Hasan Şensoy:
“1953 Yugoslavya doğumlu. 1964 yılında ailesi ile birlikte Türkiye’ye göç etti. MLSPB adlı örgütün kurucusu ve lideri olarak ilk kez 1976’da tutuklandı. 9.12.1977’de Toptaşı Cezaevi’nden mücadele arkadaşları ile birlikte firar etti. İkinci kez 1980’de tutuklandı. Kararlı tavrı ve mücadeleci kişiliği, yaşama ölesiye tutkusuyla halen tutuklu bulunduğu Metris Cezaevi direniş saflarında yer alan Şensoy hakkında istenen üçüncü idam cezası Askeri Yargıtay’da inceleniyor.
Hasan Şensoy Türkiye devriminin silahlı mücadele ile gerçekleşeceği şeklindeki inancına bağlı fiillerden yargılanmaktadır.”
Hasan Şensoy,’un ablası Didar’ın ölüm yıldönümü nedeniyle yayınladığı mesaj şöyle:
Dostlar, kardeşler, Didar Abla’nın mücadele arkadaşları: 1980’li Eylüller, ülkemizin gerçek sonbaharlarından idi… Alabildiğine uzun sürmüş, rüzgârlarıyla alabildiğine savurmuş, toprağımızı boylu boyunca kanatmış, yıllara yayılmış bir sonbahar… Her yanı sancılarla kavrulan, yekinipte doğrulamayan, yer yer gücünü dermanın ihanetlere salmış, zincirlerle kuşatılmış, mermilerle delik deşik edilmiş, darağaçlarıyla lanetlenmiş bir sonbahar.
Bu sonbaharların simgesi, 1 Eylül 1987 oldu. Çünkü bir kardelen, bir sonbahar kardeleni, fırtınaya rağmen topraktan sökülmezliği ile hayatı hayatla savunma biçimiyle, saldırının tek yanıtının direnmek, direnmeninse mücadele etmek olduğunu katmerli karanlığa rağmen, gösteren ışığıyla, ülkesinin doğrudan, güzelden yana bütün yürekleriyle, ölümde buluştu. Kendi yüreğinin ve kafasının ve giderek bütün yaşamının, her anının hasredildiği tek olgu haline gelen o yüreklerde, önder bir direnişçiye yaraşır şekilde, direnişin en önünde canının vererek, bir anda tek boyut haline geliverdi.
Ülkenin basını, “Didar abla artık yaşamıyor” başlıklarıyla çıkıyor, bu tek cümle her şeyi anlatmaya yetiyordu. Sonbahar kardeleni, son selamını yine ülkesinin zincirlerini parçalama mücadelesiyle bütünleşmiş yaşamının bir direniş sayfasından gönderiyordu. “Ölümün öldürülmesi” gerçeği buydu işte. Gerçekten Didar Abla yaşamıyor muydu, yoksa ülkenin bu karabasan yıllarında, o ıssızlıkta direnmek ve mücadele bayrağını yere düşürmemek gerçeğini zindanlardan alanlara taşımıştı.
Giderek daha fazla yüklemde donanan, her geçen gün daha aydınlık ve kararlı, coşkulu işlevlerle bütünleşen, daha geniş bir perspektifin özneleriyle buluşan Didar Şensoy, ‘İnsan Haklarının’ demokratik mevzilerini tesis etmekten, grevlere, faşizmin her türlü kıpırdanışını pervasız bir terörle ezmeye çalıştığı günlerin dahi ödünsüz bir avuç göstericisiyle, yurdun dört bir yanından mücadele vermekten işkence hanelerde düşmana değil sır vermek, küfrederek nefretini ve isyanının haykırmaya kadar uzanan bir boyut zenginliği iyinde yaşadı. Alanlarda hiç kimse yokken bir avuç mücadele arkadaşıyla o vardı. Zindanların kapılarının boşluğunu gerektiğinde tek başına doldurmaya çalıştı.
(…) Ki o kadın, artık 50 yaşında, bu yükü ağır yaşamın artırdığı rahatsızlıkları olan bir kadındı, bir anne, büyükanne idi. Ölümünde de yanında olan mahkûm analarından biri “O bizim sembolümüzdü, bizim önderimizdi. Hep en önde giderdi. O yanımızda olduğu zaman gücümüz artar kendimize güvenimiz gelirdi” diyordu.
Karanlığa çok renkli ışıklar vermiş bu kardelenin ölme eylemi de değişik ve önemli etkiler sunacaktı ortama elbette.
(…) Sadece meclise dilekçe vermek amacında olan bir ana, bir abla, sadece bu olay nezdinde karşılaştığı günlerce süren baskı, gözetim takip ve nihayet coplanma, dövülme sonucu Meclis bahçesinde yaşamını yitiriyordu. 60 kişinin de gözaltına alındığı ve üç otobüs dolusu tutuklu yakınının tavrını içeren söz konusu ‘Meclis’e dilekçe verebilme eylemi’ esnafında yine en öndeki Didar Abla’nın yaşamını yitirdiğinin öğrenilmesi üzerine, orada bulunan diğer tutuklu yakınları “çiğnediler onu, dövdüler, böyle olacağı belliydi” diye haykırırken, polis olayı resimleyen gazetecileri de dövüyor, gözaltına alıyor ve yetkililer Didar Şensoy’un ‘zaten şeker hastası olduğu, kalpten öldüğü, vücudunda kesinlikle darp izi bulunmadığı’ yolunda ardı ardına açıklamalar yapıyorlardı. Ankara Valisi Bayar: “Polisin tutumu üzücü” diyordu.
İstanbul’dan başlayarak Çanakkale, Bursa ve Eskişehir Cezaevlerini de kapsayarak, Ankara’da Meclis önünde son bulan bu yürüyüşün en önü şimdi boştu ve ellerinde dilekçeleriyle yola çıkan direnişçiler, yol boyunca Arjantin’i! Plaza de May) analarının simgeleştirdiği beyaz eşarbı ve karanfilleri ile önlerinde yürüyen Didar Abla’nın cenazesi ile dönüyorlardı.
İnsanların yaşamları işte böyle destanlaşıyordu. İnsanlar işte böyle evrensel olgularla buluşuyor, bir gövdede binlerce çoğalıyorlardı.
(…) Bir ana, meclisin merdivenlerine yumrukları ile vurarak “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” diye haykırıyor ve işte böyle bir ülkenin mazlum halkları en zorlu süreçlerde bile bu merdivenleri parçalayarak, güneşe merdivenler dayama gerçeğinden kopmuyorlardı. Direnişi kırmak için gençlerin tutuklanması oyununu tezgâhlayan oligarşinin tezgahı’, Didar Şensoy’un meclisin önüne oturarak “Çocuklarımızı serbest bırakmadan buradan ölümü kaldırılabilirsiniz” diye haykırması ve bir kitle önderinin çelik-leşmiş iradesinin coşkusuyla gerçekten kalkmaması, gerçekten dediğini yapması ve ölmesi ile tezgâhı yerle bir oluyordu.
Diğer bütün eylemlerinin yanı sıra özellikle 12 Eylül sonrası cezaevleri direnişçilerinin soluğu olmuş, adının geçtiği, başka nedenlerle bulunduğu çeşitli ortamlarda zindanlarda faşizme karşı boyun eğmeme tavrının çağrışımı haline gelmiş ananın-ablanın ölümünü duvarların içinde yaşamak daha da güç değil miydi?
Metris’ten oğulları, kızları, kardeşleri diyorlardı ki: “Yıllardır tüm ilerici, demokrat ve devrimcilere yönelen baskı ve işkenceyle sindirme uygulamalarına karşın insan onurunu koruma mücadelemizi aktif olarak destekleyen ve yaşamı pahasına en önlerde sürdüren yürekli ve sevgi dolu anamız Didar Şensoy’u yılmadan yürüttüğü mücadelemiz içinde yitirdik. Adını ve yaşamını baş eğmezliğin ve onurlu bir mücadelenin simgesi olarak yaşatacağız”.
… Ve ülkenin içinde siyasi tutsak bulunan onlarca cezaevinde açlık grevleri yükseliyor, geleceğin, insanca ve onurlu yaşamı için mücadele edenlerin olacağı, Didar Abla kimliğinde bir kez daha vurgulanıyordu. Metris’teki 15 siyasi davanın tutukluları, bir kez daha bu vesileyle, “siyasi tutukluluk hakkının kabulü ve buna uygun düzenlemelere yönelik genel talepler için ve cezaevlerindeki yaşam koşullarının iyileştirilmesi için başlattığımız açlık grevi, baştan saptadığımız şekilde, 265 kişi ile 15 gün toplu ve daha sonra gruplar halinde dönüşümlü 41. gününü doldurarak başarıyla 23.9.1987’de sona erdirilmişti. Bizlere anlamlı desteklerini sunan tutuklu ve yakınlarına, yakın ilgileri dolayısıyla demokratik kamuoyuna teşekkürlerimizi sunuyor, mücadelemizde şehit düşen Didar Şensoy’un anısı önünde saygıyla eğiliyoruz” diyorlardı.
… İstanbul kardeleni bu kez alışılageldiği eylem yolculuklarından, kara gözlerinde bir görevini daha yapmanın gururlu ifadesi, mağrur gövdesiyle dikilişi ile dönerken değil, ıssız bir mücadele sürecinin bir avuç mücadelecisinin en önündeki bu erdemli ve yiğit kadını, artık bir direniş şehidi olarak ve silahların onca suskunluğunun orta yerinde ve bildik isyancılığının Marmara’yı utandıran dinginliğinden ötürü ellerini yüzüne kapayarak, karanfillerle, beyaz eşarplarla donatılmış tabutunu karşılıyordu.
“Türküler, ey türküler” diyordu İstanbul “Seferberliğe gerek yok şimdi “Seferberlikten beter olmuş yürekler.”
… Bu çok ışıklı simge kadın, sadece işkenceye karşı direnmeyi ve boyun eğmemeyi, zindanları mücadele mevzisi yaparak, yıllar boyu işkenceyi yenmeyi somutlayan iç savaş tutsaklarının Yılmaz “Abla”sı değil, proletaryanın bütün sınırlı haklarının gasp edildiği bir süreçte, ülkenin sömürücü işbirliklerine tavır alma ve eylemler koyma bilinci gösteren sınırlı sayıda işçinin, “onurunuz, onurumuzdur” diyen omuzdaşı değil, ölümünden daha birkaç ay önce yükselmeye başlayan öğrenci gençliği hareketliliğinin de içinde, onların direnişlerinin de orta yerinde bulunmak isteğiyle yanıp tutuşan ve bu gençleri “Didar Ablalarını akademik zeminde yükselen eylemlerine çağırmadıkları için azarlayan bu kadın, aynı zamanda, yine dönemin ilk demokratik çalışmalarının da en önündeydi ve İnsan Haklan Derneği Kurucusu, Af Komisyonu üyesi, SHP üyesi kimlikleriyle de ülke siyasal gündeminin her yönüyle içindeydi. Nitekim ölümü karşısında bütün bu kesimlerden gelen, aydını, yazarı, sanatçısı vb. ile ülkenin kafasını ve yüreğini tamamen karanlığa teslim etmemiş bütün kesimlerinden gelen tepkiler karşısında, “sadece bizim için değil, hepimiz için büyük kavın hepimizin başı sağ olsun”.
Başı güneşli insanların, yiğit insanların ve hele yiğit kadınların karşısında da tarihin nehirlerinin seslenmesi, imkânsızlığın kendisidir. Ve bir kadının savaşı, bir ananın yılmazlığı kuşkusuz daha soyludur. Çünkü bir kadın önder, bir kadın halk savaşçısı, çok daha fazla zincir parçalayarak yürümek zorundadır.
Ve Didar Şensoy kimliğinin parçalandığı, o kimliğin parçalanarak emekçi halkların zafer maratonuna yöneldiği zincirler, hemen hemen ülkemizin bütün zincirleridir. O, kadınlık zincirlerini parçalamıştır. O, işkence ve terör zincirlerini parçalamıştır. O, teslimiyetin zincirlerini parçalamıştır.
Bu, çok katlı bir karanlığın çok boyutlu ışığı ile gurur duymak, ona daha fazla sahip çıkmak ve onun mücadelesiyle daha fazla özdeşleşmek, onun bütün erkek ve kız çocuklarının, erkek kardeşlerinin ve kız kardeşlerinin içinde elbette daha fazla ülkesinin kız kardeşlerinin ve onun evlatlarının hakkıdır. Çünkü onların, Kardelenin parçaladığı zincirler içinde yakalayacakları çok daha fazla halka vardır. Ve ondan dolayı bundan böyle ülkemiz kadınlarının mücadele ve direniş günü olarak kutlanacaktır. Bir Eylüllerde ülkemizin bütün emekçi kadınlarının ve emekçi kadının savaşı yolunda yürüyen bütün kadınların coşku ve mücadelesi haykırılacaktır.
(…) Evet, dünya emekçilerinin zincirleri ağırdır. Ama dünya emekçi kadınlarının zincirleri daha ağırdır. Dünyanın, emeğin zaferi için savaşan erkeklerinin görevleri erdemlidir, soyludur. Ama dünyanın, emeğin zaferi için savaşan kadınlarının görevi daha erdemli, daha soyludur.
(…) Onlar tarihin Kibeleleridir. Aşkın suretini, tarihin sureti yapan ve yapacak olanlardır.
“Siz ki anlardınız o aşkın dilinden
Uzak da olsa bir umut adına
Ölümüne çileler çekerdiniz yıllar boyu
Şiirlerde türkülerde tanışmıştım
Soluğumuzda yaban menekşelerinin kokusu.
Gözlerinizde yıldızlar
Ve serin pınarların sonsuz uğultusu
Dağlar sizi yaşardı her haksızlıkta
Ormanlar sımsıcak dostluğu”.
Dostlar;
Bugün Didar Abla aramızda yok. Onun ölmediğini de biliyoruz hepimiz. O yok ama onunla yıllardır omuz omuza mücadele eden, bütün acılara ve zorluklara göğüs geren mücadele arkadaşları onun mücadelesini sürdürüyorlar.
Eylül 1988