir yıldaki 254 günlük çalışma gününün çok küçük bir bölümünde işçi kendisi için çalışmakta, geri kalan bütün diğer günler yarattığı değerlere, patron tarafından el konulmaktadır. Çeşitli işkollarında rakamlar şöyle:

İşkolu        Kim İçin    1982    1985    1988
Madencilik    Patron        139    210    222
İşçi        115    44    33
Gıda        Patron        221    227    230
İşçi        33    27    24
Tekstil        Patron        210    221    215
İşçi        44    33    29
Kimya-Petr.    Patron        246    249    246
İşçi        8    5    8
Metal        Patron        211    233    231
İşçi        43    21    23

Yukarıda bir bölümünü verdiğimiz işkollarındaki genel işçilik payları göz önüne alındığında, bütün sanayi kolları için işçinin kendisi için çalıştığı sürenin sadece 18 gün olduğu görülüyor. 254 günlük iş yılının geriye kalan 236 günü için işçi patrona çalışmaktadır.
Bu rakamlardan bakıldığında, işverenlerin işçi ücretlerinde artış için önerilen % 500-600’lük miktarı “aşırı’ bulunması hem anlaşılır hem de anlaşılmaz. Anlaşılır; çünkü böyle bir artış olursa işveren karların da bir azalış (eğer ücret artışlarını bütünüyle fiyatlara yansıtmayı başaramazlarsa) olması kaçınılmazdır. Bundan dolayı da bir yerlerine ateş düşmüş gibi yaygara yapıyorlar. Ama işçiler tarafından ise, ücret artışı istemi anlaşılır, patronların yaygarası anlaşılmazdır. Çünkü bugün işçilerin, aldıkları komik ücretlerle yaşamlarını sürdürme olanağı olmadığı gibi, daha düşük oranda bir ücret zammı ile geçmiş yılardaki ücret kayıplarını karşılayıp, örneğin 1982’deki yaşam düzeyini tutturamayacaklar, dahası başını alıp giden enflasyon karşısında daha şimdiden aldıktan eritilmiş olduğundan yaşamlarında hiçbir iyileşme olmayacaktır. Hele işverenin gönlünden geçen % 100’lük bir ücret artışının hiçbir anlamı olamayacaktır.
Soruna yukarıdaki rakamlar açısından baktığımız da, şu çarpıcı gerçek kendisini ortaya koyar. Eğer bugün, sendikaların öne sürdüğü % 500’lük ücret artışı bütün işkollarında uygulansa ve bütünü diğer sosyal haklarda da aynı ölçüde bir artış olsa bile, işçilerin kendileri için çalıştıkları süre sadece 5×18=90 güne çıkacaktır ki; yine de geri kalan 164 günü patronlara, karşılığında hiçbir şey almadan çalışmaya devam edeceklerdir.
Yukarıda çeşidi tablolarda verilen rakamlardan (ki çoğu rakamlar da işveren kuruluşları ya da resmi devlet kurumlarının araştırmalarından alınmıştır) da, açıkça anlaşıldığı gibi sendikaların ücret artışı isteklerinin “aşırı” olduğu iddiası tamamen patronların bir propagandası, kamuoyunu işçiler aleyhine yanıltma çabalarının bir sonucudur. Sadece ev kiralarının bile; ücret ortalaması, genel sanayi işçisi ortalamasının üstünde olan metal işkolu işçilerinin ortalama ücretinin üstünde olduğu koşullarda, % 500-600’den daha düşük işçi ücreti artışının işçilerin yaşama koşullarının iyileştirilmesine hiç bir katkısı olmayacaktır. Bu yüzden de patronların propagandasına, sendikaların el altından patronlarla anlaşmalarına göz yumulmaması gerekiyor. Bunun başarılmasının yolu ise; görüşmelerin yakından izlenmesi ve sınıfın kendi içinde birlikte tutum almasından geçiyor kuşkusuz.
Bu bölümü bitirmeden; bu, son dönem TİS görüşmelerinde de gündem konusu olması gereken, ama sendikacılar tarafından (onların da işine geldiği için) es geçilen bir konuya daha değineceğiz. Patron ve sendikacıların, sınıflandırma, gruplandırma, kademelendirme adını verdikleri sorun.
1970’li yıllarda, başta MESS olmak üzere patron sendikaları işçilere seyyanen zam vermek yerine işçileri gruplandırarak değişik guruptaki işçilere değişik zam yapma, böylece işçiler arasında gelir farkı ve rekabet yaratma yoluyla sınıfın birliğini bozucu politikalar gündeme getirdiler ve ne yazık ki, bunu başarabildiler. 12 Eylül döneminden sonra ise, bu politika yaygınlaştırıldı, sendikalar tarafından da benimsendi. Tek Gıda-İş, Türk-Metal, Teksif, Otomobil-İş, Çelik-İş, Özdemir-İş, Las Petkim-İş, gibi hemen belli başlı pek çok sendika gönüllü olarak bu bölücü politikayı benimsiyorlar. Örneğin, Çelik-İş, Özdemir-İş, Otomobil-İş’in, 1990-1992 yılları için hazırladığı TİS taslağında sendikalar işçileri 9 ayrı gruba ayırarak ücret istiyorlar. 1. Grup için 10.200 TL isterken, 9. grup için 12.428 TL saat ücreti istiyorlar.
Elbette bu gruplandırma yönteminde sorun sadece ücret farkı yaratarak işçilerin bölünmesinden ibaret de kalmıyor. Gruplar arasında geçiş bir “puanlama” sistemine bağlanarak, işçiler arasında rekabet kışkırtılıyor. Grup değiştirerek daha yüksek ücret elde etmek isteyen işçinin, her bakımdan patronun gözüne girmesi gerekiyor. İşçinin, iş becerisinden, iş dışındaki yaşamına, amirlere itaatine kadar her şey “puana” bağlanıyor. Böylece işyerindeki ve dışındaki işçinin bütün yaşamı patronun denetimine giriyor. Bu ise, patronlara işçileri denetlemek, onları bölmek, mücadeleden alıkoymak için önemli olanaklar sağlıyor. Dahası, son yıllarda büyük işyerlerinden başlayarak, birçok işyeri bir adım daha atarak, “kalite çemberi” uygulamasına yöneliyor ve sınıf hareketini bölücü yeni dayanaklar yaratmaya çalışıyorlar. En azından bundan sonraki TİS taslakları bu konuları da kapsamak zorunda. Sınıf içinde bölücü bir rol oynayan “sınıflandırma”, ya da giderek genişletilen “kalite çemberi” uygulamalarına karşı çıkmak, sınıfın mücadelesinin ilerletilmesi için vazgeçilmez görünüyor.

TİS’TE İŞ GÜVENCESİ SORUNU

Malum 13,17 ve 24. maddeleri başta olmak üzere bütünüyle İş Kanunu, kapitalistlerin kolayca işçi bulma ve bir biçimde işine gelmediğinde, işçiyi sokağa atma olanağı vermek için düzenlemiştir. Gerici-faşist sendika ağaları tarafından imzalanan Toplu İş Sözleşmeleri ise, adeta bu yasaları dokunulmaz saymışlar, dahası İş Kanunu’nun “boşluklarını” da yaptıkları TİS’ler ile doldurmaya çalışmışlardır. Hemen bütün TİS metinlerinde işçinin işten çıkarılmasını haklı gösterecek uzun bir liste hazırlanmıştır. Bu listelerden bazılarında ise, 12 Eylül Cuntası üslubu ile yazılmış, bir sendikacı için yüz kızartıcı olacak maddeler vardır. Örneğin, Tek Gıda-İş’in Cibali için yaptığı TİS’in 58/6 maddesi ibret vericidir: “Yüz kızartıcı suçlar ile sabotaj, devletin ülke ve milleti ile bütünlüğüne, Milli güvenliğine, Kamu Düzenine, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı işlenen suçlardan hüküm giyenler, cezanın ertelenmesi, paraya çevrilmesi veya affa uğraması hallerinde dahi hiçbir surette işe alınmazlar.” Tek Gıda-İş’in ağaları sadece yukarıdaki siyasi amaçlı “suçlular” için önlem düşünmemişler. Onlar her türden yasa ihlaline karşı kişiler olarak, örneğin sendikal ya da başka bir nedenle tutuklananlar için de iş yasalarından daha insafsız davranıyorlar. Yukarda sözünü ettiğimiz sözleşme bu konuda şunları söylüyor.
“Madde 58- İşçi herhangi bir suçtan tutuklandığı ve tutukluluğu 30 günü aşlığı takdirde hizmet akdi münfesih sayılır.
2) Gözetim altına alınan işçiler bunu belgeledikleri takdirde yasal gözaltı süresinde ücretsiz izinli addedilir. Ancak gözaltında geçen süre sonunda tutuklanan işçilerin hizmet akilleri münfesih sayılır.
3) Tutukluluğun;
a) Kovuşturmaya yer olmadığı, b) Son tahkikatın açılmasına gerek olmadığı, c) Beraat kararı verilmesi, d) Kamu davasının düşmesi ya da ortadan kalkması, nedenlerinden biri ile 90 gün içinde son bulması ve işçinin bu tarihten itibaren bir hafta içinde işine dönmeyi talep etmesi halinde işveren tarafından emsallerinin hakları ile işe alınır. 90 gün sonunda yapılan başvuru halinde boş yer varsa işe alınır.
İnsan okurken bile, bir sendikanın imza attığı TİS’i değil de, ceza yasası okuyor duygusuna kapılmadan edemiyor. Diğer TİS sözleşmelerinde de belki dilinize biraz “özen gösterilmiş” olarak benzer maddeler var. Bu maddeler bazen patron, bazen de, kendilerine muhalefet eden işçilerden kurtulmak amacıyla sendikaların yöneticileri tarafından kullanılıyor. Ama bugünkü koşullarda iki taraf birden, açıkça ya da el altından anlaşarak birlikte kullanıyorlar
Hemen her toplu sözleşmeden sonra işyerlerinde toplu işçi çıkarmaları gündeme geliyor ve sözleşme ile ücreti “yükselen” işçilerden sendikacıların ve patronun hoşuna gitmeyenler bir bahanesi bulunarak işten çıkarılıyor. Ya da “ekonomik güçlükler” bahane edilerek eski işçilerin toplu çıkışları veriliyor, özellikle son yıllarda; ekonomik krizin derinleşmesine paralel olarak, işçi çıkarmaları da hızla artıyor. Günlük basından bile toplu işten çıkarmaların yoğunluğu izlenebiliyor. Gün geçmiyor ki, 500-1000 işçinin işten çıkarıldığı haberiyle karşılaşılıyor. Ne var ki-TİS taslakları ve TİS metinlerinde “Disiplin Kurulu” başkanı patron temsilcisinden mi olacak, yoksa “dönerli mi” olsun tartışması dışında işçi çıkarmalara karşı ciddi önlemlere yönelinmiyor.
İstatistiklere bakıldığında 1989 yılında, 97 bin 763″ü Türk-İş, 794’ü Hak-İş, 3 bin 87’si bağımsız sendikaların örgütlü olduğu işyerlerinden ve 37 bin 473’ü sendikasız işyerlerinden olmak üzere toplam olarak 137 bin 107 işçinin işine son verilmiş. Buna Sigortalı 528 bin 955 geçici işçiyi ve bir o kadar olduğu sanılan sendika ve sigorta sı olmadan çalıştırılan geçici işçileri eklersek, 1989 yılında 1 milyondan fazla işçinin işine patronlar tarafından son verildiği görülür.
Her ne kadar toplu işten çıkarmaların nedeni “ekonomik” olarak açıklanıyorsa da, bunun pek çok işyeri için geçerli olmadığı bir gerçektir. Patronlar, ya sendikalaşma hareketlerini önlemek, ya işçilerin bir grev ya da direnişle haklarını isleyeceğini sezdiğinde, ya da doğrudan doğruya mücadele içinde sivrilmiş işçileri, ileri işçileri hedeflemekledir.
Bu alanda İş Kanunu patronlara büyük olanaklar sunuyor; bu bir gerçek, ama TİS’e konulacak maddelerle bu yasaların işlemez hale gelmesi olanaklıdır. Ve bu yapılamadıkça bir dönem yüksek ücretler almak, bazı haklar kazanmak büyük bir önem taşımamakladır. Çünkü patronlar ücret yükselişlerini fiyatlara yansıtarak, yüksek ücret alan işçileri işten çıkararak ekonomik kazanım-lan yok etmeyi bir biçimde başarabilmektedir. Dahası işten çıkarmalarda ileri işçilere öncelik vererek, işten çıkarma kılıcını sallayarak, işçiler arasında korku yaratarak sınıf hareketinin bütünleşip gelişmesini önlemekte, bu yüzden de uzun vadeli çıkarlar sağlamakladırlar. Sendikacıların da, bu durum genellikle işine geldiğinden, işten çıkarmayı caydıran maddeleri TİS’e koymakta istekli davranmamaktadırlar.
Oysa iş güvencesiyle ilgili maddeler, en az ücretler kadar özen gösterilen maddeler olmazsa başarılı sözleşmeler yapmanın olanağı gelecekte bile olmayacaktır. Ülkemiz işçi sınıfının tarihinin gösterdiği gerçek budur.

OLASI GELİŞMELER
Yüz binlerce işçiyi kapsayan toplu sözleşme görüşmeleri işveren sendikalarının ücret başta olmak üzere, hemen bütün konularda işçi ve sendikaların isteklerine direnmeleri üzerine tam bir çıkmaza sürüklenmiştir.
Önümüzdeki yılbaşından itibaren 700 bin işçiyi kapsayan TİS görüşmeleri başlayacaktır ve bu yüzden işveren sendikalarını bugün takındıkları tavır önümüzdeki yılın TİS görüşmelerinde de belirleyici olacaktır.
İşçilerin yaşam koşullarının her geçen gün kötüleşmesi, yıllardır verilen vaatlerin yerine getirilmesi bir yana, patronlar ve hükümetin ellerine geçen her olanakta işçi haklarını gaspa yönelmeleri ve son günlerde iyice gemi azıya alan enflasyonun baskısı nedeniyle işçiler için bugünkü taleplerden geri adım atmaları, sendikacıların işçileri patronların gönlünde yatan bir rakama “ikna” etmeleri oldukça güç görünmektedir.
Öte yandan Körfez krizi her geçen gün sıcak bir savaşa doğru hızla yaklaşmaktadır. Türk hükümeti ve büyük sermaye çevreleri böyle bir savaşa salt ticari ve bölgedeki emperyalist çıkarlar açısından bakmakla, ABD ve İngiltere ile birlikte, dünyadaki savaşa en hevesli mihraklardan biri olarak boy göstermekledir. Kapalı kapılar ardında Kerkük-Musul, ulusal hareketin bu vesileyle toptan yok edilmesi hesabı yapılmaktadır. Buna; bugün, bir “savaş hali” ilanıyla emekçi sınıfların özgürlükleri gasp etme ve TİS görüşmeleri, grev ve benzeri haklan askıya almayı da hesap ettiklerini katmak gerekir.
Soruna, konumuz açısından daha yakından bakıldığında; daha şimdiden askeri harcamalardan kaynaklanan bütçe açığını kapatmak için KDV’nin yükseltilmesi, temel ihtiyaç maddelerine sürekli zam olarak yansıyan savaş harcamaları, işçi ve emekçilerin hak ve özgürlüklerinin gaspını da kapsayarak genişleme eğilimi taşımaktadır. Öyle görünmektedir ki; patronlar ve hükümet, bir yandan zorla, öte yandan şovenizm dalgasını yükselterek işçi istemlerini boğmaya çalışacaktır. Bu yüzden de savaş sorunu, ülkedeki genel siyasi mücadeleyi etkilediği gibi TİS görüşmelerine de doğrudan bir unsur olarak katılacak gibi görünmektedir. Bu ise; esasta ekonomik bir sorun olarak süren TİS güreşmelerinin savaş karşıtı siyasi mücadeleyle birleşmesi, mücadelenin siyasi bir karakter kazanması anlamına gelecektir.
Bir savaş durumu; sadece, bugün, TİS görüşmeleri çıkmaza giren 300bini aşkın, sadece önümüzdeki aylarda TİS görüşmeleri başlayacak 700 bin işçinin TİS, sendikal hak ve özgürlüklerini yok etmekle sınırlı değildir. Bir bütün olarak sınıfın hak ye özgürlüklerini yok etmekle sınırlı değildir. Bir bütün olarak sınıfın hak ve özgürlüklerine de saldırı olacak, belki de önümüzdeki uzun yıllan kapsayacak bir etkide bulunacaktır. Öyleyse işçiler, daha bugünden, savaşı cephede savaşanların sorunu olarak değil, ama aynı zamanda TİS görüşmeleri, sendikal hak ve özgürlüklerinin bir sorunu olarak da görmek zorundadırlar. Patronların uzlaşmaz tavrı arkasında bu etkenin önemli bir rol oynadığı gözden kaçırılmamalıdır. Bu yüzden de savaş karşıtı cephede aktif olarak yer almak, bu nedenle de, gerekli ve zorunlu olan bir görev olarak sınıfın karşısına çıkıyor. Ancak sınıf, aktif savaş karşıtı tavrı ve eylemleriyle, patronlar ve hükümet cephesinin savaş yanlısı tutumunu kırdığı ölçüde TİS görüşmelerindeki inadını da kırabilir. Şu anda, savaş karşıtı aktif bir tavra girmeden, salt TİS görüşmeleriyle ufkunu sınırlamak işçi sınıfı için alınabilecek en kötü tutum olacaktır.
Türk-İş yönetici kliği ve şu anda TİS görüşmelerini yürüten büyük sendikalar işçileri savaş sorunundan uzak tutan bir politika izlemeye çalışarak, TİS görüşmelerini tek başına öne çıkararak, hükümet ve patronların politikasının aleti rolüne soyunuyorlar. Bu durum açıkça görülmeli ve onların bu politikalarına göz yummanın TİS görüşmelerinin de akametle sonuçlanmasına yol açacağı bilinmelidir.Çünkü önümüzdeki günler salt ekonomik alanda adım atmanın giderek olanaksız hale geleceği günlerdir.
Kısacası hükümet ve patronlar bütün hesaplarını bir savaş olasılığı ve onun kendilerine sağlayacağı avantajlar üstüne yapıyorlar, işçiler de hesaplarını böyle yapmak, savaşa karşı tam bir birlik içinde, aktif tavır alarak, savaş karşılı güçlerle birleşerek mücadelenin en önünde yer almak durumundadırlar. Hem tarihsel misyonları, hem de bugünkü çıkarları bunu zorunlu kılmaktadır.

EK -1
Bir Beko işçisi anlatıyor:
BEKOTEKNİK’te neler oluyor?

BEKO TEKNİK, Türk Metal Sendikasına bağlı, İstanbul’daki en büyük işyerlerinden birisi. Geçmişi de epeyce eskiye dayanıyor. Ama Türk Metal, yetkili sendika olalı beri, işyerinde sendikal faaliyet neredeyse askıya alınmış durumda. Türk Metal, sendika temsilcilerini kendisi atadığından, kendisine yakın olanları temsilci olarak seçmektedir. Bu temsilciler ise, Türk Metal’in politikasına bağlı olarak, patronla tam bir işbirliği içinde davranmakta, İşverenin kimi uygulamalarını sendika temsilcisine şikâyete giden işçiler bile, hemen işverene ihbar edilmektedir. Bu yüzden de Beko’da, işçiler patrondan olduğu kadar sendikadan da kendilerini sakınmak zorunda kalmaktadırlar.
Şu anda tıkandığını anladığımız TİS görüşmelerinde, her zaman olduğu gibi Türk Metal bize hiçbir bilgi vermedi. Sendikaya gidip bilgi sormamız bile sendika temsilcileri tarafından engellendi. Ayrıca, Türk Metal kendi gazetesinde işçi haklarını sonuna kadar savunmaktan söz edip keskin sözler söylerken, işyerinde, sendika temsilciliğinin panosuna MESS’in açıklamalarını astırıyor, işçilerin isteklerinde direnmesini önleyecek propaganda yaptırıyor. Panoya asılan son MESS açıklaması ise, MESS Başkan Vekili E. Karakoyunlu’nun, “işçilerin ücret istemlerinin yüksek olduğu, bu ücret verilirse, birçok işyerinin kapanmak zorunda kalacağı ve toplu işten çıkarmalar olacağı” doğrultusundaki açıklamasıydı. Sendika temsilcileri de “adamın haklı” olduğu, “işten olmaktansa, biraz düşük bir ücrete razı” olunması gerektiği doğrultusunda propaganda yapıyorlar. Kısacası, Türk Metal patronlarla aynı ağzı kullanıyor ve işçileri patronların “kabul edeceği” bir sözleşmeye razı etmenin yollarını arıyor. Arada, “greve hazırız”, “grev yapacağız” vb. sözleri de ediyorlar ama; bu, daha çok Çelik-İş, Özdemir-İş, Otomobil-İş ile olan çelişkisinden kaynaklanıyor gibi geliyor bize.
Beko patronu ise, bir grev olasılığına karşı hazırlık yapıyor: son aylarda fazla mesailer sıklaştığı gibi, eskiden bir vardiya çalışan birçok bölüm iki vardiya çalışmaya alındı. Günlük üretim 6000 TV’yi aşmış durumda. Şu anda sürekli stoka çalışılıyor. Bir grev olasılığına karşı patron stok yapıyor. Böylece üretim duracak olursa, ihracat bağlantılarını kaybetmemiş olacak.
Bunları sendika da biliyor, ama ne fazla mesailere karşı çıkıyor, ne de üretim yavaşlatması gibi patronu baskı altına alabilecek eylemlere yanaşıyor.
İşçilerin büyük çoğunluğu, Türk-Metal’den bıkmış, ondan bir şey de beklemiyor, ama haklarımızı korumak için de var gücümüzle direnmeye niyetliyiz. Bu konuda patron ve Türk Metal’in engeller çıkaracağını, bir bahaneyle grevi engellemeye çalışacaklarını biliyor, ama 270 bin TL, ya da bir yıl sonra bugünkü 300-500 bin TL’ye karşılık gelecek bir ücret artışını da kabul etmeye niyetimiz yok. İşverenlerin “aşırı” olarak nitelediği ücret artışı, bugün razı olabileceğimiz asgari rakamdır. Kaldı ki, daha bugünden üretilen mallara zam yağdırmaya başladılar. Bu yüzden de, “batarız”, “vermeyiz” lafları kamuoyunu aldatmak içindir.
Toplu işten çıkarmalara gelince, ücret az da olsa “aşın” da olsa her TİS’ten sonra bunu yapıyorlar. Çünkü sendikalar iş güvencesiyle hiç ilgilenmedikleri gibi, TİS’e patronun işini kolaylaştıran maddeler koyarak işten çıkarmalara destek veriyorlar. İşçi çıkarmanın yolu patronlara yalvarmak ya da az ücret istemek olmamalıdır. Bu; ancak, tenkisatları önleyecek TİS maddeleri ve tabii, işçilerin tenkisatlara karşı alacakları ortak tavırla olabilir.
Kanımızca patronlar, ellerindeki bütün olanaklarla direnecektir. Ve bu grup sözleşmeleri; sadece şu anda TİS görüşmesi tıkanan işçilere değil, bütün sınıfı ilgilendirecek bir etkiye sahiptir. Onun için de sınıf olarak patronların direncini kıracak bir şeyler yapmak zorundayız. Bütün çalışanların genel grev ve direnişi olmadan aşılamayacak bir gidişat vardır. Eğer bunun gereğini yapabilirsek hem TİS görüşmelerindeki tıkanıklığı aşabiliriz, hem de özgürlüklerimiz için sağlam bir temel edinmiş oluruz.

EK -2
Toplu iş sözleşmeleri tıkanan Coca-Cola işçileri anlatıyor

1 Mayıs’taki kararlı ve mücadeleci tutumlarıyla kamuoyu gündeminde öne çıkan COCA-COLA işçileri, şu günlerde tıkanan toplu sözleşme görüşmelerini açmanın yolunu arıyorlar. COCA-COLA patronu işçilerden 1 Mayıs’ın intikamını alırcasına uzlaşmaz bir tutum sergileyerek yasal görüşme süresinde bir anlaşmaya yaklaşmadı.
Dergimiz muhabirlerinin COCA-COLA işçileriyle yaptığı görüşmenin bir özetini, TIS görüşmelerinde diğer işyerlerindeki benzerlikleri de gözeterek sunuyoruz.
İşyerinde 400’ü geçici olmak üzere toplam 1300 işçi çalışıyor. Bu işçilerden bir bölümü (satış ve ticaret bölümünde çalışanlar) TÜRK-İŞ’e bağlı Tez Koop-İş sendikasına, imalatta çalışanlar ise, yine TÜRK-İŞ’e bağlı Tek Gıda-İş sendikasına üye. Her iki sendika da şu anda TİS görüşmesi yürütüyor ve Eylül sonlarına doğru yasal görüşme süresi (şu günlerde) bitiyor.
Biz aslında bir yandan patrona karşı mücadele ederken öte yandan da sendikaya karşı mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Şöyle ki: daha sözleşme görüşmeleri başlamadan, bizim de bağlı olduğumuz, Tek Gıda -İş’in Cibali Şubesi’nin, 1 Mayıs’ta Türk-İş’in kutlama amaçlarını aşan kutlamalara ön ayak olduğu gerekçesiyle, şube’nin TİS görüşmelerine katılma yetkisi alınarak, yetki bölge Temsilciliğine devredildi. Biz, kendi şubemizin yetkili olmasını istiyoruz. Sendika Genel Merkeziyle aramızda bu sürtüşme sürüp gidiyor. Öte yandan, biz işyerinde yetkili iki sendikanın tek bir taslakla görüşmelere katılmasını istedik. Ama iki sendika görüşmeleri ayrı ayrı sürdürmekte çıkar umdu. Ve şimdi görüşmelerde ayrı ayrı sürdürülüyor. Oysa biz işçiler hepimiz aynı koşullarda çalışıyoruz ve sorunlarımız aynı. Sadece yaptığımız işler biraz farklı. Ama iş akışı açısından bakılırsa aynı işin çeşitli bölümlerini yapıyoruz. Nitekim birkaç ay sürdürdüğümüz, iş yavaşlatma, sakal bırakma, konvoy eylemi vb. de bu yüzden sorun çıktı. İmalat ve satış arasındaki dengesizlikler işçilerin bile birbiriyle sürtüşmesine yol açtı. Sendikaların işine de böylesi geliyor olacak ki, kendi aralarında sağlıklı bir diyalog kurarak ortak tavır almaya yanaşmıyorlar. Sadece işçilerin birlik çabalan ise tek başına uyumsuzlukları gideremiyor. Ama her-şeye karşın, geçmiş yıllara göre ortak davranışta bu yıl daha ileri bir aşamadayız ve çelişkiler çıkmasına karşın, iş yavaşlatma ve konvoy eylemlerinde başarılı olduğumuzu söyleyebiliriz.
TİS görüşmeleri sürecince yaptığımız eylemleri işyerinde 70-80 işçi tarafından seçilen bir eylem komitesiyle yürüttük ve sanıyoruz ki oldukça başarılı olduk. 1 Mayıs’tan önce de bir komitemiz vardı ve her üniteden arkadaşlar seçilmişti, ama işlevi bitince o dağılmıştı.
Tek Gıda’nın baskıları hala sürüyor, şube ile ilişkimizi kesmemizi istiyorlar. Temsilci arkadaşlara sizinle ilgili ayrı bir şube kuralım önerisinde bulunmuşlar. Biz reddediyoruz. Cibali Şubesine bağlı kalmak istediğimizi, 8 Eylül’de genel Merkeze giderek bildirdik. Ama onlar, Cibali’ye bağlı özel sektör işletmelerini oradan aldıklarını söylediler.
COLA işçisi sadece değişik sendikalara da bölünmüş değil. Sözleşme kapsamı dışında tutulan işçiler var. Ayrıca geçici işçiler var ve bunlar kadrolu işçilerin haklarında yoksunlar. Sendika bile bunların ücretine % 70 zam istiyor. Asgari ücretle çalışan bu arkadaşlar için % 70’lik zammın bir anlamı da olmuyor. Ayrıca bu arkadaşlar sözleşmeleri bittiği anda sokağa atılıyorlar. Bu toplu sözleşmeye bu arkadaşların yeni geçici işçi alınacağında öncelik tanınması için bir madde kondu, ama önemli olan bu tür işçiliğin kaldırılması. Sendika ve temsilciler, yasal bakımdan geçici işçiliği kaldıramayız diyorlar, ama TİS’e böyle bir maddenin konması olanaklı ve uygulamada geçici işçilik kadrolu hale getirilebilir. Yeter ki, kaldırılmak için gerçekten çaba harcansın.
Şu anda TİS görüşmelerinde Tek Gıda 11, Tez Koop. ise 13 maddede uyuşmazlık durumunda. En zor anlaşmaya varılacak madde de ücret konusunda karşımıza çıkıyor. Şimdi, işyerinde ortalama saat ücreti 1950 TL biz 14 bin TL istedik. Sendika şu anda 9500TL’na inmiş durumda. İşveren ise 5750 TL de ısrar ediyor. Ayrıca biz, yıllık kıdem saat ücreti içinde 200 TL istiyoruz. Ama patron yanaşmadığı için artık grev ilanının asılmasını bekliyoruz.
Grevini gündeme geleceği şu günlerde patron 100 yeni geçici işçi aldı. Her makinaya bunlardan birini vererek, sendikasız bu işçilerle grev kırmayı hesaplıyor. Siz greve gitseniz de ben bunlarla üretimi sürdürürüm demek istiyor. Üstelik bu yeni alınanlar seçilip alınmış, gerici nitelikte ve girdiklerinden beri sürekli provokasyon yaratmaya çalışıyorlar. Örneğin şişeleri yere atıp kırıyor, sonra da iş yavaşlatıyor diye bizi patrona şikâyet ediyorlar. Patron ise, bunlara çok yakın davranıyor. Eskiden namaza gitmek isteyenlere, “çalışmak da ibadettir” diye izin verilmezken bunlar topluca namaza gidiyor, kimse bir şey söylemiyor. Bu yüzden yeni olaylara gebe görünüyor.

Ekim 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑