Son yirmi yılda reel ücretleri % 80 gerileyen memurlar, ücretlerini geri almak, gasp edilen sendikal, demokratik haklarını yeniden elde etmek için, devletin tüm yasaklarına ve baskılarına, işten atma tehditlerine vs. aldırış etmeksizin, 25 Haziran’dan beri başlattıkları eylemlerini çeşitli biçimlerde (yemek boykotu, yürüyüş, bordro yakma, gösteri vs.) yaygınlaştırarak sürdürüyorlar.
Devlet istatistik Enstitüsü’nün açıklamalarına göre enflasyon artışı yılın ilk altı ayı için ortalama % 65 dolayında seyrederken, ANAP Hükümetinin memur ücretlerine %25’lik bir artış yapması, yıllardır sefil yaşam ve buna ek olarak ağır iş ve çalışma koşulları ve siyasal iktidarın çok yönlü (politik, ideolojik, kültürel vs) baskıları karşısında duyulan öfke, İstanbul’dan Ankara, İzmir’e, Muğla’dan Erzurum, Gaziantep’e kadar ülkenin pek çok yerinde memurların sokaklara taşmasına yol açtı.
Son yedi yılda, DPT’nin hesaplama yöntemine göre, 1983 başlangıç kabul edilirse, memurların reel ücretlerinde % 30.3 oranında bir düşüş olur ve yoksullaşma yaşanırken, yapılan % 25’lik ücret artışını protesto eden memurlara karşı Enerji Bakanı Fahrettin Kurt, % 25 zammın çok fazla olduğunu, % 20’lik bir zammın bile yeteceğini söyleyerek tavrını koymaktan geri kalmadı. (Oysa bugün 450 kişilik milletvekillerinin maaş tutan, 2 milyon memurun tutarları toplamının dörtte birine yakındır. Üstelik, milletvekillerin lojman, araba, lokal vs.leri ayrıcadır. Yine birçok milletvekili büyük holdinglerin ortağı ya da hissedarı durumundadır. Bakan Kurt’un tavrını bu nedenle bile doğal karşılamak lazım.)
Memur ücretlerinde gerileme böyleyken, Türkiye ücretlerden yaptığı % 35.9’luk kesinti ile AT ülkeleri arasında ilk sırayı almaktadır. (Ücretlerden kesinti oranı İngiltere’de % 17.9, Belçika’da 17.3, Fransa ve Portekiz’de 9.3, Lüksemburg’da 2.8’dir. Yunanistan’da ücretlerden kesinti yapılmamaktadır.)
Son 20 yılda Memur Bordro Dereceleri Ortalama Net Ücreti (Günlük)
Yıl Net memur Gecikme Gerçek memur Endeks
Ücreti Endeksi Ücreti
1970 59,8 100,0 59,8 100.0
1971 72,9 194,0 37,6 62,9
1972 120,1 347,6 34,6 57,9
1980 380,5 1789,3 21,3 35,7
1983 800,1 4208,7 19,1 32,0
1986 2067,6 11975,6 17,3 29,0
1988 4188,1 31517,5 13,3 22,2
Sürekli olarak ücretleri düşürme politikası izleyen devlet, ücretlilerden kurumlardan aldığından daha fazla vergi almaktadır. 1988 yılında kurumlar vergisi 2.313 milyar lira iken, ücretlilerin cebinden çıkan vergi ise 2.670 milyar TL’yi buluyordu. 1989’da devletin ücretlilerden aldığı vergi 6.278 milyar olarak gerçekleşirken, kurumlardan 4.288 milyar liralık bir vergi alınıyordu.
Böylelikle son iki yılda kurumlar vergisi 2.7 kat artarken, ücretlilerden alınan vergi tam 4.6 kat’lık bir artış gösteriyordu. Ülkemizde yaratılan değerden net dolaylı vergiler ve amortismanlar düşürülerek bulunan ücret ve sermayenin paylaştığı gelirler arasındaki fark da giderek büyümektedir. Ücretlerin toplam gelirler içindeki payı 1963’te % 21.5’ten 1988’de % 14’e düşmüştür. Aynı dönem tarımın payı da % 42’den % 15.8’e düşmüştür. Buna karşılık kar, faiz ve kira olarak sermayenin payı ise 1963’te % 37.3 iken, bu oran 1988’de % 70.2’ye yükselmiştir.
Sermayenin payı 79-80’li yıllardan sonra sıçrama göstererek, % 42’ler den % 70’lere çıkarken, aynı dönem için ücretlerin payı % 32’lerden 88’de % 14’e düşmüştür.
12 Eylül’le birlikte uygulamaya sokulan 24 Ocak kararlarının doğrudan sonuçları olarak memur kitleleri, son on yıl içinde hızlı bir yoksullaşma süreci yaşarken, memur kitlesi içinde yoğun bir ayrışma süreci kendini gösteriyor; memur çoğunluğunun yaşam tarzı ve koşulları proletaryaya yakınlaşma özelliği gösterirken, küçük bir azınlık (üst düzey yöneticiler, genel müdürler, generaller, subaylar vs) gerek ücret, gerekse sahip olunan diğer ekonomik-sosyal haklar itibariyle ve gerekse de yaşam seviye ve tarzlarıyla burjuvaziye daha çok yaklaşmaktadır.
Bugün ülkedeki yaklaşık iki milyon memurun önemli bir kısmı, sözgelimi çeşidi sektörlerde çalışan müstahdem ve hizmetliler, demiryollarında ve PTT’de teknik hizmetlerde çalışanlar, vb. yaptıkları iş itibariyle memur sayılmaması gerekir. Çünkü bunlar esas olarak, “işçidirler”, yani işçinin yaptığı işi yapmakta, el emeği-beden gücü gerektiren işlerde çalışmaktadırlar. Zaten 80 öncesinde bu görevlerde çalışanların çoğu işçi statüsünde iken, 80 sonrasında çıkarılan yasalarla bu işleri yapanların statüsü, işçi statüsünden çıkarılarak memur statüsüne sokulmuştur. Öte yandan sağlık ve eğitim alanlarındaki emekçileri (ebeler, hemşireler, öğretmenler) de hesaba katacak olursak, bugün için memurların çok büyük çoğunluğunun (emekçi, yarı-proleter olmalarından giderek, yoksullaşmalarının dolayı) proletaryaya yakınlaşmaları anlaşılır bir şeydir.
% 25’lik temmuz zammı, memur ücretlerinin sefalet ücreti olmasını ortadan kaldırmamaktadır. Yapılan zamlarla beraber en düşük memur ücreti 392.876 lira olurken (yaklaşık 1 milyon 300 memur bu maaşı almaktadır); geçen Haziran’dan bu Haziran başına kadarki gıda maddeleri fiyat artışı % 98.2’ye ulaştı. Ev kiralarının ortalama olarak 300.000-400.000TL arasında seyrettiği, bir kilo etin fiyatının 17.000, zeytinin 11.000, beyaz peynirin 11.000, orta büyüklükte bir defterin 7.000 tl, bir gazetenin 700, bir ton kömürün fiyatının 120.000 tl olduğu düşünülürse, memur kitlelerinin nasıl bir sefalet içinde yüzdükleri, başka hiç bir açıklamaya gerek kalmaksızın kendini olanca çıplaklığıyla ortaya koyar. Dört kişilik bir ailenin asgari yaşam masraflarının aylık tutarı 1 milyon 600.000 TL’yi bulurken, 400.000 liralık maaşla beslenme ve barınma gereksinimlerini karşılanması bile mümkün olmamaktadır.
Memurların sorunları bu kadarla sınırlı değil. Memurlar üzerindeki ekonomik baskının dışında, siyasi-ideolojik, kültürel vs. çok yönlü bir devlet baskısı da sistematik olarak uygulanmaktadır. Baskılar, daha memurlar işe alınırlarken, temel hak ve özgürlüklerin çiğnenmesi şeklinde kendini gösteriyor. Çünkü Türkiye’de memur olabilmek için her şeyden önce “güvenlik soruşturmasından temiz” (!) çıkmış olmak gerekiyor. Politika yapma, örgütlenme yasağı (her ne kadar dernek kurma ve bu demeklere üye olma yasal olarak yasaklanmamışsa da, pratikle dernek kurucuları ve üyeleri disiplin soruşturmalarına uğrama, işten atılma ve benzeri birçok baskıyla karşılaşmaktadırlar, yine dernekler kanununa konan hükümlerle -amirlerin gösterecekleri derneklere üye olabilecekleri hükmüyle- 600.000 memurun dernek kurma hakları fiilen yasaklanmış bulunmaktadır), disiplin kurulları, disiplin cezaları, işten uzaklaştırma, işyeri değiştirme, sürgün, telefonların dinlenmesi, mektupların okunması, konuşma yasağı, basına açıklama yapma yasağı, kitap-gazete-dergi vs. okunmasında kontrol, kültürel etkinliklerde özgür olamama… Tüm bunların yanı sıra bakanlık talimatlarıyla toplu cuma namazlarına gitmeye zorlama gibi birçok baskı da cabası.
80’den sonra “Türk-İslam Sentezi” doğrultusunda ve depolitizasyonla birlikte sürdürülen ideolojik yönlendirme ve eğitim, devlet örgütlenmelerinde bu görüşe uygun kadrolar atanması buna aykırı olanların tasfiyesi ile tamamlanmaya çalışıldı. Bu şekilde işçi sınıfı, emekçi kesimlerin yanı sıra, memurların da örgütleri kapatılıp yasaklanarak (Türkiye, memurlara sendika kurma hakkının olmadığı dünyadaki altı ülkeden biridir), düzene karşı mücadele etmelerinin önüne geçilmek istenmiştir.
Bu koşullar içinde bulunan memurların temmuz eylemlerinin kökeninde yalnızca % 25’lik zammı yetersiz bulma yatmıyor. Artan hayat pahalılığı ve enflasyon karşısında, sosyal, kültürel vb. gereksinimleri karşılamaya yetecek ve hiç değilse 1977’deki alım gücüne ulaştıracak bir ücret artışı ama daha önemli olarak “Grevli, toplu sözleşmeli sendika” kurma hakkı talebi var.
Bugün için memurlar örgütsüz oldukları için, işveren durumundaki devletin tek yanlı iradesiyle belirlediği ücretlere boyun eğmek durumuyla karşı karşıyadırlar. Bu ve diğer baskılar karşısında, ekonomik mücadelelerini sürdürebilmelerinin, ücret politikalarının belirlenmesinde ve kendileriyle ilgili kararların alınmasında yer alabilmelerinin demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmasının, ve ülkedeki demokrasi mücadelesine katılmanın önemli ve etkili bir aracı durumunda olan “sendika”dan yoksunlar.
Bu nedenle bugünkü memur eylemlerinde sendika talebi, ücret artışı talebinden öne çıkmıştır. Bu,”% 25 sizin olsun, sendika isliyoruz” şeklindeki sloganla belirginleşmiş durumda.
Memur Eylemleri Neyi Gösteriyor
90 memur eylemleri, bazı yönlerden 89 işçi sınıfının bahar eylemlerine benzer özellikler taşımaktadır. Memur eylemlerinin önemli özelliği kitleselliği, yasaları zorlayışı ve demokratik muhtevasıdır. 25 Haziranda İstanbul’da yapılan ilk memur eylemine katılanların sayısı 2.000’i aşıyordu. Başlangıcında bile küçük grupların dar eylemleri olarak değil, toplu ve nispeten yığınsal katılımlı eylemler biçimde gerçekleşti. Gerçekten de bayram tatilinin bitiminden sonra, başta sağlıkçılar, öğretmenler, belediye memurları, ziraatçılar, demiryolcular olmak üzere birçok işkolunda yapılan eylemlerde beş binler yürüdü. Bu 80 sonrasında memurların ilk yaygın eylemleri olması açısından tepkilerini on yıllık bir örgütsüzlük ve suskunluktan sonra kitlesel bir şekilde dile getirmelerinden başka bir şey değildi.
Memur eylemleri yalnızca İstanbul ile sınırlı kalmadı. Başta İzmir ve Ankara olmak üzere, ülkenin birçok ilinde (Bursa, Denizli, Gaziantep, Kütahya, Erzurum gibi) on binlerce memur, grevli-toplu iş sözleşmeli sendika hakkı, çalışma süresinin azaltılması ve (örneğin, Hızır Acil’de çalıştırılan sağlık personeli diğer memurlar gibi ayda 160 saat çalışmaları gerekirken, en az 180 saat çalıştırılıyorlar), insanca yaşam için eylem yaptılar.
Memur eylemlerinin diğer bir özelliği de çok çeşidi olmaları ve yasalara rağmen gerçekleştirilmeleridir. Yaklaşık bir ay boyunca süren protestolarda yemek boykotundan bordro yakmaya, oturma eyleminden yürüyüş ve yasadışı mitinge kadar çeşidi eylem biçimleri geliştirildi. Bu eylemlerin asıl vurgulanması gereken yönü ise giderek yasadışı bir platforma kaymalarıdır. Memurlar, hiçbir yerden izin alma gereği duymaksızın eylemlerini gerçekleştirdiler. Gerçekleştirilen eylemlerin hemen hiç birisi yasal olmadığı, eylemler sonucunda polis baskısı gözaltına alınma, açığa alınma, sürgün cezası vs. gibi riskler olduğu halde, memurlar eylemlerini sürdürdüler. Eylemlerin kitleselliği ye yasa dışılığı yanında, su götürmez meşruluğu ve bunun etkisiyle toplumda bulduğu yankı olumluydu. Memur eylemlerini 89 işçi sınıfının bahar eylemleriyle açtığı yoldan yürüdüğünü ve bahar eylemlerine göre bir adım ileri götürdüğünü göstermektedir.
Memur eylemlerinde, hemen hemen bütün işkollarından memurlar kitlesel bir biçimde yer almasına karşın, eylemlerde katılanların gerek niceliği gerekse, daha radikal bir tutum takınmaları açısından göze çarpın bir başka husus, emekçi ve yan proleter unsurların ağırlığıdır. Özellikle sağlık sektöründe çalışanlar, (hemşireler, teknik elemanlar, müstahdemler vs.) diğer çalışma koşullan ve aldıkları düşük ücretle tahammül edilmez bir yaşam sürdürmeye artık niyetli olmadıklarını, eylemlerde en ateşli tutumu alarak gösteriyorlar. (Nitekim özellikle memur eylemleri nedeniyle sürgün cezası alanların çoğu sağlık personelidir.)
Memur eylemlerinin gelişmesi iş bırakma eylemlerinin eğilim ve ipuçlarını taşımaktadır. Birçok işyerinde şimdiden birkaç saat de olsa iş bırakma gündeme gelmiştir. Ayrıca dernek ve diğer oluşumlar daha etkin iş bırakma eylemlerinin hazırlığını yapıyorlar. Memurların çeşitli eylemlerinde “Hükümet İstifa”, “IMF istedi, Devlet uyguladı” gibi sloganlarda ifadesini bulan siyasal öğeleri tespit etmek gerekir. Fakat özellikle Sultanahmet mitingine kadar polisin niteliği ve işlevi konusunda yanlış bir eğilim varlığını korudu. İlk eylemlere polisin müdahale etmemesi nedeniyle polisin de “devlet memuru” sayılarak “siz de devlet memurusunuz, bu sizin de sorununuz, gelin katılın” şeklinde çağrılarda bulunuluyordu. Devletin militarist gücünün bir parçası olan polisin, toplumsal muhalefeti terör ve şiddetle bastırma araçlarında biri olduğu memurlar tarafından kavranamamıştı. Sultanahmet gösterisinde polisin ne tür bir devlet memuru olduğunu kendi deneyleriyle kavramaya başladılar. Bu durum Sultanahmet’te polisin saldırısı karşısında yuhalanması, “işkencelilerden hesap soracağız”, “Polis defol” gibi sloganlarda ifadesini buldu.
Memur eylemlerinde en çok atılan sloganlardan biri de “işçi memur el ele genel greve” sloganıydı. Hemen her eylemde binlerce memur tarafından atılan bu slogan 89 Bahar eylemleri ve 1 Mayıs’ta öne çıkan, varlığını hissettiren, işçi sınıfından etkilenmeyi ve ona doğru yönelme eğilimlerini yansıtıyordu. Ayrıca geniş işçi kitleleri tarafından giderek daha yüksek sesle ifade edilen genel grev talebi, memurlar arasında da yankısını buldu. Eylemlerinde başarıya ulaşmak ve taleplerini elde etmek için işçi sınıfının desteğini aramakta ve istemekte olan memurlar, emekçilerin birleşik gücüyle gerçekleştirilecek genel grevin, düzene önemli darbeler vuracağını kavrama yoluna girmişlerdi.
Başlangıçta eylemlere müdahalede bulunmayan devlet, memurların git gite artan sayıda sokağa döküldüğünü görünce olayları engellemek için yer yer şiddete varan müdahalelere başvurdu. Devletin gelişen hareketi önleme taktiği yalnızca polis müdahalesi şiddet ve gözaltı ile sınırlı değil. Eylemlerin kamuoyunda meşruluk kazanması, giderek genişleme ve sertleşme eğiliminde olması nedeniyle devlet işten atmalar, sürgünlere de başvurdu. Şu ana kadar yalnızca İstanbul’da 12 hemşire, doktor ve teknik sağlık personeli bu gerekçe ile açığa alındı veya sürüldü. Böylece memurlara gözdağı verildi. Devlet, ayrıca gelişen memur hareketini kontrol altına almak ve pasifleştirmek için önlemler paketi hazırlamaya koyuldu, öğrenci dernekleri için çıkarılan “tek tip demek” yasa tasarısına benzeyen, memurların “oda” tipi örgütlenmesi tasarıları ortaya atıldı. Böylece memur örgütleri devlet tekelinde ve doğrudan onun kontrolü altında olacaktı.
Memur eylemleri karşısında Maliye Bakanı Adnan Kahveci “Biz memurlara tarihte verilen en büyük zammı verdik” diyerek, enflasyonunu kendi rakamlarına göre % 70’lerde seyrettiği ve gerçek ücretlerin son 7 yılda % 30 gerilediği Türkiye koşullarında % 20 artış düşünen Bakan Kurt’tan ne kadar insaflı (?) ve memur yanlısı(!) olduğunu gösterdi. Nitekim kendisi de yaptığı gafın farkına vararak, bir başka yerde, “Bütçe açığını iyi hesaplamalıyız” diyerek fazla zammın enflasyonu arttıracağı safsatasına katıldı ve çalışanların yaşam koşullarına aldırış etmediğini ortaya koydu. Oysa hayali ihracatçılara milyarlarca vergi iadesi verilirken, batık şirketler kurtarılırken “bütçe açığı” Maliye Bakanının aklına gelmiyordu.
Adnan Kahveci memurlara “sokağa dökülüp, slogan atmak çözüm değil” derken Başbakanı Yıldırım Akbulut ise “Memurların böyle bir hareketi yoktur. Bazı çevreler işçilerin yapmış olduğu yürüyüşleri memurlara mal etmektedir… Resimler daha önce yürüyüş yapan işçilerin resimleridir” diyerek gerçeklere gözünü kapamaya çalışırken, her zamanki gibi komik duruma düşüyordu. Ama öte yandan farkına varmadan gerçeği de ifade ediyordu: Birincisi yürüyenlerin çoğu yaptıkları işler göz önünde bulundurulduğunda işçi olması gereken insanlardır. Sendika ve grev hakları engellenmek için kanun marifetiyle memur statüsüne sokulmuşlardır, ikincisi işçiler yürüdüğünde “bunlar işçi değil, işçileri kışkırtan anarşist ve teröristlerdir” derken şimdi işçilerin yürüdüklerini kabul etmiş oluyordu.
SHP ve DYP ise Memurlara verilen zammı az buldukların belirttiler. Fakat çözüm için önerdikleri kendilerine oy verilmesi ve iktidara gelmelerinin sağlanmasından başka bir şey değildi. Onlar iktidara gelirlerse sorunları çözecek ve ücretleri arttıracaklardı. Oysa yıllar boyu memurlar bunların iktidara defalarca geldiklerini ve hiç bir şeyi çözemediklerini kendi deneyleriyle bilmektedirler.
Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz ise “zamların çok komik olduğunu” söyleyerek memurlara sendika hakkının verilmesinden yana olduklarını belirtmekten öte bir şey yapmadı. Memurlara, “haklarınızı devleti incitmeden arayın” yollu öğütler vererek daha şimdiden memurların sendika ve hak mücadelesinde nasıl “destek” olacağını belli etti.
Memur örgütlenmesinin mevcut durumu
12 Eylül darbesi 1975-80 yükseliş döneminde memurların yarattığı, kitle örgütlerini, diğer emekçi kitle örgütleri ile birlikte dağıttı. Cunta karanlığı içinde değişik kitle örgütleri 80’li yılların ortalarında oluşmaya başladı. Kitle hareketinin önemli bir gelişme gösterdiği günümüz koşullarında hemen her işkolunda memurların dernek ya da sendika ön örgütü gibi örgütlülükleri vardır. Bazı işkollarında birden fazla kitle örgütü oluşmuştur. Bu kitle örgütlerinin çok farklı özellikleri olmakla birlikte, bütün memur dernekleri için ortak iki eksiklikten söz edilebilir. Birincisi, bu örgütler işkollarında çalışan memurların henüz küçük bir bölümünü kapsamaktadır. Kent küçük burjuvazisinin ana gövdesini oluşturan ve sayıları bir buçuk milyonu aşan emekçi memur kitlesinin varlığına karşın, memur derneklerinin üye sayılan yüzlerle ifade edilmektedir, ikincisi, ekonomik durumları, nispeten iyi olan ve ‘kamu kuruluşu’ kapsamında görülen mühendis, doktor vb.lerinin odaları sayılmazsa, memur derneklerinin çoğu merkezi bir yapıdan yoksundurlar. Bu dernekler bir ya da bir kaç ilde örgütlüdür. Bu da deney alışverişini, merkezi koordinasyonu zorlaştıran ve tıkayan bir duruma yol açmaktadır.
Haziran ayının ikinci yarısında patlayan ve bütün bir Temmuz ayı boyunca çeşitlenerek yükselen memur eylemleri kendiliğinden bir özellik taşımaktadır. İçine itildikleri sefalete isyan ve ekonomik bir iyileştirme için bakanı ve hükümeti protesto niteliği taşıyan ve giderek hükümetle pazarlığın bir sendikayla mümkün olacağı bilinci kazandıran eylemlerdi söz konusu eylemler. Kitlelerde oluşan patlama öğeleri mevcut memur örgütlerince eyleme dönüştürüldü. Örgütlülük düzeyi bakımından İstanbul, diğer kentlerle kıyaslandığında daha iyi bir durumdadır. Bu durum, diğer faktörlerle birlikte İstanbul’u eylemlerin merkezi yapmıştır.
Daha çok İstanbul’la sınırlı kalan memur örgütleri hakkındaki gözlemlerimizi kısaca ifade edelim.
En başta 700 bine yakın kişinin çalıştığı eğitim işkolunda örgütlenen Eğit-Der’i anmak gerekiyor. Eğit-Der örgütlülüğünü ülkenin önemli bir bölümüne yaymıştır, işkolunun tek merkezi örgütü durumundadır, 12 Eylül öncesi dönemde en çok öne çıkan memur kesimi olan öğretmenler bu dönemde de radikal çıkışlar yapma potansiyeline sahiptirler. Sendikal özgürlük talebi en çok bu kesime mal olmuştur. Genel Merkez yönetiminde uzlaştırıcı nitelikte unsurlar bulunmasına rağmen özellikle İstanbul Şubesi şimdiden önemli bir kitlesellik kazanmıştır. Bünyesinde oluşturduğu Sendikal Haklar Komisyonu ile fiilen çalışan 500’ü aslan öğretmeni sendika üyesi yapmıştır. İstanbul’da merkezi memur koordinasyonunun oluşturulmasında önemli bir rolü olmuştur.
İşverenin/devletin saldırılarını bu süreçte en çok üstüne çeken ve sayısızca sürgün ye açığa alma ile cezalandırılan bir kesim olarak sağlıkçılar, İstanbul ve İzmir’de çok yoğun bir eylem süreci yaşadılar. Doktorların katılımının çok az olduğu bu eylemlerde en çok işçi oldukları halde memur statüsünde görülen) hizmetliler öne çıktı. Bu işkolunda doktorlar, eczacılar vb.nin dışındaki sağlıkçı kesimleri örgütlemeye yönelen iki demek mevcuttur. Bunlardan biri THD (Türk Hemşireler Derneği) ülke çapında daha çok merkezde örgütlü olmakla birlikte sadece hemşireleri kapsadığı için tüm sağlıkçıların örgülü olma özelliği taşımamaktadır. Ayrıca THD’nin İstanbul yönetiminin yaklaşımının sonucu olarak dernekte bir daralma ve aynı süreçte sektörleşme yaşanmıştır. İstanbul çapında oluşturulan İstanbul Kamu Çalışanları Platformundan çekilmiş, kararlarına ve eylemlerine katılmamıştır. Bu işkolundaki diğer dernek TSD’dir (Teknik Sağlık Mensupları Derneği). Bu dernek, üye sayısını arttırma sürecine girmiş olmakla birlikte henüz çok az merkezde örgütlüdür. Merkezi Ankara’da bulunan bu demeğin İstanbul ve Eskişehir’de şubeleri vardır, İzmir ve bazı illerde de tüzel kişilik kazanma aşamasındadır. Sağlık işkolunda Tabip, Veteriner, Diş Hek. Odaları ile TSD ve THD’nin içinde yer aldığı Sendika Eşgüdüm Komisyonu vardır. Bu komisyon özellikle son eylemlerle birlikte somut adımlar atmaya yönelmiştir. THD, Sendika Eşgüdüm Komisyonu’nda yer aldığı halde kararlarına uymamakla, birlikle hareket etmemekledir. THD’nin bu komisyona aldığı tavır, TSD ile birlikle eylem yapmama şeklinde hayata geçmiş, iki farklı tavır ve farklı eylemler, sağlıkçıların eylemlerden soğumasına yol açmıştır.
İstanbul’da memur eylemlerine aktif olarak kanlan bir kesim de Belediye memurları oldu. Bu işkolunda sağlık işkoluna benzer bir şekilde iki yapılanma var. Belediye Memurları Sendikal Yürütme Komisyonu, ilçe ve işyerlerinde şube ve temsilcilik gibi organlar oluşturmuş, bir sendika ön-örgütü gibi örgütlenmiştir. Sendika Yürütme Komisyonunu ‘uzlaşmacı’ ve ‘ilkesiz’ olarak nitelendiren memurların çabaları ile Bem-Der kurulmuştur. Bu iki örgüt farklı kampanyalar örgütlemekte, her biri diğerinin örgütlediği eylemlere katılmamaktadır.
25 bin personelinin 19 bini sözleşmeli personel kapsamına alınan Demiryolu işkolunda örgütlü Demiryolu Faal Çalışanlar Derneği esas olarak İstanbul’da örgütlüdür. 1100 üyesi bulunan derneğin İzmir Şubesi tüzel kişilik kazanma aşamasındadır.
Yukarıda sözü edilenler dışında PTT ÇAY AD, Türkiye Ziraatçılar Derneği, MA-DER (Maliyecilerin) gibi örgütler vardır.
İstanbul’da memur eylemlerini yaratmaya, hız vermeye ve merkezi bir örgütlülük kazandırmaya hizmet eden bir yapılanma da İstanbul Kamu Çalışanları Platformudur. Kuruluşu daha önceye dayanan bu yapılanma Şubat 1990’da basına açıklanmıştır. Bu platform, her işkolundan bir temsilcinin katılımıyla 15 günde bir toplanmaktadır. Haziran-Temmuz eylemlerinde bu platform, örgütleyici, birleştirici bir işlev görmüş, eylemlerin doğuşuna ve yükselişine eksikleriyle olmakla birlikte önderlik etmeye çalışmıştır. Yukarıda sayılan derneklerin yanı sıra Kamu Çalışanları Platformu’na, TMMOB İl Koordinasyonu ve Tabip Odası da katılmaktadır.
THD ve Bem-Der İst. Kamu Çalışanları Platformu’na katılmamakta, eylemlerine iştirak etmediği gibi dışardan güç birliği yoluna gitmemektedirler. Bu tavrın pratikte yaşanan sonucu, memurların eylem birliğini zedelenmesi ve bir ölçüde güçten düşmesi olmuştur, “örgütsel anlayışımız farklı” “platform ilkesizdir” gibi gerekçeler, platformun ve eylem birliğinin dışına çıkmayı haklı çıkaramaz. Başını THD ve Bem-Der’li memurların çektiği son ‘sendika’ başvurusu, yanlış anlayışın hangi noktaya vardırıldığının göstergesidir.
Ülke çapında koordinasyon eksikliği eylemlerin ülke çapına kitlesel olarak yayılmasını engelleyen bir faktör olmuştur. Buna rağmen 16 kitle örgülünün Ankara’da bir miting kararı alması ve diğer illerdeki kitle örgütlerinin katılacaklarını açıklamaları olumlu bir gelişmedir.
Memur eylemlerinin gündeme yerleştirdiği sorun: Sendikalaşma
Yıllardan beri memur yığınları içinde kabaran sendikal özgürlük talebi bugün gündemi belirleyici bir sorun haline gelmiştir. Daha geniş kitlelere mal olan bu talep etrafında canlı tartışmalar yapılmakta, sendikanın nasıl kurulabileceği ve nasıl bir sendikanın ihtiyaca cevap vereceği tartışılmaktadır.
Son eylemlerin yarattığı birikim, sendikal özgürlük mücadelesinde bir adımı haline getirilirse, bu süreçte sağlam ve geniş örgütlenmeler yaratılırsa, bu birikimin burjuva partilerin ve hileli sendikacılığın kanalına akması önlenebilir.
Memurlar sefalet ücretine karşı, dönemsel eylemlerle ve daha fazla zam talebiyle kendilerini sınırlandıramazlar. Bu mücadele sistemin bazı görünüşlerine değil bir bütün olarak ücretli kölelik sistemini ortadan kaldırmaya yönelen özgürlük ve demokrasi mücadelesi olmak zorundadır. Sendika, bu mücadelenin bir aracı olarak görüldüğü durumda ancak gerçek işlevini görebilir.
Türkiye, memurların sendika ve grev hakkı bulunmayan ender ülkelerden biri olma ‘şerefine’ sahiptir. Faşist diktatörlük altında sınırlı ekonomik amaçlı eylemler bile devletin azgın saldırısıyla karşılaşmaktadır. Grevli toplusözleşmeli sendika hakkı da ancak zorlu bir mücadelenin sonucu olarak kazanılabilir.
Gelinen noktada memurların mücadelesini burjuvaziye yamayarak, sadece Türkiye’nin taraf olarak altına imza koyduğu uluslararası sözleşmelere yaslanarak icazetli sendikalar oluşturma eğilimleri revizyonistlerce pompalanmaktadır.
Buna karşılık geniş memur kitleleri arasında grevli toplusözleşmeli sendika hakkının nasıl kazanılabileceği yönünde samimi tartışmalar yapılmaktadır. ‘Sendika hakkımız, söke söke alırız’ sloganında ifadesini bulan, uluslararası sözleşmelerden doğan hukuksal boşluğu reddetmeyen ama esasta yükselen mücadelenin kazanımları üzerinde sendikalaşmayı savunan eğilim geliştirilmesi gereken eğilimdir.
Geçtiğimiz aylarda büyük ilanlarla kurulduğu haber verilen Eğitim-İş Sendikası hileli bir sendikadır. Eğit-Der kitlesinin iradesini yansıtmayan, komplocu bir biçimde dayatılan, Cunta’ya başarı telgrafı çekenlerin yönetim kurulu içinde yer aldığı bir sendikadır. (Bir İbret Belgesi başlıklı yazıya bkz.) Bu ‘sendika’ memur eylemleri hakkında bir açıklama bile yapmazken, sanki gündem buymuşçasına burjuva basının kendisine ayırdığı sayfalarda ‘öğrenciyi sınıfta bırakmayacağız’ yollu demeçler vermektedir.
Zorlu mücadelelerin kazanımlarının ürünü olarak doğacak çalışanların grevli, toplusözleşmeli sendikaları, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin güçlü manivelaları olabilirler.
İşçi sınıfı hareketi açısından memur eylemleri
“90 yazının sıcağında eyleme atılan memur kitleleri ’89 baharının sıcaklığını yaşadılar. Tarihlerinde rastlanmayan bir kitlesellikle eylemlere atıldılar, işverenlerini/devleti protesto ettiler,”% 25 senin olsun, sendika istiyoruz!” dediler. Memurlar bahar eylemlerinden öğrendiler ve “îşçi, memur el ele, genel greve!” diye haykırdılar. 89 Bahar Eylemleri, Memur Baharı için güç ve cesaret kaynağı olmuştur.
İşçi sınıfı, cesaret ve atılganlığıyla, diğer sınıfların henüz alçak sesle homurdandığı karanlık günlerde yarattığı eylemleriyle diğer sınıflara yolu açmıştır. Örneğin belediye işçilerinin mücadele ile kimi haklarını kazanmaları, memurlarda da “eğer mücadele edersek haklarımızı alabiliriz” düşüncesini yarattı. Yine 90 1 Mayıs’ında işçi sınıfının, bayramına ve taleplerine sahip çıkmadaki kararlılığı, memurları cesaretlendiren diğer bir olaydı…
İşçi sınıfının eylemi diğer sınıfları etkiliyor ve diğer emekçi sınıflarda devletin saldırıları karşısında işçilerle birlikte genel greve çıkma bilinci uyanıyor.
Bu eylemler sırasında memur temsilcileri Türk-İş’le görüşmüşler ve İst Sendika Şubeleri Platformu ile özel olarak dayanışma yönünde tavır belirlemişlerdir. Hastanelerde ve özellikle belediyelerde işçiler memurları desteklemiş, belediyede birlikle eylemler de gerçekleştirmişlerdir. Fakat bu desteğin yeterli olduğu söylenemez.
Desteğin yetersizliğinde Türk-İş yönetiminin olumsuz tavrını özellikle anmak gereklidir. Türk-İş, moral destekten öte hiçbir şey yapmamıştır. Türk-İş 1, Bölge Sekreteri Vahap Güvenç, manevi destek vaat etmiş ve ardından “Yasalar derneklerle dayanışmamızı engelliyor” diyerek hiçbir şey yapmayacaklarını ifade etmiştir. Aynı toplantıya katılan İst. Sendika Şubeleri Platformu temsilcileri ise, memur eylemlerinin meşru olduğunu, verilecek fiili desteğin de yasalara rağmen meşru olduğunu ifade etmişlerdir.
Yukarıda anlatılanlar, işçi sınıfının cesaret ve eylemiyle diğer sınıfların fiilen önderi olması, sorunun bir yönüdür. Sorunun diğer yönü ise işçi sınıfının kendi tarihsel rolünü kavrayabilmesi için işverenle ilişkilerinin alanı dışına, devlet ile muhalif toplumsal sınıflar arasındaki ilişki alanına bakması zorunluluğudur.
İşçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü yerine getirebilmesi için, bu rolünün bilincine varması, siyasal bilinçle donanması ve kazandığı özelliklerle toplumun emekçi sınıf ve tabakalarının önderi olması gerekir. İşçi sınıfı bu bilince, sadece işverenle girdiği mücadelede varamaz. Elbette işverenlerle ilişki alanında da bir bilince varabilir ama bu bilinç ancak sendikal bir bilinçtir; işverene karşı örgütlenmenin gerekliliğini kavramayı ve yaşam koşullarını düzeltmeyi düşünmeyi sağlayan bir bilinçtir.
İşçi sınıfının kendisi için bir sınıf olabilmesi, gerçek siyasal bilince erişebilmesi için, devletle bütün sınıflar arasındaki ilişki alanına, siyasal mücadele alanına girmesi zorunludur. Toplum hakkında tam bir bilgiye sahip olmak, toplumun tüm sınıflarının birbiriyle ilişkilerini ve bir bütün olarak toplumun kavranmasıyla mümkündür. “Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun zorbalık, baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve eğer işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil, sosyal demokrat (Marksist ÖD) açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz.” (Lenin)
Burada işçi sınıfı öncüsünün işçi sınıfı dışındaki diğer emekçi sınıflar arasındaki çalışmasının taşıdığı öneme de vurgu yapmak gerekiyor. Bu çalışma, sınıf içindeki çalışmanın yarattığı yoğunluğun diğer sınıfları kucaklaması şeklinde gelişebilir. Çalışmanın bir yönü de örgütlenmiş işçi kitlelerinin “bölükler halinde” toplumun diğer emekçi sınıftanım gitmesidir.
İşçi sınıfı ayağa kalkan, küçük burjuva sınıfların eylemlerine destek vermez ve örgütlemezse, bu sınıfların burjuvazinin yedeğine düşmeleri kaçınılmaz olur. İşçi sınıfı tüm öteki emekçi sınıfları bayrağı altında toplayabilmek, kendi tarihsel misyonunu yerine getirebilmek için, emekçi sınıfların düzen karşıtı eylemlerini desteklemek ve bu mücadelenin savaşçısı olmak zorundadır.
EK- 1
Sendika hakkı kitlelerin yığınsal eylemleriyle kazanılabilir.
Memurların % 25 zammı protesto ve grevli toplusözleşmeli sendika hakla için yaptıkları eylemlerde sağlık personeli en öndeydi.. Bu nedenle Sağlık personelini hızla örgütleyen Teknik Sağlık Mensupları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi bir sağlıkçı ile görüştük.
-Son memur eylemleri boy verdiğinde örgütlenmeniz ne düzeydeydi? Mücadelenin ihtiyaçlarına cevap verebiliyor muydu?
-Derneğimiz; ebe, hemşire, yardımcı hemşire, teknisyen, tekniker, yüksekokul mezunu yardımcı sağlık personelinin tümünü kapsamaktadır. Alanımız oldukça geniş olmasına rağmen; örgütlülüğümüz, son memur eylemleri boy verdiğinde oldukça düşük düzeydeydi. Böyle olmasında; derneğimizin sekiz aylık bir geçmişinin olması, çalışanların büyük bölümünün memur olması, çalışma koşullarının bedensel ve psikolojik açıdan çok yıpratıcı olması, özellikle 80 sonrasında yaratılan depolitizasyon, örgütlenme bilincinin olmaması ve örgüt korkusu, idari baskının çok yoğun olması gibi nedenlerin payı büyüktür.
– Haziran-Temmuz eylemleri ile grevli-Toplusözleşmeli sendika hakkı arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
-İşkolumuzda mücadele geleneği yetersizdi. Bugüne kadar gelişen eylemler daha çok; küçük bir azınlığı kapsamaktaydı. Yukarda saydığım nedenlerle; mücadele potansiyeli yaratmakta güçlük çekiyorduk.
İşkolumuz bürokratik mekanizmalarda yer alan ve yaşam koşulları oldukça iyi olan, muayenehanesi olan hekimden; gerçekten çalışma ve yaşam koşulları dikkate alındığında işçi olarak kabul edebileceğimiz yardımcı hizmetlisine kadar, birçok meslek grubunu içinde barındırmaktadır.
Yaşanan eylemlerde de, sınıf konumuna uygun olarak ara katmanlarda yer alan hekimlerin sayısı yok denecek kadar azdı. Bu oran yardımcı sağlık personelinde (ebe, hemşire, teknisyen vb.) daha yüksekti. Esas olarak hizmetli personeller birçok yerde % 80’lere varan kitlesellikle eylemlerde yer aldı.
% 25’lik zamma karşı kendiliğinden doğan tepki örgütlenerek; grevli-toplusözleşmeli sendika hedefine dönüştürüldü ve Türkiye tarihinde memurlarda görülmemiş oranda kitlesel eylemlerle doruğuna ulaştı. Artık memur, yılda iki dönem yapılacak maaş zamlarının sorunu çözmeyeceğinin bilincine vardı. Varolan sistem içinde, saranlarını azami ölçüde çözebilecek gücün, kendi örgütlü gücünden oluşan; grevli-toplu sözleşmeli sınıf ve kitle sendikası olacağını ve asıl mücadelenin bu yönde olması gerekliğini gördü.
Ancak işkolumuzdaki heterojen yapıda yer alan hekim kesiminde şu an acil olarak sendikalaşma talebi mevcut değil. Bu talep esas olarak hizmetli personel ve yardımcı sağlık personelinin talebidir.
-Nasıl bir sendika hedefliyorsunuz? Sendika hakkınız nasıl kazanılabilecek?
-Mücadelemizin ekonomik çıkışla başlamasına rağmen grevli, toplusözleşmeli sendika talebine dönüşmesi, sorunun asıl yanının demokratik olduğunu ortaya koydu.
Siyasal özgürlüğü kazanma çerçevesinde hedeflediğimiz sendika: grevli-toplu sözleşmeli, tabanın söz ve karar sahibi olduğu, ülkedeki diğer kesimlerin sorunlarına da duyarlı olan, çalışanların tümünü kapsayan (hiçbir ayrım gözetmeksizin), ekonomik taleplerin tavizsiz savunucusu olmakla birlikte, yaşanılır bir dünya yaratmada; demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesinde kendine bir yer belirleyen öncüsüyle birleşmiş, ulusal ve uluslararası işçi sınıfıyla dayanışma içinde olan sınıf sendikasıdır.
Böyle bir sendika da ancak; işyerlerinde oluşturulacak örgütlenme ve direniş merkezleri olacak, giderek tüm çalışanları bağrında toplayabilecek, tabanın söz ve karar sahibi olacağı işyeri komitelerinin oluşturulması, kitleyi yığınsal eylemlerle mücadeleye sevk etmesiyle kazanılabilir.
-Eylem sürecinde mevcut örgütlenmeniz nasıl bir işlev gördü ve bu süreçte ne gibi örgütlenmeler yaratıldı? Bit örgütlenmeler ne yönde gelişebilir?
-Eylem sürecinde örgütümüz, sağlık çalışanlarında ekonomik talepler doğrultusunda oluşan kendiliğinden tepkiyi, demokratik bir talebe sendika talebine dönüştürdü. Birçok yerde, diğer örgütlerdeki kişilerle birlikte; eylemleri yönlendirdi, önderlik etti.
Yükselen mücadelenin sürekli aynı düzeyde olmayacağı, bir süre sonra düşüş göstereceği; asıl yapılması gerekenin bu aşamada kalıcı örgütlenmeler yaratmak olduğunu tespit ettik.
Örgütlenme olmadan mücadele olmayacağı ve mücadele olmadan örgütlenmeyeceği gerçeğini kavrayan bizler, eylemlerde öne çıkanlarla tanıştık ve işyeri komitelerini oluşturmaya başladık.
İşyeri komiteleri; işyerinde varolan sorunlara ve gelişen saldırılara karşı mücadeleyi örgütleyecek, sendikalaşma talebini kitleye mal edecek; tabanın söz ve karar sahibi olacağı, grevli toplusözleşmeli sınıf sendikasını oluşturacak bir örgütlenmelerdir. Başlangıçta ileri unsurları içine alan bu örgütlenmeler, giderek mücadelede yer alan tüm çalışanları kapsayacaktır.
Şu anda bazı hastanelerde işyeri komitelerinin çekirdekleri oluşmuştur. Giderek bu örgütlenmeler genişletilecek ve oturtulacaktır. Var olan yasa(k)lara göre; memurların kuracağı sendikalar grevsiz-toplu sözleşmesiz tabela sendikalarıdır. İşte biz işyeri komiteleri temelinde, en geniş kitleyi kapsayan örgütlenmemizi yaratırsak; yasalarda olmasa da, doğal hakkımız olan grev silahını fiili olarak kullanıp, haklarımızı elde edebiliriz.
-Mücadelenin bölge ve ülke çapında merkezi eşgüdümü hakkında neler söyleyebilirsiniz?
-Sendikalaşma mücadelemizin ve örgütlülüğümüzün merkezileşmesi amacıyla; İstanbul, İzmir, Adana Eskişehir ve Ankara’dan gelen sağlık örgütlerinin temsilcilerinden oluşan bir merkezi eşgüdüm var.
Başlangıçta kitleye dayanmadan varolan mesleki örgüt temsilcilerinden oluşan ve sağlıksız olan bu eşgüdüm lağvedilerek ilerde işyeri komiteleri üzerinde yükselen temsilcilerin oluşturduğu yürütme kurulu şekline dönüştürülecektir.
Diğer illerden farklı olarak İzmir temsilcileri; işyeri komitelerinden gelen temsilcilerden oluşmaktadır, İzmir’deki mücadelenin örgütlenmesi de bu temeldedir.
Bu eşgüdümün esas hedefi, grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkını elde etmektir.
-Memur eylemleri ile ’89 Bahar Eylemleri arasında bir kıyaslama yapar mısınız?
-Memur eylemlerinin esin kaynağı; 89 bahar eylemleri ve İstanbul Belediye işçilerinin mücadelesidir.
İşçi sınıfı olması gerektiği gibi, bize de yol gösterici öncü olmuştur.
89 Bahar eylemleri: Kendiliğinden, ekonomik taleplerle, yasal sınırları aşan, önderlikten yoksun olarak, sendikal bürokrasiye ve yasaklara karşı ve ona rağmen, devlete karşı, tabandan yükselen, yığınların mücadeleye atıldığı kitlesel eylemlerdi. Sonuçta da demokratik taleplere dönüştü ve işyeri komiteleri oluşturuldu.
Memur eylemleri de; % 25 zamma tepkiyle ve ekonomik istemle başlayan, tüm yasa(k)ları alt-üst ederek yasak sınırlarını aşarak işvereni olan devlete karşı, önderlikten yoksun olarak, tabandan kendiliğinden başlayan ancak demokratik bir talep olan sendika talebine dönüştürülen, kitlesel eylemlerdi. Ve şu anda esas talep sendikanın kurulabilmesi için işyeri komitelerinin oluşturulmasına başlandı.
Memur eylemleri bir şeyi daha gösterdi. Memurun işçi sınıfıyla birleşme, ortak mücadele isteğini! … Coşkuyla haykırılan “işçi-memur el ele genel greve” sloganı bunun göstergesidir.
EK- 2
‘MEMUR’ MANZARALARI
Cerrahpaşa Hastanesi’nde bir protesto eylemini izliyoruz. ‘Memur’un biri, bir hizmetli, üzerindeki lacivert önlüğü yutarcasına çıkarıp havaya fırlatıyor. Önlük elden ele dolaşırken, aynı hizmetli bağırıyor: “Benim nerem memur? Akşama kadar paspas yapıyorum, hastaların altını temizliyorum, ben nasıl memurum?” Sonra kendisi gibi bir müstahdemin yakasına yapışıyor “Söyle! Sen memur musun?” Maaş bordrosunu çıkarıyor ve gazetecilerin objektiflerine tutuyor. Okuyoruz (temmuz zarcılarından Önce), eline geçen net maaş 220 bin lira artı döner sermaye payı 30 bin lira.
Demiryolu Faal Memurları Derneği’ndeyiz. Bir yönetici, işkolundaki 25 bin memurun 19 bininin sözleşmeli personel olduğunu, maaşlarının karşılığında haftada 50 saat mesai yaptıklarını, fakat çoğu zaman 100 saatten fazla ücretsiz mesaiye zorlandıklarını anlatıyor. Biz, yöneticiye “bu gördüklerim izin hepsi memur mu?” diye sorunca orda oturan biri “Bana bak!” diyor. “Üstüm başım yağ İçinde, ben memurum ((!). Ben manevracıyım, yani vagonları birleştirip ayırıyorum. Gecemiz gündüzümüz yok, iş kazası riski çok yüksek. Biz işçiyiz, memurluğu kabul etmiyoruz. İki çocuğum var, eşim çalışmıyor, ben de 400 bin lira para alıyorum. 150 binini kiraya veriyorum. Mecburen ek işler yapıyorum. İnşaatlarda çalışıyorum. Eğer gazeteciliği doğru yapmak istiyorsanız, gelin bizim koşullarımızı görüp yazın…”
EK- 3
BİR İBRET BELGESİ:
“Emrindeyim Paşam!”
Bugün Eğitim-İş’in kurucusu ve yönetim kurulu üyesi olan AYHAN SARMAN, 10 yıl önce çiçeği burnunda Cunta generallerine ‘şükran’ ve ‘başarı’ telgrafı çekiyordu; öğretmen Dünyası Yazı Kurulu adına. Bugün bu öğretmen Dünyası, Eğitim-İş’in yayın organı haline gelmiştir; şaşırtıcı değil. Fazla uzatmayalım, 10 yıl öncesine dönerek sözü AYHAN SARIHAN’a bırakalım:
Belge: 1
Telgraf
Sayın KENAN EVREN
Devlet Başkanı, Genel Kurmay Başkanı
ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı
Öğretmenlerin can güvenliği, öğrenim özgürlüğü ve okullarımızda huzurlu bir eğilim için devletin alacağı bütün tedbirleri candan destekleyeceğiz.
Kurtuluş Savaşımız içinde doğan Muallimler ve Muallimeler Derneği’nin yurt ve halk sevgisiyle dolu bağımsızlıkçı mirasını devam ettiren öğretmenler, bugün de çocuklarımıza yurt bütünlüğünü, ulusal birliği, sevgi Ve kardeşliği telkin ediyorlar.
Anarşi mihraklarına ve partizanlığa karşı alınacak esaslı tedbirler, öğret menlere de derin bir nefes aldıracaktır.
Ülkemizde eğitim ve öğretimin gelişmesinin, bilim ve sanat hayatının canlanmasının, demokrasinin güçlenmesinin, anarşi ve terörün tasallutundan kurtularak sağlanabileceğine inanıyoruz. Bu inançla başarı dileklerimizi ve saygılarımızı sunarız.
Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurulu adına Ayhan Sarıhan
Belge: 2
Size Ekim sayımızı hazırladığımız günlerde, 12 Eylül sabahı, Türkiye radyoları önemli haberler verdi. Silahlı Kuvvetler yönetime el koydu, parlamento ve hükümet feshedildi. Bu hareket, çoktandır can derdine düşmüş olan halka geniş bir soluk aldırdı. Yıllardan beri ilk defa o gün bir siyasi cinayet haberi duyulmadı, insanlar haraç verme, dövülme endişesi taşımadılar… (Yazı Cuntaya övgülerle devam ediyor.)
(Öğretmen Dünyası Ekim 1980 sayısı)
Sendikalaşma mücadelesi veren, bu yolda işkence gören, tutuklanan, sürülen kamu çalışanlarının dikkatine!
Ağustos 1990