KAMUOYUNA
12 Eylül’ün cezaevi politikası, onun sivil uzantısı Özal hükümeti aracılığıyla olanca vahşetiyle devam ediyor. Var olan cezaevleri devrimcilerin teslimiyetini sağlayamadığı için özel tip cezaevleri gündeme getirilip, devrimciler, değerlerinden geri adım artırılmaya çalışılıyor.
Hükümet bir yandan dünyaya cezaevlerinin iyileştirilmeye çalışıldığı, daha iyi yaşam koşullarının sağlandığı demagojisini yaparken, diğer yandan cezaevleri ölümleri, hastalıkları kol gezdiği işkencenin gardiyan ve askerlerce sistemli ve bilinçli bir şekilde uygulandığı “Öç evleri” haline getiriyor.
En masumane isteklerin dahi, şiddetle reddedildiği insanca yaşam koşullarının en alt düzeyde dahi uygulanmadığı cezaevleri açıktır ki devrimcilerin halka, sınıfa, devrime bağlılıklarından koparılmak istendiği, insanlık onurlarından, değerlerinden vazgeçilmeye çalışıldığı, işkence haneler olmaya devam edecek, koşullar gün be gün ağırlaştırılıp “Öç evleri” olacaktır.
Biz Buca Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlüler de devletin cezaevleri politikasından üzerimize düşen payı almaktayız. Sorunlarımızı anlatacak, çözümleyecek hiç bir yöneticiyi bulamıyoruz. Çünkü sorunlar cezaevi yönetimini aşıyor, (Onların deyimiyle) ve devletin politikası olarak (Hem de kendi tüzük ve normlarını dahi ihlal eden bir uygulama) karşımıza çıkıyor.
Cezaevine sokacak gerekçeleri bulan, yaratan devlet, tutukluları yatıracak yer dahi bulamamakta, insanlar betonda yatmaktadır. Bayan tutukluların kaldığı koğuşta kapasitenin çok üzerinde bir sayı olan 60 kişi barındırılmakta, sıcak su verilmeyerek pislik, haşaratlarla salgın hastalıkların zemini yaratılmaktadır. Hastaneye gidebilmek başlı başına bir sorun haline gelmiştir. Havalandırma, fotoğraf çektirme, dışardan yiyecek aldırma, kapalı ve açık görüş gibi en doğal haklarımız keyfi müdahalelerle engellenmeye çalışılmaktadır.
Cezaevi idaresine bu ve benzeri sorun ve istemlerimizi ilettiğimiz, bu konularda girişimlerde bulunduğumuzda ayları bulan tamamen keyfi mektup ve görüş cezalarıyla yanıt verilmiştir. Cezaevi idaresi bir yandan bizleri sindirmeye çalışırken diğer yandan dışarıyla olan bağlarımızı kesmektedir.
Buca Cezaevi’ndeki siyasi tutuklular olarak, tüm bu uygulamaları Türkiye cezaevlerinde uygulamaya konmakta olan kimliksizleştirme ve rehabilitasyon politikalarının bir parçası olduğunu bu yolla değerlerimizden ve kazanımlarımızdan tavizler vermeye zorlandığımızı, bu politikanın gittikçe pervasızlaşmasının sonucu önümüzdeki günlerin yeni katliamlara gebe olduğunu halkımıza bildirmenin zorunluluğunu duyuyoruz.
Ardı arkası kesilmeyen yasaklar, disiplin cezaları, en doğal gereksinmelerimizin parça parça gaspı, her türlü keyfi uygulamaların Buca’da sergilenmesini tüm cezaevlerinde devrimcilere yönelik saldırıların bir parçası olarak görüyoruz.
Tüm kamuoyunu, devrimci güçleri, kendine insanım diyen herkesi, cezaevlerinde devrimci tutsaklara yönelik saldırılara karşı uyanık olmaya çağırıyoruz.
Buca Cezaevindeki Siyasi Tutuklular.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
25 Mart 1990 günü sorgusuz, sualsiz Mersin siyasi polisince gözaltına alındık. Alınır alınmaz da elektrik, askı, yemek vermeme, uykusuz bırakma ve soğuk su içine yatırma gibi işkenceler gördük. Bu işkenceler sonucu çenemi iki taraftan kırdılar, ikinci gün kırık çenemle tekrar işkenceye alındım. Dokuzuncu güne kadar çenem kırık olduğu halde işkenceye devam ettiler. Dokuzuncu günde Adana Balcalı Tıp Fakültesi’nde ameliyat edildim. Hastanede yatmam gerekirken tekrar siyasi şubeye ve işkenceye aldılar. 14 günlük işkenceli gözaltından sonra tutuklandım. Tutuklu bulunduğum Mersin Cezaevi’nde, adli tıpa çıkma talebim Siyasi Şubeyle işbirliği halindeki doktorlar ve cezaevi müdürü tarafından kabul edilmedi, engellendi. Bütün bunları kamuoyuna duyuramadım. Şu anda Malatya E Tipi Cezaevi’nde bulunmaktayım. Burada da hastaneye gönderilmiyorum. Ameliyat sırasında takılan çengeller ve platin halen çenemdedir. Yaklaşık 60 gündür hiçbir şey yiyemiyorum.
“İşkence Yoktur” diyenleri buraya çağırıp bir lise öğrencisine yapılan bu vahşice işkenceyi göstermek istiyorum. Kendisine devrimciyim, demokratım diyen bütün insanları bu konuda duyarlı olmaya çağırıyorum.
Kemalettin Güler E Tipi Cezaevi 9. Koğuş Malatya
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
“12 Eylül askeri darbesinin ardından 1982 anayasasıyla her türden demokratik hak ve özgürlükler en son kırıntılarına kadar yok edilmiştir. Toplum baskı ve korku ile zapturapt altına alınarak nefes alamaz hale getirilmiştir. Ancak halk kitleleri tarihin hiç bir evresinde bu gibi baskı ve yasaklamalarla uzun süre susturulabilmiş değildir. Nerede baskı, zulüm ve işkence olmuşsa, orada buna karşı kaçınılmaz olarak haklı örgütlenmeler, karşı koymalar ve direnmeler de var olmuştur.
12 Eylül askeri darbesinden sonrada olan budur, işçiler, köylüler, gençler, aydınlar, kısacası çıkarları düzenle çatışan, toplumun bütün kesimleri hak arayışları ve gasp edilen demokratik özgürlüklerin kazanımı için mücadeleye girişmişlerdir. Bu mücadelenin hak ve özgürlülerin kazanımına kadar kesintisiz devam edeceği de yok edilemez bir gerçektir. Ayrıca yıllardır baskı ve zora başvurularak Kürtlerin asimilasyon yoluyla eritilip ulusal varlığının ortadan kaldırılmasına yönelik politikalara karşı gelişen haklı bir davayı bastırabilmek için TC devleti her zamankinden daha aşırı insanlık dışı uygulamalara başvurmaktadır. Estirilen devlet terörü ile toplu gözaltılar, toplu tutuklamalar ve insanların sorgusuz sualsiz kurşunlanmaları artık Kürt halkının günlük yaşamının bir parçası haline getirilmiştir. Bu ve bu gibi uygulamalar Kürt halkının haklı istemleri uğruna vermiş oldukları mücadelesini engelleyememiştir. Bu nedenle egemen çevreler yani baskı ve zor tedbirleri almakta hiç de gecikmediler. Son çıkarılan 413 sayılı kanun hükmünde kararname ile arzu editen baskı ve zor tedbirlerinin daha da ağırlaştırılması amaçlanmaktadır.
Bu kararnameyle elbette her türden demokrasi mücadelesinin bastırılması amaçlanmaktadır. Kararnamede Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’ne tanınan görülmemiş yetkiler, insanların yerlerinden-yurtlarından sürülmelerini, ağır bir sansürle başta ilerici devrimci basın olmak üzere her türden yazım ve çizimin yasaklanmasını, keyfi gözaltı ve tutuklamaları vb içermektedir. Bu kararnameyle işçi sınıfınım sınırlı olan grev hakkının daha da sınırlandırılması bir yana sınıfın hak arayışındaki basit doğal tepkilerine, (servis boykotu, yemek boykotu, toplu vize gibi) bile müsaade edilmemektedir.
Yine sınırlı olan her türden demokratik muhtevalı toplantı ve basın açıklamaları da yasaklanmaktadır. Kısacası, terör edebiyatı altında toplum gerçek bir terörün altına alınmak istenmektedir.
Ayrıca egemen çevreler, cezaevlerindeki yurtsever devrimci tutuklulara karşı yeni baskı tedbirleri de almaktadır. Cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamalar dünden bugüne onlarca yurtsever devrimcinin hayatına mal olmuştur. Eskişehir’de, uygulamaya konulmak istenen tek kişilik hücre, tek kişilik havalandırma planı da sürdürüle gelinen baskıların birer devamını ifade etmektedir. Bununla, zaten toplumdan tecrit edilmiş siyasi tutukluların cezaevi içerisinde de birbirinden tecrit edilerek cezaevi içerisinde cezaevi yaratılmak istenmektedir. Bilindiği üzere bugün cezaevlerinde yeterince sorun zaten vardır. Başta haberleşme özgürlüğünün yanı sıra yetersiz beslenme ve gerekli sağlık koşulları sağlanabilmiş değil. Burada yeni tutuklanan insanlar çeşitli oyunlarla itirafçılığa itilmektedir ve bu yollu çabalar hala da devam etmektedir.
Bizler siyasi tutuklular olarak her türden anti-demokratik uygulamalara karşı her zaman olduğu gibi bugün de mücadele etmeyi kendimize bir görev sayıyoruz. Bu nedenle 413 sayılı kararnameyi, tek kişilik hücre ve havalandırmayı ve bunlara benzer her türlü baskıyı protesto etmek amacıyla açlık grevine başlıyoruz.”
O. Abbas SÖYLEMEZ Diyarbakır Cezaevi
MIZRAK ÇUVALA SIĞMADI:
Konsoloslukta çalışan 20 MİT elemanı hakkında dava açıldı
Türkiyeli devrimcilerin düzenledikleri basın toplantısının ardından F. Alman 1. TV programı ARD’nin bir haber programında, F. Almanya’daki Türk Konsolosluğunda 30 kadar MİT elemanın resmi görevli sıfatıyla çalıştığı açıklandı. Haberi basında ve kamuoyunda büyük yankı bulması üzerine Alman Makamları söz konusu MİT elemanları hakkında yurtdışı edilmek üzere soruşturma başlattı.
Ocak ayı içinde Stuttgart’ta düzenledikleri bir basın toplantısında, Türkiyeli Devrimciler, MİT’in Konsolosluk bağlantılı faaliyetlerini basın mensuplarına açıkladılar. Almanya’da çalışan Türkiyeli bir emekçi, bedelli askerlik için Türkiye’ye gittiğinde baskı ve tehditle MİT’le işbirliği yapmaya zorlandığını ve bunu kabul ettiğini, Almanya’da kendisiyle tekrar ilişki kurduklarını, Stuttgart Konsolosluğunda ve dışarıda MİT elamanlarıyla yaptığı görüşmeleri ayrıntılı olarak açıkladı. MİT ajanlarıyla görüşme sırasında gizlice çekilmiş resimler, ilişki için verilmiş adres ve telefonlar basın mensuplarına sunuldu.
Basın toplantısında başka bir Türkiyeli de Konsoloslukta pasaportunu uzatmama, vatandaşlıktan çıkarma gibi tehditlerle MİT ajanlığına zorlandığını açıkladı.
Basın toplantısına katılan R. Kugler isimli Alman avukat Alman Anayasayı Koruma Örgütü ile MİT’in ortak çalıştıklarının kanıtlandığını ortaya koydu.
Olay basında yer aldı ve Alman ARD Televizyonu, basın toplantısında sunulan belgelerle birlikte kendi araştırmalarıyla elde ettikleri belge ve bilgileri içeren bir haber programı yaptı. Milyonlarca izleyiciye sunulan bu programda MİT mensuplarının ‘Konsolosluk görevlisi’ gibi resmi sıfatlarla çalıştıkları açıklandı.
Olayın ve programın geniş yankı bulunması üzerine Alman Makamları, kendilerini Konsoloslukta görevli gibi gösteren 30 MİT elamanı hakkında soruşturma açtı ve yurtdışı edilmeleri için girişimde bulundu. Bu girişim, duyarlı kamuoyu tarafından, tepkileri hafifletmek ve Alman gizli haber-alma örgütleri ve MİT arasındaki işbirliğini gizlemek amacı taşıdığı şeklinde yorumlandı.
BASIN AÇIKLAMASI
Değerli Basın mensupları, İşçi sınıfının uluslararası BİRLİK-MÜCADELE-DAYANIŞMA günü olan 1 MAYIS 100 yıldır, dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde, yasal olarak kutlanmaktadır. Ülkemizde ise 1 MAYIS’lar egemen güçlerce, yasaklanmış daha da olmazsa kanlı terör günlerine çevrilmiştir.
1989 1 MAYIS’ında dünyada kan dökülen tek ülke Türkiye’dir.
1990 1 MAYIS’ında göstericiler üzerine ateş açılan tek ülke yine Türkiye’dir.
Sadece bu iki örnek bile, ülkemizdeki 1 MAYIS kutlamalarına siyasi iktidarın ve egemenlerin ne kadar tahammülsüz olduğunu göstermektedir.
Ancak, işçi sınıfının emeği için verdiği mücadele bilmedikçe, 1 MAYIS’lar ortadan kaldırılamaz. 100 yıllık süreçte her koşulda ve her mekânda 1 MAYIS’ı kutlamayı başaran işçi sınıfımız bunu açıkça kanıtlamıştır.
1 MAYIS 1990’da işçi sınıfı bugünü özüne uygun olarak kutlamak için hazırlıklarına başladı. İktidar ise, basın kanalıyla bu kutlamalara gözdağı mantığıyla bir dizi önlemler geliştirdi. 20 binin üzerinde polis güçleri, Alman kurt köpekleri ve panzerleriyle başka bir hazırlık vardı.
– 1990 1 MAYIS ‘ı tüm baskı ve engellemelere rağmen özüne uygun olarak kutlandı. En önemlisi, işçi sınıfı 1 MAYIS’ı kutlamadaki kararlılığını dosta düşmana gösterdi. Yüz binlerce işçi üretimi durdurdu.
İşyerlerinde coşkulu alkışlarla, 1 MAYIS BİLDİRİLERİ okundu. Kutlamalar, fabrikalardan alanlara taştı ve işçi sınıfı saflarına, emekçiler, öğrenci gençlik katılarak bu günü kutladılar.
İktidar, 1 MAYIS kutlamalarına savaş mantığıyla hazırlandı. Ve bunun ürünleri 1 MAYIS kutlamalarına bütün boyutuyla yansıdı. Tüm Türkiye çapında büyük bir GÖZALTI olgusu yaşandı. Gösterici gruplara saldırı bazı yerlerde, ATEŞ AÇMAYA kadar vardı. Bunun sonucunda, GÜLAY BECEREN adlı genç arkadaşımız ömür boyu sakat kalmaya mahkûm edildi. Gözaltına alınan binlerce kişi karakollarda ve özellikle 1. Şube binasında dayak ve çeşitli işkencelere maruz kaldı. En son DGM’ye çıkartılan 244 kişiden 86’sı tutuklandı. Tutuklananlar arasında, Deri-İş Sendikasından, Mehmet Kılınçaslan, Ali Gündoğdu, Musa Servi, Belediye-İş Sendikası’ndan Hıdır Bal, Hilmi Karaoğlan, Tek Gıda-İş Sendikası’ndan, Kezban Oral, yine 1 MAYIS afişiyle ilgili olarak Otomobil-İş Sendikası’ndan Hüseyin Aslan olmak üzere 7 sendika yöneticisi, 60’a yakın ise işçi kardeşimiz bulunmaktadır.
Tutuklamaların hiçbir yasal gerekçesi bulunmamaktadır. “Tutuklu Yargılama” ancak adresi tespit edilemeyen, kaçma olasılığı yüksek olan vs. şahıslar için geçerlidir. Tutuklananlar için böylesi gerekçelerden söz edilemez. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi’nde kabul edildiği gibi, Anayasa’da ‘KİŞİLERİN DİRENME HAKKI” vardır. Tüm ülkelerde kutlanan ve bağlı olduğumuz İLO kararlarında yasal olarak kutlanması öngörülen 1 MAYIS meşru bir haktır ve suç teşkil edemez. Eğer ortada bir suç varsa bu suç siyasi iktidarın ve egemenlerindir.
Biz aşağıda belirtilen sendika genel merkezleri ve İstanbul’daki sendika şubeleri olarak diyoruz ki:
1 MAYIS yasal ve meşrudur.
1 MAYIS kutlamalarına yönelik her türlü saldırıyı kınıyoruz.
Kutlamalar sırasında gözaltına alınanlara yönelik işkenceleri protesto ediyoruz.
1 MAYIS kutlamaları sırasında, tutuklanan arkadaşlarımıza, sahip çıktık ve çıkacağız.
İşçi sınıfı bu protestolarını geçtiğimiz günlerde yer yer gerçekleştirdiği eylemlerle somutlamıştır.
Önümüzdeki günlerde, 1 Mayıs tutuklularına sınıf daha somut ve yaygın desteğini verecektir. \’
Bugün başta muhalefet olmak üzere bazı çevreler 1 MAYIS’ın yasal olması gerektiğini ilan etmiştir.
İşçi sınıfı ve onun örgütlü gücü sendikalar olarak mücadelemiz, 1 MAYIS’ın yasal olarak kabul edilmesine kadar sürecektir.
TALEPLERİMİZ,
EN KISA SÜREDE 1 MAYIS TUTUKLULARI SERBEST BIRAKILMALIDIR.
1 MAYIS VE İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİ ÖNÜNDEKİ TÜM YASAL VE YASADIŞI BASKILAR KALDIRILMALIDIR.
GÜLAY BECERENE ATEŞ AÇANLAR ORTAYA ÇIKARILMALIDIR
Yaşasın 1 MAYIS
1 MAYISI YAŞATACAĞIZ
KATILAN SENDİKA VE ŞUBELER: Belediye-İş Sendikası, Hava-iş Sendikası, Petrol-İş Sendikası, Kristal-İş Sendikası, Deri-İş Sendikası, Otomobil-İş Sendikası, Tümtis, Laspetkim-İş Sendikası ve 40 tane İstanbul Sendika Şubeleri
Basına ve Basın çalışanlarına açık mektup
“Anlatılan senin hikâyendir”
Özgür bir basın ve on yıldır cezaevlerinde tutulan gazetecilerin özgürlüğü için TCK’nın 141-142-159-311 ve 312. maddelerine karşı ortaya çıkan toplumsal tepkinin bir parçası olarak 22 Mayıs 1990 tarihinde başladığımız açlık grevi eylemini sürdürüyoruz.
Açlık grevi eylemimizi, özgür bir basın için, kamuoyunda, önemli bir tepki birikimi ve potansiyel oluşuncaya kadar sürdürme kararlılığında olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.
İlişikte söndüğümüz ve açlık grevine başladığımız gün, bütün basın-yayın organlarına ilettiğimiz Basın Açıklamasında da görüleceği gibi, eylemimiz, basına yeniden suskunluk aşısı yapıldığı ve büyük basının bunu seve seve kabul ettiği yeni bir Takrir-i Sükûn ortamında, toplumsal bir tepkinin dışavurumunu ifade ediyor.
Toplumsal ve tarihsel bir kuraldır: Fiziki baskı mekanizmalarının varlığı ve sürekliliği, fiziki bir karşı-zorun, fiziki zor güçlerinin birikmesinin maddi zeminini hazırlıyor. Mevcut hukuk sisteminin de onayladığı fiziki-siyasal baskıya karşı tepkisini, insan, ancak fizik olarak, fiziki varlığını tek başına veya topluca ortaya koyarak dile getirebiliyor. Genel bir toplumsal tepki birikiminin kendi ayaklan üzerine oturamadığı bir siyasal ortamda, basın özgürlüğü hakkını kullandıkları için 750 yıla varan hapis cezalarıyla on yıldır cezaevlerinde tutulan basın mensuplarının fiziki zora, baskının köleleştirilmesine karşı ortaya koyacakları tek silahları, bugüne kadar katıldıkları sayısız açlık grevleri ile yıpranmış bedenleri, yürekleri, beyinleri ve ellerinden alınmadığı zaman kalemleridir.
Büyük basının, basın özgürlüğüne dahi sahip çıkmaktan gönüllü olarak vazgeçtiği ve 141-142 tartışmalarının TBKP Liderlerinin tahliye edilmesi ile gündemden düşürülmeye çalışıldığı bir siyasal ortamda, basın özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü hakkının kullanılmasında bir kilometre taşı olması için, ancak, tek silahımız olan bedenlerimizi ortaya koyabilirdik. İnsanların şiddete, baskı ve kuşatılmışlığa karşı, sahip oldukları tek fiziki silahlarını, bedenlerini ortaya koymaları şiddeti değil, şiddete karşı doğal ve meşru bir tepkiyi, bir karşı tavrı ifade ediyor.
Abdülhamit sansürüne karşı 1908’lerin ilerici geleneklerini unutturmaya çalışan büyük basının, basın özgürlüğünü savunmadığı, kendisine ‘dördüncü kuvvet’ olarak değil, beşinci kuvvet olarak yapısal bir işlev biçen ve Dışişleri/İçişleri Bakanlıklarının bir alt dairesi olmaya rıza gösterdiği anlaşılan tekelleşmiş büyük basın, basın özgürlüğünün gerçekleşmesinin önünde önemli bir engel oluşturduğu, özgür bir basın için girişilen açlık grevi eylemlerine yöneticisi oldukları gazele sütunlarında yer vermekten ısrarla kaçınan ve son olarak 413 sayılı kararname örneğinde görüldüğü gibi fiziki otoritenin fiziki zor politikasına onay veren basın bürokrasisinin, tutuklu yazı işleri yönetmenlerini gazeteci saymayarak kendi kimliklerini reddettikleri bir yapısal siyasal ortamda, bedenlerimizi ortaya koyan bir siyasal tavra başvurmamızın, doğal ve meşru bir tutum olarak değerlendirileceğinden, anlayışla karşılanacağından şüphe etmediğimizi belirtmek isliyoruz.
Düşüncelerinden dolayı, düşüncelerini serbestçe ifade etmesinden dolayı tek bir mensubunun bile yargılandığı, 750 yıla varan onanmış hapis cezalarıyla cezaevlerinde tutulduğu koşullarda, basının, özgürlüğünden söz edilemez.
Basın özgürlüğünü gerçekleştirmenin, basın özgürlüğü hakkını fiilen kullanmanın yolu, sadece siyasal otoriteye karşı tavır almaktan geçmiyor. Aynı zamanda tekelci basın patronlarını ve basın bürokrasisinin koyduğu normların fiilen dışına çıkmakla mümkün oluyor.
Basın özgürlüğünün yasal olarak olmasa bile fiilen gerçekleşmesi yolunda, basın emekçilerinin, ilerici basın mensuplarının, basın çalışanlarının çabalan, demokratik çıkışları, önemli bir işlevi yerine getiriyor. 1961 başlarında, büyük gazete patronlarının üç günlük gazete çıkarmama gerici eylemi karşısında, basın emekçilerinin kendi sosyal haklarını ve basın özgürlüğünü savunmak için ‘Basın’ gazetesini çıkarmış olmaları bugün sadece anılarda yaşamıyor, basın çalışanlarının bilincinde de yaşıyor. Basın muhabirleri haber kaynaklarına ulaşmak için kurşunlanıyor, yazdıkları haber ve yorumlardan dolayı duruşma salonlarında, demir parmaklıklar arkasında bir bedel ödemeyi göze alıyorlar, basın özgürlüğü için dergi/gazete bürolarında açlık grevcilerine destek eylemlerine girişiyor, protesto gösterilerine katılıyorlar. Basın bürokrasisine rağmen, basın özgürlüğü haberleri, açlık grevi gibi etkili eylem biçimlerine ilişkin haberler gazete sütunlarına giriyor.
Yaşamın canlı pratiği, basın özgürlüğü yolunda yeni bir adım atmak için, dün olduğu gibi bugün de dinamik ve etkili protesto biçimlerini gündeme getirmekle kalmıyor, dayatıyor da…
Basın çalışanlarının, ilerici basın mensuplarının basın özgürlüğü ve özgür bir basın için ortaya çıkan fiili bir protesto tavrı karşısında, dün olduğu gibi bugün de sessiz kalmayacaklarına inanıyoruz. Eylemimizin, basın patronlarının ve basın bürokrasisinin örnek istediği sessizlik duvarına çarpıp kırılmayacağını biliyoruz.
Basın özgürlüğünün gerçekleşmesi, ancak bir bedel ödemeyi göze almakla mümkün olabiliyor. 750 yıla varan hapis cezalarıyla, on yıldan bu yana demir parmaklıklar arkasında tutulan bizler, özgür bir basın için bir bedel ödemeyi sürdürüyoruz.
Ödenen her bedelin, basın özgürlüğünün gerçekleşmesi ve insanın özgürleşmesine uzanan yolda, toplumsal süreçte bir kilometre taşı oluşturduğunu biliyoruz.
Engizisyon vari yöntemlerde ve Engizisyon hukukunda ifadesini bulan Eylül yargılamaları ile bizleri yüzlerce yılla ölçülebilen hapis cezalarına mahkum ederek, aslında kamuoyu nezdinde kendi mahkumiyetini onaylamış olan siyasal otorite, haber kaynaklarına ulaşmasını engelleyerek, yasaların ve gazete patronlarının sansürü ile karşı karşıya getirerek, TCK’nın 142-158-159-311 ve 312. maddelerini, mahkemeye ve cezaevi koridorlarını demoklesin kılıcı gibi başında sallayarak basın mensuplarının, basın çalışanlarının ‘özgürlüğünü’ yok ediyor, basın özgürlüğünü ortadan kaldırıyor.
Basın özgürlüğü bir bütündür.
Eylemimiz, bedenlerimizi bir silah olarak ortaya koyarak girişliğimiz protesto çıkışı, kişisel bir çözümü içermiyor, tersine özgür bir basının yaratılmasına yönelik toplumsal tepkinin küçük de olsa bir parçasını oluşturuyor, toplumsal tepkinin dışavurumunu ifade ediyor.
‘Anlatılan senin hikâyendir.’
VELİ YİLMAZ-OSMAN TAŞ
Hükümlü gazeteciler
‘Özgür Bir Basın İçin’ El Ele
Bugün gelinen aşamada, kamuoyu, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü hakkının kullanılmasını ‘suç’ olarak kabul etmiyor artık.
“Düşüncenin suç olmaktan çıkarılması hususunun uzun süredir kamuoyunda tartışıldığı, bu hususla ilgili olarak Adalet Bakanlığı’nca hazırlanan alternatifli yasa önerilerinin Bakanlar Kurulunun görüşüne sunulduğu” ye “düşünce suçlarının ecza yaptırımına konu edilmemesi yolunda yaygın ve etkin bir ortamın oluşması” gerekçeleriyle mahkemeler, anık, TCK’nın 141-142-159-311 vc 312. maddelerden yargılananlar hakkında tahliye ve beraat kararlan veriyor.
Engizisyon vari yöntemlerle sürdürülen ve onlarca idam ve binlerce yıllık hapis cezalarıyla karşılanan Eylül yargılamalarını, bugün anık yargılayıcıları, birinci dereceden siyasi sorumluları dahi savunamıyor.
Ama Eylül yargılamaları bütün siyasi ve hukuki sonuçlarıyla önada, varlığını sürdürüyor. TCK’nın 142-159-311 ve 312. maddelerinden 750 yıla varan hapis cezalarına çarpımları basın mensupları ve binlerce siyasal tutuklu, yaklaşık on yıldır cezaevlerinde tutuluyor.
Yeni bir Takrir-i Sükûn Döneminde basın üzerindeki, 413 sayılı Kararname ve ekleri ile de pekiştirilen, yasal ve fiili sansür sürüyor, gazete ve dergiler yasaklanıyor, kitaplar toplatılıyor, gazeteciler ve yazarlar hapsediliyor.
Basın özgürlüğü ve düşünce özgürlüğü istemleri, yüzlerce yıllık cezalarla demir parmaklıklar arkasında karşılanıyor.
Basın ve düşünce özgürlüğünün cezalandırılması, ancak. Engizisyon hukukunda yer alabiliyor.
Engizisyon vari yöntemlere ve Engizisyon hukukuna boyun eğmeyeceğimizin bilinmesini bir kez daha belirtiyor ve:
-Eylül yargılamalarının bütün siyasi ve hukuki sonuçlarıyla i sürmesini
-Düşünce ve basın özgürlüğünün TCK’nın 141-142-159-311 i ve 312. maddelerine dayanılarak, yüzlerce yıllık hapis cezalarıyla cezalandırılmasını,
-Aylık dergilerin Hilen yasaklanmasına kadar varan basın üzerindeki sansürün genişlemesini
Protesto etmek için 22 Mayıs 1990 tarihinden itibaren süresiz AÇLIK GREVİNE başladığımızı duyuruyoruz.
Basını, bir bedeli de olsa, basın özgürlüğünü savunmaya çağırıyoruz.
VELİ YILMAZ OSMAN TAŞ
Tutuklu-Hükümlü Gazeteciler Özel Tip Cezaevi Bartın-Zonguldak
DİCLE ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERİNDEN
Şükran Ketenci’ye Yanıt
3 Nisan 1990 tarihli Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında yer alan Şükran Ketenci’nin “Üniversiteliler” araştırmasının tanıtım yazısında; “Dicle Üniversitesinde öğrencilerin yarıdan fazlası dinci grupların etkisi altında” şeklinde bir ibare yer almıştır. Yine aynı tarihli gazetenin altıncı sayfasında, “Dicle Üniversitesi cami müritlerinin sayısı, 7 bin kişilik üniversitede 3 bini aşıyor. Urfa’da öğrencilerin yarıdan fazlası dinci grupların etkisi altında” şeklinde belirtilmektedir.
Gerekli açıklama ilgili gazetenin yazarına gönderilmiştir. Sosyalist basının şahsında, gerekli açıklamayı kamuoyuna duyurmayı bir görev biliyoruz.
Kamuoyuna, Dicle Üniversitesi’ni böyle tanıtmak (bilecek ya da bilmeyerek) emeğimize ve mücadelemize gölge düşürmekledir. Emekçi halkımızın da tanık olduğu gibi, Dicle Üniversitesi, dincilerin etkisinde değil, devrimcilerin etkinliğindedir ve devrimci bir mevzi olarak kalmaya devam edecektir. Üniversitemizde, devrimcilerin, sosyalistlerin mücadelesi 1987’den itibaren ağırlığını duyurmaya başlamıştır. Özerk-demokratik üniversitenin, demokrasi mücadelesinden ayrı olamayacağının bilincinde olan biz devrimci öğrenciler, ‘1987’den beri her engeli aşarak örgütlenmeye başladık. Öğrenci demeklerimiz Hukuk, Tıp, Eğitim, Fen-Edebiyat Fakülteleri’nde kuruldu ve çalışmaktadırlar.
Diş Hekimliği ve Mimarlık-Mühendislik Fakülteleri ile Meslek Yüksek Okulu öğrenci dernekleri de kurulma aşamasındadırlar.
Derneklerimiz özellikle, bu öğretim yılı başında ortaya koydukları mücadeleyle meşrulaşmış, büyük prestij toplamıştır. Sene başında 2000 (iki bin) kişinin katılımıyla alternatif açılış yapılmış, üniversitemizde, birinci sınıflar için konan baraj sistemi 1500 (bin beş yüz) kişinin rektörlüğe yürümesiyle kaldırılmış, 24 Kasım Öğretmenler Haftası mücadeleye dönüştürülmüş, “yeterlik” sınavının kaldırılması için postaneye kadar yürünerek binlerce telgraf çekilmiştir. Son olarak örgütlenen boykotla gençliğimiz ulusal mücadeledeki yerini almış ve bu eyleme, 7 bin kişilik üniversiteden 5 bin öğrenci bilfiil katılmıştır. (Üniversitemizin 7 bin kişilik nüfusundan 5 bini Diyarbakır’da, 2 bini ise Siirt ve Urfa’daki okullarda bulunmaktadır) Yani Diyarbakır’daki bütün fakültelerde boykota katılım oranı % 100’dür. Bu büyük başarımız burjuva basınında gerekli şekilde yer almamıştır. Ayrıca Tıp Bayramı, Nevroz gibi şenliklerin yanı sıra, açlık grevlerine destek, işçilerle dayanışma ve Halepçe katliamını lanetlemek gibi mücadele örneklerini saymakla bitmez.
Devletin resmi ve sivil güçlerinin aleyhimize yürüttükleri propaganda ve polisin baskısı sonucu, üye sayımız arzu ettiğimiz düzeyde değildir. Ancak doğal üyelerimiz ve harekete geçirdiğimiz kitlemiz 2000’i (iki bin) aşmaktadır. Bu da toplam mevcudun % 35’i demektir. Söz konusu yazıdaki “marjinal” niteleme bizi bağlamıyor, üniversitemiz için geçerli değildir.
Ancak Urfa’daki dinci etkinliği de bilmiyor değiliz. Okullarımızdaki dinci faaliyetin yaygınlığını ve boyutunu da biliyoruz. Bugüne kadar, elde ettiğimiz halklarımızı, biz, her türlü saldırıyı göğüsleyerek, adeta tırnakla söküp aldık. Ve bugün öğrenci derneklerimizin etkinliğinde, yönetime katılma hakkımızı fiilen kullanıyoruz.
Biz Dicle Üniversitesinin Kürt ve Türk öğrenci gençliği, bundan böyle de engelleri aşarak yolumuza devam etmeye kararlıyız.
DİCLE ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM, FEN-EDEBİYAT, HUKUK, TIP FAKÜLTELERİ ÖĞRENCİ DERNEKLERİNDEN BİR GRUP ÜYE.
Özgürlük Dünyası Dergisi Yöneticileri, j
Şu anda Haymana Cezaevindeyim. Derginizin Mayıs sayısında hakkımda bazı iddialara yer vermişsiniz. Kaynak olarak da, görüşlerine katılmadığım ve hiçbir örgütsel ilişkimin bulunmadığı SP’de yaptığım bir konuşmanın metnini almışsınız. 26. sayfada da şunları yazıyorsunuz: “Aynı dergide (Toplumsal Kurtuluş) sık sık onunla birlikte kalem oynatan yandaşı Yıldırım Koç…”
Toplumsal Kurtuluş Dergisinde bırakın “sık sık kalem oynatmayı” bu dergide hiçbir yazım yayınlanmadı. Haluk Yurtseven’i ise (inanır mısınız bilmem) hiç tanımıyorum. Yazdıklarınıza gerçekten çok şaşırdım.
İnsanlar farklı düşünebilirler, ancak eleştirilerde ve iddialarda sağlam dayanakların olmasında yarar var. Eleştirdiğiniz yazım bir konuşma metnidir. Bu konularla ilgili görüşlerim, Yapıt’ın 1985’teki bir sayısında, Marksizm ve gelecek’in 1. sayısında ve Yeniçeriler (daha doğrusu Kapıkulları) ile ilgili olarak da 1989’da Mülkiyeliler Birliği Dergisinde (bu yazı da Ankara Merkez Cezaevindeyken sınırlı kaynakla yazılmıştı) yayınlanmıştı.
Bu konularda dünyadaki gelişmeleri ve tartışmaları izlemek, değerlendirdiklerinizi gözden geçirmenize yol açar mı, bilmiyorum. “Ben yazdığım konuları oldukça ciddiye aldığıma inanıyorum. Bu nedenle de eleştiri olarak getirdiğiniz değerlendirmelere katılmıyorum. Saygılarımla
Yıldırım KOÇ
Sedat Karaağaç bekliyor
Av. Cevriye AYDIN
12 Eylül’ün çeşitli alanlardaki tahribatlarının bir dökümünü çıkarmaya çalışsak, bu, bitmez tükenmez bir liste olurdu. Onun çağrıştırdığı olguların en başında CEZAEVLERİ ve İŞKENCE geliyor. Sedat Karaağaç adı da cezaevi ve işkencenin başka bir boyutuyla birlikte anılır oldu, yakın geçmişte: ‘Cezaevinde kanserli bir hükümlü’. 12 Eylülün cezaevlerinde boy veren sonuçlarından biri de bu. Kanser veya başka hastalıklarla malûl insanlar. Yaşamları devletin gözetiminde olup, hareket özgürlükleri olmayan; salt bu nedenle sağlıkları özellikle ve titizlikle devletçe gözetilmek gereken insanlar. Ancak, devletin cezaevleri politikasının bilinen gerçekliği ile pratik işleyiş, en iyimser yaklaşımla bile, bürokratik hantallık, güvenlik ve araç yokluğu, hastanede mahkûm koğuşu yokluğu, vs. gibi gerekçelerle cezaevindeki bir insanın tedavisinin bir dizi engele takıldığını gösteriyor.
Sedat karaağaç, bütün bu engelleri aşarak tedavi edilen hükümlülerden biri. Bunda, basın ve kamuoyu desteğinin belirleyici bir payı var. Ancak, Sedat Karaağaç henüz sağlığına kavuşmuş değil. Tedavi sürecinin sonunda, hastalığında yayılma (metaztas) saptanmadığı ortaya çıktı. Ancak hastalığı (maling melanom-kara kanser) tıbbi müdahale ve tedavinin ötesinde her türlü kaygı ve baskıdan uzak bir ortamda yüksek bir fiziki ve psikolojik dayanıklılık gerektiriyor. Doğaldır ki, uzun süreli tedavi gerektiren her hastalık için bu olması gereken bir koşuldur. Yaklaşık on yıldır cezaevinde bulunan bir insanın cezaevi reviri veya ondan farkı bulunmayan hastane mahkûm koğuşunda böyle bir dayanıklılık göstermesi mümkün değildir. Bunu beklemek, O’nun hastalığın pençesine terk edilmesi demektir.
Cezasının ertelenmesi için yapılan başvuru üzerine Ankara Numune Hastanesi Sağlık Kurulunca verilen raporda “… metaztas (yayılma) düşündürecek patolojik bulgu yok. Hali hazır durumu ertelemeyi gerektirmez” denilmektedir. Hastalığın kanser (maling melanom) olduğu açık iken, metaztas olmaması nedeniyle durumunun ertelemeyi gerektirmeyeceği görüşünü kabul etmek mümkün değildir. Anılan kurulda görevli doktorlar, bu hastalığın her an metaztas yapabileceğini ve metaztas başlangıcının ölüm sürecinin başlangıcı olabileceğini de kuşkusuz bizden daha iyi bilmektedirler. Öyleyse, böyle bir rapor tanzim edilmesindeki etkenler her ne ise, bu nedenle, meslek yeminlerini unutmuş gözükmektedirler. Bu ciddi bir mesleki ve tarihi sorumluluktur.
Çağımızda vahşi bir cezalandırma yöntemi olarak kabul edilen idam cezasının infazında bile Ceza Yasası, gebe kadının doğurmasının, akıl hastasının iyileşmesinin beklenmesini buyurur. İdam edilecek insan doktor kontrolündün geçirilir. Hoş, bu da inceltilmiş vahşettir, sonuçta. Ama buradaki mantığın, Sedat Karaağaç’ın durumunda çağımızda tıbbın henüz tam olarak yenemediği bir hastalık için uygulanmaması, insanlık dışı, cezalandırmayı her şeyin üstünde bir amaç gören çağdışı bir durumdur.
Sedat Karaağaç’ın hastalığında tedavi sonunda metaztas (yayılma) saptanmamış olması çok sevindiricidir. Ancak, açıktır ki, cezaevinde kanser gibi bir hastalıkla yaşamanın fiziki vc psikolojik atmosferi, mcetaztas olasılığını her an yaşatan ve güçlendiren bir olumsuzluktur. Oysa Sedat Karaağaç’ın vaktinde tedavi şansını yakalamış olmak gibi bir avantajı vardır. Bu avantajın, dışarıda, cezaevi ile karşılaştırılamayacak elverişli maddi ve manevi koşul ve destekle sonuna kadar kullanılabilmesi olanağı vardır. Bu fırsatın verilmesi, hastalığın her an yayılma tehlikesinin kesin bir şekilde varlığı nedeniyle bir zorunluluktur. Hastalık ilerleme kaydettiği takdirde Sedat için çok geç olabilir. Bu konuda gösterilecek duyarlılık, özel olarak Sedat Karaağaç için, genel olarak da aynı koşullarda çeşitli hastalıkları olan birçok tutuklu ve hükümlü için belirleyici bir rol oynayacaktır. Bugün kanser hastası bir hükümlü için ‘cezasının ertelenmesine gerek yoktur’, yani, ‘kanser ama cezasını çekebilir’ diyebilen doktorlar kurulunun mesleki yemini gereği insan sağlığını her şeyin üstünde tutmasını (en azından buna zorunlu kalmasını) sağlayacak güç, bilinmelidir ki, değerlerine ve sorunlarına sahip çıkma bilinç ve duyarlılığını gösteren bir kamuoyu olacaktır.
Şimdi ve öncelikle;
Cezaevlerinde ve Türkiye’nin her yerinde işkencenin, işkence tehdidinin son bulması için;
Sedat Karaağaç (ve benzer durumda olanların) acil sağlık sorunlarına, yaşamlarına cezalandırılmalarından daha öncelik verilmesi için;
Cezaevindeki hastaların hastaneye sevklerinde Adalet Bakanlığı’nın onayının kaldırılması ve cezaevlerinin bulunduğu yerlerde varsa tıp fakültesi hastanelerinde, yoksa devlet hastanelerinde sağlık koşullarına uygun mahkûm koğuşları açılması için;
Cezaevlerindeki insanların periyodik sağlık kontrolünden geçirilmesi, bunun için gerekli personel ve donanımın sağlanması için;
Sedat Karaağaç’ın yaşama şans ve olanağını sonuna kadar kullanabilmesi için;
Yeni bir İnkilap Dal olayına izin verilmemesi için;
Sedat Karaağaç’ın başkaca hiçbir bulguya gerek olmaksızın ve hasta-lığının aşaması ne olursa olsun hastalığın niteliği Ceza Yargılamaları Usulü Yasasının 399. maddesi kapsamına girecek türden cezaevi koşullarında yaşamsal tehlike olgusu bulunduğu için;
Sedat Karaağaç’ı cezaevinde sınırlı olanaklar ve elverişsiz koşullarda tedavi ve yaşamaya terk eden ve O’nun yaşamı hakkında tasarruf anlamına gelen 21.2.1990 tarihli Ankara Numune Hastanesi Sağlık Kurulu Raporunun gözden geçirilerek, durumunun yeniden incelenmesi ve cezasının ertelenmesi için,
İlgili, duyarlı, yetkili kişi ve kuruluşları, bu olayın ciddiyetine dikkat çekmeye ve uygun girişimlerde bulunmaya çağırıyoruz.
Özgürlük Dünyası Yöneticileri
25 Mart 1990 günü sorgusuz, sualsiz Mersin siyasi polisince gözaltına alındık. Alınır alınmaz da elektrik, askı, yemek vermeme, uykusuz bırakma ve soğuk su içine yatırma gibi işkenceler gördük. Bu işkenceler sonucu çenemi iki taraftan kırdılar. İkinci gün kırık çenemle tekrar işkenceye alındım. Dokuzuncu güne kadar çenem kırık olduğu halde işkenceye devam ettiler. Dokuzuncu günde Adana Balcalı Tıp Fakültesi’nde ameliyat edildim. Hastanede yatmam gerekirken tekrar siyasi şubeye ve işkenceye aldılar. 14 günlük işkenceli gözaltından sonra tutuklandım. Tutuklu bulunduğum Mersin Cezaevi’nde, adli tıpa çıkma talebim Siyasi Şubeyle işbirliği halindeki doktorlar ve cezaevi müdürü tarafından kabul edilmedi, engellendi. Bütün bunları kamuoyuna duyuramadım. Şu anda Malatya E Tipi Cezaevi’nde bulunmaktayım. Burada da hastaneye gönderilmiyorum. Ameliyat sırasında takılan çengeller ve platin halen çenemdedir. Yaklaşık 60 gündür hiçbir şey yiyemiyorum.
“İşkence Yoktur” diyenleri buraya çağırıp bir lise öğrencisine yapılan bu vahşice işkenceyi göstermek istiyorum. Kendisine devrimciyim, demokratım diyen bütün insanları bu konuda duyarlı olmaya çağırıyorum.
Kemalettin Güler
E Tipi Cezaevi 9. Koğuş Malatya
BİR TAZMİNAT DAVASININ ÖYKÜSÜ
TDKP Davası nedeniyle Nisan 1981 tarihinde gözaltına alındım. Gayrettepe İşkence Merkezi’nde tutulduğum 90 gün boyunca çeşitli işkencelere maruz kaldım. Daha sonra tutuklanarak Sultanahmet Askeri Ceza ve Tutukevi’ne kondum. İki yıla yakın hiç mahkemeye çıkarılmadan bekletildikten sonra çıkarıldığım ilk duruşmada tahliye oldum. Yargılama sonunda beraat ettim.
Gayrettepe işkence hanesinde gördüğüm işkence sonucu FELÇ oldum.
Beraatım Askeri Yargıtay’ca onaylandıktan sonra Maliye Bakanlığı’na (Hazineye) 150 milyon liralık tazminat davası açtım.
İlk davayı İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesi’ne açtım. Söz konusu mahkeme beraat kararını tanımayarak beni yeniden yargılamaya çalışarak yanlı tutumunu ortaya koydu.
3 Nolu Ağır Ceza Mahkemesi’nin 1988/56 sayılı kararını temyiz ettim. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, mahkemenin kararını esastan bozarak dosyayı aynı mahkemeye yolladı. 3 Nolu mahkeme Yargıtay’ın bozma kararını tanımayarak eski kararında direndi. Bunun üzerine tekrar temyize gittim. Bu defa 20 üyeden oluşan Yargıtay Ceza Genel Kurulu mahkemenin kararını yeniden bozdu. 3. Ağır Ceza Mahkemesi Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 1989/125 sayılı kararını tanımadı.
Tekrar temyiz yoluna gittim. Ayrıca davanın yersiz yere uzatıldığını belirterek mahkemeyi reddettim. Yerel mahkeme, yavuz hırsız misali, mahkeme kararını benim mahkemeyi ret tarihimden önce vermiş gibi davayı bir kez daha reddetti.
Yeni bir temyiz sonunda Yargıtay, yerel mahkemenin kararını bir kez daha bozdu. Benim mahkemeyi ret talebimle eş zamanlı olarak ilgili mahkeme davadan çekildi, dosyayı Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne yolladı.
Ret talebimi yersiz bulan Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi, beni, 30.000 TL para cezasına mahkûm etti ve dosyayı 3 Nolu Ağır Ceza’ya iade etti.
3 Nolu Ağır Ceza Mahkemesi kendisinin yargılamadan çekildiğini belirterek dosyayı tekrar Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne yolladı. Eyüp Mahkemesi yerel mahkemenin çekilmesini kabul etmeyecek kadar komikleşti. Dosya tekrar 3. Ağır Ceza’ya yollandı.
Tam bir komedi oynanıyor. Kendi kanun ve kurallarını tanımayan bu mahkemelerin tavrına bilmem ne ad koymalı?
Bu davadan hareketle bir hususu vurgulamak istiyorum:
Gerek işkenceler ve gerekse mahkemeler, resmi devlet ideolojisine bağlıdırlar. Biçimde, farklı olsalar bile özde aynıdırlar, işkenceciler arasında bir ast-üst ilişkisi vardır. İddia edildiği gibi yapılan işkenceler ‘münferit olaylar’ değildir.
Mahkemeler görünüşte bağımsızdırlar, ama kimin kanun ve kurallarını uyguluyorlar? Bazılarının Cumhurbaşkanı tarafından atandığını bir yana bırakalım, esas itibariyle resmi devlet ideolojisine bağlıdırlar ve ona göre davranmaktadırlar. Bazı istisnai durumlar, çıkışlar olsa bile bu, sonucu değiştiren bir durum değildir.
Hüseyin Özlütaş Maden Müh.
PERDECİ -Mehmet ESATOĞLU
Çocuklarımla Fiesta
İstanbul’un kenar semtinde bir okul. Tesadüf bu ya, konferans ve tiyatro salonu var. Muhtemelen kültür sanat düşmanlarının bir gaflet anına denk gelmiş.
Salonun önü sulanarak süpürülmüş. Kösede güleç yüzlü bir hademe “ne güzel olmuş değil mi?” gibisinden duruyor. Salonun girişine mavi kartonlardan yapılma, onlarca pano asılmış. Panoların üzerinde yıllar yazılı. Rol dağılım çizelgeleri ve bir kaç fotoğraf. Az sonra gösteri başlayacak.
Perdeci salondaki son hazırlıkları denetledikten sonra salonun girişine doğru yürüdü. Dışarı çıkacakken çok eski yıllarda çocuklarıyla birlikte sahnelediği bir oyunun final müziğini duyar gibi oldu. Kuliste kimin ıslıkla o parçayı çaldığını merak ederek o yöne doğru yürürken mavi panolarla göz göze geldi. Gözleriyle fotoğraftaki çocukları okşamaya koyuldu.
Güleç yüzlü hademe, Perdeci’nin yanına yaklaştı, yumuşacık bir sesle “kaç çocuğun oldu bu güne kadar?” Perdeci güleç gözlerle baktı. Yanıt verecekken bir an düşündü. Yetmişlerden bu yana her yıl ortalama yirmi ile otuz çocukla çalışmış olsa tiyatroyu, bu, doksan yılında beş yüz gencecik çocuk demektir. Yüzlerce ana-babadan olma yüzlerce çocuk.
Perdeci bir an hepsini gözünün önüne getirmeye çalıştı. “Çocuklarım” dedi, “sizi çok özlüyorum”. Güleç yüzlü hademeye döndü, “ben” dedi, “yaşamımı dünyanın değişimine, sanatıma ve çocuklarıma verdim.”
İnsanoğlu çoğalır, çoraklar gelir dünyaya. Çocuk, doğanın görkemli güzelliklerinden biri. Bir çocuk nasıl doğar, nasıl büyür, nasıl eğitilir… Çok büyük bir sorumluluk bu. Gelecek kuşağa karşı.
Otomobil kullanmanın bile ehliyet alma iznine bağlı olduğu ülkemizde nedense çocuk büyütmek gibi önemli bir görev için, en ufak bilgi ve beceriye gerek duyulmaz. Bu insanların çocuklara karşı sevgi ve öfkeleri de, aynı bilinçsizliğin bir ürünü. Ne sevgilerinin ne de öfkelerinin bir ölçüsü var. Dışarıda kafası bozulup, eve geldiğinde çocuklarını kıyasıya döven babalar bilirim. Bunların sevgileri de bir tuhaf. Genelde çocukları sevmek yerine, yalnız kendi çocuğu üzerine titreyen bir sürü insan gördüm. Bu sevgi, ilk bakışta insani görünürken, biraz daha yakından bakınca ortada ko! gezen bireyciliği görmemek mümkün değil. “Benim dölüm, başkasının dölü” başka nasıl izah edilebilir?
Sınıf ilişkilerinden ayrı ele alınamayacak bu kendi çocuğuna duyarlı, başka çocuklara sırtını dönmüş sevgi anlayışına tepki duymaya başladım.
Milyarlarca çocuğa sırtımızı dönemezdik. Dünya yalnız kendi çocuğumuz… kendi evimizle sınırlı değildi.
Herkesin özene bezene büyüttüğü çocuğu için neler yaptığını incelemeye koyuldum. İlk yıllar çocuk bir oyuncak gibi kan kocanın eğlencesi durumundaydı. Ona, istedikleri “maskaralıkları” yaptırıyor, bundan mutluluk duyuyorlardı. Büyüyen çocuğa karşı ise onu “kötülüklerden” korumak için akıl almaz baskılar uyguluyorlardı. Bu kez ikinci çocuk olmuşsa yine aynı süreç onun üzerinde başlıyordu. İkinci çocuğa her türden ilginin ve sevginin kesildiği bu süreçte çocuk tam bir yalnızlığa itiliyordu. Okullu çocuğa gider ürettiği için tepki giderek artıyor, yeni giderleri engellemek adına da derslerine yardım ediliyordu. Kimi çevrelerde “ahlak-namus” kavramları başka bir saldırı nedeni haline geliyor ve çocuğun özel yaşamından özel yetenekleriyle ilgili tüm çalışmalar bundan nasibini alıyordu.
Beni çocuklarla çalışmaya yönlendiren işle bu gözlemlerim oldu. Çocuklarıma düzenli bir ordu halinde saldıran, onların gelişimini engelleyen aile ve genci eğitime karşı onlarla birlikte dövüşe giriştik. Bu dövüş kimi zaman yenilgi ile bitti. Direnme gücü biten çocuk ezilmiş ve yenik, saflarımızı terk etti.
“12 Eylül sonrası gençliği” diye tanımlanabilecek, 1970 doğumlular daha büyük bir boşluk içinde kaldılar. Daha önce toplumda kavga doğuş duyabildikleri toplumcu duyarlılığın yerini, buyurgan faşist bir ses almıştı.
Onlarla çalışırken eski yöntemlerin hepsini bir yana bıraktım. Onlara varolan sesin neme nem bir şey olduğunu, doğudaki renkleri, felsefedeki diğer düşünceleri, henüz yaşamadıkları diğer mevsimleri anlatmaya koyuldum bir sahne çalışması içinde…
Eleyici, rekabetçi, not baskıcı, gerici eğitimden bunalmış gençlere ılık bir bahar rüzgârı gibi geldi bu. Hepsi bilimi, edebiyatı, yabancı dili seviyor ama bunun “ders” haline gelmesinden dolayı, onlardan nefret ediyorlardı.
Onların yakınmalarını dinlerken üniversite sonrası, günlerce tarih, coğrafya vb. ile ilgilenişimi düşünüp bu çelişkiye için için gülüyordum. Onlarla çalışırken önce geleneksel öğreten-öğrenen ilişkisini bu yana bıraktım. Hep söylenen ama bir türlü uygulanmayan birlikte çalışma birlikle üretme olayını yarattık.
Benim öğretmenlere göre elimde önemli bir ayrıcalık vardı. Bizim çalışmalarımızda, en büyük korku, sınıf geçme-kalma korkusu yoklu. Değerlendirme vardı, ama bu, demokratik bir biçimde herkesin onayladığı bir yöntemle oluyordu, ödüllendirme, rol dağılımında herkesin öğrenirken harcadığı emeğe ve yeteneğine göreydi.
Kimileri aramızdaki ilişkileri gördükçe ürettiğimiz şeyin sanat gibi sevilebilir bir şey olduğunu dolayısıyla çocukların ilgi ve tepkisinin doğal olduğunu ileri sürmeye çalıştılar. Reddettim. Burada kendi koşullarına özgü çalışma yaptığımızı, ayırıcı özelliğinin yöntemde olduğunu ileri sürdüm. Okul ve ders mantığının geçerli olduğu konservatuarlarda sanattan, kültürden nefret eden bir kitlenin ortaya çıkışı başka nasıl açıklanabilir?”
Perdeci konuşmasını birden kesti. Kulaklarında çocuklarıyla yaptığı tartışmalar yankılanmaya başladı. Birlikle çalıştığı bütün çocukları adeta etrafını çevirmiştiler.
Perdeci heyecanla; ” Çocuklar… çocuklarım, ben ömrümü size verdim. Bir şeyler öğrenmeye geldiniz bu sofraya. Hoş geldiniz. Aile ve Okul gibi sistemin iki çetin dişlisinin arasından çıktınız. Yaralısınız. Hepinizi başka türlü yaralamışlar. Kimi ilgisizlikten, kimi de kof ilgiden. Önce bir testi sevecenlik içelim. Yaraların üstüne tuz basalım. Biraz iniltiler yükselecek çare yok!”
Bu çok kolay olmadı, kimi o kadar yaralıydı ki dayanamadı çekti gitti boşluğa. Kimi “yaşam… yaşam bu be!” diye haykırdı.
Nabzı bin vuran bir kalabalık, soğuk bir sonbahar günü çok zor koşullar altında yaralara rağmen bir harfi keşfettiler: A… Ne güzeldi okulun geleneksel kuralları dışında yaşam içinde A’yı elle tutabilmek.
A
Güzelim A
Başlamanın şafağı
Merhaba sana
Aykırı güzel
İlk kez bu sonbahar
Dokunuyoruz gövdene
Ne kadar sağlam basıyor yere
İki ayağın A
ABC’nin başında
Ne görkemlisin
Biri sordu, “Nasıl kotardın?”. “Çok zor değil” dedim. Her gün uzaktan gördükleri şeyi alıp kucaklarına attım yalnızca. Her gün sistem onlara gereksiz bir sürü bilgi yığınını belletmeye çalışırken, ben yaşama dair küçük öyküler anlattım onlara. Ders çıkarıp gözlerine sokacağıma, herkesi, öykünün içindeki zengin meseli bulmaya yönelttim. Belleğe edilgen bilgi depolama yerine zihinsel faaliyeti önerdim. Öğrenirken eğitim kurumunun kendilerine tanımadığı düşünme keyfini tatmaya başladılar.
Eğitim kurumu içlerinden bazılarını yaramaz diye bir kenara fırlatırken ne kadar önemli olduklarını duyumsadılar sahne üzerinde küçücük bir rolde.
Onlara dünyayı anlatmak için tiyatroyu seçtim. Tiyatro, kolektivizmi içinde en çok barındıran sanat dalıdır. Gerçekleşebilmesi için kalabalıklara gereksinimi vardır. Sahne, üzerinde övünme ve ardında insana gereksinim duyar.
Oyunda küçücük rolü olan bile, var olmadığı an, sahne üzerindeki olayın yürümediğini fark edince yaşamda hiçbir şeyin “haybeye” olmadığını kavrıyordu.”
Güleç yüzlü hademe hafifçe omzuna dokundu Perdeci’nin. “İnanılmaz türküler söylediniz. Her oyun gecesi hapisteki oğluma sanki yeniden kavuştum.” Perdeci “Bilir misin ben de, kaç yıldır, bu adam oyun gecesi, kapının önünü niye böyle özenli süpürür diye düşünürdüm.”
“Oyun gecesi. Düğün gecesi. Evet, çocuklarım, sizi doğuranların da dâhil olduğu bir kalabalık akmaya başlar gecenin bir vakti. O gece evlerde akşam yemeği çabuk yenir, en şık urbalar giyilir, bir fiesta yaşanmaktadır sanki. Kapıda büyük bir coşkuyla kucaklar herkes birbirini. Sizler kulisle yaprak gibi titremektesinizdir.
Oyun nasıl başlar, ilk soluk nasıl fışkırır sahnede. İzleyici tepkileri nasıl bir gök gürültüsüdür. Finalde sahnede söylenen türkü bir yangın gibi nasıl salonu kaplar.”
Perdeci, gözlerini duvardaki panolardan ayıramıyordu. Bir an hafifçe geri çekildi, geçen onca yılın anısı ve çocukları önünde eğildi, panodan incecik bir alkış süzüldü. Belki onca yıl aktarılmış bilgiye ve yürek dolusu ilgiye.
‘Keating’Ier Ölmez!’
Aynur SARICA
(‘Kuzu gibi olun diyorlar
Büyüyünce koyun gibi gütmek için’ Can YÜCEL)
Düzene uygun kafalar nasıl yetişir? Şu bir satır bile tutmayan cümlenin kimileri için ne mühim bir soru olduğunun farkında mısınız? Düzenin omurgalarının birbirine eklemleyen sistem, düzene uygun kafalardır. Ne demek düzene uygun kafa? Önce itaat etmeyi öğrenecek küçük beyinler. Araştırmadan kabullenecek, sormayı unutacak. ‘Düşünmek günah, sormak yasak’ olacak Sallabaşını, al maaşını bir ömür tükenecek.
Nasıl gerçekleşecek bu eşsiz buluş? Az gelişmiş ülkelerde iki yolu var bunun. Birincisi insanları her türlü beyinsel faaliyetten yoksun bırakmak, Bırakın düzene uygun kafayı bir tarafa, “kafa’ olmalarının önüne bile set çekmek. ‘ORA’ya okul açmamak, gazele sokmamak, kitaptan korkmak. Bunların arkasında ekonomik yetersizliklerin yattığı söylenir. Doğrudur da. Ekonomi onlar için kullanılamaz çünkü. Canlı yaratıklar olmaktan öte bir seçenekleri yoktur. Güneş gazetesi İstanbul merkezine sadece 30 km. uzaktaki bir yerleşim birimini yazıyor: Sultanbeyli. Nüfusu 300 bin. Burada ilkokul binası olarak dükkânlar kullanılıyor. Yazıdan vurucu satırlar; ‘Dükkânlarda küçücük bir pencere var. Kapıyı açık tutmadığımız için içerisi bunaltıcı oluyor.’
‘İlkokul öğrencileri tuvalet ihtiyaçlarını çehreye dağılarak gideriyorlar’.
‘Tek öğretmen olarak görev yaptığım sırada 120 kişi bir dükkânda eğitim görüyordu.’
‘Uzundede ilkokulu öğrencileri, okullarında en çok bahçe, tuvalet ve çeşme olmasını istiyorlar.’ Bu koşullar altında verilen, eğitim olabilir mi?
Hal bir yandan böyleyken, diğer tarafta paralı üniversite tartışmaları sürüyor. Şimdiye kadar sistem parasızdı sanki. Ülkenin en iyi üniversite okuyanların büyük bir bölümünün yüksek gelirli ailelere mensup olmaları bir tesadüftü, öyle ya. Bir yanda ancak yarı okuryazar insanlar yetişecek ve okuryazarlıkları otobüs tabelalarını okumaktan öteye gitmeyecek. Belki de bir iki satır asker mektubu yazacaklar akrabalarına. Öte yandan paralı sanayici, bürokrat çocukları yetişecek. Peki, onlar ne yazıp, ne okuyacaklar? Şık ve geniş olanaklı okullarda ne öğrenecekler? Öğrendikleri mutlak sistemin yanında olmalı. Herkes yerini bilmeli. Eğitim sistemi sınıflı toplumun sürmesini sağlayacak beyinler üretmeli.
Dogmatik kişi olmaya yer vermeyen bir torna makinası olmalı bu sistem. Makinanın her darbesinde insan yok olmalı, yerine bir kurallar dizisi konmalıdır.
Türkiye’de yaşananlarla kıyaslanmayacak derecede konforlu da olsa eğitime bakış açısı farklı olmayan okullar gelişmiş ülkelerde de varmış bir zamanlar. Mevsimin önemli filmlerin Ölü Ozanlar Derneği işte bu minval üzere bir film. Ülkenin en seçkin çocuklarının okuduğu Walton Academy’de yeni bir öğretim yılı başlamıştır. Anneler, babalar ‘sevgili çocukları’ için pek çok acıya katlanarak Walton’un kapılarını aralamışlardır. Çocuklar yüzlerini kara çıkartmamak, yapılan fedakârlığın bilincinde olmalıdırlar. Çocukların arzuları, yetenekleri bir kenara atılmıştır. Zaten kolayca zararlı etkiler altında kalabilirler. Birileri onlar adına karar vermeye başlamıştır artık. Neşesiz, sıradan dersler geçirirken, sınıftan içeriye bir adam girer bir gün ve ıslık çalarak çıkar, öğrencilere de peşinden gelmeleri çağrısında bulunur ve ilk derslerini verir onlara. ‘Günü yaşayın’
Öğretmenin her girişinde yerimizden fırladığımız, hatta ‘Milli Güvenlik’ derslerinde ‘vatanın güvenliğine zeval gelir’ endişesiyle çaktığımız selamlar anımsanırsa şunu demekten alamaz insan kendini: “Ne öğretmenler var be!’ Ama daha erken. Mr. Keating’in yapacakları bu kadarla kalmıyor. Sıraların üzerine çıkmalar, kitap yırtmalar, öğrencilere yürüyüşler yaptırmalar, top oynarken şiir okutmalar. Bütün bunları yapan eğitimcinin branşı da edebiyat öğretmenliği. Burnunun ucundan ötesini göremeyen geri kafalar anlam veremeyecektir olanlara. Oyuna, şiire, duyguya, kolektivizme dayalı sistemi gerçekçi bulmazlar. Haklılık payları yok değildir. Okul bitince çocukların karşılaşacakları dünya oyuna, şiire, insana yönelik olmayacaktır. Acımasız ortamda rekabet insansızlaşmış bir karakterle mümkündür. Çok katı kuralları vardır babanın. Yatmadan önce terlikler düzgünce yerleştirilir yatağın yanı başına. Çocuğun yaşamı da bu terlikler gibi olmalıdır. Düzgün. Kanun ve nizamlara uygun, iyi bir vatandaş olup gayri insaniliğe göz yummaktır onlara biçilen. Walton Academy öğrencileri arasında bu yolu seçmiş temiz aile çocukları da vardır, öyle temiz aile çocuklandır ki onlar, sıkıştığında arkadaşını gammazlayıverir. Kötü bir şey yapmamıştır. Sadece mantığını kullanmıştır.
Mr. Keating insanı duyurur öğrencilerine. Onlara kendi olmayı anlatır. Yaşam şablonlanamaz. İnsan şablonlanamaz. Özgür düşünceye giden yolun kapısını açar. Bu onları kolektivizme götürür. Böylece -belki ilerde “biz Walton’dayken’ diye anlatacakları- Ölü Ozanlar Derneği’ni yeniden kurarlar. Karanlıkta şiir okur, hikâyeler anlatır birbirlerine gençler. İçlerinde gizlenmiş yaratıcılık ortaya çıkar, Kızılderili mağarasının gizeminde. Mr. Keating’in Walton mazisinden etkilenerek -Keating de Walton mezunu ve Ölü Ozanlar Derneğinin ilk kurucularından- ona duydukları hayranlıkla tekdüzelik zincirini kırmak için buldukları bir çözümdür Ölü Ozanlar Demeği… Çoğunun yaşamlarında fazlaca da bir şey değiştirmeyecektir. Az biraz duyarlı olmalarına hizmet edeceklerdir bir dönem. Eve döndüklerinde sihir kaybolacaktır.
Bu anlamda filmin vurucu bir eğitim sistemi eleştirisini yaptığını kabul etmekle birlikte, Ölü Ozanlar Derneği’ni alternatif olarak ele almamak gerekli. Küçük, sevimli, gençlik yıllarının dinamizmine gencin “kimlik sahibi’ olma istemine uygun bir yapı bu ‘dernek’. Her okula bir Ölü Ozanlar Derneği gerekmiyor. (Filmi gören gençlerde bu tarz bir eğilim olabileceğini düşünerek söylüyorum.) Her okula Mr. Keating’ler ve ülkeye Mr, Keating yetiştiren bir sistem gerekli. Açık görüşlülüğün, bağımsız düşünmenin, hoşgörünün, insancıllığın simgesi Mr. Keating gökten zembille inmez. Bir dünya görüşünün uzantısı olarak varolur. O halde Keating’le bu kadar özdeşleşmek niye? Karşı olduğu sistemin savunucularıyla, üstelik onların yönetimi altında nasıl çalışmayabiliyor? O talihsiz intihar olayı olmasaydı Keating’in başına hiçbir şey gelmeyecek miydi? Her öğretmen Keating gibi olsa işler yolunda mı olurdu? Hayır. Değişmesi gereken bir dünya var önümüzde. O da bireylerin tek tek mücadelesiyle değişmiyor. Ama kutlanacak bir seçim; Keating tek başına da olsa mücadele etmeyi seçiyor. Yalnız adamlığı onun önemli bir zaafı.
Şimdilerde bu ünlü okul bir hayli değişmiş. Çağa ayak uydurmuş. O ‘eski’ muhafazakâr yapısını yitirmiş. Kızsızlıktan çok çekmiş Walton öğrencilerinin şanssızlığı işte. Tanrının 1959’da tekfurda rica ettiği şey bugün gerçekleşmiş. Artık okula kızlar da alınıyor, öğrenciler okuldaki duvarlarına Pink Floyd afişleri asıyor ve rock müzik dinliyorlarmış. Mümkündür. Şeklen bir iki değişimle sorunun çözüldüğü sanılabilir. Enteresandır Saint Andrew’s College’ye (filme konu olan okulun gerçek adı) filmin gösteriminden sonra talep % 30 artmış. Oysa bunun okul üzerinde olumsuz etki bırakacağı düşünülürdü. Bu okulun mazisinde intihar, dayak, okuldan atılmalar ve gerçek bir eğitimcinin uzaklaştırılması var. Bütün bunlar filmde de açıkça gösteriliyor. ‘Ölü Ozanların’ büyüsü belki de talebi arttıran. Film her ne kadar eğitim kurumunu eleştirse de, kurulmuş olan Ölü Ozanlar Derneği’nin çekiciliği öne çıkıyor ve bir yanılsamaya yol açıyor. Film karakterleriyle bütünleşen, özdeşleşen insanlar küçük bir serüven yaşama isteklerini tatmin ediyor olabilirler.
ABD’de 2000’li yılların yöneticilerini yetiştiren bu okul öğrencilerinin % 90’ı Keating’i çok seviyorlarmış. Bu öğrenciler ki dünyanın en büyük sömürücüsünde sınıflı toplumun sürmesine çalışacaklar, buna hizmet edecekler. Oysa Keating’in oyuna ve tat almaya ve kolektivizme dayalı öğretisi esas olarak sınıfsız toplumda mümkündür. Bu önemli bir çelişki. Amerikalılar liberal bir politikayla ‘Keating de iyi adamdı’ diyerek meseleyi kapatıvermişler.
Olayın diğer yönü daha var. Gelişmekte olan bir ülke olduğumuz, dolayısıyla eğitime fazla pay ayrılamadığı, bu nedenle okullarda sağlıklı eğilim verilemediği söylenir, sayın yöneticiler tarafından. Amerika 1959’da şimdiki Türkiye’den daha ileriydi ekonomik güç olarak. Ancak görülüyor ki temel yöntemler aynı. Dayak, sıkı disiplin, muhafazakârlık. Bu yöntem aynılığı eğitim kurumunun her iki toplumda da aynı işlevi görmesinden kaynaklanıyor. Eğitimde payını yine aynı zümre alıyor. Bilgi sadece belli bir sınıfa sunuluyor. Sınıf bu bilgiyi kendi yararına kullanıyor. Azgelişmiş ülkenin nimeti tek fark var; Türkiye daha az öğreniyor. Zaten gerek yok. Onlar her konuda uzman gönderiyorlar.
Bir filmden bahsederken politika yapmak kaçınılmaz oluyor. Savunulan düşüncelerden filmin gerici mesajlar içeren, sağ gösterip sol vuran bir yanı olduğu sanılmasın. Problem şu; ‘Keating’ler ölmez?’ dönemi, esas oğlan dönemi bitmiştir Keating’ter ölür. Eğer geride kurumsal bir yapı (örgütlülükten söz ediyorum) yaratamıyorlarsa…
Y. Güney’in YUNAN BIÇAĞI senaryosu üzerine
Paris bin yüzlü şehir
Emir Ali YAĞAN
Bir senaryo çalışması olarak kaleme alınmış YUNAN BIÇAĞI. Yılmaz GÜNEY’in ölümünden kısa bir süre önce yazılan bu öykünün film tasarımı gerçekleştirilemiyor. GÜNEY son yıllarını geçirdiği PARİS’İ anlatır bu öyküsünde. Bin tezatlığıyla Paris içinde bir Paris.
“Paris, bin yüzlü bir şehirdir… Bir yanıyla şenliği, bir yanıyla sefaleti ve dehşeti yaşar Paris… O, hem bir genç kız kadar çekici ve taze, hem de bir acuze kadar itici ve iğrençtir”
Femando E. SOLANES’in çağının en büyük siyasi mültecisi olarak nitelediği Y. GÜNEY’e adadığı, lirizmin doruğu TANGOLAR filminde anlatılan Paris’tir bu! Ve bir parça BENİM GÜZEL ÇAMAŞIRHANEM’ deki Londra’dır… Bu yönüyle metropollerin insana yabancılaşan, neonların albenisine gizlenmiş kapitalizmin o çürüyen yüzünde, aksayan bir tokattır YUNAN BIÇAĞI.
Bir senaryo çalışması olarak YUNAN BIÇAĞI, sinema dili ve perspektifi ile donanımlıdır. Bu biçim öyküye görsel bir boyut katmaktadır. Anlatılan zengin, yoğun ve o ölçüde sade ve yalınkattır. Adeta gizli bir kamera gerçeğin öbür yüzüne, alışılmadık o düşsel yüzüne götürür sizi. Hangi yüzüne inansanız Paris’in yanılırsınız! Uçurumlara götürür bulvarlar sizi.
GÜNEYin kaleminden bu altın şehir, bu bozgun panayırı betimlenirken, dünyanın dört yanından gelmiş on binlerce maceracısı, mültecisi, haymatlozuyla, bir halklar mozaiği, uluslar defilesinde duyumsarsınız kendinizi.
Bu defilede kamera Yunanlı ZİNOS’un ekseninde yoğunlaşır. Olaylar onun mecrasında gelişimini bulur. Zinos, siyasetten pek anlamaz, “ot gibi yaşamamak” ve “kendisinin efendisi olmak”tır olanca ereği. Biraz PARA biraz hırs, bu onu Yunanistan’dan söküp Paris’e götüren “hayal ve umudun” kamçısıdır. ZİNOS, bilinmeyene giden bu yolda yalnız değildir, beklenmedik olaylar dizisinde bir araya geldikleri İREN vardır yanında. YORGO, onların Paris’teki yaşam kılavuzudur. Bu tipleme, W. HUGO’nun bir yönüyle Paris’in hikâyesi olan SEFİLLER romanında kefen soyguncusu olarak betimlediği THANERDİER’e benzemektedir! Olaylar bu ilişkide enfes bir sinema motivasyonuyla hızla gelişir.
Her solukta GÜNEY’in derinlemesine sosyo-psikolojik tanımlamalarını, onun gözlem ve soyutlama yeteneğini, tarihi maddeci yönsemeyle sanatsal yaratıcılığını görürüz. Korkunç, acımasız ve trajik olayların seyrinde, estetik kaygıyla örtüşen, doğal ve etkili bir temayla bulur özsuyunu YUNAN BIÇAĞI.
Paris’in orta yerinde güpe gündüz kim-vurduya giden Zinos’un trajik ölümünde ihanete uğradığınızı düşünürsünüz, SÜRÜ filminin o meşhur final sahnesini hatırlayın, Atatürk bulvarına düşmüş Seritanlı HAMO’nun başka yaşamlara yönelen oğlunun ardı sıra: “Sı-lo! … Sı-looo…” diye haykırırken acıyla çatallaşan sesini; o seste feodal parçalanmışlığın insanal sızısını duyarsınız ya hani! ZİNOS’un ölümünde de bu şok etkisini yaşarsınız.
Binlerce girdabın, labirentin, hortumun sizi de yutacakmış gibi üç boyutlu üzerine sürdüğü YUNAN BIÇAĞI’nda düğün alayı ile cenaze arabasının kesiştiği bir şenlikte bulacaksınız kendinizi! … “İşte Paris”
Bu bir YILMAZ GÜNEY öyküsüdür!
KAMUOYUNA
Bugün yaşanan süreçte siyasi iktidar, anti-demokratik politika ve uygulamalarına yenilerini ekleyerek insan hak ve özgürlüklerini baskı altına almaya bu yönlü istem ve gelişmeleri zor ve şiddet yoluyla bastırmaya çalışmaktadır.
Siyasi iktidarın, sınır tanımayan baskı ve terör uygulamalarıyla yaşamı çekilmez hale getirilen haklarımızın, özelliklede Kürt halkının kendi kimliğini ortaya koyarak baskı ve zulme karşı ulusal ve toplumsal dirilişi sürgünle, insanlık dışı baskılarla ve katliamlarla yok edilmeye çalışılmaktadır. İktidar Kürt halkının haklı davasına karşı işlediği ve işlemekte olduğu insanlık suçlarını gizlemek, mücadelenin ortaya koyduğu gerçeklerin kamuoyunun bilincine yansıtılmasını engellemek, tek yönlü demagojik haberlerle kamuoyunun bilincini çarpıtmak amacıyla ancak faşist ülkelerde görülebilen düzeyde basına sansür getirilerek insan hak ve özgürlükleriyle ilgili yazılar ceza tehdidi altına alınmıştır.
Siyasi iktidar çıkardığı “Kanun Kuvvetinde Kararname” ile olağan üstü hal bölge valiliği eliyle yürüttüğü devlet terörünü yasallaştırmış oldu. Bu da halklarımızın yaşamını cendereye alan mevcut, iktidara baskı ve zor uygulamalarına yenilerini eklemenin yanı sıra sorunlara demokratik çözümler getirmeye yetenekli olmadığını bir kez daha ortaya çıkarmıştır.
İnsanların, insan olmalarından doğan haklarına sahip çıkma temelinde gelişen mücadelelerini imhaya varan baskı ve işkence gibi insanlık-dışı yöntemlerle cezalandırma politikası devletin tüm kurum ve kuruluşlarının izlediği yol haline gelmiştir.
Bu anlayış bir yandan kararnamelerle halklarımız üzerindeki baskıları tırmandırırken öte yandan cezaevlerinde yeni imha politikaları gündeme getirmektedir.
Bugün başta Aydın cezaevi olmak üzere cezaevlerinde uygulanan baskılar bu anlayışın parçasıdır. Geçen yıl insani yaşam koşullarının sağlanması amacıyla başlatılan Eskişehir-Aydın açlık grevleri iki devrimci tutsağın yaşamını yitirmesi bir çoğununda sakat kalmasından sonra 52. günde verilen sözlerle son bulmuştu. Ancak bugüne kadar, verilen sözlerin yerine, getirilmediği gibi asgari yaşam koşularında ortadan kaldırılan baskılar, hak gaspları yaşanmaktadır. Uygulanmakta olan bu baskılar tutsakların imhası için yeterli görülmemiş olacak ki; bugün bir yandan “Demokles’in kılıcı” gibi başımızda tutulan idamlar gündeme getirilirken diğer yandan da milyarlar harcanarak “tek kişilik hücre” tipi cezaevleri yapımına gidilerek işkence ve imha planları geliştirmekte ve uygulamaya sokulmak istenmektedir.
Özellikle Eskişehir cezaevi bu amaca uygun olarak yapılan “düzenleme”lerle birer canlı insan mezarlığı yapılmakta devrimci tutsaklar bu tür cezaevi sistemiyle tüm insani olanaklardan yoksun bırakılarak aşamalı olarak imha edilmek istenmektedir. Hücre tipi cezaevlerinin insanın maddi ve manevi yapısı üzerindeki insanlık dışı etkileri en yetkili uzmanlarca belirtilmiş olmasına rağmen bu uygulama yürürlüğe konulmaya çalışılmakta ve ilgili Bakanlık tüm kamuoyunu yanıltarak “Cezaevlerini Avrupa standartlarına uygun hale getireceklerini” açıklamaktadır.
Halklarımızdan gizlenen ve devrimci tutsakları her bakımdan imha etmeye yönelik bu insanlık-dışı uygulamalara karşı her zaman olduğu gibi şimdi de protesto ediyoruz. Tüm devrimci demokrat insanları kararnameler ve tek kişilik hücre sistemiyle Kürt halkına ve devrimci tutsaklara yönelik bu insanlık dışı uygulamalara karşı çıkmaya ve seslerini yükseltmeye çağırıyoruz.
MALATYA E TİPİ CEZAEVİNDE bulunan PKK, THKP/C (Acilciler), TDKP, KAWA, TKP/ML-TİKKO, TKP/ML, KKP (Rızgari), DKP, DK, TSK, TKP/B, THKO, TKEP, TKKKÖ ve KUK davalarından tutsaklar.
Haziran 1990