Yeni bir kitap çıktı. TDKP davasından yargılanan, HALKIN KURTUL UŞU gazetesinin üç yazı işleri müdürü, Mustafa YILDIRIMTÜRK, Osman TAŞ ve Veli YILMAZ’ın üç imzalı ortak savunmalarını içeriyor. Basına, düşünceye, düşünce yayma hakkına saldırıların güncel olduğu koşullarda kitabın değeri artıyor.
Her biri yüzlerce yıllık hapis cezasına mahkûm edilen üç yazı isleri müdürü ”düşünce suçu” kavramını tarihselliği içinde ve somutluğuyla siyasal olarak irdeliyor, düşünme ve yazmanın bedeline, düşünce yayma hakkının meşrulaşma koşullarına değiniyorlar. Şu koşulda “suç” olan bir başka koşulda olmayabiliyor, meşrulaşabiliyor, karanlık bir dönemde yeniden dava konusu edilebiliyor. Toplumsal muhalefetin durumu belirleyici.
Resmi ideolojiyi, burjuva siyasal tutumları eleştiri konusu edenlerin ödemek durumunda bırakıldıkları bedel, düşünce ve düşünceyi yayma özgürlüğünün, basın özgürlüğünün ülkemizde geçersizliğinin göstergesi.
“Düşün ama ifade etme”! Sanki düşünce kafada kalabilirmiş gibi, sanki bu anlamsızlık değilmiş gibi, sanki bunu dayatanlar düşünüp bu düşüncelerini ifade etmiyorlarmış gibi… ”Düşünce” kavramını ve “düşünce özgürlüğü”nü anlamsızlaştırma, insana, düşünmesine, bunu ifade etmesine ve düşüncesini örgütlemesine saldırı bir gün var olamayacak, o güne dek de mücadelesi verilecek ve bedeli ödenecek. Tarih böyle akıyor.
Üç yazı işleri müdürünün ortak imzalı savunmalarından yaptığımız aşağıdaki aktarmalar bunu gösteriyor, bunun üzerinde duruyor.
(…)
Bu toplumsal gerçekler, nesnel toplumsal olgular, yasalara, hukuki ve yasal düzenlemelere rağmen var oluyor, varlığım sürdürüyor. Toplumsal nesnel gerçekler ve bu gerçeklerin gün ışığına çıkartılması, dile getirilmesi birer gerçek olarak —ve birer kavram olarak— yasaları, yasal düzenlemeleri aşıyor.
Toplumsal gerçek, sınıfların varlığı, sınıflar-arası mücadelenin sosyal, siyasal ve tarihsel varlığı temelleri üzerinde şekilleniyorsa, bu nesnel gerçeğin kendi güncelliği ile devrimci bir basın-yayın organına; işçi sınıfının sosyal kurtuluş mücadelesinin, çalışan insanların ekonomik sömürüye ve siyasal baskıya karşı mücadelesinin bir yayın organına yansımasından, basılı bir yayında dile getirilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Bilim, insanlığın gerçek kurtuluşunun, gerçek özgürlüğün, ancak, sınıfların toplumsal sınıf farklarının ortadan kalktığı, her türden siyasal kurumlaşmanın yok olduğu sınıfsız toplumda gerçekleşeceğini ortaya koyuyorsa, devrimci bir yayın organında, insanlığın gerçek altın çağına ilişkin bir propaganda da bilime ve gerçeklere aykırı düşmez, tersine bunu gerekli kılar.
İşyerlerinde, sokak ortalarında, üniversite-okul dershanelerinde devrimci, demokrat insanlar kurşunlanıyorsa, işkence sonucu yüzlerce insan öldürülüyor, sakat bırakmıyorsa, bir ulus, ulusal baskı ve tenkil seferleri ile yok edilmeye çalışılıyorsa, devrimci bir basın organının bu gerçekleri sergilemesi, bu baskı, cinayet ve katliamların arkasındaki faşist siyasal odakların ve kurumların üzerine gitmesi, onun vazgeçilmez bir görevidir.
Örnekleri çoğaltmak mümkün, ama gerekmiyor. Ama ezilen, baskı altına alman bir sınıfın, egemen olan bir sınıfın çok yönlü ve sayısız bir propaganda faaliyetine ve propaganda organlarına karşı, kendi propaganda araçlarını yaratmasının eşyanın tabiatına, toplumun nesnel gerçeğine uygunluğunun görülmesi gerekiyor.
Toplumda egemen kültürce, ideoloji organ ve araçlarınca sürekli yeniden üretilen egemen bilincin, geleneksel ideolojinin şartlandırdığı sıradan insanların, çıplak gözle görüp kavrayamayacağı toplumsal gerçeklerin açıklanması, teşhir edilmesi, propagandanın temel görevlerinden birisi oluyor.
Devrimci bir yayın organı da, devrimci propagandanın önemli işlevlerinden birini yerine getiriyor.
Bu da ancak yasalara, yasal ve fiili yasaklamalara rağmen, devrimci bir yayın organının resmi ideolojinin ve onun çizdiği sınırların dışına çıkması koşullarında gerçekleşebiliyor. Düşünce özgürlüğünün, basın özgürlüğünün fiilen kullanılması ve fiili haklan yasal bir hak konumuna çıkabilmesi, ancak bu şekilde mümkün olabiliyor. Tarihsel ve güncel olgular bunu gösteriyor.
Toplumun çürüyen güçlerinden yana değil, dinamik, tarihsel ilerlemenin motor güçlerinden yana tutum alan ve bilime dayanan bir gazeteci, bir yazı işleri müdürü, her şeyden önce gerçeğe dönük olmak zorunda, nesnel gerçeğin çözümlenmesini yapmak zorunda.
Egemen, resmi ideolojinin propagandasını yapmak, onu meşru ve haklı göstermeye çalışmak, bilimden yana bir gazetecinin, sorumlu bir yazı işleri müdürünün sorumluluğu ile, görevi ile bağdaşmaz.
Devrimci bir yayın organının sorumlu bir yazı işleri görevlisi, başka türlü davranmayı açık ki, onurlu bir davranış sayamaz.
Hakkımızda verilen mahkûmiyet kararlarını doğrudan şahsımıza yönelik olarak almıyoruz. Yargılamada ve mahkûmiyet kararlarında isimlerimizin bulunmasını sadece bir vesile olarak görüyoruz. Aslında bu ve benzeri yargılamalar ve mahkûmiyet kararları, devrimci basının, özgür düşüncenin, basın özgürlüğünün yargılanması, cezalandırılması anlamına geliyor, şahsımızda özgür düşünce, düşünce özgürlüğü mahkûm ediliyor.
Bugün bir övünç kaynağı sayılan sansürsüz basın-yayın hakkı dahi, egemen sınıfların ve siyasi otoritenin icazetinin değil, bir birikimin ürünü. “Olağanüstü” istikrarsızlık dönemleri dışında kalan toplumsal gelişmenin belirli aşamalarında, zaman zaman sisteme muhalefet eden gazete ve dergilerin mevcut yasalara rağmen yayınlanabilmesi, bir muhalefet odağı olarak örgütlenebilmesi, yasal gelişmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıyor, tersine fiili bir durumun eseri oluyor. Toplumsal muhalefetteki yaygınlaşma ve radikalleşme, rejimin yasal ve fiili yasak/yasaklama çeperini zorluyor ve basın özgürlüğü hakkı belli ölçüler içerisinde fiilen kullanılabilir hale geliyor. Fiili durum yasal sınırların ötesine geçiyor.
Yasal ve yasal olmayan haklar, sınıf mücadelelerinin, tarihsel gelişmenin siyasal ürünlerini oluşturuyor. (…)
Düşünce açıklama hakkı, basın özgürlüğü belli sınırlar içinde yasaların zorlanması ile Ceza Yasasının ve Basın Yasasının ilgili maddelerinin “ihlal” edilmesiyle, fiili engellerin asılmasıyla gerçekleşebildi. Birtakım haklar yasal olarak değil fiilen kullanılabildi.
Fiilen kullanılan haklar, haklan genişletti. Gelişen ve genişleyen anti-faşist mücadelenin varlığı ve yarattığı siyasal sonuçlar, burjuvazi açısından siyasal istikrarsızlık kaynağı oldu ve yasalar istenildiği gibi uygulanamadı. Yasalar ve kurumlar belli ölçüler çerçevesinde kalmak üzere esas işlevlerini yerine getiremez oldular.
Kamuoyu, devrimci proletarya hareketi, devrimci odaklar tarafından da etkilenmeye başlandı.
Geniş işçi ve emekçi yığınların sosyal ve anti-faşist mücadelesi, karşı devrim karşısında alternatif bir kamuoyu yaratmakta gecikmedi.
Yaygınlaşan sınıf çatışmaları burjuva yasalarında boşluklar yarattı, boşlukları genişletti.
Ödenen her siyasi bedel, toplumsal mücadelenin, işçi sınıfının özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin gelişmesine yeni bir katkı getiriyor. Toplumsal birikimin bir parçasını oluşturuyor.
Daha önemlisi ve günceli, boyutu ne olursa olsun her mücadele ve direniş ve onun sonucunda ödenen her bir bedel, sadece geleceğe bir miras bırakmakla kalmıyor, günceli de etkiliyor, etki güdümü gösteriyor, ürünlerini yaratmakla gecikmiyor.
Pek çok örnek vermeyi gerekli görmüyoruz. Ama güncel politika ve tartışmalarda var olan ürünlerini görebilmek için gene de birkaç örnek vermek gerekiyor.
Bugün 1 Mayıs’ın ülkemizde de, İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü olduğu, artık dost-düşman hiçbir cephede reddedilemiyorsa, bu 1970’li yılların coşkulu uyanışının yanında, on yılın son çeyreğinden itibaren, ülkenin her bir köşesinde 1 Mayıs Alanlarında toplanan işçi ve emekçi yığınların coşkulu gösterilerinin eseridir. 1 Mayıs Alanlarında kurşunlanan işçi ve devrimciler geleceğe devredilen bir mirasın ne ilk, ne de son bedelleri oldular. 1 Mayıs’lar, Eylül Rejiminin tüm çabalarına karşın bugün de yaşıyor.
Dün NATO hakkında demeç vermek, NATO aleyhtarı yazı yazmak, ülkemizin emperyalizme olan ekonomik ve askeri bağımlılığını sorgulamak bir “NATO sırrı” idi. Bunun için bir basın mensubunun, sonu demir parmaklıklar arkasında bitecek bir macerayı, bir bedel ödemeyi göze alması gerekiyordu. Ama yirmi yılık toplumsal mücadele, anti-emperyalist gösteri ve direnişler zincirinin, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin toprağa düşen neferlerinin, bugün bizlerin de dâhil olduğu devrimci basın mensuplarının, Türkiye halkının bağımsızlık ve demokrasi istemlerini dile getirdikleri için yüzlerce yıllık mahkûmiyet kararları ile demir parmaklıklar arkasında tutulması, tüm bunların, bir birikim yaratmaması düşünülemezdi. Anti-emperyalist birikimin etkilerini emperyalizmin hizmetine sunma çabalan, demagojik demeçler kamuoyunun dikkatinden kaçmıyor, değerlendirilebiliyor, ama ülkemizi ekonomisinden kültürüne kadar emperyalizme bağlayan zincirleri, bugün, günlük gazete sütunlarında sorgulayan ilerici yazarlar, geçmişte anti-emperyalist görüşleri dile getiren devrimci basın mensuplarının, bugün hâlâ demir parmaklıklar arkasında tutulmakta olduklarım belirtme gereksinimi duyuyorlar.
Yirmi-yirmi beş yıl önce Afrika halklarının emperyalist talana ve soykırıma karşı direnişi ve başkaldırısı “yamyamlık” terimi ile karşılanıyordu. Filistin halkının Siyonizm’e ve emperyalizme karşı, ulusal kaderini tayin etme mücadelesinin gazete sütunlarındaki ad “anarşizm” ve “terörizm” idi Afrika halklarının ve Filistin halkının direnişi ve başkaldırısı ve onunla paralel yürüyen devrimci anti-emperyalist propaganda emperyalist propagandayı ve beyin yıkamayı bir kenara iterek kendi gerçeğini kabul ettirdi. Bu gün artık gazete ve dergi sütunlarında, TV ekranlarında katledilen yoksul Filistin halkı için gözyaşları döküyor. On beş yıl içinde önemli bir gelişmeye tanık olunuyor. “Yamyamlık” nitelemesinden, gözyaşlarına evrimleşen bir değişikliği önemsiz saymamak gerekiyor. Dün bir ulusun adını anmak için çok şeyi göze almak gerekiyordu. Ayrı devlet kurma hakkı dâhil ulusların kaderlerini tayin hakkı gibi demokratik bir istemi dile getirmek ve basında ulusal baskıyı teşhir etmek ise, her zaman, dün de, bugün de, örneğimizde görüldüğü gibi yüzlerce yıllık hapis cezası ile karşılanıyor. Ulusal sorunun, tarihi ve siyasi olarak çözülmediği ülkemizde ve çevre topraklarda, bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı mücadelesinin ve ulusal zulme karşı direnişinin demokratik muhtevası, ulusal bir gerçeği pratikte dayatıyor. Dünün ve bugünün en kabadayı şovenistlerince, bugün gene, ulusal kıpırdanışın kan ve terörle bastırılması, ezilmesi onaylanıyor, yeni önerilerle de perçinleniyor. Gazete sütunlarında, dergi sayfalarında iflah olmaz şovenistlerin kaleminden “Kürt” sözcüğü telaffuz edilmeye başlanıyor. Ulusal gerçek hiç değilse isimlendirme düzleminde varlığını kabul ettiriyor.
Sosyal ve tarihi gerçek, kendi hukuki ve siyasi sonuçlarım, ürünlerini doğuruyor.
Sosyal ve tarihi nesnel gerçeklerin üzeri, sistemin hukuki zırhı ile kapatılamıyor.
Eskimiş, çürüyen ilişkilere karşı her türden toplumsal muhalefet, her türden toplumsal muhalefet, her tür başkaldırı, ulusal kıpırdanış, mevcut ilişkileri koruyan, egemen düzenin yasal zırhını oluşturan hukuki kurallar bütünlüğüne, yasalarına çarpmak zorunda kalıyor. Her türden toplumsal muhalefet ve onun görünüş biçimleri, ekonomik egemenliği elinde tutan ve bu sayede siyasi olarak da egemenliğini sürdüren sınıfın koyduğu yasaları, hukuki kuralları ihlal ediyor. Toplumsal bir hareketin yoğunluğu ve yaygınlığı ve daha önemlisi de genel bir radikal toplumsal muhalefet katına yükselmesi, her şeyden önce onun mevcut yasaları ihlal etme derecesine bağlı oluyor.
Sınıf mücadelesi ve her tarihi dönemde aldığı biçimler, tarihsel ilerlemenin gerçek itici gücünü oluşturuyor, tarihsel gelişmenin temeli oluyor. Egemen sınıfın koyduğu siyasal kuralların, hukuki ve meşru yasaların çerçevesinin dışına taşmayan bir muhalefetin ”meşruiyetinden söz edilebilir belki, ama meşruiyet hastalığı ile malul bir muhalefetin, toplumsal ilerlemede gerçek bir itici güç olamayacağı tarihsel bir gerçek olarak da önümüzde duruyor.
Meşru yasaların belirlediği bir çerçeveye uyumlu bir politika, yeni siyasal mevziler kazanılmasına ve fiilen kullanılmasına olanak vermiyor. Yeni mevzilerin kazanılması bizzat yasalara karşı bir mücadele sonunda ve yasalara karşın mümkün olabiliyor. Sınıf mücadelesi ve onun aldığı biçimler, yasalarca çizilen siyasal çerçeveyi zorluyor. Birtakım haklar yasal olarak değil, fiilen kullanılıyor, fiilen meşrulaşıyor. Söz eylemden sonra geliyor, eylem sözü belirliyor. Yasa ve hukuk, fiili durumu güdükleştirerek onaylıyor, söz eylemin gerisine düşüyor. Burjuvazi bir alanda verdiği, vermek zorunda kaldığı bu tavizi, başka bir alanda, başka bir yasa ile kapamaya çalışıyor. Yasal tavizlerle toplumsal muhalefeti ehlileştirmeye çalışıyor aynı zamanda. Elde edilen hakların, cılız da olsa kazanılan birtakım mevzilerin düzenin oturduğu meşru çerçeveyi tehdit eden kaldıraç noktalarına dönüşmesi ve burjuvazinin siyasal istikrarsızlığının derinleşmesi koşullarında, bu kez, fiilen kullanılan birtakım siyasal haklar, siyasal rejimin temel güç odaklarıyla, olağanüstü dönemlerle, önlemlerle karşılanıyor.
1970’li yıllardaki kitlevi hareketlenme, devrimci-demokratik muhalefetin yaygınlaşması ve burjuvazinin siyasal istikrar arayışı Eylül Dönemi ile karşılanıyor.
Ama en koyu şiddet ve terör politikası ve en kat: yasalar dahi, burjuvazinin siyasal istikrar sağlamasına yetmediği gibi, işçi sınıfı hareketinin, anti-faşist toplumsal muhalefetin gelişmesini ve devrimci siyasal oluşumların yeniden filizlenmesini de engelleyemiyor.
Yasalar, yeni yasal düzenlemeler yeniden zorlanıyor, yaşamın her alanında ihlale uğruyor. Sayıları artık onlarla ölçülen anti-faşist yayınlar, dergiler yasalar ve burjuvazinin yasal ve fiili engellemelerine rağmen var olabiliyor.
Yeraltı basını ise hiçbir zaman yok edilemedi, edilemiyor.
Düşünce açıklama hakkının kullanılması, basın özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün fiilen gerçekleştirilmesi, ancak, yasalara rağmen ve yasaların ihlal edilmesi ile mümkün olabiliyor.
Tarih boyunca ve bugün, insanlık, ezilen sınıflar her ileri mevziiyi, her yeni mevziiyi, egemen düzenin yasalarına rağmen, egemen yasaları ihlal ederek kazanabiliyor.
(…)
Nerede egemen sınıfların, ezilen yığınlara karşı “sosyal sınıf tahakkümü” varsa egemen sınıflar “siyasal tahakkümünü” sürdürmek için baskı ve vahşete başvuruyorsa, orada ezilen yığınların başkaldırısı, sosyal muhalefeti de vardır, kendi “sosyal ve siyasal sınıf egemenliğini”, “tesis etme”, kendi sınıf örgütlerini, siyasal örgütlerini kurma çabası da vardır.
Açık ki, bu, sosyal yaşamın, toplumsal gerçekliğin bir yasasını oluşturuyor.
Eski “toplumsal düzenin”, “iktisadi nizamın” tarihsel miadını doldurduğu ve yeni toplumsal düzenin güçlerinin tarih sahnesinde yer aldığı koşullarda, henüz siyasal anlamda olmasa bile, tarihsel anlamda mevcut düzenin gerici güçleri düzenin bizzat kendisi, kurumlarıyla, yasa ve yasaklamalarıyla artık gayrı meşru bir konuma düşüyor. Geleceği yeni düzenin sınıf güçleri, sınıf örgütleri, siyasal örgütleri temsil ediyor.
Sınıf örgütlerinin, siyasal örgütlerin varlığı, faaliyeti ve propaganda faaliyeti sosyal bir meşruiyeti taşıyor, sosyal bir temelden kaynaklanıyor.
Tarihin her döneminde ve bugün, yasallığın sınırlarını hukuki olarak, egemen olan sınıflar, burjuvazi çizebilir, ama sosyal meşruiyetin sınırlarını… ASLA!
VELİ YILMAZ, MUSTAFA YILDIRIMTÜRK, OSMAN TAŞ
Haziran 1989