Savaş… Savaş… Savaşlar… Uygarlık ve savaş… Kavramlar çelişik. Ama gerçek. Uygarlık ve savaşlar bugüne değin yan yana durdu ve büyüdüler. Daha uzunca bir süre böyle olacak. Görünen o. İnsanlık tarihi hatta tarih öncesi savaşlar içinde gelişti. Uygarlık düzeyinin yükselmesi, silahların tahrip gücünü artırarak daha büyük ve yıkıcı savaşları doğurdu. Uygarlık evrensel boyutlar kazandıkça savaşları da evrenselliğe taşıdı. Vahşet çağının küçük ilkel toplulukların ya da üyelerinin -topluluk içinde tam bir kardeşlik ve kolektivizm hüküm sürerken, topluluk dışı olanları insan olarak bile görmeme bilincinden ve son derece yetersiz yaşam alan ve araçlarını tasarruf etme güdüsünden kaynaklanan- yaşamı sürdürme savaşları, meta ilişkileri ve yaygın olmayan köle kullanımının ortaya çıktığı ilkel topluluğun ileri aşamalarında, barbarlıkta, yerini av alanları, otlaklar ve yağma (başlıca hayvan sürüleri) savaşlarına bıraktı. Savaş alanı, katılanlar ve silahlar miktar ve nitelik olarak artarak..Sonra toprak ve köle paylaşım ve devşirme savaşları geldi. Ve buna karşı çıkanların savaşları. Spartaküs’ün yürüttüğü ayaklanma ve savaşlar gibi. Köleciliğe karşı savaşlar… Kölecilik savaşlarla yıkıldı. İçinden çürüdü ve barbar akınları koca Roma İmparatorluğunun sonunu getirdi. Ama savaşlar bitmedi. İnsanlık bir ileri adım attı, köleciliğin yıkıntıları üzerinden yeni bir Avrupa kurulmaya başladı. Savaşlarla… Yeni oluşan hanedanlar ve imparatorluklar birbirleriyle savaşmaya başladılar. Feodal aristokrasinin toprak ve yağma savaşlarının alanı genişledi iyice. Köylü ayaklanma ve savaşları ortaya çıktı. Feodal ayrıcalıklara ve serflik düzenine karşı, özgürleşme özlemiyle… Aynı din içinde tarikatlar ve mezhepler arasında ve rakip dinler arasında din savaşları baş gösterdi. Haçlı seferleri, cihatlar, yüz gün savaşları, Mohaçlar, Viyana kuşatmaları dinsel motifin az ya da çok rol oynadığı ticaret yolları ya da toprak kazanma ve doğrudan yağmalama karakterli insan kırımlarıydı. Üretici güçlerin gelişmesi, buhar makinası, manifaktürü takip ederek fabrika uygarlığın yeni bir ileri adımıydı. Ama sadece bunlarla değil, savaşlarla da birlikte var oldu kapitalizm. Napolyon kapitalizmi ilerletip, Avrupa’ya yayan az savaşlar vermedi. Sonra kapitalistler birbirlerine döndüler. İş gelip ilk evrensel savaşa dayandı: Tüm kıtaları kucaklayan dünyanın toprak ve ekonomik olarak “yeniden paylaşılması savaşına. Ve ekmek, barış ve özgürlük istemleri, bu savaş içinde ilk gerçekleşme yolunu buldu: Hemen barış görüşmelerine hazır olduğunu ilan eden ve tek taraflı barış tutumunu uygulayan Sovyetler Birliği kuruldu. Tek ülkede sosyalizm savaşların sonunun getirmedi. İkinci bir evrensel savaş patladı: Almanya ve Japonya güçlenmişlerdi ve talan sofrasında pay alamıyorlardı. Dört bir yana saldırdılar. Barış için mücadele yeterli olmayınca, barışı kazanmak için faşizme karşı, sosyalist anayurdu savunma ve işgale uğrayan ülkelerde ulusal kurtuluş savaşları gündeme geldi. Ve sonunda uygarlık atom bombasını bulup çıkardı. 6 Ağustos 1945: sözde ”Japonya’nın teslimini çabuklaştırmak ve fazla kan akmasını önlemek için” Hiroşima’da taş üstünde taş bırakılmadı. Ardından Nagazaki’de… Uygarlık kana doymamıştı: Biri bitmeden biri başlayan sayısız bölgesel savaş ardı ardına geldi. Günümüzde bir dizi bölge savaş odağı durumunda.
Savaşlar ne hayvanlıktan çıkıyor ne çılgınlıktan… Ne de bir Sırp suikastçının Avusturya-Macaristan veliahdını öldürmesi ya da insanın doğasından. Sömürü ve yağma üzerine kurulu bir uygarlık savaşlara yol açıyor. Kendi içinde özgür olmayan, siyasal ya da ekonomik bağımlılık ilişkileri üzerine kurulu toplumsal koşullarda var olan uygarlıklar, uygar devletler içlerindeki ekonomik ve/veya siyasi zoru dışlarına yansıtıyorlar. Daha çok sahip olmak, daha çok ele geçirmek, daha çok sömürmek istiyorlar. Maddi bir istek bu, maddi bir zorunluluk.
Emperyalizm döneminde savaşların kaynağı bizzat emperyalizmdir. Tüm diğer kaynaklar ona bağlanmışın. Pazar ve toprak paylaşımı, emperyalizmin temci bir niteliğidir. Ve savaşlara son vermek için emperyalizmi yok etmek gerekiyor. Ve artık savaşsız bir dünya olanaklı. Köleci ve feodal dönemden fark burada. Kapitalizm kendisim yıkacak öyle güçler geliştirdi ki,olanaklarıyla, maddi koşullarıyla gerçek bir özgürlük ve sömürüşüz bir dünya gerçekleşebilir oldu. Bu aynı zamanda savaşsızlık demek. Ekonomik zora dayanan varoluş koşullarıyla burjuvazinin ve kapitalizmin tarih sahnesinden silinmesi, zora dayanan paylaşım konusu olacak şeyin de kalmaması anlamına geliyor.
Ancak sosyalizmin maddi on koşulları olgunlaşsa ve sosyalizm yaşayan bir sistem haline gelse de, emperyalizmin de çağın bir diğer gerçeğini oluşturması, savaşsız bu dünyanın ulaşılması gereken bir hedef olarak kalmasına neden oluyor.
Kapitalist rekabet ve bunun tekelci emperyalist şekillenişi oldukça, dünyanın paylaşılması için savaşlar olduğu gibi, kapitalist sömürüye son verme hedefli iç savaşlar ve emperyalist, sömürgeci saldırganlık ve işgallere karşı ulusal kurtuluş savaşları nesnel olarak kaçınılmazdır. Ve sömürü, saldırganlık ve savaş kaynağına karşı bu savaşlar, savaşa karşı savaşlardır, barış yolunda savaşlardır, savaşsız dünyaya giden yolu açan savaşlardır. Kuşkusuz sosyal pasifizmin öngördüğü gibi her türlü savaş kötülenemez. Sömürüye, zorbalığa, ulusal baskı ve onursuzlandırmaya, sömürgeciliğe karşı savaş, savaş açanlara karşı savaş saygıdeğerdir. Bunlar, kapitalist emperyalizmin dayattığı, uygarlığın ilerlemesine hizmet eden savaşlardır. Zorun zoru, savasın savaşı doğurmasının örneği bu savaşlar da zor ve savaş kaynağı ilişkiler, kapitalist mülkiyet ilişkileri ve tekelci ekonomik ve siyasal zorbalık, emperyalizm gündemden çıkınca, nesnel koşulunu yitirecek ve son bulacaktır.
Emperyalistler arası rekabetten kaynaklanan paylaşım savaşları ise yalnızca kitlesel bir kırım aracıdır, hem de kırılan kitlelerin bundan en küçük bir çıkarı yokken.
Kaynağı kurutulmadıkça, savaş sürekli bir tehlikedir Tehlike olarak kalmaya devam eder. Emperyalizm son bulmadıkça, bugün ya da yarın savaş kapıdadır. O halde kapitalist emperyalizme son vermek ve sosyalizm, temelli kökten çözümdür.
Ama bu, bugünden yarına elde edilebilecek bir şey değil. Kapitalizmin çürüme ve asalaklık döneminden bu yana yıllar geçti ve birçok savaş çıktı. Savaş kaynağını kurutmak esas-yönelim olmakla birlikte, doğrudan savaşları önlemek için, barış için savaşmak da dirimsel önemdedir.
Emperyalizm oldukça savaşlar yalnızca mümkün değil, kaçınılmazdır da. .Ancak bu, her koşulda bir emperyalist savaş çıkacağı anlamına gelmediği gibi. bu savaşların önlenmezliği ve ertelenmezliği anlamına da gelmez. Sosyalizm savaşı önler, savaş devrimle önlenebilir. Ve savaşlar, savaşkanlık, savaş kışkırtıcılığı geriletebilir, savaşlar geciktirilebilir, ertelenebilir. Bu, barış mücadelesinin gücüne bağlıdır. Savaşa karşı bir muhalefetle karşı karşıya kalan, kitleleri savaşa sürüp kırdırmada zorlanacağını gören emperyalist burjuvazi savaşa yönelmekten geri duracak, çekingenleşecektir. Ülkesindeki barışçı muhalefeti ezmeden burjuvazi, hem rakip ülke ya da ülkeler burjuvazisine karşı güçlü bir kitlesel seferberlik gerçekleştiremeyeceği, hem de barışçı muhalefetin savaş koşullarında kendisini dev irmeye yönelebileceği için savaşı başlatmak için daha uygun bir zaman kollayacaktır.
Emperyalizme karşı sadece sosyalizm mücadelesiyle, ulusal kurtuluş mücadelesiyle yetinmek olacak şey değildir. Doğrudan ya da salt ulusal kurtuluş mücadelesi bileşenli sosyalist mücadeleyle sınırlanmak yalnızca sosyalist mücadeleyi güçten düşürür.
Sosyalist devrim, sosyalizm mücadelesi, çok bileşenlidir. Sosyalist mücadele ve devrimin hedefi olan kapitalist emperyalizmin devrilmesi, emperyalizmin sayısız kötülüklerine, sömürü koşullarından kaynaklanan sayısız iğrençliklere karşı tepkilerin tek bir potada eritilmesini, sayısız kötülüklerin yine sayısız olan görünümlerinin giderilmesi yönündeki çok yönlü istemlerin tek bir hedefe kanalize edilmesini zorunlu kılar. Kabaca sosyalist devrim istemekle yetinmek ve sosyalizm diye tekrarlayıp durmak, sosyalizmi olanaksızlaştırır. Sosyalizm mücadelesinin çok güçlü bir bileşeni olan barış mücadelesi küçümsenerek, özellikle savaş tehlikesinin arttığı dönemlerde -savaş geciktirilemeyeceği gibi- sosyalist devrim için emperyalizme karşı yeterince güç toplanamaz.
Evet, savaş dönemleri, büyük alt üst oluşlar, sıradan insanları daha hızlı eğitir. Olaylar daha hızlı akar ve daha hızlı değişiklikler olur çünkü. Çeşitli yollarla barış zamanlarında gizlenebildi ilişkiler daha kolay görünür olur. Ama bundan hareketle hiç bir sosyalist emperyalist savaşı barışa tercih etmez. Demokratik koşullar için geçerli olduğu gibi, proletaryanın sosyalizm için en uygun hazırlığı barış koşullarında gerçekleşir.
Son on yıllarda sosyalist saflarda barış mücadelesine yeterince önem verilmiyor. Bu bir ölçüde revizyonizme düşme çekingenliğinden, “barışçıl geçiş”, “barışçıl yarış” ve “barış içinde bir arada yaşama”nın revizyonist yorumuna duyulan tepkiden kaynaklanıyor. Bir diğer kaynak da, kaba bir yorumla şiddet ve zorun rolünü abartarak, emperyalist şiddet karşısına devrimci şiddetin çıkarılmasıyla sınırlanma ve barışı savunmak için sanki barış savunuculuğunu devrim savunuculuğunun yerine geçirmek gerekirmiş gibi, devrim savunuculuğu yapmada karar kılma ve barış mücadelesini önemsiz görmektedir. Oysa kabalıklarla devrim olmuyor, devrimci mücadele gelişmiyor. Sovyet devriminin üzerine yaslanarak geliştiği temel istemlerin başında barış talebi geliyordu. 2. Dünya savaşı sonrası “soğuk savaş yıllarında” sosyalizmin sağladığı ilerlemenin temelinde yatan en temel istemlerden biri yine barış istemi ve bu doğrultuda yürütülen barış mücadelesiydi. Yine son bir kaç on yılda Avrupa ülkelerinde barış mücadelesi çok yaygın bir kitlesel temel kazanmışken sosyalizm güç kazanamıyorsa, bu, başka şeylerin yanı sıra barışın savunulmasına gereken önemin verilmemesindendir.
Sosyalistler barışçıdır, çünkü sosyalizmin amacı insandır, maddi ve manevi yaşam koşullarının kösteklerinden kurtulup sürekli bir yükseliş içene gireceği insanın yücelişidir; insanın kendisinin ve doğanın efendisi olacağı sömürü, baskı ve şiddetten arınmış sınıfsız, savaşsız bir özgürlük dünyasıdır, bu dünyanın özgürleşen insanıdır. Sosyalistler yaşam karşısında ölümü, kardeşlik ve dayanışma karşısında zorbalık ve tahakkümü, özgürlük karşısında egemenlik ve itaati, barış karşısında savaşı savunmazlar. Kapitalizmin, emperyalizm ve gericiliğin yaşamı, kardeşlik ve dayanışmayı, özgürlük ve barışı ekonomik, siyasal, kültüre”, askeri zorbalık içinde boğma, gerçekleşmesini engelleme ve işlevsizleştirme girişimleri karşısında sosyalistler savaşı kabullenmek zorunda kalırlar ancak. Ancak bu savaş, yasamı, kardeşliği, özgürlüğü ve barışı kazanmak amaçlı bir savaş olur. Burjuvazi, uluslararası mali sermaye, gericilik sömürgen egemenliğinden gönüllü olarak vazgeçmediği, şiddete başvurduğu, birbiri peşi sıra saldırgan eylemlere giriştiği için devrimci şiddet tarihsel kaçınılmazlık olarak şekillenir; yoksa sosyalistler şiddet ve savaş sever değillerdir. Tersine sosyalistler barışseverlerdirler, sosyalizm barışçıllık ve barış koşullarının yaratılması.
Sosyalizm barış koşullarının yaratılmasıdır, ama bugünkü, silah birikimi açısından doyma noktasına ulaşmış, savaş ocaklarının birbiri ardından alevlendiği, emperyalist büyük devletlerin birbirlerinin güçlerini deneyip durduklar, savaşlar dünyasında barışı diş ve tırnakla kazanmak gerekiyor. Ve barış sosyalizmle kazanılacaktır deyip, barış mücadelesini sosyalizme ertelemek, bugünden barış için mücadele etmemek, sosyalist devrimi önemli bir itici gücünden yoksun kılmak olduğu gibi emperyalist saldırganlık ve gerici zorbalık karşısında kayıtsızlıktır. Ve bu kayıtsızlık sosyalizme ve onun amacı olan insana pahallıya mal oluyor.
Birinci ve ikinci dünya savaşları öncesi ve sonrasında sosyalistler yığınsal barış eylemleri içindeydiler, örgütçüsüydüler. İkinci dünya savaşının neden olduğu kırımlar yoğun ve yaygın bir barış özleminin yükselmesine yol açtı. Hiroşimalar yüz inlerce, milyonlarca insan tarafından gösterilerle lanetleniyor. Ve bu insanlar hangi ideolojiye sahip olurlarsa olsunlar emperyalizm karşıtı konumdadırlar, sosyalizmle birleşmeye yatkındırlar, yeter ki sosyalistler yapmaları gerekeni yapsınlar.
Özellikle Avrupa ve Japonya’da halkın barış özlem ve istemi güçlüdür. İkinci savaşın deneyiminden kaynaklanıyor bu. ABD’de de Vietnam savaşı güçlü bir barış dalgasının yükselmesini getirmişti. Ülkemiz halkında ise, son savaşın dışında kalmanın sonucu barışçıl bir eylemlilik görülmüyor. Bu Türkiyeli sosyalist ve dev Timcilerin de bir zaafı. Bu durum değişmelidir. Sınırlarımızın hemen ötesi savaşlarla yoğruldu. Bir Kıbrıs savaşı yaşandı. Türkiye yeni bir evrensel savaşın kıvılcımlarının ilk tutuşacağı bir bölgede yer alıyor. Ve saymayı gerektirmeyen daha bir dizi gerçek… Üstelik Türkiye halkı geleneksel olarak “ordu-millet” vb. yanılsamalarıyla geliştirilmiş savaşçıl bir ideolojik eğitim ve şekillendirmenin yoğun etkisi altındadır. “Kore kahramanlığımız” hala övüle geliyor. Ve buna koşut olarak Türkiye’ye nükleer silah yığınakları yapılıyor, emperyalist üsler nitelik ve nicelik olarak geliştiriliyor. Otoriteye boğun eğmenin, itaatin, hiyerarşik toplumsallaşmanın, baskıya dayanan yaşam örgütlenmesinin okulları geride bırakan en başta gelen eğitim aracı ordudur. Sürekli yetkinleştiriliyor. Ve Türkiye halkı için barış ve barışçıllık yakıcı bir gereksinimdir. Barışa ilgi ve özlem düzeyinin düşüklüğü, Kıbrıs savası sırasında görüldüğü gibi, kabaran bir şovenizm dalgası içinde, halkın emperyalist, gerici milliyetçi amaçlarla alet edilmesini kolaylaştırır.
Evet, savaş tehlikesine, nükleer ve konvansiyonel silah yığınaklarına, savaş harcamalarının artırılmasına, savaş sanayisi ve savaş mekanizmalarına ve bunların yetkinleştirilmesine karsı, barış için mücadele edilmelidir. Barış için mücadele… Ama nasıl?
Bir zamanlar sürekli “detant” (yumuşama) lafı edilir dururdu. Şimdi terim değiştirildi. Yıllardır dev bir savaş mekanizması kuran ve ulusal gelirinin çok büyük bir kısmını savaş ve savaşla doğrudan ya da dolaylı ilgili sanayinin geliştirilmesine harcayan Sovyetler ekonomisinde görülen tıkanma ve ekonominin askerileştirilmesinin sürdürülmesi halinde tam bir çöküntünün kaçınılmazlığı Gorbaçov’un barışçıl söylev ve önerilerinde yansımasını buldu. Savaşçılığın başrol oyuncusu Reagan da barışçılığa soyunmak zorunda kaldı bunun karşısında. Gorbaçov’un önerileri yenilir yutulur şeyler değildi çünkü ve Batı’lı halkları ve yönetici çevreleri etkiliyordu.
Gorbaçov sosyalist bir söylemle sosyalizmin barışçı kapitalizmin ve özellikle ABD emperyalizminin savaşçı konumundan, proletarya ve halkların girişimlerinden söz etmekle birlikte dünya barışını tek bir seçeneğe bağlıyor: ABD emperyalistleriyle diyalog ve karşılıklı anlayış. Nükleer silahlar, sistem ayırt etmeden tüm insanlığı yok edecektir, gel anlaşalım diyor Gorbaçov Reagan’a. Gorbaçov’u “sosyalizmin kurtarıcısı” olarak görenlere söylüyoruz: sosyalist ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki saldırmazlık ve silah indirimi anlaşmaları da bir barış faktörüdür, ancak bu ne barışın temel incisidir ne de bu görüşme ve anlaşmalar aracılığıyla dünya barışı garanti akına alınabilir. İşin aslına gelince, emperyalistler arası barış anlaşmaları proletarya ve ezilen halklara ancak bir hareket serbestisi kazandırır, işlerini kolaylaştırır.
Dünya barışının garantisi, birbiriyle bağlantılı şu iki unsurdadır: Burjuva ve revizyonist yönetimlerin, uluslararası mali sermaye gruplarının rekabet ve dünyayı paylaşımlarını savaşla mı yoksa barış yoluyla mı gerçekleştireceklerini kararlaştırdıkları tepedeki, yönetimler arası görüşmeler değil, dünya proletaryası ve ezilen halkların aşağıdan gelme barış eylemlerinde; ve emperyalist barışın, emperyalistler-arası güç ilişkilerinin değil emperyalizm karşıtlığının esas alınması, savaş kaynağı kapitalist emperyalist egemenliğinin yıkılması ve sosyalizmi hedef alan bir barış mücadelesinin yürütülmesi, barış mücadelesinin sosyalizm mücadelesinin bir bileşimi olarak kavranmasında.
Emperyalist barışın çerçevesi dardır ve böyle bir barış da güç ilişkileri üzerine kuruludur, emperyalistler arası güç ilişkileri. Ve bu barışın her zaman için aynı çerçevede kendi zıddına, emperyalist savaşa dönüşmesi tehlikesi vardır. Halkların emperyalist barış için eğitimiyle sahip olacağı bilinç, temel bir değişikliği gereksinmeden kolaylıkla emperyalist savaşın mazur görülmesine dönüştürülebilir, çünkü böyle bir bilinç savaş kaynağına karşıtlığı içermemektedir. Savaş kaynağı karşıtlığını, emperyalizm karşıtlığını içeren bir savaş aleyhtarlığı ise kolayca eğilip bükülemez. Salt insancıl nedenlerden kaynaklanan savaş karşıtlığı, savaşın kaynağını görmezden geldiği, önemsemediği, “her şeye rağmen barış” öngördüğü için güçsüzdür, sapmaya ve saptırılmaya adaydır. İnsanların sınıflara bölünmüşlüğünü dikkate almayıp, emperyalistleri de kapsayan muğlâk bir “insanlık”ı çıkış noktası yaptığı için, haris için savaşın kaynağına bel bağlama konumuna düşer, emperyalistlerden nükleer silahlanma ve genel olarak savaş harcamalarını eğitime, kreşlere, çevrenin korunmasına ve gelişmemiş ülkelere yardıma yöneltmelerini ister. Özellikle Avrupa’da görüldüğü gibi salı insani nedenlerle tabandan gelme barış hareketi ve eylemleri de gelişiyor. Bu barış hareketi önemlidir. Nesnel olarak emperyalizmin karşısındadır ancak öznel olarak yetersiz bir konumdadır. Birinci dünya savaşı öncesinde de benzer karakterde yaygın bir barış hareketi vardı, ama şoven duyguları tahrik eden emperyalist burjuvaziler anavatan savunması, ulusal çıkarlar gibi kılıflar altında bu barış hareketini savaş yanlılığı olarak yeniden düzenleyip peşlerine takmayı başardılar. İşin özünde muğlâklık vardı çünkü: kitleler emperyalizm karşıtı bu savaş aleyhtarlığı temelinde eğitilmemişlerdi.
Sosyalist amaçlardan vazgeçmeden, emperyalist barışı savunmakla yetinmeyen sosyalizm mücadelesine bağlanan bir barış mücadelesi, Hiroşima’da ölenlere ödenmesi gereken bir borçtur. Barış mücadelesi sosyalist mücadeleyi, sosyalist mücadele barış mücadelesini güçlendirir.
Sömürüşüz, sınıfsız, savaşsız bir dünya için barış kazanılmalıdır
Barış için savaşılmalıdır.