Marksizm’i tahrifte yarışanlar ve “Yeni” durumlar “Yeni” yorumlar – 3

Bundan önceki iki bölümde, Euro-komünistlerden Andre Gorz’a revizyonistlerin Marksizm’e karşı tutumları ile teknolojist eğilimlerin Marksizm karşıtı savları üstünde duruldu. Bu bölümde ise, Marks’ı, Lenin’i “asma” iddiasındaki “Marksistlerin iddialarına değineceğiz.
Aşkın Marksistler ya da Marksizm’in sinsi düşmanları
Bundan önceki bölümlerde görüşlerini ele aldığımız eğilimler ya Marksizm’in artık geçersiz olduğunu açıkça iddia ediyorlardı, ya da bununla birlikte, Marksizm’in eskiden de geçersiz olduğunu, yeni ortaya çıkan olguların Marksizm’in geçersizliğini ortaya çıkardığını kanıtlamaya çalışıyorlardı.
Bu bolümde ele alacağımız eğilimlerin, amaç açısından öncekilerden bir farkı olmamasına karşın görünüşte Marksizm’in hala geçerli olduğunu iddia ettikleri, hatta Marksizm’in Ortodoks savunucuları olarak görünmeye özen gösterdikleri halde Marksizm’i tahrifte ve gözden düşürme çabasında Marksizm’in açık düşmanlarından hiç de geri kalmadıklarını göstermektir.
Bu kampta yer alan eğilimler; Marksizm geçerlidir, iyidir, hoştur, ama diyorlar ve ekliyorlar; “Marksizm aşılmalıdır”, “diyalektik yetersizdir”, “Marksist sınıf tanımını yeniden ele alıp genişletmek gerekir” vb.
Aslında söyledikleri, Marksizm’in bugünkü koşullarda yeniden gözden geçirilmesidir, ama bunu söylediklerinde Bernsteinlerin, Kautskylerin safına düşeceklerinden çekindiklerinden bunu böyle ifade etmekten kaçınıyorlar. Bunun yerine, “aşmak” ya da “bugünün sorunlarına yanıt vermek için geliştirmek” gibi ifadeler kullanıyorlar. Ötekilerin açıkça yaptıklarını bunlar sinsice yapıyorlar.
Bütün bu eğilimlerin ortak tutumu Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in “aşılması” gerektiğinde birleşmeleridir. Üstelik de bunu, “Marksizm’in bir dogma olmadığı”, Marks’ı, Lenin’in, Lenin’i Stalin’in, Lenin ve Stalin’i Mao’nun aştığını söyleyerek bir kavram kargaşası yaratma tutumlarına “meşru bir temel” oluşturarak yapmaya çalışıyorlar.
Bu bölümün önceki iki bölümünden diğer bir farkı ise, “kahramanlarının” bizim ülkemizden birileri olmalarıdır. D. Perinçek, Y. Küçük. Y. Koç ve H. Yurtseven’in Marks’ı, Lenin’i, Stalin’i “aşama” çabalarına değineceğiz bu bölümde.
D. Perinçek Marks’ı nasıl aşıyor?
D. Perinçek’in 25 yıllık siyasi yaşamım izleyenlerin de yakından bileceği gibi, Perinçek her zaman sınıf işbirlikçisi, reformist bir siyasi çizgi izlemiş, ama en aşırı sağ politikaları benimsediği, “istikrar” adına gerici parlamentoyu, faşist diktatörlüğü açıkça savunduğu dönemlerde bile koyu bir Marksist olarak görünmeye özen göstermiştir. Bunu da, Marks’tan Lenin’den sahte alıntılar yaparak, Marksist terminolojinin kavramlarının içini boşaltarak yapmaya çalışmıştır. O, bugün, sınıf işbirliği alışkanlığını sürdürdüğü gibi, kavramları çarpıtmayı da sürdürmektedir. Konumu Marks ilgili olarak çarpıtıp arkasına saklandığı kavram ise “aşma” kavramıdır.
Perinçek, “aşma” kavramını “Marks’ı aşma” olarak ele alıyor ve bu kavramı olumlu bir biçimde, somut koşulların tahlili olarak özetlenen “Marksizm’in yaşayan ruhu”nu (Lenin) yok sayarak, karşılaşılan her yeni olguda “Marks’ı aşma” iddiasını öne çıkararak Marksizm’i gözden düşürmeye çalışıyor. 2000’e Doğru’nun 1988’de çıkan 22. sayısında, “Doğu Rüzgârı” yazısında, Marks’ı sıradan Avrupalı bir aydın olarak gösterdikten ve “sosyalizm adına devrimlerin Marks’ın öngörüsü tersine Doğu’da gerçekleştiğini söyleyerek “Bu olgu, Marks’ın değil onu aşanların nakli olduğunu gösterdi. Dünya’nın değişme merkezinin Doğuya kaydığı şimdi çok daha açık görülüyor. Burada bir kez daha Marks’ın aşılması haklı çıkıyor.” (13)
Burada, Marksizm’e yöneltilen “Avrupa Merkezci” suçlamasını ve Marksizm’i açık düşmanı liberal çevrelerle aynı dili kullanarak Marksizm’in gözden düşürme çabasını bir yana bırakıyor, onun için bir öğünme vesilesi, keskin devrimci görünme kılıfı olan aşma kavramı üstünde kısaca durmak istiyoruz.
“Aşma” kavramı, Hegel felsefesinden Marksist terminolojiye aklanmış bir kavram olup, herhangi bir şeyin olumsuz yanını reddedip olumlu yanını daha üst bir düzeyde gerçekleştirmeyi ifade eder. Hegel’de “aşma” kavramı mantıksal düzeyde ele alınır, Hegel’e göre, olumsuz aynı zamanda olumludur ve olumlu olumsuzu inkâr ederken aynı zamanda olumsuzun da olumlu yanlarını içererek daha zengin bir içeriğe kavuşur. Yani, kendisinden farklı olarak hem kendisinin nemde karşıtının olumlu yanını içermektedir. Böylece, bütün dış etkilerden bağımsız olarak karşıtıyla zenginleşen kavram sürekli olarak gelişir. Hegel’de kavramsal düzeyde ele alınan “aşma”, Marksist terminolojide alt olandan üst olana geçişi ifade eder. Örneğin Diyalektik Materyalizm, idealizmle çelişen kaba materyalizmin aşılmış bir biçimidir. Diyalektik materyalizm aşmış bir biçim olarak, aştığı kaba materyalizmle idealizmin olumlu yanlarını içermiş olarak önceki materyalizme ve idealizme göre daha zengin ve üst bir içeriktir. Toplumsal planda ise, feodalizmle çelişen kapitalizm feodalizmi tasfiye ederken onun olumlu yanlarıyla kendini zenginleştiren daha üst bir toplum biçimidir. Aynı biçimde, kapitalizmi yadsıyan sosyalizm de kapitalizmin yarattığı olumlu değerleri alarak karşıtından aldıklarıyla zenginleşir.
Söylenenlerden de anlaşılacağı gibi “aşma”nın gerçekleşmesi gibi bir sav, bir de karşı savın olması gerekiyor. Aşanın, aşılanın olumlu yanlarını da içererek zenginleşmesi gerekiyor. D. Perinçek’e göre, devrim Marks’ın öngörüsünün aksine “Doğu”da gerçekleştiğine göre, Lenin Marks’ı, Mao ise (herhalde Çin daha da Doğu’da olduğundan olacak!) Marks ve Lenin’i aşmıştır.
Bir “aşma” söz konusu olması için, ya Marksizm monist (tekçi) değil, çokçu bir öğretidir ve eklektik niteliğinden dolayı çelişen yanlardan biri ötekini inkâr ederek aşabilir, ya da Marksizm monist bir öğretidir, ama onun dışında gelişen karşıt bir öğreti tarafından aşılabilir. Örneğin, Marksizm’in Hegel’ciliği aşması gibi. Ama Marksizm’in monist bir öğreti olduğunu D. Perinçek bile reddedemediğine göre, aşma olması için ancak Marksizm dışında oluşan bir öğreti Marksizm’i inkâr ederek ortaya çıkabilir. Bu durumda ise, ortaya çıkan öğreti adına Marksizm dese bile artık o Marksizm’le bir ilgisi kalmamış yeni bir öğretidir. Nitekim Marksizm’in tarihi boyunca Marksizm’i aşma iddiasında bulunan pek çok “Marksist” çıkmıştır. Ama Lenin, Stalin gibi büyük Marksistler böyle bir iddiada bulunmamışlardır. Tersine Lenin ve Stalin Marksizm’e dâhiyane katkılarına karşın Marks’ı aştıklarına dair bir şey söylemedikleri gibi, Marks’ın sadık izleyicileri olduklarını defalarca vurgulamak ihtiyacını duymuşlardır.
Marksizm’in ortaya çıkmasından bu yana Marks’ı aştıklarım iddia eden “büyük Marksistler” olmamış mıdır? Elbette olmuştur: 1870’lerde, daha Marks’ın sağlığında E. Duhring, Marksizm adına “bilimi altüst ederken” Marksizm’i de altüst edip onu liberal bir burjuva öğretisine dönüştürerek Marks’ı aşmayı başarmıştı. 1880’lerin sonunda E. Bernstein, diyalektik Marksizm’e sızmış Hegel’ci bir “yük” olarak görüp, diyalektiksiz bir Marksizm yaratmak iddiasıyla ortaya çıktı ve Marks’ı aşmayı başardı. Ama bu başarı ona revizyonizmin babası olma onurunu kazandırdı. 1915’den sonra ise K. Kautsky, Marks’ın diyalektiğini Hegel’ci bir anlayışla yorumlayarak Marksist çelişme kuramını reddederek Marks’ı aşmayı denedi; “saf demokrasi” ve “ultra-emperyalizm” kuramlarıyla “burjuvazinin bir kahramanı” olmanın ötesine geçemedi. Troçki aynı aşma çabasını “sürekli devrim” kuramıyla yapmaya çalıştı ve bütün “sol” görünümüne karşın emperyalizmin ve Hitler’ci faşizmin hizmetkârlığı rolünü başarıyla yerine getirdi. 1930’lardan itibaren ise, Marks’ı ve Lenin’i “aşmak” gerekiyordu: bu görevi Troçki ve D. Perinçek’in esin kaynağı Mao üstlendi. Mao, Marks’ı ve Lenin’i “aşma” çabasının temeline Marksist diyalektiğin “karşıtların birliği ve mücadelesi” yasası dışındaki bütün başlıca yasalarını reddetmeyi koydu ve üstelik tek yasayı da Hegel’ci bir tarzda yorumlayarak, Marksist çelişme kategorisinin en başına da “baş çelişme”yi ekleyerek Marks’ı, Lenin’i ve Stalin’i astı.” Aşmasına “aştı” da vardığı öğreti Marksizm’in daha üst bir bireşimi değil, eski Çin felsefesi ile Marksizm’in eklektik bir karmaşası olan reformcu, köylü-burjuva nitelikte bir öğreti oldu. Mao, diyalektiği metafizik kalıplar içinde, alt olandan üst olana doğru ilerleyen süreçlerin öğretisi olarak değil karşıtların sürekli birbirine dönüştüğü dairesel süreçlerin öğretisi terekesine düşürdü. Bu yüzden de, 3. Enternasyonal’in bütün desteğine karşın ÇKP Marksist bir parti düzeyine yükselemedi. Mao, Marks’ı ve Lenin’i aşma iddiasıyla ortaya çıktı, ama bununla Çin’i Marksistleştiremedi, tersine Marksizm’i Çinlileştirerek, onu bir köylü öğretisine dönüştürmeyi başardı. 1950’lerden itibaren Troçkist 4. Enternasyonal’in ideologları diyalektiğin başlıca yasalarından biri olan “Niceliğin niteliğe dönüşmesi yasasını” geçersiz ilan ederek Marksizm’i bir kez daha aşmayı denediler ve buradan “sürekli bunalım”, “silahlı propaganda”, “suni denge” gibi anti Marksist içerikte kavramlara, anti-Marksist bir ideolojik ve siyasi tutuma vardılar. Tito, Kruşçev, Euro-komünist eğilimler ise, diyalektiği üstü örtülü biçimde, proletarya diktatörlüğü öğretisini açıkça inkâr ederek revizyonizmin çağdaş temsilcileri olarak Marks’ı, Lenin ve Stalin’i aşmış oldular. Günümüzde ise Gorbaçov ve Gorbaçovcular ortaya çıkan yeni koşul ve olgular karşısında Marks’ı ve Lenin’i aşma iddiasındalar ve bunu başarmak için bütün eski “askın Marksistlerden” ilham alıyor, onların söylediklerini pratik sonuçlarına götürerek, Troçki’den bu yana emperyalistlerin en gözde adamları olma payesini şimdiden kazanmış durumdalar.
Hiç kuşkusuz, bizim ülkemizde de Marks’ı, Lenin’i aşma iddiasında olanlar eskiden beri var: Önce Ş. Hüsnü, sonra Aybar, şimdi ise, D. Perinçek, Y. Küçük ve tabi genellikle üniversitede kariyer yapmış pek çok “Marksist”. Bunların ötekilerden farkı, “Marks’ı aşmada” gösterdikleri çabanın azlığı değil de dünya ölçüsünde ün salamamış olmalarıdır.
D. Perinçek, hiç olmazsa bugün, bu ünlü revizyonistlerle aynı safta gözükmek pek işine gelmeyeceğinden, “ben Duhring ya da Gorbaçov gibi değil Lenin gibi Marks’ı aşmaktan söz ediyorum” diyebilir ve “Marksizm’e katkı yapmanın herkesin hakkı olduğunu söyleyerek” haklı bir konumda durmaya çalışabilir. Ama bilgi, kavramlarla kurulur ve bu kavramaların içerikleri herkes için, özellikle aynı literatürü kullananlar için, aynı olmazsa iletişim sağlanamaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, “asma” kavramı Marksist literatürde iki karşıt arasında olan bir ilişkiyi ifade eniğinden, bir şey ancak kendi karşıtı tarafından aşılabilir Ya Marks’ın Hegel’i aştığı gibi olumlu bir biçimde olur ya da sözünü ettiğimiz revizyonistlerinki gibi tırnak içinde olur. Kuşkusuz ki, D. Perinçek bunun böyle olduğunu bilir, ama amaç katkı ya da Marksizm’i zenginleştirmek değil de burjuva ideologları ve revizyonist koronun yürüttüğü Marksizm’den kuşku yaratmak kampanyasına güç vermek olunca kavramları çarpıtmak onun amacına uygun düştüğü için böyle davranmak doğal olur.
Perinçek, “Marks’ı ağanlar haklı çıktı” derken, Marks’ın, devrimin en gelişmiş kapitalist ülkede patlak vereceği biçimindeki tespitinin doğru çıkmamış olmasına dayanmaya çalışmaktadır. Ama her şeyden önce, Marks ve Engels’in bu öngörülerinin gerçekleşmemesi, ne kapitalist özüne ilişkin söylenenlerin yadsır mahiyettedir, ne de Marksizm’in temeli olan diyalektik materyalizmin olguları incelemede yetersizliğini gösterir. Kaldı ki Marks, daha sağlığında, devrimin merkezinin Doğu’ya doğru kaydığı tespitini de yapar. Engels ise, 1849’lara ilişkin tespitlerini açık yüreklilikle eleştirir: “Ama tarih bizi de haksız çıkardı, bizim o zamanki görüşümüzün bir yanılsama olduğunu ortaya koydu. Hatta daha da ileri gitti; yalnız bizim o zamanki yanılgımızı savurmakla kalmadı, proletaryanın içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı altüst etti.” (14) Görüldüğü gibi sorun teorik bir sorun olmaktan çok ortaya çıkan yeni olgular sorunudur. 20. yy başlarında ortaya çıkan emperyalizm olgusu ve bu olgunun Marksizm ışığında Lenin tarafından çözümlenmesi ile de Marksizm daha da zenginleşir. Ama bu, Marks’ın aşılması değil geliştirilmesidir. Sınıf mücadelesindeki her ilerleme, ortaya çıkan yeni olguların çözümlenmesi Marksizm’e bir katkıdır ve onu zenginleştirir. Zaten Lenin de, “somut koşulların somut tahlilini Marksizm’in yasayan ruhu” olarak niteler.
Eğer, Perinçek’in Marksizm hakkında kuşkular yaratma niyetini bir yana bırakırsak, 1849’daki yanlışlarını eleştiren Engels’in Marks’ı ve kendisini, Lenin’in Marks’ı ve Engels’i, çıkan her yeni olguyu tahlil eden bir Marksist’in kendisinden önceki Marksistleri aştığını iddia etmek durumunda kalırız ki; bu durumda da, “aşma” kavramı bir kavram olmaktan çok sıradan bir sözcük durumuna gelir, kavram olarak anlamsızlasın Ama 2000’e Doğrudan, yukarda yapılan alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Perinçek, “asma” kavramını sıradan bir sözcük olarak kullanmıyor, terminolojideki anlamını da çok iyi biliyor. Ne var ki; Marksizm, Leninizm artık geçersizdir demek bugün işine gelmediğinden (işine böylesi geldiğinde Marksizm, Leninizm öldü, artık geçersizdir demekte tereddüt etmeyeceğine eminiz) Marks, Engels, Lenin hakkında ve tabi onların teorisi hakkında kuşkular yaratmak ve Marksizm’e açıkça saldıranları desteklemekte yetiniyor.
Nitekim Perinçek, “Marks’ı aşanlar haklı çıktı” diye fetvalar verip ama bir yandan da Marksist geçinmeyi elden bırakmadığı günlerde, 2000’e Doğru’nun sayfalarını açıkça Marksizm’e savaş açmış Batı ve Doğu Avrupalı revizyonist ve liberallere açıyordu. Polonyalı Jak Kuron’a, “Düşüncem (sosyalist devlet konusundaki düşüncesi, ÖD) totaliter devlet yönünde gelişiyor. Bu da başka bir toplumun analizinde Marksizm’in eksikliğini gösteriyor.” (abç) dedirtmek için 2000’e Doğru ta Polonya’ya muhabir göndermekten çekinmiyordu, Saçak ise, bu yazının son bölümünde değinileceği gibi anti-Marksist sınıf tahlili yapanlara sayfalarını açarak, Marksist sınıf kavramına karşı savaş açıyordu. Yine aynı aylarda, Doğu Perinçek, Gorbaçov’u alkışlıyor, Gorbaçov’u partilerine üye alabileceklerini söylüyordu. Bu arada, günün modası “68 Nostaljisi”ni de takılmaktan geri kalmıyor, 68’i Herbert Marcus’çu bir tutumla selamlayarak, onun olumsuz yanlarına övgüler diziyordu. Sadece övgü düzmekle de kalmıyor, 2000’e Doğru’nun 1968 22. sayısında “Avrupa’da devrimci sınıf yoktur, gelecekte olabilir ama bugün yoktur.” gibi zırvalarla da kendi imzasıyla açıkça Marksist terminolojinin en temel kavramlarından birisinin daha içini boşaltıyor, üstelik de bunu devrimci pozlarla yapmaktan geri kalmıyordu. “Marks’ın öğretisinin en önemli yanı” diyordu Lenin, “ondaki, proletaryanın dünya-tarihsel rolün açıklığa kavuşturuluşudur.” Çünkü Marks proletaryayı sadece ezilen ve sömürülen bir sınıf olarak görmüyor, tarihsel bakımdan da insan toplumunu ileriye götürecek tek devrimci sınıfın sübjektif durumuna bakarak değil, ama onun tarihsel bakımdan ortaya çıkış koşullarına bakarak varıyordu.
Marks’ı “aşılmış” ve eskimiş bulan D. Perinçek ise, Avrupa işçi sınıfının bugünkü bilinç ve eylem durumuna bakarak onu devrimci olamayan bir sınıf olarak ilan ederken, bir yandan Euro-komünistlerle öte yandan da Marcus’la dirsek temasındadır. Zaten Perinçek’e göre her sınıf devrimci olabilir ve bu yüzden de ulusal burjuvaziyi, hatta Avrupalı emperyalistleri sosyalizme ikna etmeye uğraşmaktadır. Bu da, onun için, Mao’dan Gorbaçovculuğa geçiş için bir sıçrama platformudur. Bugün, Perinçek’in sözde anti-Gorbaçovculuğuna bakarak bu yargımız çok ileri gitmiş gibi sanılabilirse de onun faydacı politik çizgisini bilenler için bu, hiç de ileri gitmiş bir yargı değildir. 1988’de Gorbaçov’u SP’sine üye olmaya çağırırken samimi bir Gorbaçovcuydu. Ama TBKP o boşluğu doldurduğu için bir fayda sağlayamayacağını anladığı için sözde bir anti-Gorbaçovcu olmayı tercih etti. Yoksa başka hiç bir ideolojik kaygısı yoktur. Nasıl ki, burjuva partileri ve Euro-komünist partiler alacakları oyu artırmak için programlarını, salt oy kaygısıyla biraz daha sağa ya da biraz sola çekmeyi ilke edinmişlerse, Perinçek de, siyasi yaşamı boyunca hep “solda” boşluklar aramış, nerede boşluk bulmuşsa, bir ideolojik kaygı gütmeden çadırını oraya açmıştır. Politikalarını da o boşluğun durumuna göre belirlemiştir. Bugünkü bulunduğu yerde Stalin’i savunmak, PKK ve Kürt sorununa yakın durmak prim yapar diye düşündüğünden; devrimcilikten, Kürtlerden ve onların haklarından söz etmektedir. Ama yarın bunun tam tersinin faydalı olacağını görürse, 12 Eylül öncesi ipliği pazara çıkmış, sınıf işbirlikçisi reformcu, sosyal şoven çizgiye dönmek için asla tereddüt geçirmeyecektir. O’nun götüreceği yer ise D. Perinçek’in bugüne kadar ve bugün sürdürdüğü çizgidir.
Y. Küçük diyalektiği altüst ediyor.
Marksizm’e saldıran çeşidi anti-Marksist odakların açıkça saldırmaktan çekindikleri alan Marksist diyalektiktir. Kuşkusuz bu, onların diyalektiğe duyduktan yakınlıktan değil; birincisi diyalektiğe saldırdıklarında. Marksist olma iddiasını yitireceklerinden çekinmelerinden, ikincisi ise diyalektiğin karşısına inandırıcı bir sistemle çıkamamalarındandır. Bu yüzden de Marksizm’in muhaliflerinin çoğunluğu diyalektiğe övgüler dizmişler, ama devlet, devrim, tarih vb alanlarda Marksizm’i eleştirmeyi ya da “düzeltmeyi” yeğ tutmuşlardır. Bu yüzden de Marksizm’in diyalektiğine saldıranlar daha çok marjinal aydınlar olmuştur. Ülkemizde de, Marksizm’den kuşku uyandırma kervanına diyalektik hakkında kuşkular uyandırmak onuru tipik bir marjinal aydın olan Y.Küçük’e düşmüştür. O, Duhringvari bir burnu büyüklükle “resmi tarihi tersine çevireceğini” iddiasıyla yola çıkmış, ama diyalektiği tersine çevirmenin sınırına dayanmıştı. Şöyle diyor, ‘Türkiye’de Aydının Rolü” yazısında: ‘Türkiye’de aydın ocakları, kaybedilmiş olanları kırıntılarıyla yakalamayı değil, felsefede, fizikte, estetikte, toplumsal araştırmalarda uçlarda dolaşmayı hedef almak durumundadır. Diyalektiğin bilinen yasalarının, karşılaşılan sorunları çözümlemeye yetmediğini düşünüyorum. Türkiye aydınının önündeki temel sorunun diyalektiğin yasalarını geliştirmek ve düşünme için yeni diyalektik ilkeler bulmaktır; böyle görüyorum, eşitsiz gelişme yasasının böyle bir imkanı zorladığını ve yarattığını düşünüyorum.” (abç) (15)
Elbette “düşünmek” serbest, ama ciddi bir “düşünen” bu yetersizliğin nerede olduğunu da göstermek zorunda. Y. Küçük bugüne kadar çiftlerce kitap yazdı, üstelik çok iddialı tezler öne sürdü, orada diyalektik yetmemiş olsa söylerdi, söylemiyor. Sıradan bir edebiyat eleştirisi içinde bu türden açıklamalarda bulunuyor. Bu da ister istemez akla, tıpkı D. Perinçek gibi Y. Küçük’ün de “soldan” günün modası olan Marksizm eleştiricileri safında yer aldığı düşüncesini getiriyor. Bu tutum, biraz aşağıda sözünü edeceğimiz Y. Koç, H. Yurtseven, gibi açıkça Euro-komünist görüşler savunan yazarlara sayfalarım açmasıyla birleşince tutumu daha da kuşkulu hale geliyor.
Her şeye karşın Y. Küçük bir noktada “haklı” gözüküyor. Gerçekten de Y. Küçük’ün öne sürdüklerini diyalektikle açıklamak olanaksız. Örneğin, resmi tarihi bir despot ve gerici olarak nitelediği Abdülhamit’i “resmi tarihi tersine çevirme” adına Abdülhamit’i (Abdülhamit öğretmen okulları, sağlık okulları liseler açtırdı, çeşitli bayındırlık hizmetleri yaptı vb. gerekçesiyle) aklıyor. Aynı ekonomist mantıkla, Brejnev’in SB’de buzdolabı, çamaşır makinası, TV vb. tüketim mallarını yaygınlaştırmasını gerekçe göstererek onu gelmiş geçmiş büyük sosyalistlerin en başına yerleştiriyor (16), bütün bir 1988 ve 1989 yılı boyunca, Lenin, Stalin, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’un hepsinin kendi dönemlerine göre Marksizm’in yaratıcı uygulayıcıları olduğunu Lenin ve Stalin’den diğerlerini ayıranların Marksizm’den bir şey anlamadıklarını savunuyor. (Romanya’daki ayaklanmadan sona Çavuşesku’nun safına geçen Y. Küçük, Çavuşesku’nun katlinde Gorbaçov’un da parmağı olduğunu, son yıllarda Gorbaçov’un “hoşuna gitmeyen” işler yaptığını söylüyor. (17) Böylece O’nu “büyük sosyalistler” sıralamasından çıkardığı anlaşılıyor. Ama Gorbaçov’u büyük olmasa da sosyalist saymaya devam ediyor. Ancak, Gorbaçov’un son ataklarından sonra Y. Küçük şimdi nasıl “düşünüyor” henüz pek belli değil.) Malta paylaşım doruğuna ise, Shavardnadze’nin gelmiş geçmiş en uzlaşmacı Sovyet Dışişleri Bakam olması ile açıklıyor (18). Elbette bu tezleri kanıtlamada Diyalektiğin bir yaran olamaz. Yaran bir yana diyalektik düşünmenin ölçülerine vurulduğunda bu “tezler” bir saçma düzeyine düşer. Çünkü Diyalektik bir çelişmeler öğretisidir, ama bu, mantıksal bakımdan da çelişirlik anlamına gelmez, tersine diyalektik katıksız bir mantıksal tutarlılıktır. Bu yüzden de Y. Küçük bütün öteki öznel idealist aydınlar gibi diyalektikten rahatsızdır, ama ütün “uçlarda dolaşalım” öğüdüne karşın, bu konuda -cesareti yetmediğinden- sadece diyalektiğin yetersizliğinden yakınmakla yetinmektedir. Gelecekte ise istediği, diyalektikten kurtulmaktır. Tıpkı Bernstein gibi.
Eğer Y. Küçük’ün amacı Marksizm hakkında kuşku yaratmak değil de diyalektiğe bir katkı yapmaksa, her şeyden önce diyalektiğin hangi sorunu çözmekte yetersiz kaldığını açıklaması gerekir. Çünkü diyalektiğin Marks ve Engels tarafından “idealist zarfından çıkarılması” üstünden 140, Engels’in Doğanın Diyalektiği” adlı yapıtının yayınlanmasının üstünden ise 100 yılı aşkın bir süre geçti. Bu süre içinde büyük toplumsal altüst oluşlar, devrimler karşı devrimler yaşandı, bilim ve teknolojide şaşırtıcı ilerlemeler oldu, ama bütün bu ilerlemeler diyalektiği doğrulayan gelişmeler oldu; her yeni buluş, her toplumsal ilerlemede diyalektik yasaları daha da doğrulandı. Örneğin; Engels’in Doğanın Diyalektiği’ni yayınlamasından bu yana geçen süre içinde doğa bilimlerindeki gelişmenin boyutlarım bir bilim adamı olan Y. Küçük bilir, ama Doğa bilimdeki gelişmelerden hangisinin Engels’in sorunları çözümlerken yaklaşımını yadsıdığını gösterebilir? Bugün, Doğanın Diyalektiğinde açıklanan pek çok olgu içinde bir kaçının eskimiş olduğu iddia edilebilir Kant-Laplace’ın evren doğum kuramı ve esirin mekanik varsayımı kuramı artık doğabiliri tarafından kabul edilmiyor. Yine 19. yüzyılda elektrik hızının ışık hızından fazla olduğu biçimindeki varsayımı da artık geçersiz sayılıyor. Ama bunlar sorunun özüne ilişkin yanılgılar değil, bilimsel gelişmenin o tarihteki yetersizliğinin sonucu olan açıklamalardır. Buna karşın Engels, kendisi bir doğa-bilim uzmanı olmadığı halde kendi çağının bilim adamlarının ortak kanısına karşın 19. yüzyıl elektrik teorisinin zayıf yönlerini diyalektik yasalar açısından eleştirir, kimyasal süreçlerin açıklanması için öngörüler ileri sürer ve onun bu sezgileri daha sonradan elektrolitik ayrışım teorisi tarafından formüle edilir. Yine, çağdaşı bilim adamlarının atomun yapısının basit olduğu konusundaki hem fikirliklerine karşın; O, karmaşık bir atom yapısı görüşünü dile getirir, bu öngörü de, Rutherford ve Niels Bohr’un araştırmaları ve 1930’lardan sonra atom-altı parçacıklarda yapılan buluşlarla doğrulanır.
Burjuva ideologları ve pek çok sözde Marksist özellikle doğa-bilimin diyalektik materyalizmi yalanlayan bir olgusunun çıkmasını ömür boyu beklediler, bugün de bekliyorlar. Ama sevinçleri hep kısa sürdü: 20. yüzyılın başında radyo aktivitenin keşfini bayram yaparak duyurdular dünyaya. Çünkü elektron ışık ışını yayarak yok oluyordu. İdealist ve sözde materyalistlerce bu, “madde yok oluyor” çığlığı ile karşılandı. Öyle ya ne kadar küçük olursa olsun bir parçacık yok olmuştu ya, öyleyse diyalektik materyalizmin en temel ulamı (kategori) çökmüştü. Ama bu şaklabanlık kısa sürdü, bu sürecin tersinin de doğru olduğu keşfedilince idealist çığırtkanlar inlerine dönmek zorunda kaldılar, bir başka bahan beklemek üzere. 20. Yüzyıldaki her yeni buluş diyalektik materyalizmi daha da güçlendirdi. Rieman ve Laboçeski’nin modern geometrilerinin bir doğrulaması olan Einstein’in özel ve genel görecelik kuramı evrenin eğri-sel bir yapıya sahip olduğunu ortaya koyarken metafizik doğru ve düzgün geometrik şekillerin sadece kaba soyutlamalar olduğunu, bununla da kalmayıp evrende her şeyin birbirine göre bir hareket içinde olduğunu, madde ve hareketin bir uzay-zaman boyutu içinde anlamlandığını da kanıtlayarak, durağanlığı ve tanrısal ya da mekanik bir tekdüze hareketliliği savunan tüm idealist kaba materyalist öğretileri yerle bir etti. Biyoloji, nükleik asit ve proteinleri çözümledi, gen teknolojisi canlı organizmaların “gizlerini” büyük ölçüde şuadan bilgi düzeyine çıkardı ve böylece Darwin’in (Marks, Türlerin kökeni için Engels’e yazdığı mektupta “bu bizim kitabımız” diyordu) materyalist diyalektik evrim kuramını doğruladı, doğruluyor. Bütün bunlardan da öte, atom fiziğindeki gelişmeler ve yeni buluşlar, özellikle yeni yeni atom-altı parçacıkların bulunması, her parçacığın bir karşıtının keşfedilmesi dahası, bilim adamlarının bugün daha da ileri giderek evrende madde kadar bir karşı-madde olduğu yolundaki bulgular çıkarmaları diyalektik için kesin zaferin (bütün idealist ve kaba materyalist öğretilere karşı) uzak olmadığının belirtileridir.
Doğa-bilim alanının, sosyal bilimlere göre ölçülebilir ve gözlenebilir olgularla uğraşıyor olması, sorunları azaltıyor olmasına karşın bu alanda da gelişmeler sancısız ve tartışmasız sürüyor değildir. Bu alanda da çeşitli kuramlar savaşıyor elbette. Örneğin Max Planc’ın “Kuantum Kuramı” ile Einstein’in “Görecelik Kuramı” arasında uzlaşmayan bir çok noktanın olduğu biliniyor, ama bunda diyalektiğin bir suçu yok. Tersine bu tür uzlaşmazlıklarda bilim adamlarının diyalektiğe uzak durmaları, dar deneyciliğin, bilinemezciliğin tuzağına düşmüş olmalarının rolü vardır.
Sosyal bilimler alanında da durum çok farklı değil, sadece biraz daha karmaşık ki, o da, bu alanın doğasından gelen bir şey. Bütün 19. ve 20. yüzyılda olup bitenler (ve elbette bütün sınıflı toplumlar boyunca olup bitenler dâhil) Marksizm’in, diyalektik ve tarihsel materyalizmin temel yasalarının bir doğrulanmasıdır. Bugün en gerici burjuva ideologları bile “Marks’ın çözümlemelerinin 19. yüzyıl için geçerli” olduğunu kabul ediyorlar, ama diyorlar (tıpkı revizyonistler gibi), “bugün koşullar değişti, proletarya eski proletarya değil”. Yine bu burjuva ideologlarının bir bölümü ve revizyonistlerin çoğunluğu 20 yüzyılın ilk yansı için Lenin, hatta bazıları Stalin’in bile doğru çözümlemeler yaptığını söylüyorlar. Hiç kuşkusuz burada gerçeğin zararsız bir yanını kabul ederek, “bak adamlar gerçeği kabul ediyorlar, öyleyse bugün söyledikleri de gerçektir” imajını yaratmak gibi sinsi bir amaç varsa da, onları buna zorlayan tarihsel gerçeklerin de önemli bir etkisi olsa gerekir. Bugün tartışmalar Stalin dönemi ile bugün arasındaki kıyaslamalar, daha doğrusu bağlantılar üstünde yoğunlaşıyor. Gorbaçovcuların son yıllarda kazandığı ivme ile diyalektiğe yönelik saldırıların son yıllarda kazandığı ivme ile diyalektiğe yönelik saldırıların anması da bir paralellik gösteriyor. Çünkü, son 30 yıldır sürdürülen SB’de ve Doğu Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen kapitalist restorasyon, artık en sadık izleyicilerince bile görmezden gelinemiyor. Y. Küçük ve diyalektiği onun gibi kavrayan başkaları 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca SB’nde kapitalizmin restore edildiğini söyleyenlere müstehzi bir tebessümle “siz diyalektiği bilmiyorsunuz, tarihin tekerleği tersine çevrilemez, hani nerede kanlı bir karşı devrim vb.” deyip yüreklerini ferahlatıyorlardı. Son bir kaç yılda olup bitenlerle kafaları duvara çarpınca, “ha burada duvar varmış, ama diyalektik bunu yazmıyor, demek ki Marks’ın diyalektiği yetersizmiş” diyorlar. Ama dün olduğu gibi bugün de yanılıyorlar; diyalektik materyalizm ve onun topluma bir uygulaması olan tarihsel materyalizm tam da bunu söylüyordu. Bu yüzden de bu felsefi temele yükselen ML partiler programlarının basına bunun için proletarya diktatörlüğünü yazıyorlar, bunun için komünizmin birinci aşaması, sosyalizm aşamasını sınıf mücadelesinin bütün şiddetiyle sürdüğü bir dönem olarak biliyorlardı. Ama sizler, diyalektiği metafizik-idea-üst bir zarf içinde kendi burjuva dünya görüşünüze uygun yorumladığınız için tarihin dümdüz ilerleyen bir seyir izlediğini sanıyordunuz. Ve bugün yine kendi küçük burjuva burnu büyüklüğünüzü eleştirecek yerde, 150 yıllık toplumsal pratiğin doğruladığım kabul etmiyor bu pratiği tersine çevirerek kafanızda kurduğunuz “tezlere” uygun bir diyalektik yasalar demeti arıyorsunuz. “Benim için” diyordu Engels, “Diyalektik yasaları kurgu aracılığı ile doğaya sokmak değil, ama orada bulmak ve oradan çıkarmak söz konusu olabilirdi” (19). Elbette doğru yaklaşım da Engels’inkidir ve soruna Engels gibi değil de Dühringvari, kafamızdakini doğaya ve topluma yakıştırmaya kalkarsak her toplumsal dönemeçte yeni yasalar aramak bir kaçınılmazlık olur.
Y. Küçük kabul etse de, etmese de, bugün Doğu Avrupa ve SB’nde olanların kökleri Stalin döneminde değil, Kruşçev ve göklere çıkardığı Brejnev döneminde gerçekleştirilen kapitalist restorasyondadır. Bugün yapılan artık biçim olarak da sosyalist kalıntıların açıkça reddedilmesidir. Bu yüzden de bugün sorun olarak görülen şey “sosyalizmin sorunları” değil revizyonizmin sorunlarıdır. Eğer bugün artık hayranlarının bile kabul etmek zorunda kaldığı kapitalistleşmenin sorunları, “sosyalizmin sorunları” olarak ele alınırsa burada diyalektiğe yeni yasalar eklemek bile sizleri kurtaramaz. Çünkü birkaç yıl sonra, bu ülkelerdeki gelişmeleri açıklamak için “yeni” diyalektik yasalara ihtiyacınız olacaktır. Yok, eğer ortaya çıkan durumu kapitalizm olarak ele alırsanız, var olan diyalektikle her şeyi doğru ve basitçe açıklayabilirsiniz. Çünkü bu ülkeler sosyalist değil kapitalist ülkelerdir. Artık klasik kapitalizmin bütün normları da işlemeye sokulmuştur. Burada ortaya çıkanlar da sosyalizmin değil kapitalizmin sorunlarıdır. Proletarya için gündemde olan burjuva ölçüler içinde yeniden iktidara gelmek değil, bir proleter devrimdir, Marksist-Leninistlere düşen de bir devrim için proletarya ve diğer emekçileri hazırlamaktır. İlla sosyalizm için sorun aranıyorsa; sorun bugün buradadır. Tabi ki; eski “geriye dönüş olmaz’ vb. gibi saçmalıkları bir yana iterek ve geri dönüşün nedenlerini sorgulayıp gelecek için dersler çıkararak.
Kısaca söylenecek olursa; bugün doğa-bilim alanında birbirine karşıt kuramlar ve bu kuramların yandaşları arasında bir çekişme sürüp gitmekte, sayısız bilim adamı bu kuramları uzlaştırmak için çaba harcamaktadır. Tekeller ve kapitalist devletler, bilimsel bilgiyi birbirinden sakladığından aynı bilgi için pek çok emek ve para israf edilmektedir (soğuk füzyon örneğinde olduğu gibi). Dahası, bilim adamları birer robot gibi, tarih felsefe, siyaset gibi alanların dışına itilerek sadece bilgilerini kapitalist tekellerin çıkarları için kullanan aletler olarak görülmektedir. Bu da onları miyoplaştırmakta, kendi dar deneyci dünyalarına hapsetmektedir. Deneycilik, bilinemezcilik, olguculuk gibi öğretiler bilim adamlarını diyalektikten uzaklaştırmakta, onların yeni sentezlere varmasını önlemektedir.
Sosyal bilim alanındaki ilerlemeyi ise revizyonistler engellemekte, Marksizm’in içini boşaltarak onu reformcu bir öğretiye dönüştürmekte, dahası iktidara geldikleri ülkelerde sosyalizm adına kapitalizmi inşa ederek sosyalizmin gözden düşürülmesine katkıda bulunmaktadırlar. Onlar için diyalektik ise, sofistlerde olduğu gibi bir laf kalabalığına dönüşmektedir.
Yukarıdaki nedenlerden dolayıdır ki, bugün aydınları, bilim adamlarını bekleyen görev “uçlarda dolaşıp” yeni diyalektik yasalar aramak değil, bilimsel araştırmalarda diyalektiği kılavuz edinmek, bilimdeki gelişmeleri, yeni buluşları diyalektik yasalar ışığında yorumlamaktır.
20. yüzyılın başında Lenin, Ernst Mach’ın pozitivizminin bilimden kaçışı hızlandırdığını gördü ve ünlü eseri Amprio-kritisizm’de onun “dünya ile ilgisi olmayan düşüncelerini” eleştirerek diyalektiği savundu. Bugün de, bilimden kaçışı kışkırtan, deneycilikten yapısalcılığa bir dizi öğreti aynı işi yapmakta, tekelci burjuvazinin çıkarları uğruna bilimsel gelişmeyi bir kaos içine çekmeyi sürdürmektedir, işte, diyalektiği savunan aydınların bilim adamlarının baş görevi bu kaosu parçalamaktır. Ne var ki, dünyayı kafasındaki “tezler”den ibaret gören Y. Küçük, bu durumu anlamaktan uzaktır. O “yazdığı kitaplarla” her şeyi çözdüğünü düşünmektedir ve üstelik de dünyada neler olup bittiğini anlamadan yazmaktadır. Toplumsal Kurtuluş’ta edebiyat eleştirileri yaptığı bir yazıda, çok satan kitaptan okumadığını, gazete almadığım, sadece rastlarsa (bir yerlerde) okuduğunu, sinemaya gitmediğini ve TV seyretmediğini, (üstelik kendisini övmek için) yazıyordu. (20) İnsana bu pek inandırıcı gelmiyor, ama yukarda sözünü ettiğimiz panelde söylediklerine bakınca inanmak da gerekiyor. Şöyle diyor Y. Küçük: “Bu kavram (revizyonizm Kavramı O.D.) Ekim Devrimi öncesini niteleyen bir kavramdır. Biraz araştırın, kafanızı kullanın yeni kavramlar üretin, bakın ben araştırdım bugünkü duruma uygun bir kavram geliştirdim. Ben bugünkü durumu kapitalist restorasyon kavramıyla niteliyorum. Siz de kullanabilirsiniz” (!!!). Bir başka panelci, bu kavramın Türkiye’de 15-20 yıldır kullanıldığını söyleyince Y.Küçük hayretle bakıyor, “arkadaşım bu kavramın nerede kullanıldığını söylerse öğrenmiş oluruz” diye pişkince yanıtlıyor. Ne gündelik gelişmeleri ne de yakın tarihin Marksist basının doğru dürüst izleme zahmetine katlanmayan (buna ihtiyaç duymayan demek daha doğru) Y. Küçük kalkıp aydınları “yeni yasalar bulmak” adına diyalektiğe karşı savaşa çağırıyor. Sosyalizmin tarihiyle bir paralellik kurarsak bu bir Duhring kompleksidir. Gerçekten de Anti-Duhring sanki Y. Küçük için yazılmış gibidir. O da bunun farkında olmalı ki, “Stalin 1930’lu yıllar boyunca Anti-Duhring’e karşı savaştı” (21) diyerek Stalin’i övüyor,(!) ama dolaylı yoldan da Duhring’i aklıyor.
Y. Küçük’ün politik tutumu da bu “uçta dolaşma çağrısına uygundur”. Tıpkı D. Perinçek’in politik çizgisini hiçbir ideolojik kaygı gütmeden politik yelpazede nerede bir “boşluk” varsa ona göre belirlemesi gibi, Y. Küçük de politikalarını “en uçlardaki” “boşluklar” a göre belirlemektedir. Bu tutum ne Marksist’tir ne proleter, tipik bir marjinal aydın tutumudur
H. Yurtseveri ve Y. Koç “yeni” sınıf kavramıyla Marks’ı “aşıyor”
Marksizm’in en temel kavramlarından birisi de sınıf kavramıdır. Bu yüzden de Marksizm’i açıkça ya da üstü örtülü biçimde reddeden, hemen bütün eğilimler, bu temel kavramı da çarpıtmak zorunda kalmaktadırlar. Özellikle Euro-komünizmin ortaya çıkmasından sonra sınıf kavramının yeniden yorumlanması hemen bütün sapmaların ortak özelliği olmuştur. Bu yazının önceki bölümlerinde gördüğümüz gibi, kimi revizyonist çevreler, işçi sınıfı yok oluyor diye sevin çiğlikten atarken kimileri ise, memur, mühendis, doktor vb. küçük burjuva katmanları da işçi sınıfından saymak gerektiğini iddia ederek ve bu “yem” sınıfa göre programlar geliştirerek anti-Marksist bir çizgide ilerlemekledirler.
Hiç kuşkusuz, bugün Marksizm’in sınıf kavramını çarpıtan pek çok eğilim vardır. Özellikle akademik çevrelerde bu eğilimler daha da çeşitlenmektedir, ama öz itibariyle ortak tutumları Marks ve onun tutarlı izleyicilerini darlıkla, sınıf kavramını yeterince geniş yorumlamamakla suçlamaktadır. Bu türden eğilimlerin Euro-komünist olanlarına bu yazının birinci bölümünde değindik. Burada ise; ülkemizden iki örnek vererek yazıyı bitireceğiz.
Haluk Yurtseveri, “işçi Sınıfının Devrimci Rolü” adlı yazısında işçi sınıfının bugün kazandığı özellikler üstünde durduktan sonra Marks’ı şöyle “düzeltiyor”: “Beyaz yakalılar, çok büyük çoğunluklarıyla yaşamak için iş güçlerini kapitaliste satmak zorunda kalan ve satan, doğrudan ya da Marks’ın “kolektif emekçi” kavramı içinde dolaylı olarak artık değer üreten, sömürülen bir gruptur.” (22)
H. Yurtseven beyaz yakalıları, “büyük çoğunluklarıyla” işçi sınıfı içine sokup “kolektif emekçi” kavramı içinde “artık değer üreten” bir grup vb. diyerek Marks’tan tümüyle kopmama gayreti içinde görülüyor. Ama aynı dergide (Toplumsal Kurtuluş) sık sık onunla birlikte kalem oynatan yandaşı Yıldırım Koç, aynı şeyleri, Y. Küçük’ün “uçlarda dolaşma” öğüdüne uygun olarak, pervasız bir biçimde dile getiriyor. Y. Koç, “Saçak”taki “Türkiye Sendikacılık Hareketi ve Sendikal Birlik” adlı yazısında şöyle söylüyor: “Üretim sürecinin teknik yanına kafa emeği ile katılan insanlar da (eğer ücretli özgür emekçilerse) dar tanımıyla bile işçidir, proleterdir. Buna göre, bir işyerinde ücretli olarak çalışan ve üretim sürecine kafa emeğiyle katılan bir mühendis tam anlamıyla bir proleterdir. Buna karşılık, sokakları çok zor şartlarda süpüren ve bedenen çalışan bir temizlik işçisi, proleter değildir. Temizlik işçisi ücretlidir ve geniş tanımıyla işçi sınıfına girer. Bu açıdan baktığımızda, geçmişte ‘küçük burjuva’ olarak (kanımca yanlış biçimde sınıflandırılan memurların çok büyük bir bölümü işçi sınıfının içinde saymak ve işçi sınıfı tanımı salt üretken faaliyette bulunanlar değil, tüm ücretli özgür emeği kapsayacak biçimde genişletmek gerekir.” (23) (Sözü edilen fazı Y. Koç’un sadece dergide misafir yazar olarak yazdığı bir yazı değildir. Aynı metin SP’nin 9 Nisan ye 23 Nisan 1988 günleri SP’nin Ankara İl ve İstanbul İl merkezlerinde Y. Koç taralından konferans olarak verilmiştir. SP’nin işçilere nasıl bir Marksizm öğrettiği açısından önemlidir bu.)
Aktardığımız yarım paragraf içinde, Y. Koç, işçi sınıfını işçiler ve proleterler, mühendisleri de proleter sayma ve ne idüğü belirsiz bir “tüm ücretli emek” kavramıyla Marks’ı bir kaz kez “aşıyor” ya da daha doğru söyleyişle Marks’ı birkaç kez ihlal ediyor. Ama durun: Y. Koç’un “uçlarda dolaşması” daha bitmedi. Çünkü her şeyin en az iki “ucu” var ve öteki “ucu” da dolaşmadan Y. Küçük’ün öğüdü tam olarak tutulmuş sayılmaz. Bir “uç”dan ötekine geçen Y. Koç, şöyle söylüyor: “Kanımca esnaflaşmayan yeniçerileri de geniş tanımıyla “işçi sınıfı içinde saymak gereklidir. Bu anlayış, şu açıdan önemlidir: Yeniçerilerin, devletin bilinçli bir enflasyonla ücretlerinin satın alma gücünü düşürme çabalarına karşı bilinçli direniş ve eylemleri vardır. Grev yapmışlar, toplu pazarlık yapmışlar, ikramiye almak için padişah değiştirmişler, ayaklanmışlardır… Yeniçerilerin önemli bir bölümü Osmanlı imparatorluğu’nun son dönemlerinde ücretlere dönüşmüştür ve bu son derce örgütlü ve militan güç, çok önemli bir gelenek oluşturmuştur.” (24)
Yukarıdaki tanımlamalar içinde Y. Koç’un “ücretli özgür emek” anlayışı kabul edilirse, sadece üretim sürecinde görev alan mühendisleri değil, işletme müdürlerini, genel müdürleri de “tam proleter” saymamak için hiç bir neden yoktur. Öyle ya, adamlar hem “ücretlidirler” hem de “özgür”: istedikleri zaman işten çıkıp bir başka işe girebilirler vb. Üretim süreci içinde de “kafa emekleri” ile doğrudan yer almaktadırlar. Aynı biçimde bu yüksek teknokratlar, H. Yurtseven’in tanımına göre de işçi sınıfı içinde sayılması gerekir. Dahası, Osmanlı yeniçerilerini proleter sayan Y.Koç’a göre; Cezayir’de savaşan Fransız paralı askerlerini, despotik Arap şeyhliklerindeki paralı askerleri, hatta bütün öteki düzenli ordu içinde bir ücret karşılığı görev yapan subay ve astsubay kastını, polisleri proleter saymamak için hiçbir neden yoktur. Çünkü bunlar da “özgürdür ve “ücretlerini” pazarlıkta tespit ederler, bazen ücretlerini artırmak için direnir, hatta kral ya da hükümeti bile değiştirirler. Üstelik yeniçerilere göre daha da “modern” ilişki içindedirler.
Elbette Marks’ta “özgür ücretli emek” kavramı vardır ama içeriği bu bay yazarların “özgür ücretli emek” kavramından çok farklı, hatta bunların kavramlarının içeriğine karşıttır. Çünkü Marks’ta işçi sınıfı, ya da proletarya kavramı her şeyden önce tarihsel bir kategoridir, yani insan toplumunun ilerlemesinin belirli bir dönemine karşılık gelir. Dahası, Marks’ta proleter kavramı sadece ezilen ve sömürülen bir sınıf olmaya karşılık gelmez, aynı zamanda sömürüyü ortadan kaldırmadan, sadece burjuvaziyi değil kendisini de yok edecek bir toplumsal ilerlemeyi de temsil eder. Bunun için de, tarihin gördüğü en devrimci sınıf olma niteliklerini temsil eder proletarya. Marks proletaryanın bu niteliğini şöyle açımlar: “Öyle bir sınıf ki burjuva toplumunun içinde oluşsun ama burjuva toplumundan olmasın, öyle bir sınıf ki tüm sınıfların yok oluşu olsun. Öyle bir sınıf ki evrensel açılarıyla evrensel bir kürekler taşısın ve kendisine özel bir haksızlık değil, evrensel bir haksızlık yapıldığı için özel bir hak istemesin. Öyle bir sınıf ki kendini tarihsel unvanlara değil, sadece insan olma unvanına bağlasın. Öyle bir sınıf ki anamalcı sistemle tikel bir karşıtlık halinde değil, genel bir karşıtlık halinde olsun. Ve nihayet öyle bir sınıf ki toplumun tüm sınıf ve katmanlarından kurtulmaksızın ve dolayısıyla onları da tümüyle kurtarmaksızın kendini de kurtaramasın, tek sözle öyle bir sınıf ki insan varlığının tam yitimi olsun ve insan varlığını gerçek anlamıyla yeniden kursun. İşte bu sınıf işçi sınıfıdır.” (25)
H. Yurtseven’in “beyaz yakalıları”, Y. Koç’un “tam proleter” mühendisleri ve yeniçerileri, Marks’ın tanımladığı proletarya kavramı içinde sözünü ettiği hangi özellikleri taşımaktadır? Bu tabakalar ne var olan topluma karşıt, onunla tümden çatışan çıkarlara sahiptir, ne de ortak evrensel acılan vardır, ne hak istemleri geneldir, ne de bütün öteki sınıfların yok oluşunu temsil ederler; ne öteki sınıfları kurtarmak için bir amaçları vardır, ne de kendi yok oluşlarını da temsil ederler ve tabi insan varlığının gerçek anlamıyla yeniden kuruluşunu da temsil etmezler. Çünkü, yeniçerilerin Osmanlı feodalitesinin
Varlığının bir nedeni olduğunu, feodalizmin yıkılma sürecine girmesiyle de yaratıcıları tarafından yok edildiğini, ilkokul 4. sınıf öğrencileri de biliyor. Bu yüzden burada uzun uzadıya, Yeniçeriliğin, evrensel özellikler taşımadığı, öteki sınıfların yok oluşunu temsil etmediği, acılan ve sorunlarının kendi özel durumlarından kaymaklanmadığı vb. üstünde durmayacağız. Mühendisler ve beyaz yakalılar içinde sorun çok farklı değil. Bu kesimler de; ilk bakışta, burjuvazinin baskı ve “sömürüsü” altında eziliyor gibi görünmesine karşın, bu toplumsal kesimler burjuva toplumuyla ortaya çıkmış olup, ama burjuva toplumsal statüleri açısından da çıkartan burjuva toplumuyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Yaşamlarının bir döneminde, zor ekonomik koşullarda yaşasalar bile bulunduktan toplumsal statü onlara burjuva toplumu içinde “seçkin” bir yer edinme şansını tanır. Bu yüzden de onların burjuva toplumuyla olan karşıtlıktan “tikel” ve geçici bir durumdur. Dahası bu toplumsal katmanlar, toplumsal statüleri, yaşam tarzları, dünya görüşleriyle proletaryanın değil küçük burjuvazinin bir kesimidirler.
İşçi sınıfının büyük öğretmeni Lenin, sınıfı şöyle tanımlıyor: ‘Tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim düzeni içindeki konumlarına ve üretim araçlarıyla olan ilişkilerine, toplumsal gelirden paylarını alma biçimlerine ve elde ettikleri payın büyüklüğüne göre birbirinden ayrılan geniş insan gruplarına sınıf denir.”
Lenin’in bu tanımlaması açısından da bakıldığında, üretim düzeni içindeki konumları, üretim araçlarıyla olan ilişkileri ve iş örgütlenmesinde oynadıkları rol bakımından da, “beyaz yakalıların” işçi sınıfından sayılmaları olanaksızdır. Çünkü onlar, üretim süreci içinde doğrudan rol almadıktan gibi, konumlan açısından da işi yönlendiren, kapitalist adına denetimci konumda yer alırlar. Bu yüzden de, ücretleri ve o anki yaptıkları iş ne olursa olsun, burjuva sınıfının bir uzantısı olarak iş sürecine katılırlar. Kaldı ki, rastlantısal olarak aldıkları ücret, işçilerin ücretine yakın olduğu hallerde bile kapitalist, bu kesimi başka bir takım yan ödemeler ve yetkilerle donatarak, onlara ayrıcalık sağlar, bazen genç mühendislerin, işçiler gibi, onların koşullarında çalıştıktan olursa da bu tamamen geçici bir durumdur, bir kaç yıl içinde hiyerarşi içinde yükselir ve çalışacağı 20-30 yıllık süre içinde, bu ilk dönem, küçük bir zaman aralığıdır. Bu yüzden de her mühendis bu sürenin geçici olduğunu (önündeki sayısız örnekten) bilir ve bir işçi gibi çalıştığı süre içinde bile, işçilere karşı bir mühendis, geleceğin yöneticisi olarak davranır. Gelişmiş kapitalist ülkelere göre yaşam standardı daha düşük olan bizim ülkemizin mühendisleri bile kendi sorunlarının işçi sınıfının sorunlarıyla bir olduğunu kabul etmez; bu nedenle de istisnai durumlar dışında işçilerle ortak mücadele etmekten kaçınır. Çünkü kendi sorunlarının çözümü kapitalizmin koşullan içinde olanaklıdır, işçiler ise bir sistem olarak kapitalizmden kurtulmadan sömürüden ve baskıdan kurtulamazlar. Doktorlar, öğretmenler, devlet memurları vb. meslek kesimleri içinde durum aynıdır.
Haluk Yurtseven, Y. Koç gibi “Marksizm üstüne” iddialı incelemeler yapan, üniversitelerde kariyer ya da sendikalarda “uzmanlık” yapmış kişilerin; bu, açıkça anti-Marksist savlara dergi sayfaları ve parti kapılarını açan Y. Küçük ve D.Perinçek’in yukarda aktardığımız Marks ve Lenin’in düşüncelerini bilmediği düşünülemez elbette. Tersine onlar bu kavramları çok iyi bilirler, ama kendilerine Marks’ı, Lenin’i izlemeyi, değil de, Marks’ı, Lenin’i “aşmayı” diyalektiğin ve Marksist kavramların içini boşaltmayı amaç edindiklerinden, Marksizm-Leninizm adına pespaye tezler üretmeyi başMarks görev edinmişlerdir.
D. Perinçek, Y. Küçük, H. Yurtseven, Y. Koç’un söyledikleri göz önüne alındığında Marks aşkıncılarının, estirilen anti-Marksist rüzgârların etkisiyle Kıvılcımlı, K. Korcan, K. Tahir gibi eski Marks inkârcılarının tezlerine yöneldikleri, bunun da, kendilerine önümüzdeki dönemde Gorbaçovculuğu bile aşan anti-Marksist bir atılım için potansiyel sağladığını söylemek bir kehanet olmayacaktır. Bu ortak temel, “Toplumsal Kurtuluş” ve “Saçak”ın (Şimdi de Teori’nin) birbirine karşıt saflardaymış gibi görünmelerine karşın, sayfalarını aynı yazarlara açmasını sağlamaktadır. Çünkü ortak tutum, Marks’ı, Lenin’i revize etmek, çeşitli kılıflar altında anti-Marksist cereyana güç vermek, Gorbaçovculuğa karşıymış görüntüsü arkasında, Gorbaçovculuğun bıraktığı boşluğu doldurmak ve ondan alman cephane ile Marksist-Leninist çevrelerde kargaşa yaratma tutumudur. Mücadele ilerledikçe bu tutum daha açık “tez” ve tutumlarla kendini ortaya koyacaktır.
Bir dergi için uzun sayılacak “Yeni” Durumlar “Yeni” Yorumlar başlığı atında günümüz Marksizm “yorumcularının” ana eğilimlerini belirlemeye ve ana çizgilerini eleştirmeye çalıştık. Elbette, Marksizm’in tarihi boyunca yürütülen bu en büyük anti-Marksist kampanyayı ne böyle bir ne de bir kaç yazı içinde eleştirerek görevin yerine getirilemeyeceği açık. Bu yüzden de, soruna sadece genel hatlarıyla değindiğimizin bilincindeyiz. Ama Özgürlük Dünyası; olanakları elverdiği ölçüde, bugüne kadar olduğu gibi bundan böyle de bu eğilimleri ayrıntıda da eleştirme çabasını sürdürecek Marksizm’in saflığını korumak için tüm olanaklarıyla savaşacaktır.

KAYNAKÇA
(13) D. Perinçek, “2000’e Doğru”, 1988, s. 22, “Doğu Rüzgârı”
(14) Fransa’da Sınıf Savaşımları, Engels’in 1895’de yazdığı önsöz, s. 13, Sol Yay. 2. Baskı,
(15) Y. Küçük, ‘Toplumsal Kurtuluş”, s. 36, s. 15
(16) Y. Küçük, Ocak 1990’da Aksaray, İnci D. Salonu’ndaki Panel’den
(17) Y. Küçük, Ocak 1990’da Aksaray, İnci D. Salonu’ndaki Panel’den
(18) Y. Küçük, Ocak 1990’da Aksaray, İnci D. Salonu’ndaki Panel’den
(19) F. Engels, Anti-Dühring,2. Baskıya Önsöz, Sol Yay.
(20) ‘Toplumsal Kurtuluş”) s. 36
(21) Yukarda adı geçen Panel’den
(22) Toplumsal Kurtuluş” S. 12, s. 910
(23) Y. Koç, Saçak, s. 54, s. 20-21 (24) Y. Koç, agd, s.22
(25) Karl Marks, Felsefe İncelemeleri

Mayıs 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑