Aydın’da Katliam ve Cezaevi Gerçeği

Diktatörlüğün cinayetler zincirine bir yenisi daha eklendi. Açlık grevleri ölüm orucuna dönüşen siyasi tutuklu ve hükümlülerden Hüseyin Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya Aydın Cezaevi’nde hunharca öldürüldü. Cinayet 40 güne yakın bir süredir Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nde açlık grevi yapmakta olan siyasi tutsakların Aydın Cezaevi’ne barbarca yöntemlerle “nakledilmeleri”nden sonra işlendi. Ertesi gün gazetelerde, açlık grevini ölüm orucuna dönüştürerek sürdüren 280 “mahkûm”dan Hüseyin Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya’nın cezaevinde gardiyanlar ve güvenlik güçleri tarafından kurşunlanarak öldürüldüğü haberleri yer aldı. Bir sonraki günün haberlerinde ise yetkililerin “mahkûm”ların susuzluk, protein eksikliği v.b. nedenlerle öldükleri açıklamalarında bulunduğu belirtiliyordu. 280 tutuklu ve hükümlünün açlık grevi ölüm orucuna dönüşürken bir katliam olasılığı kamuoyunun bütün dikkatini açlık grevine yöneltmesine neden olmuştu. Siyasi iktidarın açlık grevi yapan tutuklu ve hükümlülerin haklı istemleri karşısında izlediği gaddar ve caniyane tutum, öfke ve tepkilerin hızla büyümesine yol açmıştı.
Bu gelişmeler karşısında açlık grevini kırmak amacıyla, Adalet Bakanı’nın “gizli emri” üzerine Eskişehir Özel Tip Cezaevi tamamen boşaltılmış, tutuklu ve hükümlüler Aydın Cezaevi’ne sürülmüştü. Basına yansıyan haberlere göre Aydın Cezaevi’nde direnişçilere saldıran militarist güçler Hüseyin Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya’yı öldürdüler. Çok sayıda tutuklu ve hükümlü de yaralandı.
İster kurşunlanarak olsun, ister açlık, susuzluk vb. bunlar, yapılanın bir cinayet, bir katliam olduğu gerçeğini ört bas edemez. Bu noktaya bir rastlantı sonucu değil aksine, siyasi iktidarın öteden beri izlediği bilinçli, caniyane politikalar sonucunda gelinmiştir.
Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nde 40 güne yakın bir süredir devam eden açlık grevi, artık ölüm orucuna dönüşürken Eskişehir sınırlarını da aşarak diğer cezaevlerine yayıldı; dışarıda çok sayıda demokratik kitle örgütü, sendika çevreleri, diğer kişi ve kuruluşlar arasında geniş ölçülerde desteklendi; dayanışma giderek güçleniyor.
Mardin Yarı Açık Cezaevi’nde-ki adli mahkûmlardan başka, Ceyhan Özel Tip, Kahramanmaraş, Malatya, Nazilli E Tipi, Ergani Kapalı, Gaziantep Özel Tip, Amasya, Diyarbakır, Erzincan, Bursa, Buca ve Urla cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlüler de cezaevlerindeki baskıları protesto etmek, “1 Ağustos Genelgesi”nin kaldırılması veya Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ndeki açlık grevini desteklemek için süreli ya da süresiz açlık grevine gittiler. Ceyhan’daki açlık grevi 15. gününe yaklaşıyor. Çok sayıda kişi ve kuruluş gerek basın açıklamaları ve ilanlarla, gerekse de çeşitli eylemlerle cezaevlerindeki baskıları protesto ettiler. Sultanahmet Meydanı’nda yapılan gösteride ve diğer bazı yerlerde yapılan eylemlerde birçok kişi gözaltına alındı. Bu gelişmeler Türkiye cezaevlerini yeniden kamuoyunun gündemine getirdi. Devrimci siyasi tutsakların canları pahasına açlık direnişi ve ölüm orucuna geçmelerine neden olan cezaevi koşullarına tekrar bir göz atmakta fayda var.
Siyasi nedenlerle hapis bulunanlara tutuklu ve hükümlü değil de siyasi tutsak denilmesi boşuna değildir. Aslında cezaevlerinde uygulanan baskı ve terörün gerçek açıklamasını bu kavramın içinde aramak daha isabetli olur. Çünkü tutuklu ve hükümlülere yaplan, gerçek anlamıyla düşman eline düşen esir muamelesi, hatta daha da beteridir. Çeşitli yer, zaman ve biçimlerde “ele geçirilen” ilerici, devrimci ve demokratlara yapılan işkenceler cezaevlerinde yapılanlarla sınırlı değildir. Vahşet ve barbarlığın âlâsı daha önceden başlar. Eğer çatışma ve pusularda öldürülmeden ele geçirildiysen canilerin kanlı pençesini daha o andan itibaren üzerinde bulursun. En iğrenç küfürler eşliğinde yağdırılmaya başlanan tekme, tokat, cop, dipçik sağanağı ilk şoku yaşanan içindir. Daha sonraki seanslar karakol, 1. ve 2. şube vb. yerlerde uygulamaya konulur. İşkenceleri uzun uzadıya anlatmaya gerek yok, biliniyor. Cezaevleri de gözaltında bulunduğu sırada öldürülmemiş olanların getirildiği belli başlı yerlerdendir. Cezaevlerine bir kere konulduktan sonra üç yıl mı, beş yıl mı yoksa on yıl mı tutulacağın belli olmaz. Cezaevi yılları siyasi tutsaklar için bir anlamda öldürülme hızının biraz daha yavaşlatıldığı yerlerdir. Tutsaklar burada işkence ya da çatışmada veya pusuda olduğu gibi hemen öldürülmezler. Buradaki ölüm biraz daha ağırlaştırılmış ölümdür. Uzun süreli psikolojik baskı ve saldırılarla birlikte, çeşitli provokasyon ve saldırılar, şiddet uygulamaları, hak gaspları, ağır yaptırımlar, sömürü ve yolsuzluklar vb. bu “yavaş ölüm”ün hazırlayıcı koşullarını oluşturur. Tutsaklar cezaevlerinde bulunduğu süre içinde öyle bir darbe yemelidir ki ölüsü çıkmasa bile bir daha belini doğrultamamalıdır. Nitekim tutuklu ve hükümlülerin sık sık açlık grevi ve ölüm orucuna gitmeye zorlanması bu cani planların birer sonucudur. Açlık grevi ve ölüm orucundan sağ çıkabilen tutsakların eski hallerine dönmeleri imkânsızdır. Bu da faşist canileri bir ölçüde tatmin edebilecek bir şeydir.
Gerek gözaltında, gerekse cezaevinde her türlü savunma olanağından yoksun kalan siyasi tutsakla, ondan intikam alma ateşiyle yanıp tutuşan ve en geniş ve gelişmiş terör araçlarıyla donatılmış işkenceciler güruhu karşı karşıyadır. Devrimci tutsağın etinden ve iradesinden başka sarılabileceği silahı kalmamıştır.     Faşistler geçici güç üstünlüklerinin verdiği pervasızlıkla her türlü tertip ve oyuna başvurmakta sınır tanımazlar. Kudurmuş saldırganlık karşısında siyasi tutsağın karşı koymak ve sesini kalın duvarların dışına çıkarabilmek için bedenini ortaya koymaktan başka çaresi yoktur. Sonuçta kitlesel ölümler olasılığı olsa da devrimci siyasi tutsaklar onurlarını korumak için bunu göze almak zorunda bırakılırlar. Bu da faşizmin devrimcileri, demokratları tümden imha planlarının, onları kendi kendilerini öldürme zorunda bırakmaları biçimidir.
12 Eylül’le birlikte işkence altında alınan düzmece ifadeler ve emir kumanda sistemiyle işleyen sıkıyönetim askeri mahkeme kararlarına dayanılarak zindanlarda çürümeye terk edilen on birlerce ilerici, sol görüşlü ve demokrat, cezaevinin vahşi ortamında karşı devrimin bin bir türlü saldırı ve tezgâhlarına hedef oldu. Toplumu yıkıma götüren gerçek suçluların onlar olduğu imajını yaratabilmek için iğrenç ve aşağılayıcı yöntemlere başvuruldu. Tek tip elbiseler giydirildi. “Sevk zinciri” denilen aşağılayıcı bağlarla nakiller yapıldı. Görüş ve ziyaretlere akıl almaz kısıtlamalar getirildi. Dışardan gönderilen, ya da getirilen yiyecek, diğer zorunlu maddi ve kültürel ihtiyaç maddeleri, paralar, kitap ve yayınlar içeri sokulmadı, tutsaklara verilmedi. İnanç ve düşüncelerine aykırı düşen çağdışı ideolojileri ve davranış kalıpları siyasi tutsaklara süngü ve dipçik zoruyla kabul ettirilmeye çalışıldı. Mektuplaşmaya yasaklar konuldu. Sık sık arama bahanesiyle koğuşlara düzenlenen baskınlarda tutuklu ve hükümlüler dayak ve işkenceden geçirildi. Çay vb. ihtiyaç maddeleri fahiş fiyatlardan satıldı, kantinler yolsuzluk yuvaları haline getirildi. Hastaneye götürülenler kol ve bacaklarından zincirle ranzaya bağlandı. Havalandırmalar ya çok kısıtlandı ya da hepten kaldırıldı.
Askeri faşist cunta döneminde yaşananlarda sivil görünümlü iktidarın işbaşına gelmesiyle bir şey değişmedi. Aksine kimi zaman daha azgın biçimler aldı. Bundan tam 1 yıl önce Adalet Bakanı Oltan Sungurlu imzasıyla yayınlanan genelge ile terör ve işkenceye, saldırı ve gasplara “hukuki” kılıf kazandırılmak istendi. “1 Ağustos Genelgesi” olarak bilinen bu provokatif düzenleme tutsaklar ve ilerici kesimlerce geniş tepki ve protestolarla karşılandı. Genelge dışardan gönderilecek yiyecekleri yasaklıyor, haftalık ziyaretler yerine 15 günlük ziyaretleri öngörüyor, tutsaklara daktilo kullanmayı da yasaklıyor, tek tip elbise giymeyenlere, mahkemede ifade vermeyenlere, duruşmalara gitmeyenlere, toplu halde dilekçe verenlere ve “sessiz” direniş yapanlara, birden fazla tutuklunun havalandırmaya çıkmamasına, ihbarda bulunmayanlara ziyaretçi kabulünden men, mektuplaşma yasağı, hücre hapsi ve katıksız hapis, hatta infaz yakma gibi disiplin cezaları verilmesini öngörüyordu. ! Ayrıca on beş günde bir koğuşların didik didik aranacağı, koğuştan koğuşlara gidiş gelişin yasaklanacağı, açlık grevlerinde tuz ve şekerin verilmeyeceği buyruluyordu. Öte yandan iyi ve kötü hallilik son derece sübjektif ölçütlere bağlanıyor, sicil ve müşahede fişine işlenen bir tutumun olması, pişmanlık gösterilmemesi, ihbarda bulunulmaması, idareye karşı samimi olunmaması ve iş ve görevlerde isteksizlik, kötü hallilik nedeni sayılıyordu. Amaç siyasi tutsaklara boyun eğdirmek, onurlarından ve siyasi kimliklerinden onları vazgeçirmek, devrim ve sosyalizm için mücadele kararlılıklarını yok etmekti.
“1 Ağustos Genelgesi” gelişen güçlü tepkiler karşısında fiili olarak işleyemez duruma getirilmişti, fakat resmen yürürlükten kaldırılmamıştı. Aradan belirli bir zaman geçtikten sonra siyasi iktidar elverişli bulduğu bir anda Genelge’yi yeniden uygulamaya koymak istedi. Tünel olayları bahane edilerek tutuklu ve hükümlülerin kısıtlı hakları da gasp edildi. Bunun üzerine Eskişehir Özel Tip Cezaevindeki siyasi tutsaklar süresiz açlık grevine başladı. Bununla birlikte diğer cezaevlerinde de aynı nedenlerle ve Eskişehir’le dayanışmak için eyleme geçtiler.

Ağustos 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑