‘80’lerde Türk-İş

2.10-Sermayenin Örgütsel Birliğine Destek

Burjuvazi, sermayenin “fiili” birliğini sağlamak için kamu ve özel sektörün mesleki ve sendikal örgütlerinde bütünlüğünü/birliğini savuna-geldiği bilinmektedir. Böylece işçi-işveren ilişkilerinde ülke düzeyinde her politikanın ‘belirlenmesi’ ve ‘uygulamasında’ yaşanılan ‘eksikliklerin’ hiç yaşanmaması hedeflenmektedir.
O sebeple, özel sektörün sendikal örgütü TİSK-‘birlik’ konusundaki istemini “80’li yıllarda daha çok gündeme getirir. TİSK Başkanı Halit Narin, sendikanın 15. Genel Kurulunda (17-18 Aralık 1983-Ankara), işverenlerin kamu ve özel sektörü ayrımın yanlış olduğunu vurgulayarak bunu gidermenin yolu; suni ayrıma son vererek ‘bütünlüğü sağlamaktır’ diye konuşur.
‘60’lı yıllarda sermaye birikimin gelişmesine bağlı olarak, geçmişte dernekler biçiminde örgütlenen her işkolunda özel sektör işverenleri (sınıfsal planda tekelci burjuvazi), 1963 yılında çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile sendikal örgütlenmeye giderler. Böyle bir gelişmenin sonunda, ülke düzeyinde merkezi işveren sendikal örgütü TİSK kurulur.
Kamu sektörü işverenleri ise ’80’li yıllarda örgütlenirler; 1986 yılı şubatında TÜHİS (Türkiye Maden Enerji ve Hizmet Sektörü İşverenler Sendikası) ve Kamu-İş (Kamu İşletmeleri İşveren Sendikası) kurulur. TÜHİS’in 65, Kamu-İş’in 102 ve bir diğer kamu işveren sendikası Türk Kamu-Sen’in (Türkiye Maden, Enerji ve Hizmet Sektörü İşverenleri Sendikası) 100 üyesi vardır. Böylece kamu sektörü bütün olarak sendikal kapsama alınır.
Sonradan bu kamu işveren sendikaları TİSK’e üye olur ve hatta Karabük ve İskenderun Demir Çelik Fabrikaları işletmesi de doğrudan özel sektörün bir sendikal örgütü MESS’e üye olmak kaydıyla, TİSK’in örgütsel çeperine katılır.
Bu oluşumla, ’80 sonrası ekonomik ve siyasi yapılanımda artan tekelleşmeye bağlı olarak, işçi sınıfına karşı tekelci sermayenin açıktan cephesel birliği netlik kazanmış olur.
Çalışma açısından önemli olan sermayenin anlatılan bu birliğine karşı Türk-İş yönetimin izlediği politikanın ne olduğudur?
TİSK’in 15. Genel Kurulu’nda ele alınan çalışma mevzuatındaki eksikliklerden bir tanesi de, kamu ve özel sektör işverenlerinin örgütsel birliğidir. Aynı genel kurula sendikal bürokratları temsilen katılan ve konuşan Şevket Yılmaz; check-off sisteminin kaldırılması hariç, işverenlerin bütün istemlerinin gerçekleştirilmesi taraftan olduğunu söyler. Böylece Şevket Yılmaz şahsında temsil ettiği anlayış ve örgütsel yapının, kamu ve özel sektör işverenlerin örgütsel birliğine taraftar olduğunu öğreniyoruz. Bununla hem kamu işverenlerin sendikal örgütlenmesine hem de TİSK’e katılmalarına “evet” demiş oluyor, Şevket Yılmaz.
Bu anlamda; kamu işveren sendikaların TİSK’ e katılmaları sebebiyle, bir milyona yakın kamu işçisi için bir anda yine işçilerden alınan vergilerin kaynağını oluşturduğu milyarlarca paranın lokavt fonuna akmasına ve greve çıkan işçiye karşı kullanılmasına da “evet” demiş oluyorlar. Hatta Şevket Yılmaz yaptığı bir konuşmada, kamu işveren sendikaların TİSK’e katılmasını olumlu bulur; çünkü “en azından yaşantısında bir defa bile fabrika kapısından içeri girmemiş insanlardan kurtulmuş oluyoruz” diye, sevinçle açıklar.
Sermayenin cephesel birliğini bu biçime değerlendiren bir sendikal anlayışın, işçi sınıfın “içinde” ama ona karşı sermayeden yana tavır almış olduğunu anlamak için hiç mi hiç “mahir” olmaya gerek yoktur; her şey ortada…
Sermayenin kökeni açısından kamu ve özel sektör ayrımına karşın, yaratılan bu cephesel birlik; işçi sınıfın gelişen ekmek ve özgürlük mücadelesine karşı, sermayenin kendi etkin konumunu daha da pekiştirmenin karşı bir aracı olarak gündeme gelir. Buna Türk-İş Başkanı şahsında sendikal bürokratlar “evet” demiş olmakla; esasta sahip oldukları işlevleri sermayenin denetimi ve güdümünde, işçilere karşı olduklarını ifşa etmiş oluyorlar. Gerçekleşen de budur.
2. 11- Toplu iş sözleşmesi politikası
’80 sonrasında çalışma hayatının yeniden düzenlenmesinde, YHK vasıtasıyla zorunlu tahkimi öngören bir “toplu pazarlık sistemi” benimsenir. Bu oluşum, esasta doğrudan kendi konumuyla ilgili konuları gündeme getirme ve diğerlerini “yasak-savma” yöntemiyle savsaklama, Türk-İş yönetimi şahsında sendikal bürokratların belirgin politikasıdır.
Yeni düzenlemenin gereği olarak hazırlanan yasaların yürürlüğe girdiği 1984 yılı ve sonrasında da Türk-İş yönetimi; toplu sözleşmelerde geçmişten gelen hâkim anlayışıyla hareket eder ve yukarıdan üst-düzey ilişkileri çerçevesinde görüşmeler yapma ve toplu sözleşmeleri bağıtlama gayretleri beklentilerini “cevaplar” düzeyde olmaz. Ayrıca sendikal bürokratlar, varolan haliyle de grev uygulamasına yaraşmazlar ve hatta greve çıkmayı “enayilik” olarak görürler. Bununla sendikal bürokratlar, grevin ne kadar “uygulanırlığı” ya da “uygulanmazlığı” konusunun yaşamda gösterilmesi taraftarı olmazlar.
Sonuçta: Burjuvazinin ücret politikasına uygun belirlediği artışlar ve diğer haklar zorunlu tahkim aracı YHK tarafından bağıtlanan toplu sözleşmelerde yer alır.
Bu anlamda her bir sözleşme, yeni bir  “satış” sözleşmesi olarak gündeme gelir…
Bunun sonucu olarak, ’84 öncesinde olduğu gibi sonrasında da hem ulusal gelirde ücretlilerin payı azaldı ve hem de ücretlerin alım-gücü sürekli düştü.
Bütün bunları yaşayan sendikalı işçilerde önceleri varolan, Eylül Karaçalma Kampanyası uygulamalarında “kaybetmiş olduğumuz hakları, yeniden başlayan toplu pazarlık düzeninde alabiliriz” düşüncesi yerini yavaş yavaş “alamıyoruz’a” bırakır.
Bu dinamik temelinde; Netaş, Kazlıçeşme ve Topkapı Ambarlar vs. yaşanılan grevler ve yasal meşruluğu olmadığı halde, toplumsal meşruluğun ürünü olarak yaşama ortamı bulan ve artan “grev dışı eylemler” sendikal bürokratların tüm engellemelerine karşın yaşanır…
Bu süreç; sınıfın yükselen mücadelesinin dinamiği olur ve ’89-Bahar eylemlerine gelinir. Sonrası gelişmeyi yaşıyoruz…
Türk-İş bürokratlarının işçileri ve gücünü dikkate almadan üst-düzey ilişkileriyle toplu sözleşmeleri bağıtlama politikası, ’80’lerde yaşama ortamı bulamaz. Çünkü bu yıllarda sermayenin belirlediği yeniden birikim politikası sebebiyle, geçmişte izlediği toplu sözleşme bağıtlama politikasını değiştirir ve özellikle sendikasızlaştırma politikasını izler.
İşçilerin bütünsel gücü ve çıkışı, yarınlara şenlikli yürümenin dinamiğini oluşturuyor.
2. 12- Grev tartışması
Yeniden yasal düzenlemede hak grevi yasaklanarak kısıtlı koşullarda yalnızca menfaat uyuşmazlığı halinde öngörülen grev, sendikal bürokratlar tarafından başlangıçta uygulanamaz ve toplu iş sözleşmesinde etkili olmayan bir mücadele biçimi olarak değerlendirilir.
Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir, 1985 Eylül’ünde yapılan Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası’nın bir seminerinde, bu kanunlarla “grev yapılamaz” diyerek, şöyle devam eder: “Yapma cesareti bulan insan, çok büyük kahramandır. Ben kendimde bu kahramanlığı göremiyorum. Öylesine ustaca düzenlenmiş ki, uluslararası normlara aykırı düştüğünü söyleyemiyoruz. Böyle gitmez. Vallahi gitmez, billahi gitmez. Ben samimi söylüyorum gitmez. Sendikaları aslan terbiyecisi gibi terbiye etmeye kalkarsanız, billahi gitmez”. Arkasından işkolu düzeyinde yüzde 10 barajını getirenden Allah razı olsun diye ekler. Daha sonra konuşan Şevket Yılmaz da aynı görüşleri paylaştığını söyler. (97)
Aynı Türk-İş’li bürokratların, çalışma hayatıyla ilgili yasaların kabulünde tavrı biliniyor (Özgürlük Dünyası, sy:11). Ayrıca 1983 Aralık ayında TİSK’in 15. Genel Kuruluna katılan Şevket Yılmaz, yaptığı konuşmada, Halit Narin’in ileri sürdüğü önerilere “evet” der; bunlardan birisi de grev ile ilgili olandır. Grevlerin 60 günden fazla sürmesinin önlenmesi ve bu sürenin aşılması halinde toplu iş sözleşmesinin direkt YHK tarafından bağıtlanması ve grev süresince sendikaların işçiye zorunlu olarak yardım etmesidir (Özgürlük Dünyası, sy:12). Böylece grevlerin en fazla 60 gün olması ve devamında YHK’nın zorunlu olarak girmesi öngörülür. Ayrıca sendikaların maddi imkânlarıyla grev süresi ve katılımı arasında zorunlu kılınmak istenilen ilişkiyle, grevin uygulanmaması savunulur.
Mevzuatta kısıtlı koşullarda uygulanması öngörülen grevin daha da kısıtlanması taraftarıdır, Şevket Yılmaz şahsında sendikal bürokratlar. Çünkü her eylemin varlıklarının temelindeki çivilerden bir ya da birkaçının sökülmesi olduğunu biliyorlar.
2822 sayılı Grev, Lokavt va Toplu Pazarlık kanunun kabulünden iki yılı aşkın sürenin sonrasında, Türk-İş yönetiminin ortak görüşü olarak değerlendirebilecek düşünce, Türk-İş’e bağlı sendikalar tarafından da paylaşılır. Gerçi bu düşüncelerini ’85’lerde biraz da “şaşkınlıkla” ifade ederler. Önceden yasaların hazırlandığı sırada yasada öngörülen grevin nasıl uygulanacağı bilinmiyormuş gibi.
Sendikal bürokratlar, grevsiz toplu iş sözleşmesi imzalamayı esas alan bir faaliyet içinde bulunurlar. Fakat sınıfın tabanından artan mücadeleci potansiyelin ve sendikal örgütlenmenin şube düzeyinde devrimci ve demokratların etkinliğiyle, tüm kısıtlı uygulama koşullarına karşın, grev silahına sahip çıkılır. Grev mücadelesinde, ’87 yılı bir dönüm noktası olur; özellikle Netaş, Kazlıçeşme ve Topkapı Ambarlar grevlerinin başarılı birer sınav olmasıyla, grev sermayeye karşı etkin bir şekilde kullanılan bir mücadele biçimi oldu.
Böylece sendikal bürokratların maskesi düşer.
Bu sürecin yaşandığı dönemde Türk-İş yönetimi zirve yapmak için ANAP hükümeti peşinde koşturur ve ‘dağ fare doğurdu’ misali zirveler sonuçsuz kalır.
İşçi sınıfı sendikasından aylık nakdi yardımı ya hiç almadan ya da cüzi bir miktar alarak yasalara karşı grev mücadelesinin sahiplenme bilinciyle davranır, ekmek ve özgürlük mücadelesi bütünlüğünden esasta ekmek mücadelesi ön plana çıkar.
Böylece sendikal bürokratların ‘grev yapılamaz’ ya da ‘yapan kahramandır’ gibi düşüncelerinin sermayeye hizmette kusur etmeme anlayışının ürünü olduğu, sınıfın mücadeleyi sahiplenmesiyle bir kere daha anlaşılır.
2.13- Sendikal demokrasi
Sendikal örgütlenme içinde yaşama hakkı bulan “demokrasi’ var olduğu ekonomik ve siyasi yapılanımdan soyutlanamaz. Yani bir örgütsel yapılanımda taraf olan kişilerin/tabanın iradesinin ve örgütsel yapıya hâkim işleyişlerin bir bütün olarak hayat bulan “demokrasi”, temelinde var olan siyasal rejimden dışlanamaz.
Bu anlamda işçilerin kitlesel örgütleri sendikalar, iradesinin örgütsel yapıya yönlendirilmesinin mekanizması olan sendikal demokrasi, esasında emeğe dayanan ekonomik ve siyasi bir yapılanımda yaşama hakkı bulur. Öncesinde filizlenmesinin mücadelesi verilir. Günümüzde “demokrasi”, belli sürelerle yapılan seçimlere, emekçi halkın kısıtlı halde “seçilme” ve esas olarak “seçme” hakkıyla katılımıdır. Bu yeterli değildir. Çünkü seçme hakkı kadar, seçilme hakkının da olması ve seçtiğini denetleyebilme ve hatta geri alabilme hakkının dahi bulunması, yani tabanın “aktif bir biçimde söz ve karar sahibi” olması halinde, gerçek anlamda demokrasinin varlığından açık bir anlatımla emeğe dayanan bir siyasi yapılanımdan söz edebiliriz. Aksi halde söz edilemez. Bu ise, emeği en kutsal değer olarak gören işçi demokrasisidir.
Onun için ” seçme” ve kısıtlı halde “seçilme” hakkının varlığı, siyasal rejimi, emeği en kutsal değer olarak değerlendiren demokrasi diye nitelendirme sebebi olamaz. Günümüzde sendikal örgütlenmeler belirtilen anlamda “seçme” ve “seçilme” hakkının varlığı da, sendikal demokrasinin kıstası olamaz. Çünkü bu, tam anlamda örgütsel tabanın ortak iradesinin örgütsel yapıya yansıma mekanizması değildir.
Değildir; çünkü sendikacıların sermayenin denetiminde ve güdümünde, resmi ideoloji doğrultusundaki faaliyeti varlık koşulu sayması, toplumsal iradenin örgütsel yapıya yansıması önünde esasta bir engeldir. Peki, bugün sendikalarda yaşanan farklı mı? Hiç de değil…
Türk-İş özgülünde “sendikal demokrasi”: 1979 yılının 16-22 Nisan tarihlerinde Ankara’da yapılan 11. Genel Kurula,11. Genel Kurul Çalışmaları adlı Türk-İş yayınında 312 delegenin katıldığı yazıldığı halde, Toleyis’ de dikkate alındığında toplam delege sayısı 313 olur.
1982 yılının 24-28 Mayıs tarihleri arasında yapılan 12. Genel Kurula ise 318 delege katılır.
11. Genel Kurula katılan delegelerden 133 tanesi 12.Genel Kurula da katılır ve bu toplamın yüzde 42’sidir. Genel Kurula katılan delege sayısı 20 ve daha fazla olan 4 sendikada (Maden Federasyonu, Tek Gıda-İş, Teksif ve Türk Metal) aynı oran ortalama yüzde 44.3 iken, 10 ve daha fazla delegesi olan toplam 8 sendikada ortalama yüzde 35.5 olup, diğer 20 sendikada ise yüzde 54’dür.
13. ve 14. Genel Kurulun hem çalışma raporunda ve hem de yayınlanan tutanağında (ki 14. Genel Kurulun tutanağı yayınlanmadı) delege isimleri yayımlanmadığı için, benzer bir çalışma yapma olanağı bulamadım.
Bu durumda, 11 ve 12. Genel Kurullar dikkate alındığında delege toplamının beşte ikisinin aynı isimlerden oluştuğu anlaşılır.
Ayrıca, hem katılan delegelerden kaçının halen bilfiil üretimle ilişkisini sürdürdüğünü bulmak hem de Türk-İş’e bağlı sendikaların yöneticilerinden yüzde kaçının değiştiği ya da değişmediğini hesaplamak için delegelerin konumlarıyla ilgili bir çalışma yapmayı düşündüğüm halde, veri yetersizliğinden dolayı yapamadım. Çünkü delegelerin konumuyla ilgili hem açıklayıcı bir not olmaması hem de o dönemlere ait Türk-İş Teşkilat Albümünü bulamamam sebebiyle, düşündüğüm çalışmayı gerçekleştiremedim.
Fakat gazeteci Rafet Ballı’nın Türk-İş’in Genel Kurula katılan delegelerin konumlarıyla ilgili yaptığı çalışmaya göre (98):
1-Türk-iş’e bağlı 33 sendikanın toplam 202 Yönetim Kurulu üyesinden yüzde 35.6’sı yani 72 tanesi değişirken, geriye kalanı değişmez aynen yerlerini korurlar.
2-Türk-iş Genel Kuruluna katılan 392 delegeden, 384’ü sendikalar tarafından seçilir ve geriye kalan 8’i doğal delegedir. (Yönetim ve denetleme kurulu üyeleridir). Seçilmiş görülen 384 delegeden yüzde 82.8’i yani 318’i fiilen profesyonel sendikacı olup, geriye kalan ise ya emekli olan ya da seçimi kaybeden profesyonel sendikacıdır; 11 sendikanın (Belediye-İş, Demiryolu-İş, Denizciler Sen, Dok Gemi-İş, Haber-İş, Hava-İş, Likat-İş, Selüloz-İş, Türk-Sen, Tes-İş ve T. Maden-İş) toplam 108 delegesinin tamamı fiilen profesyoneldir.
Bu yıllarda bir işçinin ortalama aylığı 80 bin iken, profesyonel sendikacının ki ise 300-600 bin TL arasında değişir.
Delegelerin sınıftan ve üretimden fiilen kopmuş profesyonel sendikacıların olması sebebiyle, Genel Kurul salonunda ne kadar “işçi sesinin” duyulacağını düşünmeye hiç mi hiç gerek yoktur. Yani katılanların işçi olmamasından dolayı, konuşanların da işçi olmadığı anlaşılıyor.
Türk-İş genel kurullarına katılan kadın delege hiç yoktur.
Anlaşıldığı üzere, kadınıyla ve erkeğiyle bilfiil çalışanın temsil edilmediği Türk-İş genel kurulları, bürokratların/profesyonel sendikacıların koltuk kapma ya da koltuğu koruma arenası olur.
Onun için koltuğu kopan, hiç bırakmıyor.
Türk-İş’in kurulduğu 1952 yılından 1960’a kadar, 4 genel başkan, 6 genel sekreter ve 2 genel mali sekreter görev değişikliği yaparken; sonrasında, bugün devam edenler hariç olmak üzere, 20 yılı aşkın süre içerisinde, 3 genel başkan,2 genel sekreter ve 1 tane mali sekreter görevini, daha doğrusu koltuğunu bırakır. Genel başkanlıkta 14 yıl (1960-1974) süre Seyfi Demirsoy rekoru elde tutarken, bunu 5 yılla (1974-1979) Halil Tunç izler. Yine Halil Tunç 14 yıl (1960-1974) süre ile genel sekreterlik rekoruna sahipken, O’nu 12 yıl (1974-1986) süre ile Sadık Şide takip eder. Görev süresi açısından aşılmaz rekor, 33 yılla (1953-1986) genel mali sekreterlik görevinde bulunanca Ömer Ergun’a aittir.
1966 yılı sonrasında İcra Kurulunda genel eğitim ve teşkilatlandırma sekreterlikleri görevlerine yer verilir. Bunlardan 14 yılla da (1972-1986) Kaya Özdemir genel eğitim ve 13 yılla da (1966-1979) Ethem Ezgü teşkilatlandırma sekreterliğinde rekora sahiptirler.
Türk-İş yönetiminde, bu rekorlara ek olarak bir de kendi sendikalarından görev süreleri dikkate alındığında, profesyonel sendikacı ya da sendikal bürokrat denilen bir kastın varlığından bahsetmek hiç de abartma olmayacaktır. Böyle bir işleyişin hâkim olduğu sendikal yapıda delegelerin seçilmiş olması hatırlandığında; “sendikal demokrasi” açısından seçimin fazlaca öneminin olmadığı anlaşılır. Yani seçim, demokrasi için gerekli fakat yeterli değildir.
Türk-İş genel kuruluna profesyonel sendikacı ya da sendikal bürokrat olmayan birisinin katılımının bu biçimde fiilen engelleniyor olmasının anlamı: Bu sosyal ve siyasal koşullarda, tezgâh başında çalışan bir işçinin Türk-iş’e yönetici olamayacağıdır.

3-TÜRK-İŞ/AAFLI İLİŞKİSİ
3.1-AAFLI Nedir? Ve Çalışma programı

Sosyalizmi öznelden öte gerçekleşen bir sistem olmasının İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist mali sermaye cephesinde yarattığı korku sebebiyle, sıcak savaş yerini soğuk savaşa bırakır. Başını da dönemin galip ülkesi Amerikan emperyalizmi çeker. Bunun gereği olarak uluslararası yeniden düzenlemede başrolde oynayan ABD’nin, pazarında etkin olduğu ülkelerde kurduğu ilişki ağından birisi de sendikal alandır; bunu sendikal örgütü AFL-CIO (Amerikan işçi Federasyonu – Sanayi Örgütleri Kongresi) aracılığıyla yapar. Sadece bu örgütle sınırlı değildir; birlikte koordineli olarak İCFTU, AİD (ABD-devlet kuruluşu), o ülkedeki çalışma ataşeleri ve diğer görevlilerle (ABD’li öğretim üyeleri, yurtdışı gezileri ve eğitim çalışmaları vs.) birlikte çalışır.
Bu koordineli çalışmada, dönem dönem yaşanılan koşullara göre birisinin fonksiyonu diğerlerine göre daha fazla dönem yaşanılan koşullara göre birisinin fonksiyonu diğerlerine göre daha fazla öne çıkabilir, ya da bir yeni teşkilatlanmaya gidilebilir. Böyle bir zorunluluk sebebiyle,.sendikal alanda, Amerikan emperyalizmine karşı dünya halklarının verdiği bağımsızlık mücadelesinin yarattığı teşhire bağlı olarak bölgesel düzeyde ülkelerle yakinen ilgilenmek amacıyla, sendikal örgütü AFL-CIO bünyesinde Afrika, Latin Amerika ve Asya kıtası için üç enstitü kurar.
Kendi yayınına göre “hürriyet ve demokrasiyi sendikal hareketin varlık koşulu sayan” ya da diğer bir anlatımla sermayenin güdümünde sendikal faaliyeti esas alan AFL-CIO; 1962 yılında Hür Sendikacılığın Gelişmesi İçin Amerikan Enstitüsü (AIFLD), 1965’te Afrika-Amerikan Hür Çalışma Merkezi (AALC) ve 1968’de Asya-amerikan Hür Çalışma Enstitüsü’nü (AAFLI) kurar ve faaliyetini sürdürür. Bu, bir anlamda dünyanın kendi yapısı içinde sendikal alanda paylaşılmasıdır. Böylece Amerika’nın dış işleri ya da mali kuruluşları gibi sendikal alan açısından dünya ülkeleri ile yakinen ilgilenme sonucu faaliyetini daha düzenli yürütülmek ve etkin olabilmek amacıyla, aynı sendikal yapı içinde paylaşılması gerçekleştirilir.
Çalışması açısından AAFLI üzerinde yoğunlaşacağız.
AAFLI, “Asya’da işçilerin kuvvetli, bağımsız ve hür sendikalar kurmak ve toplumu desteklemek amacıyla” kurulduğunu açıklar. Bunun için ilişkide bulunduğu ülke ya da ülkelere “kuvvetli ve bağımsız” sendikalar kurmak adına teknik ve mali “yardımlarda” bulunur. Aslında AAFLI bu alanı, Amerikan emperyalist sermayesinin güdümü ve denetimi altına almanın doğrudan örgütlenmesi olarak gündeme gelir. Bunu, AAFLI yetkililerinin açıklaması doğrular.
AAFLI’nın faaliyetini bu enstitünün Türkiye Direktörü Riley şöyle anlatır: Enstitü “Amerikan işçi hareketi ile Asya’daki sendikalar arasındaki işbirliğini simgeler” ve işçilerin kuvvetli, bağımsız, hür sendikalar kurmaları için işçilere ve ailelerine uzmanlık, teknik ve malzeme yardımlarında bulunur. “AAFLI ve Türk-İş sendikal araştırmalar, uluslararası ilişkiler ve basınla ilişkiler gibi çeşitli çalışmalarda işbirliği yapmışlar ve bu programlarla AAFLI gayesine ulaşmayı” esas almıştır.(99)
Direktör Riley’in sözlerinin dikkatle incelenmesi halinde, işbirliği, yardım ve “hür sendikalar kurma” girişimlerinin tek amacı, belirlenen program çerçevesinde “AAFLI gayesine ulaşmayı” hedef almasıdır. Ne adına olursa olsun, diğer bir ülkede yapılan faaliyetlerin tek ve değişmez paydası. AAFLI’nın belirlediği hedef olmaktadır. Peki AAFLI’nın bu türden faaliyeti sürdürmesinde amacı nedir? Y da neden bu türden faaliyetleri sürdürmeyi esas almıştır?
AAFLI, Amerikan hükümetinin mali desteğiyle (ayrıca incelenecek, N.O.) ayakta duran vakıf statüsünde bir kuruluş olup; bu hem “Amerikan dış politikasını yürütmenin” (100) ve hem de Amerikan egemen sınıflarının çıkarlarını savunmanın aracı kuruluşudur (101) Belirlenen bu amaca uygun faaliyeti CIA güdümünde sürdürdüğü konusunda pek çok yayın vardır (102). Kısaca amacı bu biçimde formüle edilen AAFLI’nın herhangi bir ülkede (Söz konusu Türkiye) faaliyette bulunmasının ana gayesi, o ülke sendikal hareketini Amerikan mali sermayesi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek çabasında bulunmasıdır. Ki bu konuda AFL-ClO ile ilgili pek çok örnek ve belge (103) vardır. Böyle bir faaliyeti esas alan AFL-CIO enstitülerine yalnızca Amerikan hükümeti yardım etmez, aynı zamanda Amerikalı bazı ünlü sermayedarlardan ve çokuluslu şirketlerden de yardım alırlar.
Amerika’da sendikalar “ABD’nin diplomatik görevlilerinin bir parçası gibi hareket” ettiler ve sık sık bir başka ülkede, bu ülkenin sendikal hareketine önceleri açıktan zarar veren gelişmelere sebep olmaları üzerine, sonradan “biçim” değişikliğini benimsediler. Fakat bunun da yeni bir olgu olduğu söylenemez. “Bunların ortak özelliği ulusal çıkarlar ve faaliyetlerin ikili ilişkiye dayalı niteliğidir.” Bir ülkenin dış politikası kisvesi altında faaliyet sürdürülecekse, ilişkilerin ikili nitelikte geliştirilmesi son derece önemli olur.(104). Çünkü bu haliyle ilişkilere, karşılıklı çıkarları gözetme adına resmiyet kazandırılır.
AAFLI’nın ikili anlaşmalara sadık kalarak faaliyet gösterdiği ülkelerden bazıları: Filipinler, Güney Kore, Bangladeş, Tayland, Endonezya, Hindistan, Pakistan ve Türkiye, vs.
İlişkide bulunduğu ülkelerde faaliyetini sürdürürken belirlediği çalışma programı:
1- Eğitim projeleri: Bunların amacı sendikal hayatı doğrudan doğruya etkileyecek sosyal, ekonomik, teknik ve hukuki konularda işçilerin “güçlü bir sendikal anlayışı” geliştirip, savunabilecek bilgi ve tecrübeyi aktarmak olarak açıklanır. Aslında bununla, sendikal bürokratların ideolojik ve siyasi olarak yetiştirilmesi ve beslenmesi/eğitilmesi amaçlanır.
2-Toplumsal projeler: işçi klinikleri, işçi eğitim merkezleri, sendika kütüphaneleri, köy okulları ve kültür merkezleri gibi yerlerin inşa kuruluş ve çalışmalarını düzenleme gayreti gösterilir. Bununla esasta ikili ilişkilerin sadece sendikal bürokratların eğitimi ve diğer sosyal ihtiyaçlarını karşılama ile sınırlı olmadığı gösterilmeye çalışılır. Diğer bir anlatımla esas amaç daha da maskelenir.
Amerikan bölge politikasına uygun faaliyet sürdürmeyi esas alan ve burjuvazinin maddi desteğiyle yaşayan paravan örgüt AAFLI, ülkelerde yaptığı ikili anlaşmalar çerçevesinde ve toplumsal projelerle çalışmalarına devam eder.
3.2-AAFLI’nın mali kaynağı ve fonksiyonları:
AFL-ClO’nun AAFLI aracılığıyla yaptığı yardımlar, AFL-ClO’nun kasasında toplanan aidatlardan ve Amerikan devlet kuruluşu AID’den sağladığı fonlardan oluşur. Bu resmi açıklamaya ek olarak, Türk-İş yönetiminin tüm yalanlamalarına karşın CIA kaynaklarının da varlığı hatırlanmalıdır.
1985 yılında AAFLI’nın Türkiye temsilcisi Jerry G. Ballinger: “Evet, AID’den bir takım fonlar kullanıyoruz” diye konuşur ve özel şirketlerden ITT, IBM vs. AIFLD ve AALC’ye yardım yaptığını okuduğunu ama bunların AAFLI’ya yardımı olmadığını ekler (105), Üç enstitüden ikisine yardımı kabullenen AFL-CIO yönetiminin, üçüncüsüne AAFLI’ya özel şirketlerden yardım yapılmasını engelleyeceği beklenemez. Aksine yardım için teşvik eder. Sadece temsilci J. Ballinger, “itirafta” bulunmak istemez, hepsi bu.
CIA yardımı olgusunu, Amerikan Başkani Carter dönemi, CIA Başkanı Stanfield Turner (1977-1981) de doğruluyor:” 1967 yılında, ClA’nın yurt dışındaki “yararlı ve dost unsurları” desteklemek için harcadığı para yılda 10 milyon dolara yükselmişti. Bu paranın büyük bir bölümü bizim sendikalar (dikkat konumuz açısından önemli N.O.) öğrenci dernekleri, özel kuruluşlar aracılığıyla yurt dışındaki benzer kuruluşlara (yani sendikalar, dernekler vs. N.O.) aktarılıyordu. Bizim sendikalar, dernekler, bir tür paravan (lütfen dikkat, N.O.) kuruluş görevi yaparak, paranın kaynağının CIA olduğunun öğrenilmesini önlüyorlardı. Böylece bizden para alan yabancı sendika ve derneklerin “Amerikan kuklası” şeklinde anılmasını da önlüyorduk. Bu öylesine büyük bir operasyondu ki Ford, Rockfeller ve Carnegie vakfı dışında yabancılara burs veren kurumların 1963-1967 arasında harcadığı paranın üçte biri ClA’dan gitmişti.” (106).
CIA Başkanının bu açıklamalarını birinci elden bir belge olarak nitelendirmek mümkündür. Aksini iddia etmek komik olur. Buna göre:
1- ClA’nın “yararlı ve dost unsurları” desteklemek amacıyla faaliyetini sürdürdüğü,
2- Bunun için “paravan örgütleri” aracılığıyla para yardımı yaptığı,
3- Fon kaynağı CIA olan yardımın, Amerikan menşeli paravan kuruluş fonksiyonu üstlenen sendika ya da dernekler vs. tarafından yurtdışına aktarıldığı,
4- Bununla ikili ilişkiler gereği para alan örgütlerde” Amerikan kuklası” nitelendirmesinin önlendiği sonuçlarını çıkarabiliriz.
12 yıl süreyle Uç değişik ülkede çalışan CIA ajanı Philip Agee’nin yazdıktan, konuya kuşkuya yer vermeyecek bir açıklık getiriyor. ClA’nın yardım ve rehberliğim uluslararası, bölgesel ve ulusal/ülke düzeyde olduğunu yazar. Uluslararası meslek sekreterlikleri kanalıyla, CIA, iş ve işçi faaliyetlerini sürdürür. Uluslararası meslek sekreterlikleri sistemi, daha uzmanca ve çoğu kez de başarılı olduğundan, ClA’nın amaçlarına, bölgesel ve ulusal yapıda olan ICFTU’dan daha uygun düşer. (107).
Aynı kaynaktan örnek aktarım: Ekvador (108). 1961 yılı yazında Ekvador’da komünistlerin yükselen mücadelede etkinliğinin artması üzerine; birincisi, Amerikan ve Ekvador askeri güç birliği (AID’den 500 bin ve Amerikan Askeri Çevreden 1 milyon 500 bin dolar yardım) ile Sivil milis programı ve ikincisi AID, ORIT ve CIA ile birlikte yürütülen iş ve işçi programları benimsenir ve yürürlüğe konur. Bu çalışmalarla özellikle kırsal kesimin devlete bağlılığı hedeflenir. Bir yıl sonunda 1962 yılında Latin Amerika’da anti-komünist sendikalar kurmak amacıyla Hür Sendikal Kalkınma için Amerikan Enstitüsü (AIFLD) kurulur ve bunun aracılığıyla ikinci programı uygulama imkânı bulunur. Uluslararası örgütler bölümünün uzun süredir ajanlığını yapan AFL.CIO’ nun temsilcilerinden Serafino-Romual, AIFLD Yönetim Kurulu başkanlığına getirilir. Enstitünün denetimini Uluslararası Örgütler Bölümünden S. Romualdı yapar. Ve bu vakfın finansmanı vakıflardan, işyerlerinden ve AFL.ClO’dan sağlanır.
Ekvador’da faaliyet sürdüren iki ajan Víctor Contreas ve Enrigue Amador’un da yönetim kurulunda görev aldığı yeni bir sendika kurulur. Bu sendikanın ismi, Ekvador Kıyısal Bölge Ticaret Sendikaları Konfederasyonudur. (CROLLE).
Ayrıca bu ülkede 1960 Kasım’ında Uluslararası Bahçecilik, Tarım ve Müttefik İşçileri Federasyonu (IFPAAW), İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra batılı bir ülkenin haber alma servisinin yardımıyla Malaya’da komünistleri bastırmada başarılı olur. Latin Amerika’da CIA- bu sendikayı gerillaların köylerde üstlenmesini engellemek ve daha geniş alanlarda tarım reformunun gerçekleşmesinde ve kooperatiflerin kurulmasında köylü kuruluşları desteklemekte kullanılır.
Öncelikle AID’nın açtığı eğitim kurslarını devralarak, genişletilecek eğitim enstitülerinin kurulması hedeflenir. Eğitim enstitüleri, görünüşte yönetim bakımından Washington’da “AIFLD denetimi altında bulunacaksa da ‘mümkün’ olduğu kadar fazla sayıda enstitünün merkezlerin vereceği emirlere göre paralı CIA ajanlarınca yönetilmesi” planlanır.
Tüm koşulların zorluklarına karşın, çoğunlukla AIFLD şefliklerine ajan olmayan kişiler getirilse de bunlar merkezin denetimine alınırlar.
Ayrıca CIA ajanı eskisi yazar görevi gereği, sendikal faaliyette daha iyi çalışabilmek amacıyla “Gompers geleneğine” uygun sendikal anlayışın kursunu aldığını da belirtir.
Ekvador özgülünde AFL,CIO’nun Latin Amerika’da faaliyet gösteren enstitüsü AlFLD’ın faaliyetlerine yönelik bu bilgiler olgunun sadece ve sadece AIFLD ile sınırlı olduğu biçiminde yorumlanamaz. Çünkü bu tür faaliyetleri sürdüren AIFLD, AFL,CIO’ya bağlı bir enstitüdür. Diğer bir enstitü AALC’nın da benzer faaliyet içinde olduğu yazılır. Bunların üçüzlerinden AAFLI’nın benzer işlevleri üstlenmediğini iddia etmek komik olur.
Bunlara karşın, halen AAFLI ile kurulan ilişkiden, masumane bir tarzda para yardımı yapıyor ve o sebeple yararlıdır diye söz eden kişiler/sendikal bürokratlar, Amerikan menşeli “paravan” örgütlerle ilişki kuran “Amerikan Kuklası” bir sendikanın piyonlarıdır. Bir başka türlü yazım yalın gerçeği perdeler.
CIA ile Amerikan sendikal hareketi arasındaki ilişki Philip Agee’nin kitabı ve S. Turner’in 1980’lerde hazırladığı bir dizi yazı ile açıklığa kavuşmuş olmuyor. Bu gerçek, daha o yıllarda Mayıs 1967’de açıklanır.
Sendikal örgütlenmeyi sermayenin çıkarları gereği denetim altında tutmak için Amerikan hâkim sınıflarının izlediği politika hakkında:
“Şüphesiz CIA ile Amerikan sendikacılık Hareketi arasında işbirliği olmuştur… Sendikalar içinde CIA ile gizli bir biçimde çalışmak şerefli bir imtiyaz sayılır” (Victor Riesel, Mayıs 1967) ve “AFL’nin ClA’dan para aldığı ve bunu gizli harcadığı açıklanır” (Alain Guerin, Otomobil İşçileri Sendikası” (109). Yine aynı Birleşik Otomobil İşçileri Sendikasının Uluslararası İlişkiler Genel Müdürü Victor Reuther, 22 Mayıs 1966 tarihinde AFL-ClO’nun Uluslararası İlişkiler Bölümünün CIA İle ilişkide olduğunu ve AFL-CIO ile üye bazı örgütlerin, ClA’nın yaptığı operasyonlarda kendilerini kullanmalarına izin verdiğini ileri sürer (110).
Neden CIA, sendikal hareketle bu derece yakından ilgilenir?
ClA’nın Amerikan sendikal hareketi ve paravan örgütleriyle gittikleri ülkenin sendikal hareketinin eylemlerini etkilemek ve yönlendirmek amacıyla faaliyetini sürdürdüğünü görüyoruz.
Nitekim AFL-ClO’ya bağlı enstitülerin bir ülkede ClA’nın istemlerine göre üstlendikleri işlevler, fiili olarak bazen, ülke yönetimi değişikliği boyutuna kadar varır. AIFLD Müdürü William C. Doherty Harer 1969 yılında ABD Senatosunda verdiği raporda, amerikan tekelleri ile sendikal hareket arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar: “AFL-ClO’nun örgütü yaratmaya karar vermesinden sonra sendika liderleri ile ABD’nin büyük girişimcileri (siz işveren/burjuvazi diye okuyunuz, N.O.) arasında görüşmeler yapıldı ve ortak bir yaklaşım bulduk. D. Rockfeller ve P. Grace gibi kişiler Latin Amerika’da işbirliği yapmamızdan kazanacakları birçok şeyin bulunduğuna karar verdiler.”
Enstitüyü destekleyen 95 şirket olduğu ve bunlar arasında ITT, Shell, IBM, Pan American vs. yer aldığı ayrıca 1964 yılında Brezilya’da yapılan Askeri darbede AlFLD’nın yardımcı olduğu konusunda belgeler de vardır.(111).
Amerikan sendikal hareketinin merkezi yönetimle ilişkisini açıklayan belgeler yalnızca bazı sendikacı ya da araştırmacıların bulgularıyla sınırlı değil. Bu ilişkiler Amerikan Çalışma Bakanlığı 1981 yılı raporunda da yer alır: “Bakanlığın yabancı ziyaretçilere sağladığı uzmanlık ziyaretleri ve eğitim aracılığıyla, ABD dış politikası ve uluslararası teknik işbirliği desteklendi. Uluslararası Çalışma ilişkileri Bürosu, yüksek kaliteli teknik ve uzmanlık eğitimi sağlama çabalarını sürdürerek yıl içinde yaklaşık 1100 kişinin katılımı için program düzenledi. AFL-CIO, Amerikan iş çevreleri (siz sermayedarlar olarak okuyunuz, N.O.) topluluğu ve eğitim ve öğretim kurumlarıyla yakın işbirliği sayesinde, Büro, 600 sendikacıya ve 500 teknik personele ve uzmana hizmet sundu. Bu program, Amerikan Hükümetinin dış=politika alanındaki amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştı.” (112).
Çalışma Bakanlığı raporları da, Amerikan sendikal hareketinin burjuvazi ile ortak işbirliği sayesinde programlar hazırladığı ve uyguladığını ve bunun bir amacının da, Amerikan dış politikasını desteklemek olduğunu açıklar. Hem de fazlaca dolaylı yoruma ihtiyaç duymadan.
Bir yandan bu tür sendikal çalışmanın esas alındığı Amerika’da, diğer yandan (bugün için kesin olarak yürürlükte olduğu bilinmemekle birlikte ki kaldırılmış olması için hiçbir sebep da yoktur N.O.) 1950 tarihli Yıkıcı Faaliyetleri Denetleme Kanunu ile 1954 tarihli Komünist Denetleme Kanununun hükümlerine göre, herhangi bir komünist örgütün üyesi olan kimselerin sendikalarda görev ve fonksiyon sahibi olması yasaktır. Sözü edilen komünist örgütlerden herhangi birine dâhil olan bir sendika, çalışma hayatına ilişkin konularda şikâyette bulunma yetkisini kazanamamakta ve diğer sendikaların yararlandığı bazı haklardan yararlanması da yasaklanmaktadır. (113). Hiç de şaşırtıcı değil; Amerikan sendikal hareketinin sermaye ile işbirliği aleni olarak işlerlik kazanırken, komünizmle her türlü ilişki fiilen yasaklanıyor. Bu da Amerikan sendikacılığının özünü oluşturuyor.
Böyle bir sendikal anlayışa sahip sendika ile Türk-İş de ilişki kuruyor ve anlaşma imzalıyor.
Amerikan sendikal hareketinin yurtdışı faaliyetinin finansmanı doğrudan Amerikan hükümeti ve onun CIA gibi kuruluşları ve ünlü sermayedarlar tarafından karşılanıyor. Yardım/kredi olarak verilen mali kaynağın ileride hem ekonomik, hem de siyasi çıkarlar sağlamanın garantisi olarak gündeme geldiği ve verildiği tarihi bir gerçektir.
Bu yönüyle de AAFLI’nın üstlendiği fonksiyon daha anlaşılır olur.
Diğer yandan AFL-ClO’nun AIFLD aracılığıyla, Latin Amerika’da yaptıklarının benzerini AAFLI’nın faaliyet alanı bölgesinde neden yapmasın? Çünkü benzer fonksiyonları üstlenin ve aynı kaynaklardan finanse edilen ve aynı örgüt çatısı altında bulunan bu örgütler benzer fonksiyonların ürünü olarak gündeme gelir.
3.3- Kölelik Zinciri: AAFLI
Günümüzde işveren/sermayedar ve onun devleti temsilen hükümeti bir tarafta ve karşısında işçinin var olduğu üçlü görülen ama esasında ikili ilişkiler bütününe endüstri ilişkiler denir. İkili; çünkü devletin de ekonomide önemli ağırlığı olan bir işveren/sermayedar olduğu hatırlanmalıdır.
Bu genel ilişki ağı içinde Türk-iş ve bağlı sendikaların bugünkü sendikacılık çizgisinin oluşmasında belirleyici rol üstlenen faktörlerden bir tanesi siyasi iktidara bağımlılık ilişkisi ise, diğeri ülkemizin uluslararası arenada genel konumu gereği özellikle Amerikan sendikacılığıyla doğrudan veya dolaylı kurulan bağlardır. Bu halde, Türk-İş’in sendikal politikasının bazı yönleriyle yinelendiği bu çalışmada, Amerikan patentli sendikal örgütlerle kurulan ilişkilerin incelenmesi önem kazanıyor.
Türk-İş’in ICFTU’nun Asya-Pasifik birimine üye olduğunu geçen sayıda belirtmiştim. Her konuda “Avrupalı olma özlemiyle yaşayan” TC’nin sendikal hareketinin bu üyeliğinin tesadüfî olmadığı kanısındayız. Çünkü Amerika’da aynı birim üyesidir. Böylece meselenin esası anlaşılmış oluyor.
Türkiye’de sendikacılık hareketini “denetim ve güdüm” (114) altında tutmak isteyen Amerika; soğuk savaşın sürdüğü sıra 1960 öncesinde doğrudan kendi örgütü AID’ı kullandı; 1970’lere kadar Türk-İş’in ICFKU’ya üyeliği sebebiyle aynı birimde bulunmanın sağladığı imkanları kullandı ve çok sayıda sendikacının Amerika’da eğitimi sağlandı; 1960’lar sonunda hem AFL-ClO’nun ICFTU üyeliğinden ayrılması hem de Amerikan emperyalizminin Çin Hindindeki işgali sebebiyle dünya halkları gözünde teşhir olduğu sıra, Asya kıtasını faaliyet alanı olarak kabul eden AAFLI kurulur ve birkaç yıl sonra da Türk-İş ile ikili ilişki kurar.
Şevket Yılmaz Amerikan sendikal hareketi ile kurulan ilişkiye yüzeysel bakar, Türk-İş”in kuruluşu sırasında “Amerikan sendikal hareketinden bir yetkilinin Türkiye’ye gelmesi, “Amerikan sendikacılığını benimsiyoruz anlamını taşımaz” der (115). Kurulan ilişki, şahısla sınırlandırılamaz. Çünkü Amerikan sendikal hareketi Şevket Yılmaz’ın söylediği gibi gelip-gitmeli başlangıcın devamında hem nakdi hem de ayni yardımlar yapar. Bu yardımın ne amaçla yapılmış olması önemlidir. Yani yapılanın karşılığında neyin transfer edilmiş olduğu önem kazanıyor.
Amerikan sendikal hareketinin yurtdışı ilişkisini ilk sürdüren AID’ın faaliyeti hakkında, AID-İşçi Şube Müdürü John F. Mc. Gonagle yapılan eğitim seminerlerinin yararlarını şöyle sıralar: Sendikaların daha etkili hale getirilmesi, işçi-işveren ilişkilerinin düzenlenmesi, verimliliğin arttırılması, daha iyi uluslararası ilişkilerin kurulması ve komünizme karşı yapıcı olan bir “şık” (alternatif) bulmak sayılır. Ve AID-İşçi Eğitimi Programı çerçevesinde, Türkiye’de işçi eğitimi konularından bir tanesi de “komünist kukla sendikalara karşı hür sendikalardır.” (116). AID’ın en yetkili ağzından eğitim çalışmalarının esas fonksiyonu bu biçimiyle belirlenmiş olur.
“Komünizme karşı olmak…”
Bu haliyle, Amerikan kökenli eğitim programlarının esas amacı daha iyi anlaşılır; sürdürülen soğuk savaşa ülkeler bazında aranılan destek, sendikal alanda da güçlendirilmeye çalışılır.
Amerika’nın Türk-İş’le 1952’lerde kurduğu sendikal ilişki, hem 1960 hem de 1970’lerde yeni bir biçim değişikliğiyle devam eder.
1970’ler ve 1980’lerde ilişki, AAFLI aracılığıyla sürdürülür.
AAFLI, Asya’daki ülkelerin sendikal hareketlerini Amerikan sendikacılık anlayışının güdümüne sokmak için kullanılan ve tüm parasal desteğini ABD’den alan bir örgüttür. Diğer bir anlatımla, ABD’nin Asya kıtasında pazar ilişkisi bulunan ülkelerde, işçi sınıfının kendi sınıf çıkarları doğrultusunda bilinçlenmesini engelleyen bir kurumdur.
Türk-iş ile ortaklaşa sendikal çalışmalar yapan AAFLI’nın Ankara’daki ilk direktörü Bogss’ın bir CIA ajanı olduğu Doğu Almanya’da hazırlanmış ve inanılırlığı Batıca da kabul edilen “Who’s who in CIA?” (ClA’da Kim, Kimdir? ) adlı belgesel araştırmada belirtilmekte ve kitabın 67. sayfasında bu kişi hakkında şu bilgi verilmektedir: “22 Mart 1907 doğumlu. 1957-1961 arasında Amerika’da İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nda görevli, 1961-1965 arasında ABD Dışişleri Bakanlığı’nda CIA görevlisi. Daha sonra Lapaz’da (Bolivya’nın başkenti) sosyal ataşe.” (117)
Türk-iş ile AAFLI 1973 yılı aralık ayında amacı, Türk-İş’in ve Türk işçilerinin ekonomik, sosyal, kültürel sorunlarını” uluslararası hür ve demokratik sendikacılığın temel felsefe ve prensipleri çerçevesinde çözmeye katkıda bulunmak olan “Teknik Yardım Sözleşmesi” imzalar (118). Birlikte işbirliği yapılması öngörülen konular:
1- İşçi eğitimi,
2- Yüksek seviyede sendikacılık eğitimi,
3- Mesleki eğitim,
4- İş başında eğitim,
5- Toplum kalkınması programları (rehabilitasyon, aile planlaması, işçi sağlığı vs.),
6- Kooperatifler kurulması,
7- işçi sosyal güvenlik ve işçi refahı sistemleri üzerinde çalışmalar,
8- Tarım işçileri eğitimi ve teşkilatlandırılması,
9- Toplumun ve işçi hareketinin yararlanmasını temin amacıyla Türk-İş Genel Merkezinde bir araştırma merkezi kurulması ve ekonomik doneleri muhtevi bir kütüphane teşkili,
10- Türk-İş Genel Merkezinde bir “Dış Münasebetler Dairesi” teşkili”
Belirtilen bu faaliyet alanlarında uygulanacak “uygulama projeleri” Türk-İş ile AAFLI işbirliği içinde tespit ve tayin edileceği öngörülür. Sözleşmeyi Türk-İş adına Başkan Seyfi Demirsoy ve Genel Sekreter Halil Tunç, AAFLI”yı temsilen Genel Müdür Morris Paladino imzalar.
John Kelly, “Casuslara Karşı” adlı derginin ilkbahar 1980 (C.4, sy: 2) sayısında “CIA ve Türkiye’de Emek” adlı makalesinde, AAFLI’nın Türkiye faaliyeti konusunda genel bir gözlemde bulunur; AFL-ClO’nun CIA ajanı başkan George Meony’nin Amerikanın Vietnam’daki savaşa verdiği somut desteğin bir ürünü olarak AAFLI’nın ortaya çıktığını yazar. Ve devamında AAFLI’nın kendi ve diğer yayınlar dâhil, AAFLI adına
Türkiye’de düzenlenmiş faaliyetlerin önemli olduğu yer alır ve eğitim seminerlerine katılanlar tek tek sayılır. John Kelly yazısını şöyle tamamlar: “Asıl amaç, CIA ve tekelci kapitalizmin Türkiye’deki işçi haklarına yönelik artan tehditleri nedeniyle, tüm Türk işçileri için AAFLI’nın ne olduğu ve Türkiye’deki ajanların bilinmesi yaşamsal bir önem taşımaktadır” (119).
AAFLI’nın ’80’ler sonrası, önceki yıllara nazaran sözleşme hükümlerinin geniş kapsamına göre faaliyetini daha da yoğunlaştırır. Bu yıllarda özellikle Şide’nin bakan olması sebebiyle ICFTU ile üyelik ilişkisinin askıya alınmasından meydan büyük ölçüde AAFLI’ya kalır ve sonraki yıllarda atağa kalkar.
Eylül sonrasında bazı sendikaların faaliyetlerinin durdurulduğu ve genel olarak varolan kısmi sendikal hak ve özgürlüklerin geniş ölçüde askıya alındığı dönemde AAFLI’nın faaliyetleri kesintisiz bir biçimde hızlanarak sürer. Özellikle, TRT’nin AAFLI ile ilgili haberlere tanıdığı önem dikkat çekicidir; ülkemizdeki sendikal hayatı yalnızca TRT kanalıyla izleyen bir kimse, ülkemizde bu örgütün desteği ve ilgisi dışında bir sendikal olay veya sorun bulunmadığı sonucuna (120) varabilir.
1982 yılında AAFLI Genel Direktörü Morris Paladino, Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz’la birlikte düzenlediği basın toplantısında şöyle konuşur:” Sendikal haklara sınırlama getirilen ülke yalnız Türkiye değildir. Bazı Asya ülkelerinde de sendikal haklarda bazı sınırlamalar bulunmaktadır. Bunlara katlanılmalıdır” (121). Genel direktör M.Paladino tescilli CIACIA ajanıdır. Philip Agee bu konuda şöyle yazar: Moris Paladino, Mayıs 1962’de Mexico City merkezinde ORIT okulunda genel sekreter yardımcısıdır ve ClA’nın Uluslararası Örgütler Bölümü, onun aracılığıyla ORlT’ı denetim altında bulundurmaktadır (122). Paladino 1970-1985 yılları arasında 15 yıl süreyle AAFLI Genel Direktörlüğü yapar. Paladino, ’82 Anayasasının tartışıldığı sıra “sendikal haklarda sınırlamanın” normal karşılanmasını istiyor ve o sıra Türk-İş yönetimi de “Anayasaya evet” kampanyasına katılıyor. Çakışma tesadüf hiç değil; çünkü Amerika yıllardır ektiğini biçiyor.
Güney Koreli İnsan Hakları Savunucusu Lee H. Woo, AAFLI’nın faaliyeti konusunda şöyle konuşur (29 Mayıs 1986): “AAFLI aracılığıyla, Güney Kore’de yıllardır faaliyet göstermektedir, ancak bu faaliyet işçilerin çıkarları doğrultusunda değil, onların zararınadır… AAFLI, 1979 yılında hazırladığı bir raporda, Güney Kore işçi hareketinin karşı karşıya bulunduğu 15 sorunu sıralıyordu. Bunların arasında en fazla öne çıkarılan Kuzey Kore’nin saldırı tehdidi idi. Ancak hükümetin grevleri yasaklaması bu listede yer almıyordu”(123).
Böylece de AAFLI’nın esas fonksiyonunun Amerika bölge politikasına uygun faaliyeti sürdürmek olduğu anlaşılır. Onun için sendikal haklara getirilen sınırlamaları konu yapmaz ve normal karşılanması gerektiği tavsiyesini yapar. Amerika, Eylül Kara-çalma Kampanyasını destekler; AAFLI ve ilişkide bulunduğu Türk-İş de destek verir. Amerika, Güney Kore’de Kuzey Kore tehdidini hep ileri sürerek varlığını pekiştirir ve buna AAFLI da yardımcı olur.
Yani kölelik zincirinin bir halkası: AAFLI Türk-İş yönetimi zat-ı muhteremleri AAFLI’nın faaliyetleri hakkında ne açıklama yapmayı ne de çalışma raporlarında bahsetmeyi pek sevmezler. O sebeple genel kurul çalışma raporlarının 12.’sinde AAFLI’nın sadece eğitim faaliyetlerinden,13.’sünde proje çalışmalarından bahsedilir ve 14.’sünde hiç konusu bile olmaz. Aslında hiç faaliyetinin olmadığından değil, gizlendiği için olsa gerek raporda AAFLI’nın ismi bile geçmez. Bu türden bir “es geçme” neden? Aslında araştırmalar sonucu ortaya çıkan Türk-İş’in AAFLI ile ortak faaliyetlerinin hep sürdüğüdür. Fakat bu durum, raporda belirtilmez. Yoksa bir şeyler gizlenmek mi isteniyor?
Sendikal bürokratlar, AAFLI ile yapılan ikili anlaşmalardan doğan gerçek işlevleri gün ışığına çıkarıldığında, konumlarını savunma gayreti içinde olurlar.
Türk-iş Genel Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir, 11. Genel Kurulda (Nisan 1979) yaptığı konuşmada AAFLI ile olan ilişkiye de değinir ve şöyle devam eder: “Sermayenin çıkarına hizmet etmekle yöneticileri suçlamak CIA ajanlığı ile ya da CIA güdümünde “eğitim yapmakla suçlamak hiç bir kimseye ve kuruluşa yarar sağlamaz. “Bu konuya ‘açık ve net bir biçimde” bir daha görüşülmemek üzere sonuçlandırmak gerektiğine inanıyoruz. AAFLI ile imzalanan bu projeyi hizmet edebilecek için uyguluyoruz. Sadece ‘parası AAFLI’dan geldiği’ için bir projeye karşı çıkma mantığını şahsen kabul edemem. (124)”
Tam da sahibinin sesine uygun bir açıklama olup, benzer biçimde açıklamalar sonraki genel kurullarda pek az değil hiç gündeme gelmez. Tescilli CIA ajanlarının görev yaptığı ve faaliyetinin esas amacı Amerikan bölge politikasını etkin kılmak olan paravan örgüt AAFLI ile kurulan ilişki, işçi sınıfına ve onun mücadelesine karşıdır. Kurulan ilişkinin maddi ve sosyal imkânlarından yararlananlar ise, sermayenin çanak yalayıcısı sendikal bürokratlardır.
Yani sendikal bürokratın yararına olan, işçi sınıfının zararına olup tersinin de işçi sınıfının yararına olması anlamında, işçi sınıfı ile sendikal bürokratlar arasında konumları gereği uzlaşmaz çelişkinin varlığı, böylece bir kez daha açıklığa kavuşmuş olur.
3.4- AAFLI ile kurulan İlişki ve mevzuat
1983 Mayıs’ında Generaller Konseyi tarafından kabul edilen ve yürürlüğe konulan 2821 sayılı Sendikalar Kanununda, sendika ve konfederasyon gelirlerinin neler olduğu 40. maddede tek tek sayılır ve buna göre gelir kalemleri; üye ve dayanışma aidatı, bağışlar, eğlence ve benzeri faaliyetleri ve mal varlığı gelirleri olarak sıralanmaktadır.
Aynı maddenin diğer fıkralarında sendikanın maddi yardım ve bağış alamayacağı kurumlar da; TC devleti kuruluşları, dış kaynaklar ve diğerleri olarak sayılır. Bir sendikanın bir diğer sendikaya maddi yardımı da yasaktır. Fakat buna karşın, bugün greve çıkan işçiye yardım amacıyla, kendi aralarında para toplayan işçiler bunu sendika adına başka bir sendikaya gönderirler.
Bir sendikanın ülke dışından kaynak sağlaması istisna dışında yasaktır. Bu da yardım konusunda Bakanlar Kurulunun izni olmasıdır. Bir sendikadan bir başka sendikaya parasal yardımın yasaklandığı koşullarda, belirtilen izin ne gerekçeyle düşülmüş olabilir?
Bu özel durum sonucu, Türk-lş AAFLI kaynaklarını kullanma imkânı bulur.
Kaynağı AAFLI olan fonun kullanımı, 2821 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği 1983 Mayısından önceki dönemde de olduğu için bu özel durumun korunmasının amaçlandığı anlaşılıyor.
Çıkar ilişkilerinin yaşamın her alanına damgasını vurduğu ülke (Amerikan emperyalizmi) neyin karşılığında Türkiye sendikal hareketine yardım yapıyor? Ayrıca bir TC kuruluşunun yardımına kesinlikle yasaklayan madde hükmüne göre, Amerikan emperyalist sermayesinin paravan örgütü AAFLI’nın yardım yapmasına TC Bakanlar Kurulu neden izin eriyor?
Türkiye’nin ekonomik ve siyasi yapılanımında Amerikan emperyalizminin bilinen etkisinden AAFLI’ya tanınan izin ya da özel ayrıcalığın sebebini anlamak hiç de zor değil.
3.5- AAFLI ve eğitim faaliyetleri
’80 sonrasında Türk-İş’in yaptığı 12,13ve14. Genel kurullarına sundukları Çalışma Raporları incelendiğinde eğitim çalışmaları başlığıyla yapılan faaliyetler anlatılır.
12. Genel Kurul Çalışma Raporunda (sf. 282-283), AAFLI ile ortak yapılan eğitim çalışmalarından bahsedilirken, diğer iki genel kurul raporlarında AAFLI’nın ismi bile geçmez.
Türk-İş ile AAFLI birlikte eğitim faaliyetlerini daha düzenli ve uzun vadeli bir planlama ile yapabilmek amacıyla, ’80 Eylül’ünden yaklaşık bir ay sonra 10-14 Ekim tarihleri arasında yapılan görüşmeler sonunda bir anlaşmaya varılır. Böylece ’70’li yıllardan beri sürmekte olan eğitim çalışmalarına yeni bir düzenleme öngörülür. Buna göre AAFLI ile ortak eğitim faaliyetleri yalnızca 1981 ve 1982 yıllarında yapıldığı sonucu çıkarılamaz. Çünkü bir sonraki yıllarda AAFLI’nın eğitim seminerlerine katılanlar var; iki, Şükran Ketenci gazete köşesinde Türk-İş eğitim çalışmalarının önemli bir bölümünün AAFLI tarafından finanse edildiğini yazar (125); üç, Alpaslan Işıklı ’86 Haziran’ında AAFLI ile birlikte TÜRK-İş’e bağlı bir sendikanın düzenlediği eğitim faaliyetine konuşmacı olarak çağırıldığını, ama katılmadığını yazar (126). Hatta A. Işıklı aynı yazısında davetin seminerden birkaç gün önce yapılmasını şaşırtıcı bulur. Çünkü herhangi bir sendikanın böyle bir faaliyette bulunması halinde 15 gün önceden güvenlik kurumlarına nüfus cüzdanı sureti vs. bildirilmesi ve ayrıca izin alınması zorunluluk olarak öngörülürken ve seminer polis teybine kaydedilirken, AAFLI’nın böyle bir faaliyette hiçbir engellemeyle karşılaşmadığını belirtir. AAFLI’ya resmi kurumlarca gösterilen bu özel ayrıcalık, Amerika ile kurulan ekonomik ve siyasi ilişkiden kaynaklanan bir devlet politikasıdır. Bunun için herhangi bir sendikanın benzer faaliyeti sıkı denetime tabi tutulurken, AAFLI’nınki de teşvik edilmiş oluyor.
Farklılığın sebebini sormaya gerek var mı?
Bütün bunlar, Türk-İş yönetiminin hazırladığı 13.ve 14. Genel kurul Çalışma Raporlarında yazılmamasına karşın Türk-İş’in AAFLI ile ortaklaşa eğitim faaliyetini sürdürdüğünü anlıyoruz.
Bu biçimde Amerikan sendikal örgütlerinin katılımıyla birlikte yapılan ya da birlikte yapılıyor görülen eğitim faaliyetinin geçmişi çok eski olup ta Türk-İş’in kurulduğu yıllara kadar uzanır. 70’li yıllar öncesinde Amerikan devlet kuruluşu tarafından sürdürülen bu ilişkiyi, sonrasında AAFLI üstlenir. Bu uzun sürede, sendikaların merkez yöneticileri özellikle ’60’lı ve 70’li yıllarda Amerika’da eğitim görmüşlerdir. Ortaklaşa yapılan eğitim seminerlerine 1972-1976 yılları arasında katılanların 1074 olan toplam sayısı, 1977-1979 döneminde 2260’a yükselir. Yıllar itibariyle katılanların sayısı sürekli artar; 1980’de 929, 1981’de 1289, 1982’de 1121, 1923’de 1280 ve 1984’de 4037’dir. (127)
Bu faaliyete katılmış olanların sayısının çok olmasından daha önemlisi, gidip Amerika’da eğitim görmüş olanların çoğunluğunun bugün sendikal harekete hâkim olmalarıdır.
Zaten uygulanan eğitim programlarının Amerika açısından başarılı sonuçlar vermediği iddia edilemez. Çünkü bu programlar giderek daha da yaygınlaştırılıyor ve eğitim seminerlerine katılanların sayısında patlamanın olduğu gözleniyor. Bu da, bir yönüyle sendikal bürokratların ekmek yedikleri ya da eğitildikleri kapıya sadakatlerinin gereği olarak, Amerika’nın “suya-sabuna dokunmadan” yardım yaptığı gülünç iddiasını çürütüyor.
Amerikan bölge politikasını programının ana gayesi kabul eden AAFLI türü paravan örgütlerle, diğer ülke sendikal hareketlerini hem güdüme hem de denetime alma amacında olan Amerikan sermayesi; yine bu kuruluşlar aracılığıyla yaptığı eğitim faaliyetleri sayesinde, Amerikan yurttaşı olmayan birisinin hem Amerika’yı hem de onunu sistemini şu ya da bu biçimde savunan “gönüllüler ordusu” yetiştirir.
Böylece faşizme ve emperyalizme karşı mücadele ruhu köreltilmeye çalışılır ve bu amaçla köle ruhlu tiplerin/sendikal bürokratların yetiştirilmesi ve onların etkin Olduğu kurumların/sendikaların faaliyet sürdürmesi hedeflenir.
3.6- AAFLI’dan nakit yardım
AAFLI aracılığıyla Amerikan sendikal hareketinin Türk-İş’e yaptığı yardımla ilgili olarak belirgin bir rakam bulamadım. Yayınlarda sadece yardım ettiği gerçeği yer alıyor.
Türk-İş’in son 14. Genel Kurul Raporunu inceledim; buna göre 116 milyon 56 bin TL olan toplam gelirin yüzde 59.7’si üyelik aidatları geliri olup banka faizi, mal varlığı ve yayın gelirleri miktarı çok küçüktür. Ne olduğu fazlaca açılmayan diğer gelirlerin payı ise yüzde 34’tür. Acaba bu son gelir kalemi dışardan sağlanan toplam yardımlar mıdır? Çünkü bir sendika açısından gelir kalemleri incelendiğinde, Diğerleri’nin anlaşılır açılımı olmaması sebebiyle bu kalemin kaynağının bütünü olmasa da önemli bir payının AAFLI’ya ait olduğunu düşünebiliriz.
AAFLI’nın yaptığı yardımlar., rakam belirlemesine, gitmeden Türk-iş yöneticilerince de zaman zaman ifade edilir. Türk-İş eğitim Sekreteri Kaya Özdemir’in Türk-İş/AAFLI ortak çalışmaları hakkında 1981 yazında yaptığı yorum şöyledir: “Türk-İş, AAFLI ile son derece yararlı hizmetleri gerçekleştirmekte, AAFLI’nın anlaşma çerçevesinde proje geliştirme çalışmalarına yardımcı olmakta, bu çalışmaları için yararlı bir biçimde geliştirmeye devam etmektedir.” (128) AAFLI’nın yardımcı olması öyle ileri noktaya götürülmekte ki 1982 yılında anayasa tartışmalarının yapıldığı sıra AAFLI Türk-İş’in yıpranmış fotokopi makinasını değiştirmekle, “İşçi liderlerinin savundukları görüşü yansıtan materyali” zamanında “siyasi liderlere ve basına” ulaştırma imkânı verdiğine 13. Genel Kurul Çalışma Raporunda yer verilir.’Koca” otuz yıllık Türk-İş bir fotokopi makinesine muhtaç ve bundan yararlanma sebebi de işçilerin herhangi bir faaliyeti olmayıp, adı geçen tartışmaların yapıldığında Türk-İş yönetiminin görüşlerinin (o dönemde kimse?) siyasi liderlere ve basına sunma imkânı vermesidir.
Bu kadar da “küçülme” olamaz demeyiniz. Oluyor.
Neden yardım?
“Görevimiz ilk önce işçi konfederasyonlarına (yani Türk-İş’e N.O.) mali yardımda bulunmak” diyen, AAFLI’nın Türkiye temsilcisi Jeryy G. Ballinger, devamında: “Biz onlara para veriyoruz ama tabi ne için kullanıldığını, o para ile ne yapıldığını öğrenme hakkımız var” der (129)
Bugün ekonomik bağımlılığın aracı ekonomik ve askeri üsler kurmanın ve işgalci askeri güç bulundurmanın aracı askeri yardımlar, emperyalist mali sermaye tarafından yapıldığı biliniyor. Yine aynı kaynak tarafından bir ülkenin sendikal hareketini “güdüme ve denetime” almak amacıyla da yardım yapılır. Emperyalist mali sermaye hangi adla ve hangi kurumuyla yardım yaparsa yapsın ortak hedefi kendi çıkarlarını maksimize etmesi ve bilfiil bunun için de çalışıyor olmasıdır. Bunu; AAFLI Türkiye temsilcisi bir yönüyle verilen kaynağın kullanımını kontrol ederek yaptıklarını söylemiş oluyor. Diğer bir anlatımla AAFLI, istenilen yönde kaynağın kullanımı için yardımda bulunuyor.   
Toparlarsak genelinde AAFLI’nın yardımları:
1- Türk-İş Araştırma Müdürlüğü idari ve personel giderlerinin bir bölümünü,
2- Türk-İş Uluslararası ilişkiler Müdürlüğü giderlerinin bir bölümünü,
3- Türk-İş Basın Merkezinde iki görevlinin giderlerinin bir bölümünü,
4- Bazı yayınların basımını,
5- Türk-iş Kadınlar Bürosunun giderlerini
6- Ve diğer bazı giderleri karşılıyor.
Yardımın nerelerde kullanıldığının kontrolüyle AAFLI; yardım yaptığı birimlerde programının özüyle çelişmeyen çalışmaların yapılmasını bilen kafaların yetiştirilmesini hedefler. Bununla daha kalıcı bir faaliyet sürdürmüş olur. Ki bunlar da sendikal bürokratlardır.
3.7- Kadın işçiler Bürosu
Türk-iş 11. Genel Kurul kararı gereğince, Genel Merkezde Genel Eğitim sekreterliğine bağlı olarak Kadın İşçiler Bürosu, 30 Mayıs 1981 tarihinde AAFLI’nın da girişimleriyle kurulur. Hâlbuki 1979 yılında ICFTU’nun benzer girişimi sonuçsuz kalmıştır. ICFTU’nun başarısız girişiminin ardından ne tür bir değişiklik oldu ki AAFLI’nın katkısıyla büro kuruldu.
Büroyla ilgili yönetmelik, 12-15 Ocak 1982 tarihlerinde yürürlüğe girer. Bu yönetmeliğe göre, Büro çalışmalarında öncelikle Türk-İş’e bağlı sendikalarda kadın üye ve temsilcilerin/yöneticilerin eğitimine öncelik verilir.
Türk-İş/AAFL Projesi çerçevesinde bu büronun bütün giderleri AAFLI tarafından karşılanır. Bu büronun eğitim faaliyetlerinden ilki, 22-25 Aralık 1981 tarihlerinde İzmir’de yapılır. Bunu 23-26 Mart 1982 tarihlerinde İstanbul Boğaziçi Üniversitesindeki seminer izler ve devamında benzer faaliyet sürdürülür.
Türk-İş 12. Genel Kurul Çalışma Raporunda (sf.285) Kadın İşçi Bürosunun kurulması ve faaliyetleri hakkında bilgi; AAFLI ile ortak projenin ürünü olduğundan hiç bahsedilmeden yer alır. Diğer, genel kurul çalışma raporlarında da benzer biçimde AAFLI’nın ismi verilmeden, yapılan seminer çalışmaları ve katılanlar hakkında bilgi verilir.
3.8- “Karşı” ses mi?
Zaman zaman sık olmamakla birlikte Türk-İş’in AAFLI ile ilişkisi, kendilerini “sosyal demokrat sendikacılar” olarak tanıtan grup tarafından eleştirilir. Bu yönde gelişmeler, 14. Genel Kurulda yalnızca Yol-İş adına konuşan bir delege tarafından gündeme getirilir. Ayrıca aynı genel kurulda dağıtılmak üzere Deri-İş’in hazırladığı metinde de AAFLI ile kurulan ilişki eleştirilir. Eleştiriler, ilişkinin “kesilmesinde” yoğunlaşır. Bu kongrede sosyal-demokratlar adına liste çıkaran Cevdet Selvi’nin dağıttığı broşürde AAFLI’nın adı bile geçmez.
Cılız çıkan bu sesin eğitim komisyonu raporu için verilen bir önergede geçen cümleler: “Eğitim çalışmaları 2 Amerikalının eline terk edilmiştir. Ancak biz bağımsız bir eğitim çalışması yaparak gerçek demokrasiye ulaşılacağı inancındayız” olur (130). Yani AAFLI’ya yönelik sosyal-demokrat eleştiri esasta “2 Amerikalı” denerek, AAFLI’nın adı bile geçmediği bir önergede somutlanır.
Sorunun özü bir ya da iki Amerikalı olarak algılanamaz ve AAFLI ile ortaklaşa kurulan ilişki bu biçimde basitleştirilemez. Çünkü bugün gelinin haliyle AAFLI’ya yönelik eleştiri, esasta sendikal bürokratların varlığına yönelmesi bir zorunluluktur. Bu sebeple, sosyal demokratların eleştirileri yüzeysel olmak zorundadır.
3.9-Türk-İş’in “Yurt sevgisi”
AAFLI ile ortak çalışma içinde bulunan Türk-İş yöneticilerinin ortak tavrı AAFLI’yı savunmaktır. Bunun adı “yurt ve millet sevgisi”dir.
1984 Haziran’ında İstanbul’da yapılan açık hava toplantısında Şevket Yılmaz şöyle konuşur: “Türk-İş onurlu mücadelesinin özünde millet sevgisi vardır. Yurt sevgisi vardır. İşçi sorunlarıyla yurt çıkarlarını bir bütün olarak görmek, değerlendirmek vardır.” (131) Bununla Başkan, AAFLI ile kurulan kölelik ilişkisini de “yurt ve millet sevgisi” gereği olarak savunur.
Yerli sermayenin “yurt sevgisi” emperyalist mail sermaye ile işbirliği yaparak, halkı birlikte sömürmektir. Türk-İş bürokratların “yurt sevgisi” ise, Amerikan sermayesinin yardımıyla faaliyetini sürdüren ve onun bölgesel politikasını faaliyet esası olarak belirleyen paravan örgüt AAFLI ile işbirliğidir.
Yani sermaye ile sendikal bürokratların, mali sermaye karşısında işbirliği yapar konumda olması anlamında; kader birliği.

4-SONUÇ
Türk-İş’in 1952 yılında kuruluş çalışmalarına Amerikan sendikal hareketi de katılır. Bu biçimde kurulan ilişki, maddi yardım ve eğitim çalışmalarıyla bugüne kadar devam eder. Bu ilişkinin bir gereği olarak Türk-İş Amerika’da hâkim sendikal anlayışı benimser, daha doğrusu benimsemek zorunda kalır.
Amerikan sendikal hareketi AFL-ClO’nun sendikal anlayışı; mevcut ekonomik ve siyasal yapılanımla bütünleşme ve Amerikan mali sermayesiyle işbirliğini savunmadır. Bu birliktelikte ClA’nın da önemli işlevler üstlendiği hatta AFL-CIO ile yakinen sıkı ilişki içinde bulunduğu konusunda pek çok belge/yayın bulunmaktadır.
AFL-CIO, hem Amerika’da sermayenin çıkarlarını koruyan/savunan hem de Amerika dışında özellikle gelişmekte olan ülkelerin sendikal hareketlerini yönlendirme faaliyeti içinde bulunan bir sendikal politikayı benimser.
İşte kısaca tanımlandığı üzere böyle bir anlayışı savunan AFL-ClO’dan Türk-İş de etkilenir ve neredeyse Amerikan sendikal anlayışın bir kopyası olur.
Aşırı merkezci ve emir-komuta ilişkisi içinde faaliyet sürdüren Türk-İş’te sosyal demokrattan faşistine kadar her türlü sınıf düşmanı sendikal anlayış bir arada bulunur. Etkin olan sendikacılar ise öz olarak, sınıftan kopmuş ve bu anlamda sınıf atlamış ve günlük belirgin bir mesaiyi (sabah 09 – akşam 17.00) uygulayan, profesyonel kişilerdir.
Böyle bir yapıda olan Türk-İş’in sendikal bürokratları, ekonomik ve sosyal konularda yaptıkları eleştirilerde gayet nazik ve kibar bir dil kullanmaya özellikle titizlik gösteriyorlar: “Kazanılmış işçi haklarının geriletilmesi süreci hızlandırılmaktadır… İşçiler, memurlar, emekliler, küçük esnaf ve aziz Türk köylüsünün sorunları göz ardı edilmektedir” (132). Böyle bir sunuşla, konuların ciddiyetini küçümseme ve özünü boşaltma gayreti göstermiş oluyorlar.
Kısaca yukarıda belirttiğim anlayışta ve yapıda olur Türk-İş yönetiminin ’80’lerde izlediği politika:
Özünde var olan “zor”un ve “sömürü”nün daha da katmerleştirilmesinin aracı, Eylül Kara-çalma Kampanyasını destekledi;
Aynı Kampanya çalışmaları uygulamalarına da ortak oldu, Genel sekreteri Sadık Şide’yi Bakan olarak verdi;
Kan ve can pahasına kazanılan ekonomik ve kısmi demokratik hakların Generaller Konseyi tarafından gaspına karşı, seyirci kalmakla zımni onay veren ve iş işten geçtikten sonra göstermelik tavır aldı;
Generaller konseyi yönetiminin uygulamalarının kalıcılaştırılmasının belgesi Anayasaya “evet” kampanyasını destekledi;
Resmi sendikasızlaştırma politikasının yasal düzenlenmesi 2821 ve 2822 sayılı yasaların esas aldığı toplu pazar(sız)lık düzenini savundu; TÜSİAD aklanırken DİSK suçlandı; ’80 sonrası yapılan genel kurullarda kişisel hesaplaşmalar yine gündem oldu;
Amerikan menşeli ve bilinen adıyla “partiler-üstü” ya da “partiler-dışı” politikayı bir tüzük maddesi olarak kabul etmiş olmasına karşın, resmi ideolojinin uygulamalarına filen destek verdi ve ’83 Kasım’da yapılan seçimlerde partiler için aday listesi belirledi;
Sınıf gücünü esas almayan bir sendikal anlayışla-hiçbir sonuç alınmayan ama her seferinde umut dağıtılan ‘zirveler’ yapıldı;
Emek-sermaye çelişmesinden emek gücü sahiplerine duyulan güvensizlik sebebiyle sermayenin güdümü esas alındı ve sermayenin örgütlü gücü TİSK’in istemleri savunuldu;
Yeni düzenleme sonrasında gündeme gelen grev tartışmasında, kısıtlı haliyle bile grevin uygulanmaması politikası resmileştirilmeye çalışıldı;
Toplu sözleşmeler, (geçmişten gelen alışkanlıklarla üst-düzey ilişkileriyle bağıtlanma politikası nedeniyle) işlerlik bulamaz ve sonuçta sözleşmelerin zorunlu tahkim aracı YHK tarafından yapılması onaylandı;
Amerikan mali sermayesinin paravan örgütü AAFLI, kurmuş olduğu ilişki sayesinde bu yıllarda faaliyetini yoğunlaştırdı;
Sınıfın artan mücadeleci potansiyelini pasifize etmek için eylem programları “benimsendi”, fakat esasta uygulanmadı;
Yine sınıfın potansiyeli sebebiyle ’87 Eylül referandumu ve sonrasında yapılan seçimler ve referandumlarda tavır belirledi ve bunu açıkladı;
Sonuç olarak Türk-İş, iktidarın nimetlerinden yararlanma ve günlük yaşamayı esas alan politikasıyla, yukarda belirttiğim biçimde yaşam hakkı buldu.
Peki, bu politikaların izlendiği süreçte işçinin içinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşullarında ne tür değişiklikler oldu?
Yürürlükte bulunan grevler, Eylül’le birlikte kaldırıldı ve sonrasında yasaklandı;
Yasal düzenlemeyle hak grevi yasaklandı ve kısıtlı koşullarda ve menfaat uyuşmazlığı halinde grevin yapılması öngörüldü;
Sigortalının hakkı pek çok yönden kısıtlandı;
Ulusal gelirden aldığı payı yüzde 27’lerden 15’lere indi;
Ücretlerin satın-alma gücünün sürekli düşmesi, sebebiyle yoksullaşma arttı ve buna bağlı olarak mülksüzleşme hızlandı;
Sigortalının gerçek ücret endeksi azalırken kişi başına ulusal gelir endeksi arttı;
Başta DİSK olmak üzere pek çok sendika kapatıldı;
Binlercesi işkence tezgâhlarından geçti ve yargılandı;
Sigortalıya göre yüzde 260’larda olan sendikalaşma oranı yüzde 50’lere indi; işsizlik arttı;
Bağıtlanın toplu sözleşme kazanımları, beklentileri karşılar düzeyde olmadı;
Bütün bunlar sonucunda artan sömürü ve zulme rağmen resmi terörün işçiler üzerindeki yıldırıcı etkisinin kırılmasına bağlı olarak, potansiyelini eyleme dönüştürme dinamiği yaşandı yaşanıyor.
Buraya kadar ’80’li yıllarda Türk-İş’in izlediği politikanın ve işçilerin durumunu başlıklar halinde sıraladım. Dikkat edildiğinde burjuvazinin adı ‘sosyal’ olan saldırı politikasının izlendiği bu dönemde Türk-İş’in de izlediği sendikal anlayışın, işçilerin yaşadığı sorunlara ne derece çözüm getir(me)miş olduğunu anlıyoruz.
Bu da, resmi ideoloji güdümünde ve denetiminde sermayeye teslimiyettir. Diğer bir deyişle sınıfa ihanetin politikasıdır. Çünkü işçi sınıfının haklarında kayıplar hanesinin sürekli büyüdüğü yıllarda, Türk-İş yönetimi burjuvazinin saldırısını hem gizlemeye çalıştı hem de geçici olduğu propagandasını yaptı. Bu anlamda saldırıların ortağı olup, eli kanlıdır.
Hatta Eylül’den yaklaşık altı yılı aşkın bir süre sonra, ’86 Aralıkta yapılan 14. Genel Kurulda seçilen çiçeği burnunda yeni genel sekreter Emin Kul, “Silahlı Kuvvetler işçi haklarına karşı gelmiştir diye bir hükmü etmemiz mümkün değildir. Askeri yönetim diktatörlük olsun diye gelmemiştir, işçi hareketini ezmek için de gelmemiştir.” diye inciler döktürür.
Böylece sendikal bürokratların sınıfsal kaynağının ne olduğu konusu sahibinin sesinden aydınlığa kavuşmuş oluyor.
Bu anlamda işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesi, sınıftan kopuk olan sendikal bürokratlara da karşı olmak zorundadır.
Bunun için üzerinde durulması gerekli sorular:
Sendikal demokrasi mi, sendikal bürokratlar sultası mı? Sendikal demokrasi…
Sınıfın mücadeleci potansiyeline güven mi, hükümetle zirveler mi? Sınıfa güven…
Özgürlük mü, teslimiyet mi? Özgürlük…
Örgütlenmeyi kalıcılaştırma ve yaygınlaştırma mı, içine kapanma ve sendikasızlaştırma mı? Kalıcılaştırma ve yaygınlaştırma…
Yanıtların belirtilen biçimde olması, hem sosyal hem de tarihi bir gerçektir.

KAYNAKÇA
97- Cumhuriyet,20 Eylül 1985
98- Milliyet. 30 Aralık 1980
99- Arayış Dergisi, 22 Ağustos 1981, sy: 27 sf.21
100- A. lşıklı, Gün Dergisi, Temmuz 1986, sy:16, sf.6.
101- Yıldırım Koç, Gün Dergisi, Temmuz 1986 sy.17, sf 17.
102- J. Kelly, Counte? Spy (Casuslara Karşı) dergisi,1980.C.4, sy.2, Yayınlayan Gün dergisi. Haziran 1986, sy:16, sf.8-10.
103- A. Işıklı, Gün Dergisi, Haziran 1986, sf:6-7; A. Işıklı, age, sl.192-201.
104- İsveç Sendikalar Konfederasyonu Araştırmaları,Dr. Ake Wedin, ICTFU, Aktaran Yıldırım Koç, 11. Tez Kitap Dizisi, Mayıs 1986, sy:3, sf.250.
105- Yeni Gündem,1-14 Kasım 1985, sf.13.
106- S. Turner, CIA Gizlilik ve Demokrasi, Cumhuriyet, 26-28 Ocak 1986.

107- Philip Agee, CIA Günlüğü, Çev: Mine Ciner, E yay. İstanbul, 1975, C.1, Sf. 96-101.
108- İbid,sf.231, 184, 177-178,324, 406
109- A. Işıklı, age, sf.149.
110- ABD kaynaklı yayını (aktaran) Y. Koç.
111- A. P. Jones Coldirek… ABD, 1979, sf.1039,aktaran, Y. Koç. agd, sf.252.
112- USA.., Aktaran Y. Koç, agd, sf.251.
113- A. Işıklı, age, sf.152.
114- Y. Koç, age, sf.135.
115- 2000’e Doğru, 6 Ağustos 1989.
116- Sosyal Siyasetler Konferansı, 14? Kitap, İÜİFYay. no:140, 1963, sf.41-43.
117- Yılmaz Büyükbaş, Cumhuriyet, 14 Mart 1986.
118- Resmi Gazete, 12 Aralık 1973.
119- Gün, Haziran 1986, sf.8-10.
120- A. Işıklı, Yeni Gündem, 1-15 Haziran 1985, sf.12.
121- Şükran Ketenci, Cumhuriyet, 29 Ekim 1982.
122- Philip Agee, age, sf.313.
123- Aktaran, Yıldırım Koç, age, sf.136
124- Türk-İş, 11. Genel Kurul Çalışmaları, sf. 407.
125- Cumhuriyet, 14 Kasım 1985


EK-1
Sendikal mücadele ya da sınıf sendikacılığı üzerine

Türk-İş’le ilgili yapılan araştırmanın yayınlandığı önceki sayılarda ek olarak; ‘Sendikal Bürokratlar’ üzerine Türk-İş’te Mi Birlik? konularına da açıklık getirmeye çalıştım. Bu sayıda ise adından çokça bahsedilen sınıf sendikacılığı üzerine duracağım.
Sendikaları işçilerin yalnız ve yalnızca çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmesi için ekonomik mücadeleyi esas alan örgütler olarak değerlendirme, günümüzde hâkim (burjuva) sendikal anlayıştır. Ekonomik mücadele dışında kalan siyasi mücadele ise, iktidara aday olan partilerin işi olarak gösterilir. Bu ayrımla; işçi sınıfının kitlesel örgütü sendikaların işlevleri sınırlandırılır ve sermaye ile işbirliğini savunan bir konuma düşülür.
Ekonomik ve siyasi günlük konuşulan dille ekmek ve özgürlük mücadelesinin birlikteliği dikkate alınmaz, alınmak istenmez.
Her iki mücadeleyi hem ayrıma tabi tutmanın ve birbirini dışlamanın mümkün olmadığı hem de ekonomik mücadeleyi esas ve diğerinin tali konumda olamayacağı bir sosyal gerçektir. Bunun ifadesi olarak, yalnızca ekonomik mücadelenin bir aracı/örgütü olarak görmek ve buna uygun faaliyette bulunmak esasta sendikaların faaliyetini sınırlamaktır. Bunun açılımı olarak sendikalar, ekmek ve özgürlük mücadelesinin birlikteliğinin yarattığı fonksiyonları üstlenmek zorundadır. Çünkü ekmek mücadelesinin kazanımlarının korunmasının ve geliştirilmesinin garanti supabı; özgürlük mücadelesidir. Yalnız sermayeye karşı, kendi alanında verilen ekmek mücadelesinin kalıcı başarılar sağlaması mümkün olamaz.
Ekmek mücadelesiyle kazanılan ekonomik hakların güvencesi nedir?
Yaşanılan ekonomik ve siyasi krizle birlikte artan yoksulluk ve zulümden nasıl kurtulunacak?
Soruların açılımında, peşi sıra bir soru daha akla geliyor: Sorun bataklığı mı kurutmak, yoksa bataklığın sebep olduğu sivrisinekleri mi öldürmektir. Bu soru toplumsal gerçekle ilgili olarak şöyle sorulabilir: Sorun ücretlerin düşüklüğü mü, yoksa ücretli kölelik düzeninin kendisi mi?
İşçi sınıfının daha iyi yaşamak ve çalışmak için verdiği emek (ekonomik) mücadelesi, sermayenin ekonomik ve siyasi yapılanımı yanı zulüm ve sömürü düzenine son verme özgürlük (siyasi) mücadelesi ile birleştirilmediğinde, mücadelenin kalıcı başarısından söz edilemeyeceği hem tarihi hem de sosyal bir gerçektir.
Özgürlük mücadelesi partilerin ve ekmek mücadelesi sendikaların faaliyetinin esasını oluşturur anlayışı; emeğe dayanan ekonomik ve siyasi yapılanım mücadelesinde sendikaların ve siyasi yapılanımın devamı esas alınmış olur. Çünkü üretim sahalarında işçilerin, kitlesel örgütü sendikalar aracılığıyla, ücreti artırma mücadelesi yanında özgürlük talebi içinde mücadele etmesi sosyoekonomik koşulların zorunlu dayatmasıdır.
Ekonomik mücadele, işçileri varolan ekonomik ve siyasi yapılanım içinde hükümetin sınıfa karşı davranışı konusunda eğitir. Ve bu, işçi/ emek ve işveren/sermaye arasındaki çelişkinin uyanması anlamında filizlenme halinde bilinci temsil eder; çünkü bu çerçeve çok dardır. O sebeple, bu alanda mücadele anlayışıyla işçiler sosyalist siyasal bilincini geliştiremez.
Sınıfın her eyleminin özünde, geniş anlamda bir politik yönü vardır. Çünkü sermayenin egemenliği koşullarında işçi sınıfının her eylemi iktidarın izlediği ekonomik ve siyasi politikasının teşhirini sağlar. Fakat bu noktada, politik yönün niteliği önem kazanır. İktidara karşı olma anlamında her politik yönü olan eylemin, sosyalist siyasal mücadeleden farklılığı hatırlanmalıdır. Diğer bir anlatımla iktidara karşı olan her eylem, hem sosyalist siyasal mücadeleyi içermez hem de sosyalist siyasal bilinci geliştiremez.
Peki, geliştirmesinin koşulu nedir?
Sosyalist siyasal bilincin gelişmesini esasta savunmak ve bunun için mücadele etmek zorunda olan işçi sınıfının kitlesel örgütü sendika; hem ekonomik hem de zulüm ve sömürü düzenin yıkılması mücadelesinin bütünselliğini sağlayan programı benimsemek zorundadır. Bu programın oluşumunda ve hayat bulmasında, sınıfın örgütlü gücü partisinin rolü hatırlanmalıdır.
Sendikal mücadelenin içeriği konusunda:
1- Ekmek mücadelesi: Sosyal kurtuluş mücadelesinin alternatifi konumuna konulmadan işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirilmesi yani ekonomik talepler için verilen mücadelenin önemi küçümsenemez. Aynı zamanda bununla da, siyasi/ideolojik mücadele arasında Çin Şeddi yoktur. Yani sınıfın ekmek mücadelesini sendikal mücadele açısından savunmak bir zorunluluk olup; kazanımların kalıcı olması ve daha da geliştirilmesi özgürlük mücadelesi ile bütünselliğin sağlanmasına bağlıdır. Çünkü öz olarak ekmek mücadelesinin verildiği alana sermaye hâkimdir. Bu sebeple, sermayeyi kendi alanında yenmek olası değildir.
2-özgürlük Mücadelesi: Sınıf sendikacılığı öz itibariyle özgürlük mücadelesi denilen faşizm ve sermayeye karşı sosyalizm mücadelesini savunur. Çünkü ekmek mücadelesinin başarısı, özgürlük mücadelesi bayrağının yükseklerde dalgalanmasına bağlıdır. Bu anlamda ekmek ve özgürlük mücadelesinin çakışması söz konusu olup bütünselliği vardır. Ayrıca işçilerin sınıf sendikacılığı anlayışı gereği sendikal bürokratlara karşı mücadelesi, öz olarak bürokratların varlık koşulu sermayenin ekonomik ve siyasi yapılanımına yani faşizme ve sermayeye karşı mücadele temelinde bütünsel olarak ele alınır. Alınmaması halinde, ekonomizm ya da reformizm çukuruna düşülür.
3- Sendikal Demokrasi Mücadelesi: Sendikal örgütlenmede işçi sınıfının aktif bir biçimde söz ve karar sahibi olmasına işlerlik kazandırmanın mekanizması; sendikal demokrasidir. Seçme ve kısıtlı koşullarda seçilme hakkının olması (bugün Türk-İş’te olduğu gibi) sendikal demokrasinin var olduğunun göstergesi olarak ileri sürülemez. Çünkü sendikaya yönetici olarak kimin seçileceğinden çok, “seçileceklerin, nasıl seçilecekleri ve bunların nasıl denetlenecekleri” ve gerektiğinde nasıl ve kimlerce görevlerinden alınacağı önem kazanır. Sayılan bu nitelikleriyle sendikal demokrasinin işlerlik kazanması, siyasal rejimle doğrudan ilintilidir. Yani gerçek anlamda sendikal demokrasi emeğe dayanan ekonomik ve siyasi yapılanım koşullarında işlerlik kazanır. Bu anlamda da mücadelenin bütünselliği bir zorunluluktur.
4- Sendikal Birlik Mücadelesi: Sınıfın hem ulusal hem de uluslararası planda sermayeye karşı verdiği mücadelenin başarılı olabilmesinin önemli bir koşulu da sınıfın tabandan sendikal birliğini sağlamaktır. Sendikal bürokrat akımlar, sınıfın birliğini kendi etraflarında bir birlik olarak göstermeye ve günümüzde de her muhalefeti “birlik” adına bastırmaya çalışıyorlar. Kendilerince belirledikleri ve koltuklarını esas alan anlayışa karşı verilen mücadeleyi “bölücülük” nitelendirilmesiyle bastırıyorlar.
Sendikal birlik, işçilerin herhangi bir sendikal bürokratın hareketi çatısı altında toplanması anlamında yorumlanamaz. Diğer bir anlatımla sendikal birliği olarak değerlendirilemez. Çünkü sendikal birlik sermayeye karşı verilen mücadelenin ürünü olacaktır.
Bugün, sendikal bürokratların herhangi bir sendikası ya da konfederasyonunda (örn: Türk-İş) işçilerin toplanması halinde; sendikal birlikten söz etmek mümkün mü? Hayır; çünkü bu yığınsal yani niceliksel birlik olup, niteliksel yani sendikal birlik değildir. Böyle bir yığınsal birlikten sermayenin esasta bir zararı yoktur. Hatta bu tür yığınsal birlik sonucu bir yönüyle burjuvazi ile daha kolayca anlaşma imkânı bulur.
5- Bağımsızlık Mücadelesi: İşçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesi, emperyalist mali sermayeye karşı da verilmesi zorunluluğundan emperyalizmin ekonomik ve siyasi tutsaklık zincirine karşı, her ulusun bağımsızlık mücadelesini destekler ve bu anlamda ulusların kendi geleceğini belirleme hakkının tavizsiz savunucusudur.
6- Uluslararası İşçi Birliği Mücadelesi: İşçi sınıfın sosyal kurtuluş mücadelesinin, emperyalist mali sermayenin uluslararası özelliği sebebiyle, bir de uluslararası boyutu vardır. O sebeple, sosyal kurtuluş mücadelesinin birlikteliği yaşanılan ekonomik ve siyasi koşulların nite İğinden kaynaklanır. İşte onun için “Bütün Ülkelerin İşçileri Birlesiniz” diyoruz.
Sayılan bu mücadele türlerin bütünselliği, sendikal mücadelenin esasını oluşturur. Bu oluşumun odağında; işçi sınıfının bir başka örgütlü ve önder gücü Partisi varolup, sosyal kurtuluş mücadelesinde, ana lokomotif görevini üstlenir.

EK-2
SORUŞTURMA

Türk-iş’e yönelik yaptığımız bu çalışmayla İlgili olarak aşağıda belirlediğimiz sorulara, sendikacıların verdiği cevapları yayınlıyoruz.
1. Sendikal demokrasiden ne an-layorsunuz? Türk-iş’te “sendikal demokrasi” nasıl İşlerlik kazanıyor?
2- Tûrk-lş yönetimi uygulamayacağı, ve sonuçta da uygulamadığı eylem programları kararını neden alır?
3- Türk-iş’in sendikal politikasını, işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesi açısından değerlerdl’rlr misiniz
Laspetkim-iş Şubesi yönetim kurulu

“İşyeri komiteleri ve sendikal demokrasi”
1- Sendikal demokrasi, işçilerin sendika yönetiminde söz ve karar sahibi olmasıdır. Bu genel kuruldan kurula delegelerin sandık başına gitmesi olmadığı gibi, salt temsilcileri seçimle belirlemek ya da toplu sözleşmelerde oylama yapmak da değildir. Kuşkusuz toplu sözleşme görüşmelerinin kapalı kapılar ardında yürütüldüğü, bir gecede bitirildiği, atama yoluyla gelen temsilcilerin işverenle işbirliği içinde olduğu, işçilerin sözleşmelerinden haberlerinin bile olmadığı, günümüzün sendikal hareketinde toplu sözleşmelerle onay, temsilcileri seçimle belirlemek de önemli. Ancak sendikal demokraside asıl olan, işçilerin sendika yönetimine katılımını, denetimi sağlayacak sendikal örgütlülüğün yaratılmasıdır. Bu da işçilerin bulundukları işyerlerinde sendikal örgütlenmenin yapı taşı olacak işyeri komitelerinin oluşturulmasıyla mümkündür, işyeri komiteleri bir yanıyla sendikal mücadeleye en geniş işçi topluluğunun katılımını, bu mücadelenin öncü işçiler tarafından yönlendirilmesini sağlayacak, sendikal mücadele ile politik mücadelenin bağlarını kuracak örgütlenmelerdir.
2- işçilere yıllardan beri oynanan bir oyun bu. işsizliğin, yoksulluğun, pahalılığın kasıp kavurduğu kitlelerde oluşan tepkiyi dizginleyebilmek amacıyla, sözler, verilir, “genel grev” laflan edilir, mitinglerden söz edilir. Sonra da işverenlerle, hükümetle uzlaşabilmenin yolları aranır. Sendikal hareketimizde devlet ve işveren güdümlü sendikacılığın temsilcisi Türk-İş, kendisine yüklenen bu işlevi, en iyi şekilde yerine getirdi. Nisan-Mayıs eylemleri pek çok sendikada yöneticilere rağmen gerçekleştirildi. Ancak bu hareketlilik toplu sözleşme dönemleri ile sınırlı kalıyor. Genel kurullara tam anlamıyla yansıyabildiği söylenemez.
Diğer yandan yönetimin eylem kararlan almasını seçilebilme hesapları da etkiliyor, örneğin Şevket Yılmaz’ın Bağımsız Çelik-İş’in gerçekleştirdiği Demir Çelik grevinde gövde gösterisi yapmasının ardında, bu sendikayı Türk-iş Genel Kurulu’nda Başkan adayı olması beklenen Türk Metal Başkanı Mustafa Özbek’e, karşı güçlendirmeye çalışması yatıyordu.
3- Türk-İş’in sendikal politikası işçi sınıfının sendikal mücadelesi önündeki büyük engellerden biridir, işçilerin yükselen tepkisi, mücadelesi bu politikada gündelik değişiklikler oluşturabilse dahi, bu yapının kırılması, sendikal anlayışın sınıf ve kitle sendikacılığı zeminine oturması mümkün görünmüyor. Oysa işçilerin sınıf ve kitle sendikacılığı zemininde oluşacak sendikal birliği gerçekleşmeden bu alandaki sorunların çözümü mümkün değil. Böylesi bir birlik ne üç beş sendikacının 1 Mayıs’larda bir araya gelmesiyle ne de aynı işkolundaki sendikaların ilkesiz birleşmeleriyle gerçekleşir. Sendikal birlik işyerlerinden başlayarak, işkolu ve giderek tüm işçileri kapsayacak sınıf ve kitle sendikacılığı mücadelesi ile gerçekleşecektir.


EK-3
SORUŞTURMA

Türk-İş’e yönelik yaptığımız bu çalışmayla ilgili olarak aşağıda belirlediğimiz sorulara, sendikacıların verdiği cevapları yaymıyoruz.
1. Sendikal demokrasiden ne anlıyorsunuz? Türk-İş’te “sendikal demokrasi” nasıl işlerlik kazanıyor?
2- Türk-İş yönetimi uygulamayacağı ve sonuçta da uygulamadığı eylem programların kararını neden alır?
3- Türk-İş’in sendikal politikasını, işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesi açısından değerlendirir misiniz?
Kristal-iş Gebze şubesi başkanı Cemal Simliova:

“Sınıfın birliği ve katılımcılığı”

1- Ben kişisel olarak sendikal demokrasiye iki şekilde yaklaşmak istiyorum: Birincisi, sınıf insanlarının dünya görüşü temelinde; ikincisi ise katılımcılıkla ilgili olanıdır. Sınıf içerisinde değişik düşüncelere sahip, değişik dünya görüşü olan işçilerin varlığı bir gerçektir. Kaldı ki işçileri sendikada birleştiren olay ideolojik ve siyasi bir olay da değildir. Esas neden ekonomik ve demokratik çıkar birliğidir. O nedenle sendikalarda sınıf insanlarının düşüncelerinden dolayı dışlanmaları ya da sendikal kararlarda yönetim gibi düşünmeyen insanlara söz vermeme sendikal demokrasi ile bağdaşmaz. Siyasal düşüncesi, dini inancı, milliyeti ne olursa olsun bütün işçiler düşüncesini, eleştirilerini özgürce ortaya koymalıdırlar. Bugün ülkemizde birçok sendikada hele hele otoriter bir merkeziyetçilik oluşturmaya çalışan birçok sendikada (yasalardan da yararlanarak) seçimle göreve gelen insanlar, görevlerinden alınmaktadır. Hatta yine, birçok sendikada bu doğrultuda temsilci seçimleri dahi yapılmamaktadır. İkincisine gelince, eğer bir sendikada yönetilen işçiler kendilerine yönetici olarak seçmiş olduğu insanları denetleyemiyorsa ya da yöneticiler tarafından denetim yolları kapalı tutuluyorsa, sendikal kararlarda tabandaki insanların genel düşünceleri alınmıyorsa orada sendikal demokrasi yok demektir. Çünkü sendikal politikaları hedeflemede birlikte düşünmek ve birlikte karar almak çok önemlidir. Zaten birlikte düşünmeyen ve birlikte karar almayan ilkelerin hayata geçme şansı yoktur. Sınıfın insanlarını dışlayan ama onlar adına kararlar alan ve sınıfa dayatılan düşünceler demokratik düşünce değildir. Konfederasyon olarak Türk-İş’te ve Türk-İş’e bağlı birçok sendika da sendikal demokrasinin her gün yaşayarak görmekteyiz.
2- Bugün Türk-İş sendikalı işçilerin yaklaşık yüzde 80’ini kendi bünyesinde toplamış bir konfederasyondur. Yapacağı her eylem Türkiye işçi sınıfının gündemini belirleyecektir. Kaldı ki bazı sendikacı arkadaşlar özellikle 1986’dan sonra Türk-İş’te bazı farklılıkların olduğunu söylemektedir. Ancak kişisel olarak bu farklılığa da pek katılmıyorum. Türk-İş’te değişen farklılık nedir? Eskiden konuşmuyorlarmış da, şimdi olaylar karşısında konuşuyorlarmış, mevcut sorunları iyi tespit yapıyorlarmış; eğer sendikacılık salt bu ise bugün Mustafa Özbek herkesten çok daha fazla konuşmakta, her konuşmasında da genel grevi gündeme getirmektedir. Yani diyeceğim sendikacılık salt laf değildir. Sendikacılık iş yapmaktır, icraat ortaya koymaktır. Gerçi bazı insanlar Türk-İş deyince yalnızca tepedeki 5 insanı dikkate almaktadırlar. Oysaki Türk-İş’te kararları yalnız bu 5 yönetici almamakla bunlarla birlikte 32 sendika başkanının katıldığı Başkanlar Kurulunda kararlar alınmaktadır. Türk-İş başkanlar kurulu samimi davranmamışlardır. Yemek boykotlarının bazı illerde yapılan boykotların başarılı geçmesi kendilerini korkutmuştur. Benim kafamdan bu başarıyı kendileri için bir pazarlık konusu mu yaptılar diye bir düşünce geçiyor. Çünkü birçoğunun 4 dönemleri bitmişti. Acaba bunu yeniden uzatmak mı istediler. Ya da birçoğu emekli idi; bu emekli sendikacıların bir daha seçilemeyeceklerine ilişkin yasağı kaldırmak mı istediler. Yani benim kafamda Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun tavrı sendikal hak ve özgürlüklerden çok sendikacı hak ve özgürlükleri için uğraş verdikleri kanısını uyandırmaktadır.
Kaldı ki eylem kararı alıp uygulamamak sendikaları ve dolayısı ile sendikaların asıl sahibi olan işçi sınıfını, burjuvazi karşısında bir adım daha geriye götürmektedir. Bu da sınıfın güçsüz olduğu imajının doğmasının nedeni olmaktadır. Bu bakımdan eylem kararı alınırken çok daha iyi düşünmek ve alınan her kararı şu veya bu şekilde hayata geçirmek gerekmektedir.
3- Türk-İş’in bugün izlemiş olduğu mücadele ile işçilerinin ekmeğinin büyümesi mümkün değildir. Çünkü demokrasi mücadelesine katkısı olan bir örgütün, demokrasi ile işçinin ekmeği arasında bağ oluşturmayan bir örgütün insanlara ya da sınıfın ekmeğinin büyütülmesinde bir katkısı olmaz doğrusu. Sınıf bugüne kadar okuyarak duyarak değil ama bizzat yaşayarak görmüştür ki burjuva demokrasisinin kısmi olarak işlediği dönemlerde ekmeğinin büyüdüğünü, burjuva demokrasisinin işlemediği zamanlarda ekmeğinin küçüldüğünü görmüştür. Kaldı ki Türk-İş bugüne kadar sınıfın ekonomik ve demokratik haklarına yönelik saldırılar karşısında bugün dahi sessiz kalmış, adeta siyasi iktidara destek vermektedir. Zaten Türk-İş bugünkü hantal yapısı ile bürokrat yapısı ile, sınıftan kopuk yapısı ile ne ciddi anlamda bir demokrasi mücadelesi ne de temel hak ve özgürlük mücadelesini yapabilir. Bütün bu mücadeleleri yapması için bence tabandaki insanlarla kaynaşmış ve bütünleşmiş olması gerekir. Siyasi iktidara baskı yapabilmenin koşulu da bu olacaktır sanırım.

EK-4
CIA AJANI KALEMİNDEN SENDİKAL FAALİYET

İkinci Dünya Savaşı öncesinde SBKP’nin uluslararası cepheler kanalıyla politikasını yayma ve genişletme çalışmalarını sürdürmesine karşılık, CIA da öğrenci ve gençlik faaliyetleri gibi iş ve işçi yani sendikal çalışmalara başlamıştır.
İngiliz İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TUC), Amerikan Sanayi Örgütleri Konfederasyonu (CIO) ve Sovyet İşçi Sendikaları Konfederasyonu (WFTU) 1945 yılında Paris’te kurulur: “Federasyonu anti-kapitalist propaganda için kullanmak isteyen komünist işçi sendikaları yetkilileriyle, Federasyon çalışmalarını ekonomik konularda sürdürmek için direten ‘hür dünya’ yetkilileri arasındaki anlaşmazlık, sonunda, 1949 yılında Federasyonun Marshall Planı’nı destekleyip desteklememesi sorunuyla su yüzüne” çıkar. Bu sebeple başlayan tartışma sonucu aynı yılda, WFTU’ya karşı, komünist olmayan uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) kurulur. ICFTU, Avrupa, Uzak Doğu, Afrika ve Batı Yarıküresinde komünist olmayan ulusal işçi sendikaları merkezlerini bir araya toplayan bölgesel örgütler kurar.
“Örgüt’ün (yani CIA’nın N.O.) yardım ve rehberliği üç kademede (ICFTU), bölgesel merkezler ve ulusal merkezler)” yapılır ve halen de yapılmaktadır. Uluslararası düzeyde “CIA işçi kesimi çalışmaları, hepsi de güçlü ve akıllı kişiler olan AFL Başkanı George Meany, Dış ilişkiler Şefi Jay Lavestone, Avrupa temsilcisi Irving Brown (Türk-İş’in kurulmasında ve sonrasında yoğun çalışmaları olur, N.O.) tarafından” gerçekleştirilir. Bölgesel düzeyde de CIA denetimi uygulanır. Örneğin, AFL’nin Latin Amerika temsilcisi Serfino Romualdi, Mexico City’de kurulu Amerika Devletleri Bölgesel İşçi Örgütü’nü (ORlT) yönetir. “Ulusal çapta da, CIA merkezleri özellikle geri kalmış ülkelerde ulusal işçi kuruluşlarını destekleme ve yön verme çalışmaları yaparlar”. Genel Merkezde, iş ve işçi çalışmalarının kapsamına giren “yardım, yön verme ve denetim çalışmaları” Uluslararası Örgütler Bölümü’nün iş ve işçi şubesinde toplanır.
Bu çalışmalarda görülen genel politika:
Birincisi; WFTU ile onun bölgesel ve ulusal şubeleri “Moskova’nın kolları” olarak tanımlanır.
İkincisi; merkez çalışmalarında amaç, komünistlerin ve aşırı solcuların üstünlük sağladıkları sendikaları zayıflatıp yenilgiye uğratarak, komünist olmayan bir sendika kurmak ve desteklemektir.
Üçüncüsü; ICFTU ve onun bölgesel örgütleri, “CIA etkisinde ya da denetimindeki sendikalar ve ulusal merkez birlikleri kurularak,” hem alt hem de üst düzeyde desteklenir.
Dördüncüsü; bir sanayi dalında çalışan işçilerin çıkarlarını temsil eden Uluslararası Sendika Sekreterlikleri (ITS) kanalıyla, CIA, iş ve işçi faaliyetlerini sürdürür. Bu ITS’in sistemi “daha uzmanca ve çoğu kez de başarılı olduğundan CIA’nın amaçlarına bölgesel ve ulusal yapıda olan ICFTU’dan çok daha uygun düşer. Denetim ve yön verme çalışmaları, belirli bir sanayi dalının işçilerine yönelik işçi faaliyetlerine yardımcı olmaları için başvurulan bir Sekreterlik’in yetkilileri aracılığıyla gerçekleştirilir”. Çoğu kere, ITS’ye üye bir Sekreterlik Amerikan Sanayi Sendikasından büyük mali yardım görür. “Sekreterlikteki CIA ajanları, ITS içinde Amerika’yı temsil eden Amerika işçi önderleridir”. Böylece, Amerikan Eyalet, Bölge ve Belediye Memurları Federasyonu, genel merkezi Londra’da bulunan, devlet memurlarının bağlı olduğu ITS Sekreterliği Uluslararası Kamu Hizmetleri için CIA faaliyetlerinin gerçekleştirdiği bir araçtır. (Devamında, benzer çalışmaların Uluslararası Petrol ve Kimyasal Maddeler İşçileri Federasyonu (IFPCW), Uluslararası Posta, Telgraf, Telefon işçileri (PTTI), Uluslararası Hıristiyan Ticaret Sendikaları Federasyonu (IFCTU), Uluslararası Bahçecilik, Tarım ve Müttefik İşçileri Sosyal Demokrat hareketle ilgili özel eğitim için de, İsrail Sendikalar Konfederasyonu Histadrut kullanılır.
Uluslararası ve bölgesel düzeydeki işçi eylem ajanları Washington’daki ya da Paris, Brüksel, Mexico City gibi merkezlerdeki Uluslararası Örgütler Bölümü görevlilerince yönetilir.
Uluslararası ve bölgesel düzeylerindeki durumundan dolayı ajan, genellikle örgütler içinde söz sahibidir ve geziler, eğitim, konferanslara çağrı ajan tarafından sağlandığı için sendika yetkilileri ona yakınlaşmaya çalışırlar. “Ajan da, komünist olmayan yerel sendika önderlerini avucunun içine alarak merkezle aralarında ilişki kurulmasını sağlar. Kesin ilişki kurulana kadar. Bölüm ajanının korunması için böyle bir ilişkiye üçüncü kişiler aracılığıyla geçilir.”
Milyonlarca dolarlık maliyetine karşılık, iş ve işçi çalışmalarının verimliliğinin saptanması güçtür ve tartışma konusudur. “Çalışmalar, komünist etkenleri ortadan kaldırmayı ve seminerler, konferanslar, eğitim programları düzenleyerek Batı ülkelerinin değerini öğretmeyi kapsar.”
(PHİLİP AGEE, CIA GÜNLÜĞÜ, ÇEV: MİHE ÜNER, E YAYINLARI, İSTANBUL 1975, C.1, sf. 96-101)

Kasım 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑