Türkiye’de kadının statüsü adlı yazımızın ilk iki bölümünde, Tanzimat’tan 1970’lere kadar gelen yıllar boyunca, hukuk, eğitim, çalışma vb. alanlarında kadın haklan konusundaki gelişmelere, bu alandaki ilerlemeye gerilemelere değinmiş, bunların nedenleri üstünde durmuştuk. Yazımızın bu son bölümünde ise, 70’sonrası gelişmeler içinde, bir anlamda son 150 yıllık gelişmenin bir sonucu da olan kadının toplumsal statüsü ve mücadelesi üstünde duracağız.
1960’h yıllar, işçi sınıfımızın grev ve TİS hakkını elde ederek mücadeleye atıldığı, bir yandan sayısal olarak hızla artarken, öte yandan grevlerden fabrika işgallerine, anti-emperyalist gösterilerden sokak çatışmalarına kadar değişik eylem biçimleri içinde yoğrulup, mücadele yeteneğini sergilediği yıllardı. Aynı biçimde yüksek öğrenim gençliği, cumhuriyet tarihinde ilk kez, 1960’lı yıllarda, devletin ve devlet partilerinin kanatlan altından çıkıp örgütlenerek, kendi “bağımsız eylemiyle” sahneye çıktı; gerçekten kitlesel bir karakter kazanmış örgütler içinde birleşti ve sonraki uzun yıllar boyunca devrimci mücadelenin ön saflarında yer aldı.
1970 SONRASI GELİŞMELER
1950’lerde hızla büyüme sürecine giren sanayi ve hizmet sektörü; o yıllarda, kadının toplumsal statüsünü daha geri bir çizgiye atmaya çalışan gerici dalgaya karşın, çalışan kadınların sayısının hızla artmasının yolunu açmıştı. Bu durum 60’lı yıllarda da sürdü. İşçi ve öğrenci eylemleri içinde yer alan çok sayıda kadın, yerleşik , “erkeğin dizinin dibinde”, “sessiz köle” imajıyla çelişen bir konum kazandılar. Çok sayıda kadın, işçi grev ve gösterilerinde, öğrenci eylemlerinde ön saflarda yer aldı.
Öte yandan, 1960’lann ortalarından itibaren, Marksizm’in aydın, öğrenci ve ileri işçiler arasında popülerleşmesi, bütün insanlar arasında “eşitlik” düşüncesini yayarken, kadın-erkek arasındaki “eşitlik” düşüncesini de yaygınlaştırdı. Bununla bağlantılı olarak da, düşünce düzeyinde de olsa, “kadının ikici cins’liği, “cinsler arası eşitsizliğin mantıksızlığı” vb. konularda, tartışılan konular arasında yer almaya başladı. Tartışmanın çok dar, aydın ve ilerici çevrelerde olması ve bugünden bakıldığında varolan statüye yönelik eleştirinin yüzeyselliğinden söz edilirse de, Türkiye toplumunda ilk kez, burjuva anlamda olmayan bir “kadının kurtuluşu”nun gündeme gelmesi, önemli bir gelişme olarak, burada vurgulanması gerekir.
Bu alandaki tartışmalar, daha 60’lı yıllar bitmeden,
“Kadınlar katılmadan devrim olmaz” sloganıyla yaygınlaştı. Ama, biraz da dönemin özelliğinden gelen ve başka önemli konularda da olduğu gibi, slogan olarak kaldı. Her şeye karşın yine de kadınların kurtuluşuna ilişkin, Türkiye tarihindeki en radikal düşünceler bu devrimci demokrat hareket içinden çıktı. Az sayıda da olsa; kadın, ilk kez bu mücadele içinde erkeğe eşit bir konuma gelebildi. Sadece dar, devrimci bir kadın çevresini birleştirse de, anti-faşist, anti-emperyalist platformda bir kadın örgütlenmesi girişimi yine bu çevre içinden çıktı.
Kendi başına alındığında bu gelişmelerin kadın mücadelesi içinde önemli bir yer tutamayacağı, dahası ideolojik ve örgütsel bakımdan göz ardı edilemeyecek yanlışlar taşıması söylenirse de, sonraki yıllardaki gelişmelerin olumlu yanlarına da kaynaklık edeceğinden bu gelişmenin önemli olduğu reddedilemez bir gerçektir. Kadın hakları uğruna mücadeleler, çok dar bir aydın çevrenin kadınların durumundan yakınması ya da egemen çevrelerin koltuğu altına saklanmış “yarı resmi” kadın örgütlenmeleri (Türk Kadınlar Birliği, burjuva partilerin kadın kollan gibi) tarafından yapılmış ve bunların hemen hepsinin platformu kadının bireysel kurtuluşuyla, burjuva kadın haklarıyla sınırlı kalmıştır. Bu yüzden de, 60’lar sonundaki gelişme, kadının kurtuluşunu, içeriği kavranmasa da, devrim ve sosyalizme bağlayarak, önceki gelişmelerden ayrılır.
‘70’li yıllarda kadın örgütlenmeleri ve boa zaaflar
‘60’lı yıllarda başlayan gelişme, ‘70’li yıllar boyunca ivme kazanarak sürdü. Ekonomik yaşama katılım ve eğitim düzeyinin yükselmesine bağlı olarak, mücadeleye katılan kadın sayısının artması, kadınlara yönelik devrimci ajitasyonun artmasına da neden oldu. Ve daha çok kadın devrimci mücadelenin saflarına katıldı ve 70’li yılların ortalarından itibaren, çeşitli siyasi mihraklar doğrultusunda oluşan kadın çevreleri çeşitli “bağımsız”^ kadın örgütleri içinde yer alarak, kadınlara yönelik bir ajitasyon yürüttüler. Yurtsever, devrimci kadın, devrimci demokrat kadın, devrimci kadın, ilerici kadın vb. adı altında oluşan kadın çevreleri (daha sonra bunlar kimi illerde dernek adı altında da yasal olarak örgütlenerek, YDKD, DKD, İKD vb. adlar aldılar) bugünle kıyaslandığında bile çok sayıda kadın bunların etraflarında toplanmıştı. Gerçi bu kadınların hemen tamamı, YDGF, Dev-Genç, İGD, TÖB-DER, TÜS-DER, Tüm-sağlık-Der vb. örgütler ya da çeşitli sendikaların yönetim kademeleri içinde de örgütlü, hatta bu örgütlerin ileri kesimleri içinde, yer alıyorlardı. Ama yine de, “ayrı” bir kadın çalışması içinde, kadın örgütleri içinde de yer alıyorlardı.
‘70’li yıllardaki kadın örgütlerinin çalışmasına bakıldığında, TKP çevresi tarafından oluşturulan İKD’nin kadınlara yönelik faaliyetinin, asıl olarak aydın, burjuva kadın çevrelerine yönelik bir çalışma içinde olduğu, bu alana yönelik faaliyetinin, kreş, emzirme odaları vb. gibi günlük taleplerle ilgili bir ajitasyonun yanı sıra, burjuva kadın çevrelerine hitabeden “gün düzenleme”, “geceler yapma”, “söyleşiler düzenleme”yi esas alan, ilişkide oldukları sendikalar aracılığı ile de işçi ve emekçi kadınları bu tür etkinliklere çekerek, onları kendi denetimlerine alarak, mücadeleden alıkoyan bir çizgi izlediği görülür. Onlar için kadınların kurtuluşu,bu tür kimi iyileştirmelerle gerçekleşebilir bir şeydir.
YDKD ve devrimci demokrat kadın çevreleri ise; İKD’nin tam tersi bir tutumla, kadınların günlük sorunlarını fazla önemsemeden, onları doğrudan kabaran anti-faşist, anti-emperyalist mücadelenin içine çekmeye çalışmışlar, kadınların kadın olmaktan gelen sorunlarıyla ilgilenmedikleri için de, mücadelenin yükselmesine paralel olarak çok sayıda kadım etkilemelerine karşın, geniş emekçi kadın kitleleriyle bağ kurmakta başarısız olmuşlardır. Perspektif, “kadınlar katılmadan devrim olmaz” önermesinin kabaca kavranışıyla sınırlı kaldığı için, bu örgüt ve çevreler esas olarak kadınlara yönelik genel devrim propagandası yapmakla sınırlı bir faaliyetle yetinmişlerdir. Kadınların kadın olmaktan gelen özgün talepleri nedir, kadının toplumsal konumu ve bunun sorgulanması, emekçi kadınlar üstündeki iki katlı sömürünün yol açtığı sonuçlar ve bunlara karşı özel mücadele, ya hiç gündeme gelmemiş, ya da yüzeysel bir ajitasyonla yetinilmiştir. Bu durum, kadın çalışmasının bir ayağının eksik olmasını getirmiş, geniş emekçi kadın yığınlarıyla bağ kurmanın önünde engel olarak durmuştur.
Evet, kadınların ekonomik ve toplumsal yaşama katılmaları ve yükselen devrim dalgası, yıldan yıla mücadeleye katılan kadınların sayısında bir artışa yol açmış, bu kadınlardan bazıları da, mücadele örgütlerinin yönetim kademelerine gelmeyi başarmışlarsa da, bu hiç bir zaman işçi emekçi sınıf içindeki çalışan kadın, ya da öğrenci gençlik içindeki genç kadın sayısıyla orantılı olmamıştır. Dahası mücadeleye katılan kadın ve erkek sayıları göz önüne alındığında da yönetici kademelere gelebilen kadın sayısı hiç bir zaman mücadeleye katılan kadın sayısıyla orantılı olamamıştır. Bu konuda elimizde durumun tam bir değerlendirmesini verecek rakamlar yoksa da, şu bir gerçek ki;1 erkeklere göre kadınların mücadeleye çekilmesi, mücadeleye çekilen kadınların ilerleyip kitle örgütleri ve siyasi örgütlerin yönetici kademelerinde yer alması pek çok etken tarafından engellenmiştir. Bu etkenlerin bir bölümü toplumsal olup, ancak toplumsal bir devrimle ortadan kaldırılacak etkenler olmasına karşın bir bölümü doğrudan doğruya devrimci çevrelerdeki yanlış eğilimlerden, burjuva, burjuva-feodal değerlerin sürüp gitmesinden kaynaklanmıştır. Bunlardan, toplumsal olanlarına, bu yazının önceki bölümlerinde değinildi ve bu bölümde de yeri geldikçe değinilecek. Ama, kadınların mücadeleye katılmasını engelleyen devrimci saflardaki yanlış eğilimlerin bazılarına burada değinmeyi, bugün de yaşayan eğilimler olması nedeniyle gerekli görüyoruz.
Bu dönem boyunca gelişmelere bakıldığında, kadınların mücadeleye katılmaları, mücadeleye katılan kadınların da olması gerektiği kadar ilerleyememelerinin önündeki engellerden en önemlisi, kadınların da erkekler gibi mücadeleye katılıp başarılı olamayacağı, onların ancak mücadeleye katılan erkeklere yardım edebileceği, burjuva, burjuva-feodal ideolojinin devrimci saflardaki kalıntısı olan düşünceden kaynaklanmıştır. Soruna böyle yaklaşıldığından, kadınlar, devrimci Örgütler içinde erkeklere yardım eder durumda kalırken, aynı zamanda da, burjuva-feodal ahlak değerlerinin devrimci ahlak değerleri olarak görülmesi sonucu olarak da, kadınlar devrimci örgütler içinde de bu değer yargılarının onları geriletici etkisini derinden hissetmişler, baskıdan kurtularak serbestçe gelişeceklerini düşünerek katıldıkları bu örgütler içinde de gelişmeleri baskı altında tutulmuştur. Bu baskı, mücadeleye yeni katılanlar üstünde onların süslenmesinden, günlük davranışlarına kadar tam bir “disiplin” altına almak biçiminde ortaya çıkarken, mücadele içinde yer alan kadınları da bir çok bakımdan etkilemiştir. Genelde, devrimciliğin ahlakçılığa indirgendiği, “devrimci içki içmez”, “devrimci tavla, kağıt vb. oynamaz”, “devrimci temiz ve değişik giyinmez” vb. biçimindeki “standart boyutlardaki” devrimci tipi, kadınlar söz konusu olduğunda daha da tutucu bir biçime bürünmüştür. Süslenen, makyaj yapan kadınların çeşitli derneklerden dıştalanması, diskotek vb. yerlerde görünen kadınların sadece dıştalanmakla kalmayıp haklarında spekülasyon yürütülmesi, iki cins arasındaki olağan ilişkilerin “bacı”lık edebiyatı ile “gayri meşru” sayılması çeşidi türden mücadele örgütleri içinde sık rastlanan tutumlardı. Bu tutumlar, kadınların her davranışının gözetim altında tutulduğu duygusunu yaratarak, onların gelişmesini engellerken, cinsler arasındaki ilişkinin gizlenmesine de yol açmış, bu “gizli ilişki” bir biçimde açığa çıkağında ise, genellikle, tıpkı toplumda olduğu gibi, kadınlara farklı erkeklere farklı ölçülerle yaklaşılmış, bunun sonucu olarak da bu tür durumlarda kadınlar daha çok zarar gören taraf olmuştur. Ama bundan en çok zararı mücadelenin gördüğü, göreceği akla pek gelmemiştir.
Bu türden burjuva-feodal ön yargılar, sadece erkek devrimcilerle de sınırlı değildir. Kadın devrimciler de, aynı katılıkta olmasa bile, aynı ön yargılan taşıdığından genellikle erkek devrimcilere “yardımcı” rolünü benimsemişlerdir. Bunu aşmak isteyen devrimci kadınlar da “erkek gibi kız” “övgüsünü” alacak bir tutumu benimseyerek erkek devrimcilerin önlerine koyduğu engelleri aşmaya çalışmışlardır.
Kadınlara karşı kapıları oldukça sıkı bir biçimde kapatılan devrimci mücadele örgütlerine, bir yolunu bularak katılan genç kadınlara, “koca bulmak için geldiği” ön yargısıyla davranılmış, gerçekten böyle olan bir kaç kötü örnek genelleştirilerek bütün kadınlar böyle bir baskının hedefi olmuşlardır. Bu ise, kadınlarla erkeklerin birlikte mücadele ettiği bu tür örgütler içinde olağan, sağlıklı ilişkilerin kurulmasını engellediği gibi, sağlıksız “dökülme” ve tasfiyelerin de vesilesi olmuştur.
Evli kadınlar için durum daha da zordur. Evli kadın bir mücadele (siyasi ya da mesleki) örgütüne katılmak için her şeyden önce kocasının direnişini kırmak zorundadır. Toplumda genel yargı, kadının işinin evde olduğu, dışarı işleri bu arada devrim mücadelesiyle ilgilenmek gibi önemli işlerin erkeğin işi olduğu düşüncesi egemendir. Eşlerin ikisinin de devrimci mücadeleyle ilgilendiği, hatta bu mücadele içinde tanışıp evlenen eşlerin kurduğu ailelerde de evlendikten sonra kadının “eve kapatılması” her günkü olaylardandır. Bu bazen açıkça, erkeğin kadına hiç bir seçenek tanımadan açıkça, “artık sen ev işleriyle uğraş, ben senin yerine de mücadeleye katılırım” demesi biçimindeki bir engel olurken, çoğu zaman daha “ince taktiklerle” kadınların engellendiği sıkça rastlanan durumlardır. Gün boyu çalıştıktan sonra, ev işleri ve çocukların bakımını bütünüyle kadının üstüne yıkıp, sonra da, “ben sana mücadeleye katılma demiyorum, istersen sen de katıl” biçimindeki tutum, kadını açıkça “eve kapatmak” kadar etkili bir yöntem olmaktadır. Gün boyu çalıştıktan sonra, yemek, ev işleri, çocukların bakımı vb. ile de uğraştıktan sonra kadın, dünyada olup bitenlerle, dahası bu sömürü ve baskı dünyasını değiştirme mücadelesiyle nasıl ilgilenecektir, bu genellikle kocayı hiç ilgilendirmemektedir.
Bu eğilimler bilinmeyen şeyler değildir ve geçmişte de pek çok kez eleştirilmiştir. Belki çok kaba olanları bugün terkedilmiş gibi görünüyorsa da, asıl ideolojik kökleri (burjuva-feodal ideoloji) var olmaya devam ettiğinden kadınlara karşı “ikinci sınıf insan”, “devrimcilere yardımcı olan cins” olarak görülme devam etmektedir. Örneğin, aynı anlayışlardan kaynaklanan, kamu çalışanları sendikalarının örgütlenme süreci içinde çıkan, bilinen eğilim bu eleştirilen tutumların yaşadığının bir kanıtıdır. Bilindiği gibi, kamu çalışanlarının sendikalarına üye olmak bugün riskli bir iştir. Ama bu riski göze almadan mücadelenin ilerlemesi, sendika ve TİS hakkının elde edilmesi de olanaksız. Bu riski göze alan, sayısı on binlere varan kamu çalışanı sendikalara üye olmuş, fiili bir durum yaratmayı başarmışlardır. Ama burada şöyle bir ayırım sıkça gözlenmektedir. İkisi de kamu çalışanı olan eşlerden erkek olanı sendikaya üye olurken, ne olur ne olmaz diye kadının sendikaya üye olması koca tarafından engellenmektedir. Eşlerin aralarında anlaşarak böyle bir yola başvurmuş olmaları bile kadın erkek ayırımcılığı yapılmadığı anlamına gelmez. Çünkü eğer “anlaşma” eşit iki insanın anlaşması olsaydı, bazı ailelerde kadın üye olurken erkek “yedek” beklerdi, bazılarında ise, erkek üye olurken kadın beklerdi. Oysa genel olan, kadının “güvence” olarak üye yapılmaması biçiminde ortaya çıkıyor ki, bu da cins ayırımcılığından başka bir şey değildir. Bu durumda açıkça, kadın “korunmaya muhtaç” bir cins olarak görülmekte, koca görünüşte kendini karısı yerine de “feda(!) ” etmektedir.
Burada asıl olan, gündelik çıkar kaygısının mücadelenin önüne geçmesi, olası bir kıyım ya da sürgüne karşı bireysel önlemler almak gibi yanlış bir mücadele anlayışıysa da, bunun konumuzla doğrudan ilgisi olmadığı için sorunun bu yanına burada değinmeyeceğiz. Konumuz açısında burada önemli olan, erkeğin “koruyucu”, kadının ise “korunmaya muhtaç” bir cins olarak görülmesidir. Elbette ki, eşler arasında “dayanışma”, “iş bölümü”, birbirlerini “koruma” doğru bir evlilik içinde olması gereken unsurlardır. Ama “koruma”, “işbölümü” ve “dayanışma”, kadının mücadeleden “korunması”, iş bölümü, ev işlerinin kadına yıkılması, dayanışma kadının erkeğin “itibarı”na dayanması olarak ele alınırsa başka bir dünya görüşünün erdemleri kategorisine geçilir. Oysa burada olması gereken; mücadele içinde dayanışma, kadının burjuva-feodal ön yargılardan korunması ve bu önyargılara karşı birlikte mücadeledir, îş bölümü ise, erkeğin mücadelenin sorunlarıyla ilgilenmesi ve mücadeleye katılması ve ev işlerinin kadına yıkılması biçiminde olmamalıdır. Tersine kadının da mücadeleye katılmasının önündeki engelleri kaldırmak, onu daha da teşvik etmek için, ev işleri ve çocukların bakımını da; kısacası, hem mücadelenin hem de ailenin sorumluluğunu paylaşmak gerekir. Bu tutum, ev ve ailenin sınırlarını da aşarak, mücadeleye katılan bütün kadınlara yönelik burjuva-feodal ön yargılara karşı mücadelede de kadınlara yardımcı olmak, onları ikinci cins gören eğilimlere karşı hayatın her alanında mücadele vermekle gerçek anlamına kavuşur.
1970’li yıllardaki gelişmenin başka bir yönüne dönerek sürdürelim.
12 Mart darbecileri, çıkmaza giren kapitalizmi bunalımdan çıkarmak, emekçiler üstündeki sömürünün ve baskının daha da artırılması için iş başına getirilmişti. Darbeciler ve arkalarındaki egemen sınıflar, bu amaçlarına varmak için, ellerindeki bütün baskı araçlarını kullandılar. Sendikal mücadele bile yasaklanarak işçi ve emekçi sınıflar üstündeki sömürü artırıldı. “Düzen” ve “istikrar” adına yürütülen terör, emekçi kadınların yaşamını doğrudan etkilerken, işyerlerinde kadınlara yönelik baskı ve dinci temelde yükselen, kadınlara, kadınların İslami esaslara uymayan tutumlarına yönelik saldırılar da arttı. Özellikle 70’lerin ikinci yarısında derinleşen kriz ve krizin yükünün emekçiler üstüne yıkılmasının sürekli bir uygulamasına dönüşecek olan enflasyonun artmasına paralel olarak, emekçi sınıfların durumları gittikçe kötüleşen bir eğilime girdi. Bu bir yandan geleneksel burjuva, burjuva-feodal aileyi sarsarken, çok sayıda kadını da bir gelir temin etmek için çalışma yaşamına çekti. Ama zaten kronik bir yüksek işsizlik hastalığının pençesinde olan sistem bu çok sayıdaki kadını istihdam edecek potansiyeli taşımadığından, gelir teminine yönelik çabalar, pek çok emekçi sınıf kökenli kadının artık bir “sektöre dönüşen”, kadın cinsiyetinin meta olduğu alanlara sürüklenmesine de yol açtı. 1980’lerde zirvesine çıkacak olan, kadın cinsiyetinin metalaştırılması, pek çok emekçi kadının “ikinci iş” ya da “işini kaybetmemek” için cinsiyetini meta olarak ortaya sürmeye zorlanması ‘70’li yıllarda hayli yol almıştı. Öte yandan, devrimci mücadelenin en önünde yer alan gençliği düzene bağlamak için bizzat resmi görevlilerce kışkırtılan, gençlik içinde uyuşturucu kullanma, Batı’nın en yoz “kültür ürünleri”ne “eğlence” biçimlerinin yaygınlaştırma girişimlerine paralel olarak porno filmler de, “bekâr evleri”nin gizli köşelerinden çıkarılarak, sinemaların normal programları arasına sokuldu. Bu gençliğe olduğu kadar, ondan da fazla, kadın cinsini aşağılama kampanyası biçiminde sürdü.
‘70’li yıllar, kadınların azımsanmayacak sayıda aydınlanıp devrimci mücadeleye ve emekçi sınıf eylemlerine katıldığı, bu anlamıyla da burjuva-feodal kadın statüsünde gedikler açtığı, ama aynı zamanda kadın cinsinin aşağılanmasında da egemen ideolojinin hayli mevziler kazandığı yıllar oldu. İşte 12 Eylül darbesi, birinci etkeni yok edip ikincisini dizginsiz geliştirmeyi amaçlayan koşullan yarattı. Sadece koşulları yaratmadı, feodal-burjuva kadın statüsünün, tek statü olması için elinden gelen her şeyi yaptı.
12 EYLÜL SONRASI GELİŞMELER
12 Eylül darbesi gericiliğin, emekçi sınıfların kazanımlarına ve devrimci mücadeleye karşı, cumhuriyet tarihi boyunca yönelttiği en kapsamlı ve en şiddetli saldırıydı. Dizginlerinden boşanan zorbalık vahşet boyutlarına varan bir terörle, her kıpırdanışa, toplumu ileri götürecek her kazanım ve her potansiyele azgınca saldırdı. Kadınlar da bu saldırıdan pay almaz olamazlardı, aldılar da. Bu, işsizlik bahane edilerek, bizzat Cunta liderlerinin ağzından; kadınlar, “evlerine dönmeye”, “mutfak harcamalarını kısarak”, aile içinde “tasarrufa” yönelik önlemler alarak “ekonomik yaşama katılmaya(!)” çağırılmaktan, işkence hanelerde tecavüze uğramaya kadar toplum yaşamından dışlanmaya, aşağılanmaya çalışıldı. Ve 12 Eylülle başlayan, kadınlara, kadın haklarına ve kazanımlarına yönelik saldın bütün 80’li yıllar boyunca (ve tabi günümüze kadar) kapsamı genişletilerek sürdürüldü.
Cunta ve arkasındaki egemen sınıflar, toplumda rahatsızlık yaratan asıl nedenleri çözemeyeceklerini bildiklerinden, bu sorunların üstünü örtmek için iki kurumu “sağlamlaştırmayı” resmi politika olarak gündeme aldılar. ‘Toplumun temeli” ilan edilen AİLE’yi ve toplumdaki “değişik sınıfları bir arada tutan harç görevi yapan” DİN’i.
Aile, bütün toplumun en küçük birimi ve aynı zamanda varolan toplum düzeninin direğiydi. Eğer aile çocuklarını iyi, Türk-İslam geleneklerine uygun yetiştirirse gençler “anarşi “ye katılmaz, düzene başkaldırmazlardı. Dahası nüfus planlamasıyla işsizlik önlenir, aile fertleri arasındaki dayanışma ile işsizlik, insanların geçim sıkıntılarından doğan bunalımları da ortadan kalkar, aileler ve insanlar “huzura” kavuşurdu, vb. vb. Bu aileyi de ancak sürekli olarak eve kapatılmış kadın “yöneteceğinden”, bütün bu “birlik içinde huzurlu aile”yi yaratma görevi de herkesten çok ona düşerdi. Bu arada kadın, bütün ekonomik toplumsal yaşamdan çekilip eve kapatılıyormuş, onun bir birey olarak bütün gelişme olanaktan elinden alınıyormuş, bu egemen sınıfları pek ilgilendirmiyordu. Cunta liderinin rahmetli anası da aynı işlevi yapmış ve çocuklarının ve kocasının başarılarının mutluluğu ona yetmemiş miydi? Neden günümüzün kadınları da aynı biçimde yaşamasınlardı. Evet, kız çocuklarınızı okutunuz, ama onları “iyi bir anne” olacak biçimde yetişmesi için okutunuz!
Bu propagandanın içi, “dini akitler”le dolduruldu. Çünkü dine başvurmadan, yaşanan koşulların acımasız bir biçimde aileyi parçalaması ne anlatılabilir, ne de kadının kökleştirilmesi gizlenebilirdi. Bu yüzden de din propagandası, “yobazlığa karşı çıkma, asıl dini savunma” gerekçesi arkasında öylesine artırıldı ki, Cunta lideri en yobaz çevrelerin gözdesi haline geldi. Dinin uyuşturucu etkisi görüldükçe de, dinin yüceltilmesine hız verildi; öyle ki, Cunta liderinin her gün 3-5 kez radyo ve TV’den yayımlanan “günlük” konuşmalarıyla “kutsal günlerde” camilerde yapılan vaaz’ı ayır etmek bile olanaksızlaştı.
Milliyetçi muhafazakâr ANAP, 1983 seçimleriyle iş başına geldiğinde, kadın kazanımlarına ve kadınlara yönelik saldırıyı sürdürmek için Cunta’nın kaldığı yerden devam etmekte bir sıkıntıya düşmedi. Ve sonraki yıllar boyunca Türk-İslam kadın statüsü dedikleri statüye eksiksiz yeniden dönmek için her şeyi yaptı. Üstelik gerici, dinci sivil çevreleri, Faysal Finans, Rabıta ve benzeri uluslararası finans çevrelerinin sınırsız para desteğini de kullanarak saldırının kapsam ve hedeflerini genişletti. Hükümet ve çeşitli devlet kuruluşlarında üstlenen dinci faşist odaklar, çeşitli burjuva dinci-faşist çevrelerden tarikatlara uzanan bir yelpaze içinde kadınların kazanımlarına saldırdılar. Üniversite ve devlet dairelerinde “türban”ı kendilerine bayrak edinirken, emekçi kesimler içinde etkiledikleri çevrelerde ise, “tesettüre uygun giyim ” adı altında, peçe takılmasına kadar bir kıyafeti, daha da önemlisi bilinç değişikliğini yaygınlaştırdılar. Bunun için, “İslami tesettüre uygun giysi” satan “özel” mağazalardan, “tesettüre uygun” giysi giyen yoksul kadınlara maaş bağlamaya kadar pek çok yol ve yöntemi denediler deniyorlar.
Gericiliğin bu ve böyle bir yazı içinde saymakla bitmez başka girişimleri, nihayet “Aile Araştırma Kurumu” kurulması ve Başbakanlığa ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı birer aile ve kadın birimlerinin kurulmasıyla zirvesine ulaştı.
Gelişmenin toplumsal yanı
Burjuvazi ve gericilik aileyi korumak adına kadını yeniden eve kapatacak propagandayla da yetinmeyip hukuksal önlemlerle de amacına ulaşmaya çalışırken, ekonomik ve toplumsal koşullar onların istediklerinin tam tersine gelişmelere sahne oldu.
12 Eylül darbesiyle, eline terör silahım da alan egemen sınıflar dizginsiz bir sömürü ile emekçileri açlık sınırında bir yoksulluğa mahkûm etmeye yönelince, bir emekçinin Ücret ya da maaşı ile ailenin geçinmesi olanaksız hale geldi Bu durum geleneksel aile yapısı içinde kadının çalışmasını hoş görmeyen anlayışa ölümcül bir darbe indirdi ve kadınlar ve çocuklar, eskisine göre daha büyük oranda işgücü pazarının yolunu tutmak zorunda kaldılar. Özellikle “ihracata yönelik”, “fason” üretim yapan küçük atölye ve fabrikaların açık göz patronları, bu pazardaki düşük işgücü fiyatından yararlandılar. Kadınlar, hemen hiç bir sosyal hakka sahip olmadan, neredeyse 18. yüzyıl kapitalizminin koşulları altında sömürüldüler. Günde 12-16 saat çalışmak zorunda olan kadınlar, akıl almaz bir biçimde sömürülüp baskı altına alındılar, ama aynı zamanda, evin dışına da çıkmış olmak gibi bir ilerleme sağladılar. Bu, geleneksel aile statüsüne indirilebilecek en önemli darbelerden birisiydi. Ne var ki; emek pazarına yönelen kadım sadece açık göz fabrika ve atölye sahipleri de beklemiyordu. “Beyaz kadın ticareti’nin büyük ve küçük tüccarlarının araç ilan da bu pazardan dışlananları kapmak için hazırdılar. Sadece iş bulamayan kadınlar değil, burjuva iletişim araçları ve burjuva eğitim yoluyla, emekçilerin yaşamını hor görmeye yöneltilen pek çok emekçi, hatta üniversite öğrencisi genç kız, kısa zamanda dünya nimetlerinden yeterince yararlanacağı bir “servet edinmek” için, bu “kolay kazanç(!)” yoluna sürüklendiler. Bu durum, yüksek öğrenim kız yurtlarında, milliyetçi ve muhafazakâr yöneticilerin aracılığı ile genç kızların fuhuşa zorlanmasının gazete sayfalarına “düşmesine” kadar vardı. Bu olaylar giderek öylesine çoğaldı ki, artık bu türden vakalar, gazeteler için haber değeri bile taşımaz oldu. “Telekız’lık, “Eskort kız’lık, herhangi bir meslek gibi anılmaya başlandı. Ve bu gelişme, 1990 yılında, Genelev patronu Matild Manukyan’ın, 2 milyar 600 milyonu aşan vergi ödeyerek İstanbul vergi rekortmeni olmasıyla “taçlandı”!
Ahlak, namus, ailenin korunması adına yola çıkıp, tantanalı bir şovla, “beyaz kadın ticaretinin” simgesi olan “Soğuk Oluk”u kapatıp, askeri birlik yönetir gibi toplumu yöneteceğini sanan cunta şefleri, bütün bir ülkeyi, büyük kentlerinden küçük kasabalarına kadar her yerde sayısız “Soğuk Oluk’lar açan yolu genişletmişti.
Son on yılda doruğuna varan bu gelişme, burjuva toplumunda kadının aşağılanmasının en alçakça biçiminin yaygınlaşıp genelleşmesiydi, ama aynı zamanda burjuva ailenin, namus kumkuması gericiliğin, ahlakçılığın da açmazım sergiliyordu. “Kadının ve ailenin korunması”nın ayyuka çıkarıldığı bir dönemde, resmi iletişim araçları (TV ve radyo) eğlence programlarındaki “espriler”in % 90’nın kadını ve evliliği aşağılayan motiflerle donanması ya da burjuva-gerici basının, kadının cinselliğini bir meta olarak sunmayı önceki yıllara göre olağanüstü artırması, bir rastlantı değil, egemen sınıflarının yaşadığı kaçınılmaz bir çelişkidir.
Aşağıda, Komünist Manifesto’dan yaptığımız alıntı da çok çarpıcı bir biçimde açıklandığı gibi, gizli-açık fuhuşun bir arada yürüdüğü burjuva ailenin açık fuhuş yanının da herkesçe görülebilecek biçimde ortaya çıkmasıydı. Burjuvazi kadını aşağılıyordu, ama asıl aşağılanan kendi aile sistemiydi.
80’li yularda burjuvazi ve gericilik kadın cinsini ezme, sömürme, aşağılamada sınır tanımadı, ama 12 Eylülcüler, aşağılamaya yeltendiklerinde kendilerini aşağılayan kadınlar da tanıdılar. İşkencede, cezaevlerinde geleceğin onurlu kadınım temsil eden, erkekleri de aşan direniş gösteren kadınlar da vardı bu dönem içinde. Ve mücadele ilerledikçe de onların yolunu izleyen kadın sayısı arttı, Kürt kadın ve Zonguldaklı kadın diye nitelediğimiz, ama yeni bir dünya için mücadeleye atılan bütün kadınları niteleyen “yeni kadın”ın potansiyel kaynağına yönelişe de tanık olduk 1980’li ve 90’lı yıllarda.
80’li yılların ortalarından itibaren yükselen gençlik ve işçi mücadelesi içinde, kadınlar da yeniden ön saflarda yerlerim almaya başladılar. Ekonomik yaşama katılan çok sayıda kadın, grev, direniş, gösteri ve mitingler içinde yer almaya başladı, özellikle yükselen işçi sınıfı mücadelesi, grev ve direnişlerin yaygınlaşması, kadınların geçmiş dönemlerden olduğundan çok daha fazla mücadeleye katılmasının da yolunu açtı. En ağır feodal geleneklerin belirlediği aile yapısı içinde yaşayan kurt kadınlar, bu yıllarda yığınlar halinde mücadele içinde yer alırken, işçi ve Zonguldak’ta olduğu gibi, işçi eşi kadınlar da kitle halinde grev ve direnişler içinde yer aldılar. Kadınlara, kadınların kazanımlarına yönelik gerici saldırı, emekçi kadınların mücadeleye katılımını belki biraz yavaşlattı ama engelleyemedi.
Bu yıllar boyunca ortaya çıkan gelişmeler, kadınların kurtuluşuna giden yolun nereye, hangi sınıfın kadınlarına yönelmek gerektiğini de ortaya çıkardı. Nasıl ki, özgürlük ve demokrasinin yolunu açabilecek tek güç, işçi ve diğer emekçi sınıflarsa, kadınların kurtuluşuna giden yolu da ancak işçi ve emekçi kadınlar açabilirdi. Ama bu geniş devrimci demokrat çevreler için bir slogan olmanın ötesinde anlaşıldı mı, burası halen tartışmalıdır. Bu yüzden de, 80 sonrası gelişmeler içinde sorunun bu yanı üstünde biraz durmamız yararlı olacaktır.
Ailenin “korunmaya” alınması ya da resmi “aile ve kadın” statüsü
80′ sonrası gelişmeler içinde, kadın sorunuyla ilgili öne çıkarılan, tarikatlardan camilere, TV’ye kadar bütün kurum ve iletişim araçları aracılığı ile yayılmaya çalışılan konulardan birisi de “ailenin ve kadının korunması” ile ilgili devletin yaptığı girişimlerin propaganda edilmesiydi. Son yıllarda, bu propaganda, konuyla ilgili yasaların çıkarılması, yasan m uygulanması için bakanlıklarda gerekli kurumların kurulması ve bu kurumlara dolaylı olarak bağlı “vakıf’ vb. örgütlenmelerin yaygınlaştırılmasıyla ete kemiğe büründü.
Yasa ve yasanın savunucuları görünüşte, kadınlara yardımcı olmayı, onların çalışma koşullarını ve iki kat sömürüsünü hafifletmeyi amaçlıyor gibidirler. Ama asıl amaçları satır aralarında ve hükümet ve ANAP ileri gelenlerinin tutum ve davranışlarında saklıdır.
“Aile ve kadının korunması”na ilişkin alınan önlemlere temel olan “Aile Araştırma Kurumu’nun kurulmasına ilişkin rapor, bugünkü resmi aile statüsünün asıl gerekçesi, ideolojik zemini olduğu anlaşılıyor. 70 sayfalık Rapor, Prof. Amiran Kurtkan Bilgiseven başkanlığında, 7 kişilik gerici, Türk-İslam sentezci “bilim adamı” ve “uzmanlar” grubu tarafından hazırlanmış. Raporun adı; “Sosyal Yapı Alt Komisyonu Raporu”.
Rapor bir bütün olarak ele alındığında, tek bir hedefe yönelik iki amaç taşıyor. Birinci amaç; ekonomik sosyal gelişmelerin varolan aile statüsünü parçaladığım, aile bağlarının zaafa uğrayıp, evliliklerin Batıdaki gibi sarsıntı içinde olduğunu kanıtlamak. İkinci amaç olarak da Türk-İslam geleneğinin kadına, çocuklara ve aileye çok önem verdiğini ortaya koyarak, İslam’ın kadım aşağılayan, tutumunun üstünü örterek, bu konuda yöneltilen eleştirilere yanıt vermek, bir tür savunma. Bu amaçlar bol istatistik ve Kuran ve Hadislerden özenle seçilmiş aktarmalarla kanıtlanmaya çalışılıyor. Ve şöyle bir sonuç vurgulanıyor: Bugün bozulup dağılmaya yüz tutmuş geleneksel aile, ancak yeniden eski değerlere dönülerek kurtarılabilir. Bunun içinde basın, yayın TV ve eğitim kurumlarının yanı sıra, devletin yasalar ve maddi ve manevi desteği de seferber edilmelidir.
Rapor, İslam dinini kadının önem vermesi konusunda pek çok alıntı yapmaya çalışıyor, ama yine de en temel konularda, nasıl bir aile ve kadın statüsü savunduğunu açıklamaktan da geri durmuyor. “Aile’nin Geleneksel temelleri” bölümünde şöyle diyor.
“Baba ailenin reisi ve başıdır. Türk aile müessesesinde babaya verilen rol, adeta kutsal bir roldür.”
“Ana imajı da ‘Müslüman Türk geleneğinde’ kutsal bir imajdır.”
“…Çocuk anne ve babaya Tanrı emanetidir”
Bir başka bölümde, “Eşlerin karşılıklı Hak ve Vazifeleri” bölümünde de şöyle eniyor:
“Erkek ailenin reisidir ve çocuklar ona bağlıdır. Mesken tutma görevi, ikamet salahiyeti ona aittir. Kadın ise kocasının hazırladığı fiziki imkânlar içinde evin yöneticisidir, çocukların yetiştiricisidir.”
Rapor, lafla, Türk-İslam geleneğinin kadına verdiği önemi vurgulamak için kaleme alınmış, kadına verilen önem üstünde hamasi iratların arkasından yukarıdaki gibi sayısız inciler yuvarlanıyor. Bu yazının sınırlım içinde Rapordaki “inciler”in hepsine değinmek olanaksız. Ama yukarıdaki aktarmalardan da açıkça anlaşılacağı gibi, amaç, kadının aile içindeki ikinci cins statüsünü perçinlemek, dahası ona, “kocanın sağlayacağı fiziki imkânlar içinde”, “evin yöneticiliği ve çocukların yetiştirilmesi” göreviyle “ödüllendirerek”, kadım evin dört duvarı arasına kapatmaktır.
Raporda açıkça itiraf edildiği ve burjuva gerici çevrelerin burjuva, burjuva-feodal aileyi korumak için telaşından da anlaşıldığı gibi, burjuva gerici düzenin temeli olan aile, Batı ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de hızlı bir dağılma, çözülme sürecine girmiştir. Bu yüzden de, tıpkı nesli tükenen Kelaynak kuşları ve bir işe yaramadığı için bırakılsa yok olup gidecek tarihi eserler gibi aile de “koruma altına” altına alınmıştır. Toplumsal gelişme içinde rolünü bitiren kurumlar çözülmeye, yıkılıp gitmeye mahkûmdur, bu payandalarla bir süre daha işlev yapabilir ama sadece bir süre için. Burjuva aile de, tıpkı kapitalizm gibi tarihsel bakımdan ömrünü doldurmuştur. Bazı rastlantılar ve yasaların gücüyle ömürleri suni olarak uzatılabilirse de, ölmeleri engellenemez.
80’sonrasında “popüler” bir akan: feminizm
12 Eylül Cuntası, bütün devrimci demokrat örgüden-meleri dağıtırken, bütün kadın örgütlenmelerini de dağılmıştı. Egemen sınıfların, bütün propaganda olanakları ve “zor” silahım da kullanarak devrime, devrimci değerlere ve Marksizm’e karşı açtığı karşı-devrimci kampanya, yenilgi psikozuyla da birleşince, reformcu ve revizyonizmden en çok etkilenen siyasi eğilimlerden başlayarak; sağa savrulma, devrimci saflarda tasfiyecilik moda bir akıma dönüştü. 70’lerin “sol” akımlarının yandaşlarının büyük bir çoğunluğu, itirafçılık, kitle halinde “bağımsızlaşma”, “sivil toplumculuk”a yönelip, “bireyi geliştirme” gerekçesi arkasında bireyciliğin pençesine düştüler.
70’li yılların yükselen devrimci dalgasının uyardığı ve devrimci saflara çektiği pek çok kadın da bu savrulmadan kurtulamadı. Bireycilik, sivil toplumculuk vb. biçimindeki sağa savruluş, devrimci kadın çevreleri içinde, feminizm olarak da biçimlendi.
Feminizm, 19. yüzyılda, Avrupa ve Kuzey Amerika’da “kadın hakçılığı” olarak, bir dönem, kadın yığınlarını peşinden sürüklemiş bir akımdı. Ama Marksizm’in işçi sınıfı harekeli içinde egemen olması ve sosyalizmin, kadınların kurtuluşunun gerçek yolunun gösterdiği düşüncesinin yaygınlaşmasıyla itibar kaybetmiş, Avrupa’nın burjuva aydın çevrelerine sıkışıp kalmış bir akıma dönüşmüştü. En son da, 1968 eylemleri içinde burjuva kadın çevrelerinde parlayıp sönen bir akımdı.
Ülkemizde ise, feminizm hiç bir zaman etkin ve popüler bir akım olmamış, 1980’lere kadar bir kaç burjuva-aydın kadın dışında feminizm, tartışma gündemine bile girmemişti. Ama, 12 Eylül darbesinin ardından gelen yenilgi dönemi içinde feminizm, eski devrimci çevrelerin kadınları, sadece kadınları değil erkekleri için de popüler bir akım haline geldi.
Feminizm, burjuvazinin ekonomik ve siyasi düzenini benimsiyor, kapitalizm koşullarında kadının tam kurtuluşunu olanaklı buluyor, ama biçim olarak burjuva aileyi ve bu aileye biçim veren burjuva hukuk sistemini reddediyordu. Böylesi açık bir eklektizmin mantıksal bakımdan kabul edilir bir yanı yoktu, ama bütün benzeri eklektik akımlar gibi, feminizmin de yandaş bulması için, bir kargaşa ve belirsizlik dönemi gerekirdi. 12 Eylül’ün yenilgi yıllan bu balomdan feminizm için uygun yulardı. Nitekim, işçi sınıfı ve gençlik hareketinin yükselmesi ve devrimci demokrat ve Marksist saflarda belirsizliğin giderilmesine yönelinmesiyle birlikte feminizm, önce kendi arasında “liberal”, “radikal”, “sosyalist” vb eğilimlere bölünerek güç kaybetmiş, sonra da az sayıda “eski devrimci kadın”dan ibaret bir çevreye dönüşmüştür. Zaman zaman yapılarak güç toplamaya yönelik “şov’larsa giderek yapılamaz olmuştur.
Hiç kuşkusuz ki; feminizmin, 12 Eylül’ün ardından gelen dönemde ortaya çıkmasının asıl nedeni yukarda da belirtildiği gibi, devrimci demokratik saflarda ortaya çıkan tasfiyecilik ve sağa savrulma, bu saflarda bireyciliğin egemen hale gelmesi ve devrimci politika alanındaki belirsizliktir. Ama bunların yanı sıra, özellikle feminist çevrelerin, devrimci demokratlara, Marksistlere ve onların şahsında Marksizm’e ve sosyalizme yönelttiği eleştirilere değinmek gerekir.
Marksizm ve sosyalizme yöneltilen eleştirilere, Özgürlük Dünyası’nın Mart 1990 sayısında yanıt verildiği için burada, Türkiyeli Marksistlerin ve devrimci demokratların kadın konusuna yaklaşımlarına yönelik eleştirilerine değineceğiz.
Feministler, “Marksizm’den”, “sosyalizmden” feminizme yönelmelerinin nedeni olarak, 1970’li yıllarda devrimci mücadele örgüden içinde kadınların ikinci sınıf insan durumuna itilmelerine, erkek devrimcilerin kadın sorunlarına karşı duyarsızlıklarım gerekçe gösteriyorlar. “Eleştiri”deki niyet bir yana bırakılırsa, yukarda da, 70’li yıllardaki kadınlara yönelik tutuma değinirken belirttiğimiz gibi, devrimci örgütlerin kadın sorunlarına yönelişi genel devrim propagandasını aşmadığı aşamadığı gibi, kadınlar burjuva-feodal değer yargılarıyla yargılanmış, onların mücadele içinde ilerlemesi, sadece aileleri tarafından değil, mücadele arkadaşları olması gereken devrimci erkekler tarafından da engellenmiştir. Bu durum, feminizmi ortaya çıkaran ve onu popülerleştiren asıl neden değilse de, “vesile bir neden ” olmuş, birçok iyi niyetli kadının kafasının karıştırılmasına ve feminist saflara kaymasına neden olmuştur.
70’lerden kalan miras: “dernekçilik”
1970’li yıllarda, devrimci çalışmanın en etkin aracı olarak dernekleri görmek yaygın bir eğilimdi. Bir yanda az çok devrimci birikim ortaya çıktığı zaman, hemen orada bir “gençlik”, “kültür”, “halk” vb. “derneği” adı altında bir dernek kuruluyor, dernek içinde toplanan devrimciler, akıllarının erdiği ölçüde bir faaliyete girişiyorlardı. Kazanılan yeni insanlar da, derneğe çekilerek faaliyete katılıyorlardı. Adına ne denirse densin dernek siyasi faaliyetin asıl merkezi olarak rol oynuyordu.
Kadınlar arasında çalışma bir ihtiyaç olarak dayattığında da aynı kolaycı yol benimsenerek, çeşitli adlar altında kadın dernekleri kurulmuş, bu dernek içinde yer alan devrimci kadınlar, çeşitli kadın kesimleri içinde bir faaliyet için seferber olmuşlardı. Böylece kadın çalışması bir avuç kadının çalışmasına dönüşürken, dernek dışındaki faaliyet kadınlara yönelik özel ajitasyonla ilgilenmiyordu.
80’lerin ortalarından itibaren emekçi sınıf mücadelesi yeniden kabarışa geçtiği, devrimci örgütlerin yeniden toparlanmaya başladığı koşullarda, çalışmanın bütün alanlarında 70’lerin yanlışları da boy verdi. Dergiler çevresinde örgütlenme, legalizm, dernekçilik vb. Kadın çalışmasına yönelik girişimlerde, kimi siyasi çevrelerce bir dernek çatısı altında örgütlenme olarak ele alındı. Ve DEMKAD, DKD, Kadın Kültür Evleri vb. gibi, çeşitli dernekler kuruldu. Kadınlar, bu dernek çatılan altında toplanmaya çağrıldı.
Dernekleri ilk oluşturanlar, çeşidi siyasi eğilimlerden az sayıda kadındı, ama aradan geçen yıllar içinde bu dernekler, ne kitleselleştiler, ne de çeşidi siyasi eğilimlerden bir avuç kadının dışına çıkamadılar, çıkamazlardı da. Üstelik bu dernekler, sadece 70’lerdeki yanlışları yinelemekle kalmıyor, onlar kadar militan bir tutumla kitlelere gitme heyecanını da taşımıyordu.
Kadınlar toplumun yansıydı ve üstelik emekçi sınıflar içinde kadın emekçilerin sayısı da hayli yüksekti. Kapitalizm, kadım ikinci cins yapan, onu hiç bir toplum biçiminde olmadığı kadar açık bir biçimde aşağılayan bir sistemdi. Kadınları çalışma yaşamına çekerek, onun iki katlı sömürüsünü gözle görülür hale getirmişti. Bu nesnel temel kadınlar içinde özel taleplerin ajitasyonunu ve kadınların bağımsız kadın örgüden içinde örgütlenmesini de zorunlu kılmıştı. Buna, kimsenin söyleyeceği bir şey yoktu. Ama sorun bunun nasıl olması gerektiğinde, bağımsız kadın örgütünün hangi kadının örgütü ve hangi platformda, “kadın hakçılığı” platformunda mı, yoksa “anti-emperyalist, anti-faşist” bir platformda mı olacağı noktasında çıkıyordu. Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında bu platformun ne olduğu, bağımsız kadın örgütünün günümüzde neden “anti-faşist anti-emperyalist” bir platformda olması gerektiği üstünde durulduğu için, burada sorunun örgütlenme yanı üstünde durmakla yetineceğiz.
Devrimci demokrat siyasi akımların “kadın derneği”nden amacı, kadınların, kurulan bu “merkezi” derneklerin çatısı altında toplanmasıdır. Burada “asıl merkez” dernektir. Yani dernek içinde örgütlenmiş devrimci kadınlar, çeşidi propaganda ve ajitasyon araçlarıyla (bildiri, broşür, kitap, dergi, gazete, paneller, gösteriler vb.) emekçi kadınlara gidecek, oralarda “bağlar” geliştirecek, hatta birimlerde kadın grupları, çevreleri örgütleyecek, bunlar aracılığı ile kadın yığınlarını demeğe çekecek! Biçimde değişik siyasi eğilimde kadınlar, ayrıntıda değişik şeyler söylese de, lafta ne söylenirse söylensin, bir “dernek” kurarak işe başlanınca mantık başka türlü olamaz.
Bu yaklaşımı mantıksal sonuçlarına götürerek, şöyle bir soru soralım: “eğer bu girişime dernek demesek de, bir ‘kadın partisi’ desek, bu ‘parti’ nasıl örgütlenirdi?” Herhalde, tıpkı bugün “kadın dernekleri”nin yaptığı gibi, önce bir “parti ” merkezi açılır, partinin ilk üyeleri kaydedilir, bunlar ve iletişim araçları yoluyla kadınlar parti saflarına çağırılır, üretim birimlerinde birim örgütleri, çevreler vb. örgütler, kitleselleşmeye çalışırdı. Başka türlü de davranamazdı. Bu yüzdendir ki, bugün devrimci demokrat çevrelerde yaygın olan, “bir dernek” kurarak “kadın çalışması”nı bunun içinde sürdürme anlayışı, niyet ne olursa olsun, kadınların “bağımsız” kitle örgütünü yaratma anlayışı değil, bir kadın partisi kurma anlayışıdır ki, bu sadece kadın çalışmasında yanlışlıkla da sınırlı kalmaz, emekçileri, bir de kadın-erkek olarak bölme anlayışını da getirir.
Sınıflar mücadelesinin ulusal ve uluslararası deneyimleri; bize, her şeyden önce şunu öğretiyor: adına layık bir kitle örgütü, tepeden, yukardan aşağı değil, aşağıdan yukarı kurulur. Yani önce kitleler belirli çevreler, alt örgüt biçimleri içinde az çok örgütlenip, bir hareketlenme içine girdiklerinde, bunları toparlayıp seferber edecek bir mücadele merkezine “ihtiyaç” doğduğunda, bu yerel birikimleri merkezileştirmek için kitle örgütü, bunların merkezi olarak yine yerel “temsilci”lerin katılımıyla kurulur. Bazen, özel koşulların bir araya gelmesi bu genel yaklaşımdan farklı bir yaklaşımı gündeme getirirse de, bu varolan koşullar göz önüne alındığında bu durum tartışma dışıdır.(örneğin, mücadelenin yükseldiği, kitlelerin büyük çapta ayağa kalktığı vb bir dönemde doğrudan bir merkezi örgüt kurulabilir.) Kısacası bir kitle örgütü için, nesnel bakımdan “ihtiyaç” olmak yetmez, aynı zamanda kitlelerin az çok bu ihtiyacı hissettiren bir hareketlilik içinde olması gerekir.
Bugün kadın kitleleri açısından soruna yaklaşacak olursak, aydın, küçük burjuva ve çeşidi siyasi örgütlenmelerin içinde ya da çevresinde olan, bir avuç kadın dışında milyonlarca emekçi kadın, ya henüz bir “bağımsız kadın örgütü”nün ihtiyacının farkında değildir, ya da var olduğu kadarıyla bile, dernek aracılığıyla harekete geçirilemeyecek bir durumdadırlar. Pratik olarak da, bir avuç aydın kadının emekçi kadın çevrelerine ulaşıp, onlarla bağ kurması olanaksızdır. Dahası, gerçek Marksistler için “kadın çalışması” ve “kadınların bağımsız örgütü”nün yaratılması bir “dernek çalışmasına” indirgenemeyecek kadar ciddi bir sorundur. Bu yüzden de kadınlara yönelik çalışma, her birimde, bütün birim örgütlerinde yapılan gündelik çalışmanın bir parçasıdır. Her birim genel çalışması içinde kadınların özel taleplerine yönelik bir ajitasyonu, kadın çevrelerinin oluşturulmasını da asli görevi saymak durumundadır. Üretim birimleri, işyerleri, sendikalar, semtler, vb. kadınların bulunduğu her yerde, kadınlara yönelik çalışma ve bunun gerektirdiği, “komisyon”, “çevre örgütleri” vs “gruplar” vb. ile oluşacak potansiyel, bugün “bağımsız kadın örgütlenmesi” için atılacak ilk adım olmak durumundadır. Çünkü kadınların kurtuluşu sorunu, gerçekte işçi ve emekçi kadın için acil ve vazgeçilmez bir sorundur. Bu yüzden de adına layık bir kadın kitle örgütünün omurgasını, işçi ve emekçi kadın oluşturacaktır. Ancak, “üretim birimleri” temelinde yükselen kadın çevrelerinin merkezinde olduğu bir “dernek”, “birlik” (adı ne olursa olsun) adına layık bir kadın örgütü olabilir.
Ebetteki, söylenenlerden, salt bu iradi çalışmadan çıkan çevrelerin merkezi kadın örgütünü oluşturacağı anlamı çıkmaz. Bu, sadece Marksistlerin soruna yaklaşımı ve onların üstüne düşen yanıyla ilgili olarak böyledir. Ama, ülkedeki bütün işçi ve emekçi kadınların örgütü olacak bir bağımsız kadın örgütü, sadece bu çevreleri değil, tüm devrimci demokrat çevrelerin çabaları sonucu ortaya çıkan kadın gruplarını, kendiliğinden ortaya çıkan kadın çevrelerini, kadınların kurtuluşuna ilgi duyan aydın ve küçük burjuva kadın çevrelerini, olduğu ölçüde ve anti-emperyalist, anti-faşist bir çizgiye yaklaştıkları ölçüde çeşitli türden feminist çevreleri de içine alan, bütün bu çevrelerden demokratik bir biçimde seçilerek gelen delegelerin ortak iradesinin bir ifadesi olacaktır, bağımsız kadın örgütü. Ancak böylesi bir merkezi kadın örgütü, eylemiyle ve yürüteceği faaliyetle kadın kitleleri üstünde etkili olur, kadınları mücadeleye çekecek bir konum kazanabilir. Bugün için etkili bir kadınlara yönelik çalışma, 3-5 aydın kadının çabasıyla gerçekleşemez, dahası sadece Marksistlerin çabasıyla da istenen başarı çizgisine varamaz. Tersine, bütün devrimci demokrat siyasî akımların da yığınlar içindeki çalışmasında kadınlara yönelik özel bir ajitasyon yürütmelerini de gerektirir. Böyle kapsamlı ve derinlemesine bir çalışma ile kadınların kurtuluş mücadelesi amacına uygun bir zemin elde edebilir. Faydacı, günlük heveslerle yapılan “çalışmalar” ciddi bir birikim sağlamayacağı gibi, uyanan emekçi kadınlar içinde yanlış anlayışlar yaygınlaştıracağından zararlı bile olur. Mücadelenin deneyimleri Marksizm bunu öğretiyor bize.
Komünist Manifesto’dan
Peki, bugünkü aile, yani burjuva ailesi hangi temele dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca dayanıyor. Bu aile, tam olarak gelişmiş biçimiyle, yalnızca burjuvazi içinde vardır. Ama bu durum, proleterler arasında ailenin neredeyse hiç bulunmamasıyla ve açık fuhuşla tamamlanıyor.
Kendisini tamamlayan şey kaybolup gittiği zaman doğal olarak burjuva ailesi de kaybolup gidecek ve sermayenin ortadan kalkmasıyla birlikte her ikisi de ortadan kalkacaktır.
Siz çocukların ana-babaları tarafından sömürülmesine son vermekle mi suçluyorsunuz bizi? Bu suç kabulümüzdür.
Ama diyeceksiniz ki, aile eğitiminin yerine toplumsal eğitimi geçirmekle ilişkilerin en kutsalını yıkıyorsunuz. Peki, ya sizin eğitiminizi O da toplumsal değil mi? Onu da eğitim yaptığınız toplumsal koşullar, toplumun okullar, vb. aracılığıyla yaptığı dolaylı ya da dolaysız müdahale belirlemiyor mu? Toplumun eğitime müdahalesini Komünistler icat etmedi ki; Komünistlerin istediği, bu müdahalenin niteliğini değiştirmekten ve eğitimi hâkim sınıfın etkisinden kurtarmaktan başka bir şey değildir.
Proleterler arasındaki bütün aile bağları modern sanayinin etkisiyle kopup parçalandıkça; proleterlerin çocukları alınıp satılan basit birer mal. ve iş aracına dönüştükçe, burjuvazinin yapmacık bir edayla aile ve eğitimden, ana-baba ile çocuk arasındaki kutsal ilişkiden dem vurması bir kat daha iğrençleşiyor.
Ama siz Komünistler kadınların ortaklaşa kullanılmasını getireceksiniz diye bir ağızdan yaygarayı basıyor tüm burjuvazi.
Burjuva, karısını basit bir üretim aracı olarak görür. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyunca da, pek doğal olarak, her şeyin ortak olmasının kadınların ortak olmasına yol açacağından başka bir sonuca varmaz.
Gerçek amacın, kadınların basit birer üretim aracı olmaktan çıkarılması olduğu, aklının ucundan bile geçmez burjuvanın.
Burjuvalarımız, bırakalım genelev fahişelerini, yanlarında çalışan proleterlerin karılarına ve kızlarına keyiflerine el atmakla da yetinmez, birbirlerinin karılarını ayartmaktan sonsuz zevk alırlar.
Burjuva evliliği, gerçekte, evli kadınlarda ortaklıktır. Bu yüzden de Komünistler, olsa olsa, kadınların ortaklaşa kullanılmasını ikiyüzlülükle gizlenen bir şey olmaktan çıkarıp açıkça meşrulaştırılmış bir şey haline getirmek istemekle suçlanabilirler. Nerede kaldı ki, bugünkü üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla birlikte, kadınların bu sistemden kaynaklanan ortaklaşa kullanılmasının, yani açık ve gizli fuhuşun da ortadan kalkacağı açıktır.
Marks-Engels -Aralık 1847-Ocak 184
Mayıs 1991