Üretimde cinsiyete göre işbölümünün ortaya çıkmasıyla, anaerkil aile yıkıldı. Böylece, kadının binlerce yıl sürecek kölelik dönemi başlamış oldu. Kas gücünün yardımıyla ekonomik gücü eline geçiren erkek, toplumsal olarak ta kadına üstün bir konuma geçti, tikel komünal toplumun uzun tarihi boyunca kendiliğinden gelişen erkeğin egemen durumu, sınıflı toplumlarla birlikte, kurumlaştı.Erkek egemen düşünce, egemen sınıfın düşüncesinin bir türevi olarak biçimlendi. Gelenek ve görenekler, felsefe, sanat, vs. tüm kültürel alanlarında kendini hissettirdi. Egemen sınıf kadınları, belki erkek köleye de hükmedebiliyordu, ama kendileri de kocalarının kölesiydi. Köle kadınlarsa, hem efendilerinin, hem de kocalarının köleleriydiler. Örneğin, en demokratik köleci toplum olan Antik Çağ’ın Atina’sında, köleler, kadınlar ve yabancılar (kent dışından gelenler) kent yönetimine hiçbir biçimde katılamıyorlardı Bu hak, sadece erkek Atinalılara özgüydü. “Özgür Atinalı kadınlar”ın “özgürlüğü” evin dört duvarı arasındaki özel hizmetlerle sınırlıydı. Köle kadınlarsa gün boyu efendinin kölesi, akşamları da ev işlerinin, çocuklarının ve kocasının kölesiydi.
İnsanlık toplumu ilerledi. Klasik kölecilik tarihe karıştı. Daha ileri bir toplum olan feodal topluma geçildi. Ama kadının durumunda önemli bir değişiklik olmadı. Toprakta, canını korumakta dâhil hiçbir hakka sahip olamayan kölenin yerini, azda olsa toprak mülkü edinebilen, efendisi tarafından garanti edilse, de can güvenliğine sahip olan serf aldı. Ama kadının yaşamı, efendinin serfi, kocasının, çocuklarının ve küçük toprağının kölesi olarak devam etti.
Kadının toplumdan tecridi sürdü gitti.
Kapitalizm, feodalizmin serilerini bir yanı açlıktan ölme özgürlüğü de olsa “özgürleştirdi”. Onları topraktan kopararak, yığınlar halinde, oluşan sanayi kentlerinin varoşlarına sürdü. Sadece erkekleri değil, kadınları ve çocuktan da yeni toplumun simgesi olan makinaların dişlileri arasına, toplumsal kargaşanın içine itti. Kapitalizmin erkek emekçisi, artık ücretli köleydi. Ama kadın emekçi, kapitalist için ücretli köle, kocası içinse “ücretsiz” ev-kölesiydi.
Kapitalizm, kadını geleneklerin, göreneklerin, aile dayanışmasının ve dinin “koruyuculuğundan” çekip alarak, onu, güvensiz ve güvencesiz olarak kapitalist toplumun kargaşasına, dahası, kapitalizmin amansız sömürüsünün pençesine attı. Bu, emekçi kadının bireysel olarak durumunun daha da kötüleşmesiydi. Ama kapitalizm, bütün bu kötülüklerin yanı sıra, kendi isteğinden bağı imsiz olarak, kadını toplumsal üretime çekerek, onun KURTULUŞU’nun koşullarını da hazırladı.
İnsanlık tarihi açıkça gösteriyor ki ancak toplumsal üretime katılan inşan toplumun ekonomik, siyasi, ideolojik üstyapısına sahip olma ve onu etkileme olanağına sahip olabilir. Kapitalizm, üretimi toplumsallaştırarak, erkek proleterlere olduğu kadar, kadın proleterlere de sosyal ve cinsel kurtuluşun yolunu açıyordu.
Kadının insanlık tarihindeki durumuna ilişkin yukarıdaki özet, kuşkusuz ki, aşın bir soyutlamadır. Gerçekte ise, bu gelişim, çok daha karmaşık ve çelişmeli bir seyir izlemiştir. Sınıflı toplumla birlikte kurumlaşan ve egemen sınıfın düşüncesinin türevi olarak yeniden ve yeniden üretilen “erkek egemen düşünce”, kadının, ekonomik yaşama katıldığı oranda bile toplumsal yaşama katılmasını engellemiştir. Her dönemde, ev işlerinin aptallaştırıcı koşullarına, gelenek ve göreneklerin akıl almaz bağnazlıklarının yanı sıra, egemen sınıfın özel bir baskısı da eklenmiştir. Bu yüzden de kadınlar toplumsal ilerlemeden kendi paylarına düşmesi gerekeni bile alamamışlardır.
İnsanlık tarihinin, çok uzun süren dönemleri boyunca, toplumların en etkin kurumlarından biri olan din’i akideler, neredeyse sadece dört duvar arasına sıkışıp kalan kadını zapturapt altına almak için biçimlenmişlerdir. Büyük dinlerin hemen hepsinde kadın, Havva’nın kişiliğinde simgeleştiği gibi,”bütün şeytani kötülüklerin kaynağı” olarak görülmüştür. Bu, temeli, sarsılan, çürüyen, yozlaşan eski değerlere “kutsal aile” de dâhildir.
Son tek tanrılı din olan İslam dininde ise; kadının köleliği, daha da katmerleştirilerek, kadın tümüyle toplumsal yaşamdan soyutlanması olarak biçimlenmiştir.
Kapitalizm, dinin, onurun, namusun, şerefin yerine para’yı geçirerek, her tür maddi ve manevi değeri parayla alınıp satılır hale getirerek, tüm feodal değerlerin temelini sarsmıştır. Mantıksal olarak bakıldığında, kapitalizmin bütün bu değerleri reddetmesi gerektiği düşünülürse de, gerçek hiç de öyle olmamıştır. Devrimci çağanda feodalizme karşı savaşırken, kapitalizm, bütün bu değerlere karşı da savaşır görünmüşse de, egemen sınıf olarak örgütlendiği her yerde burjuvazi, bu değerleri yeniden biçimlendirerek kendi sömürüsünün bir aracı haline getirmiştir. Dinin, gelenek ve göreneklerin, emekçileri uyutma, onları köleleştirme etkisinden her zaman yararlanmıştır. Bu durum, kadınlar için çok daha geçerli olmuş, din, gelenek ve görenekler, kadın emekçileri uysallaştırmanın, burjuva toplumun temel toplumsal birimi olan burjuva ailesinin sağlamlaştırılmasının (bunu siz, kadının köleleştirilmesinin sağlamlaştırılması olarak okuyabilirsiniz) asıl unsuru olarak kullanılmıştır, kullanılmaktadır.
Bir bütün olarak bakıldığında, anaerkil ailenin kamusal niteliğinin kaybolup, ataerkil ailenin bireyci, kapalı ev ekonomisi temelinde örgütlenmesiyle birlikte, kadının tarihi egemen ideolojinin kadın üzerindeki baskı ve sömürüsünün tarihi olarak yazılmıştır.
Türkiye toplumunun, kadına özgü tarihi de, bu süreçten geçerek günümüze dek, baskı ve zorbalıkla yazılmıştır. Bu dönemi Osmanlı Devletinin son dönemi olan Tanzimat’tan bu yana gözden geçireceğiz.
“OSMANLI TOPLUMUNDA KADIN
Osmanlı İmparatorluğu; feodal üretim tarzının egemen olduğu, üretim, din, felsefe ve hukukunda feodal devlet yapısına göre belirlendiği bir toplumdu. Dahası, üstyapısında İslam dininin kurallarının geçerli olduğu, dini ve siyasi bütün otoritenin padişahta toplandığı feodal-monarşist bir statüye sahipti.
Bu dönemde kadın, İslam dininin bağnazlığının en derin izlerini taşıyordu. Kuran’a göre kadın, “şeytanın yeryüzündeki simgesi” idi. Kocası dışında tüm erkeklere (nikâh düşen) “namahrem” di. Dolayısıyla, sosyal, siyasal ve ekonomik yaşamdan tamamen soyutlanmıştı. Zorunlu olmadıkça sokağa çıkamaz, çıkmak zorunda kaldığında da, tepeden tırnağına kadar çarşaf ve peçe ile örtünmek zorundaydı. Kendi evinde bile, ancak “harem” adı verilen kadınlara ait bölümde kalabilirdi. Erkek, dört kadınla nikâhlı olarak evlenebilir (Sünni mezheplere göre) ve ” bakabildiği kadar ” kadını da “cariye” (köle) olarak “haremine” kapatabilirdi. Kadınların boşanma hakkından söz bile edilemezken, erkek, tek bir sözle (üçten beşe şart olsun seni boşadım deyip), istediği karısını boşayabilirdi. Kadının, Osmanlı tarihi boyunca, en azından Tanzimat’a kadar, bu durumunda, sözü edilebilecek bir değişiklik olmadı. Bu yüzden de, bu uzun dönem üstünde fazla durmayacağız.
Bu yazı boyunca, kadının durumunda az çok değişikliklerin gözlenmeğe başlandığı Tanzimat dönemi’nden başlayarak, kadın haklarındaki günümüze kadar gelişmesi ve kadın mücadelesinin üstünde duracağız.
Tanzimat Dönemi’nde Kadının Durumu:
Burada, Tanzimat dönemindeki kadının yaşamı ve statüsü ile ilgili değişikliklere geçmeden önce, Osmanlı toplum yaşamım da kısmen etkileyip, değiştiren dünya ölçüsündeki olaylara kısaca bir göz atmamızda yarar var.
XVIII. Yüzyılın ikinci yansından sonra, Büyük Britanya İmparatorluğunda başlayan bilim ve teknoloji alanındaki ilerleme, sanayi alanında önemli gelişmelere neden oldu.
1769’da James Watt’ın keşfettiği buhar makinası, dokuma makineleri başta olmak üzere, gemi ve demiryolları motorları ve genelde tüm sanayi alanlarında uygulanmaya başladı. Sanayideki yaygın ve hızlı gelişme. Büyük Britanya ve giderek Fransa, Hollanda, Almanya gibi, Avrupa ülkelerinde sanayi devrimlerine yol açtı. Gemi ve demiryolları, kapitalist meta ürünlerini denizaşırı ülkelere taşıyarak, oralarda da meta dolaşımını tuzlandırdı. Bu olgu, Osmanlı İmparatorluğunun kıyı kentlerinde meta dolaşımının yaygınlaşmasına ve ticaretin artmasına, kapitalist ilişkilerin uç vermesine neden oldu.
Ama Osmanlı İmparatorluğunun, Avrupa’daki burjuva devrimlerinden etkilenmesi, esas olarak, üst yapı alanında oldu.
Sanayi devrimi, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde, burjuva devrimlerine yol açtı. 1789-1871 arasındaki yıllarda, devrim-karşım devrim arasında gidip gelen, ama sonuçta burjuvazinin zaferiyle sonuçlanan büyük çalkantılar, bağnaz feodal devletlerin yerine,.özgürlük ve demokrasi, vadeden burjuva kapitalist devletleri ortaya çıkardı. Sanayideki gelişme proleter ordusunun da gelişip Örgütlenmesinin yolunu açmıştı. Bu devrimlerde, kadın proleterler aktif olarak devrime katıldılar. Bu devrimler proleterlerin, sürekli olarak burjuvazinin peşine takıldıkları için, burjuvazinin salt egemenlik aracı olarak biçimlendi.”Eşitlik”, “özgürlük”, “kardeşlik” kavramları, özünde, burjuvazinin egemenlik biçiminin ifadelendirilmesine denk düşmekteydi.
“Eşitlik”,”kardeşlik”,”özgürlük” diye bağırarak, barikatlarda dövüşen Fransız emekçi kadınları, tüm dünya kadınlarına, kurtuluşlarının yolunu açıyordu. Devrimle birlikte, gericilik tarafından kurşunlanan proleterler arasında, kadınlar da vardı. Ama devrimde elinde silahla, erkeklere “eşit” bir konuma gelen kadın, devrimden sonra, daha devrim için ölen kadın ve erkek kardeşlerinin kam kurumadan, burjuvazi tararından, silahlan ellerinden alınarak, evlerine geri tıkıldılar.
Fransız Devrimi (1789 burjuva devrimi) Osmanlı Devletinin aydın kesimden oluşan, üst bürokrasisini de kısmi olarak etkiledi. Bu etkiyle, sadrazam Mustafa Reşit Paşa,1839’da, Tanzimat Fermanı’ adıyla anılan bir reform paketi hazırlayıp Padişah’a imzalattı. Mustafa Reşit Faşa, İngiltere ve Fransa’da elçilik yapmış, batı düşüncesine açık bir Osmanlı aydınıydı.
Tanzimat dönemindeki, üst yapıdaki reform girişimleri, eğitim, sanat, basın, aile yaşamı ve hukuk alanında batı düşüncesine has “eşitlik”,”özgürlük” gibi kavramların gelişmesinin önünü açtı. Ne var ki, bu gelişmelerin, toplumsal yaşama, toplumsal üretime katılamayan kadının dünyasında yaygın bir etkisinin olamayacağı açıktı. Çünkü, Osmanlı imparatorluğunun en geniş kesimlerinde kadın; bir kaç büyük kent dışında, el-zanaatı olan dokumacılık, halıcılık gibi kapalı ev ekonomisi içinde çalışmaktadır. Tarım alanında ise; serflik koşullardadır. Kentlerde ise, ticaretle uğraşan birkaç Ermeni ve Rum kadınını saymazsak, kadınlar, üretime hemen hemen hiç katılmıyorlardı.
Tanzimat’la birlikte, sanayi işletmeleri geliştikçe, artan emekçi sayısıyla birlikte kadın emekçilerin sayısında da nispi bir artış gözlendi, örneğin; Bursa dokuma tezgâhlarında 100, İstanbul kibrit fabrikasında 121 kadın ve genç kızın çalıştığı bilinmektedir. 18. yüzyıldan itibaren ise, Zonguldak madenlerinde kadın işçi çalıştığı biliniyor. Endüstriyel gelişmeye bağlı olarak çalışma yasalarında düzenlemelerin yapılması bu döneme rastlar. 1848’de çıkarılan bir kararname ile işçilere parasız sağlık yardımı, uzaktan gelen kadınlara yatakhane açılması, günlük çalışma saatinin 15 saat ile sınırlandırılması, yıllık ücretli izin verilmesi gibi düzenlemeler getirilmiştir.
Sanayi gelişimine bağlı olarak, çalışma yaşamına kanlan kadın sayısındaki artış ve buna bağlı olarak elde edilen kazanımlara yazının seyri içinde yer yer değineceğiz.
Avrupa’daki kapitalist gelişmenin, sanat, felsefe ve kültürel alanlardaki yansıması, 19. yüzyılın başından itibaren, Osmanlı aydınlarını etkilemeye başlamıştır. Tanzimat’la birlikte, bu etki hukuk, felsefe, sanat ve kültürün diğer dallarında da ürünlerini vermeye başladı, önceleri bilimsel ve teknik nitelikli yapıtlarla sınırlı olan çeviriler, giderek siyasi, felsefi, sanat ve toplumsal nitelikli eserlere doğru kaydı..Felsefi ve siyasi düşüncelerle gelen laiklik anlayışı, kadına bakış açısında da değişimleri beraberinde getiriyordu. Kadınların aile yaşamı, aşağılanmış durumu, çocukların eğitimi, sağlık, konut sorunu gibi, temel sosyal sorunlar literatüre girdi. “Avrupa modeli”ne göre örgütlenen okullarda erkeklerle birlikte kız çocuklarının okutulmasını da savunan, “Mukadderat için Gazete” adlı bir kadın gazetesi yayınlanmağa başladı. Kadına, toplumda, erkeklerle eşit bir statü kazanması için, aile yapısının sorgulanması ve eğitimine önem verilmesi gerektiği düşünceleri yayılmağa başladı. Avrupa kapitalizminin, daha doğrusu burjuva devrimlerinin kadına getirdiği özgürlükler, konut, halk sağlığı, kadın ve çocuk sağlığı, kadının hukuksal durumu, laiklik konularındaki düzenlemeler, Osmanlı kadınının yaşamıyla ilgili kıyaslamalar yapılmasına yol açtı.” İbret” gazetesinde Namık Kemal’in “Aile” adlı makalesi, Osmanlı kadınının durumunu yeriyordu. “Terakki” gazetesi ve onun “Mukadderat için Gazete” adlı “kadın eki”nde, kadının ev-köleliği ve toplumsal yaşam dışı tutulması eleştiriliyordu. 1860’da, Şinasi’nin “Şair Evlenmesi”adlı piyesinde ise, aile içi ilişkiler ve din kurumunun kadına bakışı hicvediliyordu. 1875’te yayınlanan “Vakit” gazetesinin “kadın eki”nde, batıdaki kadın hareketlerine ve düşüncelerine yer veriliyordu.
Klasik Osmanlı edebiyatı olan divan edebiyatında kadın, sadece erkeğin kişisel aşkının nesnesi idi ve bunun dışında sosyal bir kişiliğe sahip değildi. Tanzimat’la birlikte, bu durum değişti. Edebi yapıtlarda kadın kahramanlar toplumsal ilişki ve çelişkileriyle biçimlenirken, kadının varolan statüsü de değişik yönleriyle eleştirilmeye başlandı. Namık Kemal’in ” Zavallı Çocuk’ romanında; kadınların sorunlarının kaynağı olarak, kız çocuklarının ebeveynleri tarafından, maddi çıkar karşılığı, çocuk denecek yaşta, zorla yaşlı kimselerle evlendirilmeleri eleştirilir. Kadının psikolojik ve duygusal yanlarını işleyen, ailesinin zorla evlendirmesine karşı başkaldıran bir kızın öyküsünü anlatan Ahmet Mithat’ın “Teehhül” adlı romanı, erkek düşmanı ve erkeği düşman gibi gören kadının yaşamını işleyen “Felsefe-i Zenan”, bu dönemde yayınlanan edebi yapıtların bazılarıdır. Çok kanlılığı eleştiren “Eyvah” kadınların din duygusunun sömürüsünden söz eden “Açık Baş” gibi piyes ve romanlar, Osmanlı aile yapısını sorgulamaktadırlar. Erkeğin ekonomik bağımlılığı altında kalmak zorunda olan, onun terk etmesiyle düştüğü yoksulluk ve acıya laik olmayan kadım Namık Kemal “İntibah” romanında işleyecektir.
Basın-yayın alanındaki değişmelerin yanı sıra, eğitim alanındaki reformlar da kadının sosyal alanda varoluşunu ve gelişmesini sağlar. Daha önce, dini eğitimin dışında hiçbir eğitim göremeyen kadın, batıdaki hemcinslerinin laik eğitim ve öğretim olanaklarını elde eder.
Padişah Abdülmecit’in “İrade-i Seniye” adlı reform planı; “kız ve erkek çocukların parasız ilkokullarda okutulması zorunluluğu” ile birlikte ortaokulların açılmasını öngörüyordu (1845). İlk kız yüksekokulu ise, 1859’da açılmıştı. Bu yeni açılan okulların denetimi, Meclis-i Maarif-i Umumiye adlı bir kuruluşa verilmişti. Bu kuruluş, 1848’de, Maarifi Umumiye Nezaret’i ne dönüştürüldü. Din okullarının bağlı olduğu Şeyhül İslam’ın etkisi bu okullarda kırılmaya başladı.
İlköğretim 6-10 yaş, ortaöğretim 10-12 yaş sınırındaki kız çocuklarına açıktı. Osmanlı kadını 12 yaşından itibaren namahrem sayıldığı için, bu okullara giden kız çocuklarının büyük çoğunluğu öğretimlerini yarıda bırakmak zorunda kalıyorlardı. Bu nedenle kız öğretmen okulları açıldı. Bunun yanı sıra dikiş ve dokuma derslerinin verildiği kız meslek okulu açıldı. 1869’da Mithat Paşanın etkisiyle Kız Sanayi Mektebi açıldı. Ebelik yapabilmek için bazı kız öğrenciler tıp eğitimi derslerini izlemek istediler. İzin verildikten çok sonraları 10 Müslüman kızı ebelik diploması alabilmiştir. Öğretmen okuluna giden 32 genç kızdan sadece 17’si diploma alabilmişti. Bunlar, Tanzimat dönemi boyunca meslek edinen ilk kızlardı. Ve dolayısıyla dini yobazlığa da ilk başkaldıran onlardı. Bunların yetiştirdiği öğretmen kadınlar, daha sonra, Türkiye burjuva devriminin oluşmasına önemli katkılarda bulanacaklardır.
Yüzyılların karanlıklarını yarıp gelişen laiklik ve uygulamalarına karşı özellikle çok karılığa ve uygulamalarına karşı eleştirilere din yobazlarının saldırısı korkunçtu. Her gelişmeye başkaldırıyorlar, yazarlara ve yapıtlara karşı, “dinsiz”, “kâfir”, “katlı vacip”tir “fetvalar” çıkarıyorlardı. Ve nihayet gericilik, Tanzimat döneminin ilerleme gücünü geriye çekmeyi başardı. Abdülhamit istibdadı hortlatıldı. Bu evrenin kısaca bir tarihine değinelim.
II. Abdülhamit Dönemi:
Mithat Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi aydınlar çöken Osmanlı Devletinin meşrutiyetle kurtulacağına inanıyorlardı. II. Abdülhamit padişah olunca Mithat Paşa’yı sadrazam yaptı, yapmak zorunda kaldı. Mithat Paşa 1. Meşrutiyet’i ilan ederek, ilk millet meclisini topladı.(1876) Bir anayasa hazırlayarak kanun yapma yetkisi Ayan Meclisi’ne verildi. Yetkilerinin sınırlanmasından hiç de hoşnut olmayan II. Abdülhamit, Osmanlı-Rus Savaşını bahane ederek (1877), meclisi kapattı, Mithat Paşa’yı azletti. O günden itibaren, Osmanlı Devleti 30 yıllık bir karanlığa tekrar gömüldü. Tanzimat’ın tüm reformları rafa kaldırıldı. Özgürlük düşüncesinin yayılmasından ödü kopan II Abdülhamit, birçok dergi ve matbaayı kapattı. Aydınları tutukladı ve sürgüne gönderdi. Buna rağmen, yeraltından gizlice yayılan bu düşünceleri önleyemedi.
Sansür ve baskıya rağmen, basın ve yayın gelişmeye devam etti. Okuryazar sayısı, Tanzimat’ın son yıllarına oranla 100 kat arttı. Ünlü kadın yazarlar, kadın dergileri ve kitaplarda, kadının sosyal durumunu sorguladılar. Bu dönemde yayınlanan, gazete ve dergilerden bazıları; “Hanımlara Mahsus Gazete” “İnsaniyet”,”İnci”,”Hanımlar”,”Hanımlara Mahsus Malumat” zor şartlarda yayınını sürdürebilen kadın dergileriydi. Buralarda yazı yazan Fatma Aliye, Emine Semiye, Nigar Hanım, Makbule Leman, Fahrünnisa Hanım, Hamiyet Zehra, Keçecizade İkbal Hanım gibi kadın yazarlar, Osmanlı kadınının geleneksel ve dini etkilerle içine düştüğü karanlığın üstünü aralamağa çalıştılar. Tevfik Fikret, Recaizade Ekrem, yayınladıkları kitaplar ve Servet-i Fünun dergisinde, batı düşüncesinin etkisiyle, Osmanlı, aile yapısı ve geleneklerini eleştirdiler. Kadınların çalışabilmesi ve eğitim görebilmesini savunan Şemsettin Sami “Kadınlar” adlı yapıtında, çok-karılılık ve tek yanlı boşanmaya değinir. Fatma Aliye yayınladığı “Nisvan-ı İslam” adlı kitabında, kadının durumunu “kadının bireysel özgürlüğü” temelinde irdeler. Ahmet Mithat, Hüseyin Rahmi Gürpınar, vs romancılar, genellikle “kadının toplumdaki yeri ne olmalıdır!” temasını ele almışlardır. Bu yazarlar toplumda çürüyen, kapitalizm tarafından çözülen feodal aile yapısını incelerler. Abdülhak Hamit “Bir halkın düzeyi, kadınının ilerlemesiyle ölçülür” sözüyle kadına bakışını ifade eder.
Batı kaynaklı demokratik düşüncelerin karşısında, İslami düşünce, bağnazca kurallar getirmeye devam etmiştir. Buna rağmen Abdülhamit döneminde de kamu eğitimi devam etmiş, hatta yeni okullar açılmıştır. Bu okullarda »kısıtlı sayıda da olsa kız çocuklar okuma olanağı elde ettiler Ancak, ilkokul ve ortaokulda dini eğitime de devam etmek zorunluluğu kondu. Hatta bazı okullarda tamamen dini eğitime ağdık veriliyordu.
Bu dönemde kız öğretmen okuluna giden bir kız öğrenci okuma koşullarını şöyle anlatıyordu:
“Başımıza kalın örtüler bağlıyorduk ve çenemizden topuklarımıza dek uzanan siyah entariler giyiyorduk. Başörtünün bir ucu kazara başınızdan azıcık kaymaya görsün, o saat disiplin kuruluna verilirdiniz. Işıkta perdeler açıkken pencere önünde bulunan kızlarsa hemen müdire hanımın huzuruna çıkarılırdı. Sakın sizi, kalkık peçe ile sokakta görmesinler, çünkü bu davranış da size sert bir cezaya mal olacaktır.”
İstanbul’da ilk idadiye (kız lisesi) 1880’de açılmıştı. 1884’te Kız Sanayi Mektebi açılmış, önceleri Savaş Bakanlığına bağlı olan bu okul, daha sonra,1887’de Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Kız öğretmen okulundan mezun olan öğretmenlerin sayısı arttıkça, kız çocukları rüştiyeye (ortaokul) de gitmeye başladılar. Rüştiyede, 1893’te kayıtlı kız öğrenci 313 iken,1909’da bu sayı 1640’a çıkacaktır. Genel olarak, ilk ve ortaokullarda okuyan kız çocuklarının sayısında nispeten hızlı bir artış gözleniyordu.
Fransız Yurttaşlar Yasası’ndan esinlenen Osmanlı hukuk sisteminde de bazı değişiklikler oldu. Ama bu değişiklikler, sadece mülkiyet ve ticaret alanlarıyla sınırlı kaldı. Kadın haklarıyla ilgili tüm değişiklik istekleri, Padişah ve Şeyhülislamlığımda içinde olduğu gerici-dinci çevrelerce engellendi. Şeriat mahkemelerinin yanı sıra laik mahkemeler açıldıysa da bunların görevleri de, ticari davalarla sınırlı kaldı. Uygulamada, II. Meşrutiyete kadar kadın hukukunda hemen hiçbir gelişme görülmedi.
İttihat ve Terakki Hareketi’nin başını çektiği 1908 devrimiyle, II Meşrutiyetle birlikte kadınlar kimi hukuki kazanımlar da elde ettiler.
II. Meşrutiyet Dönemi:
Bu dönem, savaşlar ve kapitalist borçlar nedeniyle ekonominin altüst olduğu, Osmanlı imparatorluğunda kargaşa ve çöküşün hızla arttığı, bununla birlikte üst yapı kuramlarında önemli değişikliklere yol açan olaylarla doludur. Konumuz gereği, kadınların da ekonomik hayata katılmasının yolunu açan endüstriyel gelişmelere kısaca değineceğiz. Yabancı sermayenin el attığı; dokuma sanayisi, tarımda tütün ve kuru incir, üzüm tröstleri (işletmeleri), deniz ve demiryolları, PTT, banka, vergi, gümrük gibi Osmanlı Devletinin önemli işletmelerinde ucuz emeğe ihtiyaç arttı. Özellikle, Anadolu’da kapalı ev ekonomisine dayalı dokuma tezgâhlarının yerini büyük dokuma makinaları ve tezgâhlarının çalıştığı nispeten büyük fabrikalar aldı. Bu dönemde, sadece İzmir Bölgesindeki 1.280 tezgâhta 4.780 kadın, Aydın’da 3.600 tezgâhta 11.000 kadın işçi çalıştığı bilinmektedir. Tarımda ise, aile-içi üretim yapan kadiri, aile ekonomisinin dışına taşarak, şirketlerde çalışmağa başladı. Bu dönemde, ucuz emek gücüne ihtiyaç duyulduğu kadar, savaşlarda ölen, sakat kalan erkek ordusunun yerine de, kadının emeğinden yararlanmak ihtiyacı doğdu. Karadeniz, Marmara, Ege Bölgesi’nde tütün, Adana ve İzmir’de pamuk, Ege Bölgesi’nde kuru üzüm, incir işletmelerinde yandan fazla işçi kadın çalıştırılmaktaydı. Urfa, İstanbul Eyüp, Hereke, Karamürsel, Bursa dokuma fabrikalarında çalışan kadınların oranı da, % 50’den fazlaydı.
Kapalı ev ekonomisinin küçük tezgâhlarında halı ve kilim kumaş dokuyan kadınlar, ucuz meta üretimi sonucu yoksullaşmalardı. Bu kadınların bir kısmı, zengin evlerine ev işine gitmeye başladılar. Örneğin; Uşak’ta 4.000 kadın, 1500 eve dağılmıştı. Konya’da ise, 18.000 kadının ev tezgâhlarında çalıştığı bilinmektedir.
Kentlerde açılan biçki-dikiş yurtlarında meslek edinen kadınlar, konfeksiyon atölyelerinde çalışmağa başlıyordu. Ebelik, hemşirelik, öğretmenlik gibi mesleklerin yan ısıra, kadın emeğine en çok PTT, maliye, banka gibi, yabancıların kurduğu işyerlerinde ihtiyaç duyuldu.
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, kadınlar, kamu işyerlerinden atılmaya başlandı. Basında, onların yerlerinde kalmasını isteyen çağrılar yayınlandı. “Türk Yurdu” gazetesi “kadınlar, erkeklerden daha şevkle çalışıyorlar” diyordu. İstanbul’da 1920 yılında, Ziraat Bankasında 7, Elektrik ve Tramvay işletmelerinde 2, Telefon Şirketinde 48 kadın emekçi kalmıştı, işten atılan kadınları koruyan “Müdafaa-i Hukuk-u İsvan” adlı bir derneğin kuruluşu bu tarihlere rastlar. Meşrutiyet dönemi boyunca çıkardan kararnamelerle, kadınların iş yaşamlarına ait bazı düzenlemeler de getirilmiş, ama mesleksel birlikler kurmaları ve grev yapmaları da yasaklanmıştı.
İttihatçılar, eğitim ve öğretimde, laiklik ilkelerine ağırlık veren düzenlemelere de giriştiler. Siyasi çıkarları gereği, dini yobazlığa bayrak açtılar. Ortaçağ karanlığından kurtulmak için, batının manevi ve kültürel gelişimine ayak uydurmak gereğine inanıyorlardı. Buna paralel olarak, 1911’de kabul edilen siyasi programın 18. maddesine göre “ilköğretimin zorunlu ve parasız olması, orta ve yüksek öğretimin genelleştirilmesi, taşrada büyük illerde öğretmen okulları açılması İstanbul’da da, yüksek öğretim okulu açılması” öngörülüyordu. Ayrıca, “devlet, kız okullarının arttırılması ve iyileştirilmesini sağlamalıydı. Bu gelişime bağlı uygulama; meslek okulları, Güzel Sanatlar Okulu, biçki-dikiş yurdu, çocuk bakıcılığı okulu, hemşirelik okulu, kız lisesi ve kız öğretmen okullarının açılması ile sonuçlandı. 1914’te, üniversite’de genç kızlara derslere girebilme serbestîsi tanındı. Bu derslerin erkek öğretmenler tarafından verilmesi, gerici çevrelerce büyük tepkiyle karşılandı. Kısa bir süre sonra bu uygulama kaldırılarak, Bakanlığa bağlı kızlar bölümü açıldı.( Kız öğrencilerin ısrarı bu konuda etkileyici olmuştur). Üç yıllık bu eğitim; edebiyat, matematik ve doğa bilimleri olmak üzere üç bölüme ayrılıyordu. İlk yıl, edebiyat bölümüne 12, matematik bölümüne 4, doğa bilimleri bölümüne 9 kız öğrenci kayıt yaptırdı. 1916’da 803 olan kız öğretmen okullarındaki öğrenci sayısı, 1917’de, 1.005’e ulaşıyordu. Bu okulları bitiren kadın öğretmenler, bir dernekte örgütlenerek gericiliğe, yobazlığa karşı amansız bir mücadele verdiler. Kemalist devrime ve devrimin getireceği reformların uygulanmasında bu kadınların sayısız yararlarının olduğu yadsınamayacak bir gerçektir.
Kadın özgürlüğü sorunun tartışılması, ifade özgürlüğü ile birlikte, yeniden çıkmaya başlayan gazete ve dergilere de yansıdı. İttihatçılar, devrimden kısa bir süre sonra, basına sansür getirmişti; buna rağmen, kadın sorunlarıyla ilgili dergiler çıkmaya başladı, İstanbul ve Selanik’te yayınlanan “Kadınlık” dergisi Nigar Hanım, “Osmanlı Kadınlar Âlemi” Feriha Karman, “Kadınlar Dünyası” ise Ulviye Meydan tarafından yazılan yazılarla çıkarılıyordu. Bunların dışında, “Kadın”, “Kadın Kalbi”, “Kadın Bahçesi”, “Kadın Hayatı”, “Kadınlar “Duygusu” gibi, kadın, aile, din ve edebiyat konularının işlendiği dergilerde aile statüsü tartışıldı. Hukuk ve yaşam alanında kadınların dünyası irdelenerek, saygın bir toplumsal birey olma özgürlükleri savunuldu.
Öte yandan yüzyılların İslami öğretisinin etkisinden Osmanlının bir çırpıda sıyrılması çok uzak gelecekte bile pek mümkün görünmüyordu. Nitekim Mehmet Akif; “kadınlar yalnızca ev işleriyle uğraşmaları gerektiğini” vaaz ediyor, aşın dinci Musa Kazım ise, tek yanlı boşama ve çok-karılılığa karşı çıkmanın, kadınları kötü yola iteceği, aileyi uçuruma yuvarlayacağını” iddia ediyordu. “İkdam” gazetesinde, Mustafa Sabri’nin yazdığı bir makaleye göre; “İslam dininin böylesine atılgan ve bilgisiz savunuculara gereksinimi yoktur.”
Tüm gerici ve laikliğe karşı çıkan basına, gelenek ve göreneklere karşı savaş açan kadın dergileri, özellikle; başta eğitim, olmak üzere, çarşaf, aile yapısı, boşanma, miras, velayet, sağlık, çocuk yetiştirilmesi gibi konularda kadının yerini sorgular. Bu dönemde, kadınların, “özgürlük” ve “eşitlik” mücadelesinin karşısına iki gerici eğilim dikiliyordu. Bunlardan biri, bağnaz eski İslamcı düşünce, diğeri ise, tutucu yanlan olmakla birlikte, henüz derlemeden yana olan Türkçülük akımıydı.
Selahattin Asım , “Türk Kadınının Tereddisi” adlı kitabında; “tüm dinsel kuram, yargı ve uygarlık, Türk kadını ve halkı adına reddedilmelidir” derken, dinin kadına verdiği zararı reddedilmez bir berraklıkla sergilemiştir. Abdullah Cevdet ise, şunları söyler; “Sultan’ın bir tek karısı olacaktır. Kadınlar, polis karışmaksızın, fanatik ulema ve serserilerin söz hakkı olmaksızın, canları istediği gibi giyinecek, ulusun velinimeti olarak değerlendirilecek ve artık korkmayacakları erkeklerde de saygı uyandıracaklardır. Kadın, erkek -karşılıklı olarak- beğenip seçtikleri-eşlerle evlenecek… Tüm okullar ve kurumlar, kadınlar ve genç kızlara açık olacaktır. Bir Avrupa Yurttaşlar Yasası’nın benimsenmesiyle, evlenmeye ve boşanmaya değgin kuralların tümü değişecek, çok karılılık ve tek yanlı boşama kaldırılacaktır. “
İslamcı düşüncenin temsilcileri ise, “İslamiyet’te Feminizm” kitabında; “İslam dinin kadınlara, erkeklerle eşit haklar verdiği” imajını yaratmaya çalışarak, İslami, katı, kadın düşmanı akitlerinden ödün vererek, İslamiyet’i aklamaya çalıştılar.
Türkçülük akımının önderlerinden Ziya Gökalp, Durkheim’den etkilenerek; “ailede cinslerin eşitliği”,”kadın özgürlüğü” gibi konulan, “aile sosyolojisi” içinde ele alır. Aile içindeki haremlik-selamlık uygulamasını kınar.(1917 Aile Kararnamesinin çıkmasında Ziya Gökalp’ın düşüncelerinin etkisi olmuştur). Panturanizm akımının o zamanki önderlerinden Halide Edip;”Yeni Turan” adlı romanında, kadın kahramanından çarşafı çıkarıp atarak, feodal düşüncenin bağnazlığından sıyrılmayı epik bir biçimde düşler.
Çalışma ve düşünce alanında görülen gelişmelerin, hukuk alanında da etkileri görülür. 1911’de kadınlar lehine bazı düzenlemeler yapıldı. Örneğin; ceza yasasının 188. maddesi,”zina halinde suçüstü yakaladığı kocasını öldüren karıya ceza görmeme hakkı tanımazken, aynı durumda yakaladığı karısını suç ortağıyla birlikte öldüren kocayı bağışlanabilir” sayarken, yeni yapılan düzenlemeyle, aynı durumda kadını ve erkeği aynı ceza ile cezalandırılıyordu (iki aydan, iki yıla kadar hapis).
1915’te, ittihat ve Terakkinin baskısıyla Padişah, Şeyhülislam’dan da fetva alarak,”karıya, kocanın evi terk etmesi, evine bakmaması ve delilik, cüzam, vitilio gibi üç ağır hastalık halinde boşanma talebinde bulunma hakkı” tarayan bir yasa çıkardı. Bu yasa, İslami hukuka vurulan ilk darbeydi. Üçüncü adım olarak Ziya Gökalp’ın hazırladığı Hukuk-u Aile Kararnamesi yürürlüğe girdi. Bu kararnamede, “kadın hakları” devlet eliyle “güven” altına alınıyordu. Evlilik, şeriatın tayin, ettiği iki tanığın yanında, bir de devletin atadığı gözetimcinin bulunması koşulda geçerli sayılıyor. Ayrıca, kız çocuklarının 17 yaşından, erkek çocuklarının 18 yaşından küçük evlendirilmelerini yasaklıyordu. Zor altında gerçekleştirilen evlilikler, devletçe tanınmıyordu. Bu yasalarla, çok karılılık hukuken rafa kaldırılıyordu. Ne var ki, kadının ekonomik yaşamdaki yerinin çok cılız olması ve toplumsal baskılar, çok karılılığın devamını sağlarken, “tek eşli aile statüsü”, toplumda önemli bir değişikliğe yol açmadı.
Meşrutiyet’le beraber, Osmanlı kadının ilk kez siyasal harekete katıldığına tanık olunur. Meşrutiyet ilan edilir edilmez, kadınlar İstanbul sokaklarında gösterilere başladılar. “Yaşasın vatan”,”yaşasın hürriyet” .”yaşasın millet ” diye bağırarak, mitinglere katıldılar. Bu kadınlardan bir grubu, meclise de girmeye çalıştılar (tabii ki sadece dinleyici olarak). Ama buna bile izin verilmedi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyelerinin, eşleri ve kızları, Meşrutiyet ve demokratik kazananlarda etkin çalışmalarda bulundular. Onlar, bu devrimin, “sessiz”, “görünmez”, “isimsiz” ve “sadık” destekleyicileriydiler. Haremin ve çarşaf giyen kadının dokunulmazlığından yararlanarak, eşleri, çocukları veya babalarının silah, mektup vs. eşyalarını taşıdılar, sakladılar. Fransızca ve İngilizce bilen kadınlarsa, komitenin yayınlarını çeviriyorlardı. Bunların postalama işlerini üstleniyorlardı. Hatta Selanik’te, Emine Samiye Hanım’ın, İttihat ve Terakkiye bağlı bir “kadınlar komitesi” kurduğu bilinir. Emine Samiye Hanım’ın kız kardeşi olan Fatma Aliye, “Sefalet” ve “Gayya Kuyusu” adlı romanlarında İttihatçıları destekler.
Bu dönemin kazanımları ile kadınlar örgütlenmeye başladılar: Fatma Âliye,1908’de “Cemiyet-i İmdadiye” adlı bir dernek kurdu. 1912’de, Hilal-i Ahmer Hanımlar Merkezi açıldı. Kemalist devrimden sonra Esirgeme Kurumu’na dönüşecek olan Esirgeme derneği Nezihe Muhittin’in çabalarıyla Donanma Cemiyeti Hanımlar Şubesi, Nuriye Ulviye Hanım’ın sorumluluğunda Müdafaayı Hukuk-u,Nisvan derneği(1913), Halide Edip Adıvar’ın kurduğu Taal-i Isvan (1909) adlı dernekler kadınların örgütlenmesinin birer ürünüydü. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında bu derneklerin sayısında artış görülür. Kadının toplumsal statüsü, yaşam ve sosyal hakları, yetimlerin toplumda açtığı yaralar, ülkenin içine düştüğü bunalımdan nasıl kurtulacağı gibi, sosyal ve siyasal alanda birçok konu bu derneklerde tartışmaya açılıyor, kadınların etkin olarak bu alanlarda yaşama katılmaları gerçekleşiyordu. “Taal-i İsvan” derneği, sözü edilen konularda, panel ve konferanslar düzenlemekle tanınıyordu.
Tanzimat’la başlayan döneme bir bütün olarak bakıldığında:
* Özgürlük düşüncesi, Osmanlı toprağından fışkıran bir düşünce olmayıp Batı’daki burjuva devrimlerinden yansıyan bir düşünce olduğundan, etkisi de aydın çevrelerle sınırlı kalmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak da, Osmanlı kadınının sorunları önce erkek aydınlar tarafından sorgulanmış, giderek üst sınıf aydın kadınlarını da kapsayarak genişlemiştir.
* Bu dönemde, çek sayıda kadın dergisi ve basında Osmanlı kadın statüsünü sorgulayan sayısız makale ve benzeri çıktığı halde, bunların yayılması çok dar bir çerçevede kalmıştır.
* Kadın haklarının sorgulanmasına karşı, padişahlığı ve şeyhülislamlığı da içine alan çok güçlü bir gerici dalga gelişmeyi tersine çevirmek için sürekli eylem halinde olmuştur. Bunun sonucu olarak da, 2.Meşrutiyet’ten sonrasına kadar, kadın statüsünde hukuk alanında ciddi bir adım atılamamıştır.
* Kapitalist gelişme ve savaşlara bağlı olarak, ekonomik yaşama katılan kadın sayısı artmış olmasına karşın, emekçi kadınlar, toplumsal baskılar yüzünden sosyal yaşama katılamamışlar, bu yüzdende bu kesimlerin statüsü, üst sınıf kadınlarının çok daha gerisinde kalmıştır.
Bütün bu gelişmeler, Osmanlı toplumundaki gerici dalgaya karşın, Kurtuluş Savaşı’yla birlikte başlayacak olan kadının toplumsal statüsündeki önemli sayılacak değişikliklere değerli bir birikim sağlamıştır. Buna bundan sonraki yazımızda değineceğiz.
Mart 1991