Demir-Çelik Grevinin Ardından

İSDEMİR ve Karabük Demir-Çelik fabrikalarından 24 bin işçinin katıldığı, 137 gündür süren grev nihayet sona erdi. Evet grev sona erdi, ama grev öncesinde MESS ve hükümetin işçiler üstüne uyguladığı baskı ve çevirdikleri entrikaların grev süresinde elindeki stokları fahiş fiyatla eriten özel çelik üreticileri ve çelik ithalatından büyük vurgunlar vuran hükümete yakın kapkaççı çetelerin, artık iyice ustası oldukları ayak oyunlarıyla işçileri 137 gün başka eylem biçimlerine başvurmaktan alıkoyabilen, siyaset tartışmasını gündemden çıkararak işçilerin kahve toplantılarını bile denetleyen ve sonunda belki de Türkiye işçi sınıfı tarihinin en garip toplu sözleşmesini imzalayan sendika ağalarının amaç ve nitelikleri; hilkat garibesi sözleşmenin yasal olup olmadığı, kâğıt üstünde epeyce kabarık gözüken ücret artışının gerçekten temel ihtiyaçları bile ne ölçüde karşılayacağı, en önemlisi de bu uzun grevin işçi sınıfımızın mücadele hazinesine neler kattığı üstüne daha birçok şey yazılıp söyleneceğe benzer.
Demir-Çelik gibi sanayiye temel girdi sağlayan bir işkolunda ülke üretiminin % 27’sini sağlayan iki büyük işletmede bunca işçi, her tür kötü koşula karşın, açlık sınırında ve böylesi uzun bir direnişi sürdürürse; bu eylem, istemleri ne olursa olsun, ülkenin ekonomik, sosyal çevrelerinin ilgisini çekmezlik edemez. DÇ isçilerinin grevi de öyle oldu. Hükümet ve MESS çevrelerinin grev etrafında yaratmaya çalıştığı sessizliğe, burjuva basınını görmezden gelme ve önemsememe, çoğu zaman da grevin amaçlarını bulanıklaştırma çabalarına karsın, hükümetten Meclis’teki muhalefet partilerine, Türk-İş’ten aydınlara, devrimci demokrat çevrelere ve sosyalistlere kadar herkes bir tutum takındı, görüşlerini belirtti… Yaşanan önemli bir eylem olduğuna göre buna herkesin kendi dünya görüşü açısından bir tutum alması pek doğaldır. Grevcileri kayıtsız koşulsuz destekleyenlerle ve açıkça hükümet ve MESS’in yanında yer alanlar için bu yazı çerçevesinde söylenecek bir şey yoktur. Herkes kendi safını seçmiştir. Ama ülkemizde, bazı çevreler var ki; bir yandan emekçilerden yana olduğunu söylerler (belki böyle söylerken samimidirler) öte yandan emekçiler biraz “ileri gittiğinde” kaygılanır, işin arkasında gizli parmaklar ara maya koyulurlar. Bir kere sorunun özü gözden kaçırılıp da ayrıntıdaki unsurlar öne çıkarılmaya başlanırsa, aynı olay üstüne pek çok değişik senaryolar yazılabilir. Kimi gazetecilerimiz “ferman padişahın” diye, bütün bir grevin patronlar ve hükümet tarafından tezgâhlandığını ve belirli bir çevre daha çok kazansın diye böyle uzayıp gittiğini iddia ederken, bu çevrelerin bir başka kesimi ise grevin nedenini (işçi kapitalist çelişkisi değil de) özel sektörle devlet (kutsal devlet) çelişmesine, özel sektörcü ANAP’ın devlet sektörünü çökertmek için grevi kullandığı yolunda propaganda yürüttüler. Bunlara karşıtmış gibi görünen ANAP’a yakın çevreler ise; Çelik İş Genel Başkanı’nın DYP yanlısı olduğu gerekçesiyle grevin arkasında Demirel’in olduğuna ilişkin bir senaryoyu değişik tonlarda, boyayıp piyasaya sürdüler.
Bunlara bakılırsa; ne emekle sermaye arasında uzlaşmaz bir çelişme vardır, ne de isçi sınıfı kendi gücüne dayanarak haklarını savunabilir! İsçiler bir şey yapıyor göründüğünde ise ya şunun ya da bunun oyununa gelmiştir. Elbette bunu açıkça söylemezler ama oyun, tezgâh vb. olarak nitelediklerini çıkarırsanız geriye pek bir şey kalmaz. Burada şöyle bir soru akla gelebilir! Peki, hükümetin kışkırttığı grev ya da başka tür eylemler olamaz mı? Ya da gerici bir parti işçiler üstündeki etkinliğini (varsa) kullanarak işçileri kendi gerici amaçlarına alet edemez mi? Elbette böyle bir varsayım teorik olarak reddedilemez. Dahası, sınıflar mücadelesi tarihinde pek çok örnekleri de vardır bunun. Ama işçileri eyleme çekme yöntemiyle rakipleriyle hesaplaşma yolu, burjuvazi için hiç de sık kullanılan bir yol olmadı. Tersine çok özel tarihsel koşullarda ve burjuvazinin kendisini yeterince güçlü, işçi sınıfı üstündeki etkisinden çok emin olduğu koşullarda başvurduğu istisnai bir yöntem olmuştur. Çünkü grevler sadece günlük mücadelenin basit bir aracı değil, sınıfın burjuvaziye karşı savaşmayı öğrendikleri savaş okullarıdır.
Peki, DÇ grevini burjuvazinin hiç değilse bir kesiminin kendi lehine kullandığı gerçek değil midir? Elbette bu tür bir durum söz konusu olabilir. Hatta her önemli grevde böyle bir durum olur. Grevde olan A fabrikasının pazar payını grevden yararlanan B fabrikası kapabilir. Söylediklerimizin daha iyi anlaşılabilmesi için, grev öncesi ve sonrası duruma kısaca bir göz atmakta yarar olacaktır: Grevden aylarca önce, daha TİS görüşmelerinde anlaşmazlık çıkacağı anlaşılır anlaşılmaz, hükümet önce çelik ithalatının gümrük vergilerini azalttı, sonra da sıfıra indirerek ithalatçılara ton başına 130 dolar sübvansiyon sağladı. Aynı günlerde özel sektörün elinde 3 milyon ton stok vardı. Ek olarak da ülkedeki sanayinin büyüme hızı % 0’dı. İthalatı serbest bırakan hükümetin esas amacı “ne kadar grev yapsalar da” çelik sıkıntısı olmayacağı intibaını yaratarak greve gidilmesini önlemekti. Onun için de alınan grev kararını iki ay süreyle erteledi. Grevin başlamasıyla birlikte hükümetin tutumu değişip ekonomik olmaktan çok, ideolojik olmaya başlamıştır. KİT’ler için bu yıl belirlenen %141 tavanını deldirmemeye çalışırken, MESS’le işbirliği içinde, herhangi bir anlaşmaya varmadan grevi kırabilmek için her yolu kullanmıştır. Örneğin, Çelik-İş’in toplam zam istemi 550 milyar TL iken, hükümet resmi açıklamalara göre günde 10 milyardan 137 x 10 = 1 trilyon 370 milyar liralık kaybı göze almıştır. Çünkü işçilerin burnunu sürtmek, mücadeleyle hak alınamayacağını göstermek, tek yol olarak hükümet ve patron ne verirse ona razı olmanın yolunu açmak hiçbir miktar parayla ölçülemezdi. Hükümete göre; stokları vardı, döviz de vardı, dahası, DÇ işçisi, tarihinde grev diye bir şey bilmeyen bir işçiydi. Öyleyse, son yıllarda yemniden yükselme sürecine giren sınıf hareketine bu taraftan iyi bir tokat atılabilirdi. 24 bin isçiyi 137 gün süreyle, aileleriyle birlikte açlığa ve sefalete itmenin nedeni buydu. Elbette grev başlayınca, 400 bin TL olan pikin birden 700 bin TL’ye yükselmesi stokçuları sevindirmiştir; çelik ithal eden şirketler servetlerine servet katmak için değerli bir fırsat yakalamışlardır; öte yandan Demirel, Özal’ın acımasız emekçi düşmanı kişiliğini teşhir etmek için yeni bir olanak yakalanmıştır. Ama grev bunların hiçbirisi için olmamıştır. Grev, işçilerin daha iyi çalışma ve yaşama koşulları için, sendika ağalarını zorlayarak, büyük bir fedakârlık ve kararlılıkla sürdürdükleri bir eylemdi. Eğer bundan burjuvazinin bazı kesimleri yararlandıysa, bu, grevci işçilerin suçu değildir. Greve önderlik eden sendikacıların niteliklerinden, sınıf hareketi ile sosyalist hareketin henüz birleşememiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Grev sürecine bir bütün olarak bakıldığında; ülkemiz işçi sınıfı mücadelesinin olumlu ve olumsuz pek çok özelliğini bir arada görmek olanaklı oluyor: Her şeyden önce Karabük DÇ 1937’de kurulmuş, Türkiye’nin en eski ve en büyük sanayi kuruluşuydu. Ama orada çalışan işçiler, köy ve toprakla bağlarını uzun sure korumuştu. İşçilik, ücretini kendileri için fazladan bir gelir gibi görüyorlardı. İSDEMİR ise, kadrosunun çoğu yetenek ve ihtiyaca göre değil de çeşitli burjuva partilerinin torpiliyle ve çoğunlukla da o partilerin yandaşlarıyla doldurulmuştu. Ek olarak, nispeten kısa bir geçmişi vardı ve azımsanmayacak sayıda, köylülükle bağını koparmamış işçi barındırıyordu. Bu iki işletmenin ortak özellikleri ise, bütün tarihlerinde bir günlük bir uyarı grevi dışında bir eylem olmamasıydı.
12 Eylül sonrasında, enflasyona eşlik eden baskı ve sömürünün artırılması, işçi haklarının gasp edilerek mücadelenin yasal yollarının kapatılması sonucu ne Karabük isçisinin evinde oturma ayrıcalığı, ne de İSDEMİR işçisinin şu ya da bu burjuva partisinin adamı olma ayrıcalığı işe yaradı, Açlık ve sefalete ilişkin DC isçisinin önünde direnmekten başka bir seçenek yoktu ve onlar da kendilerine yakışanı yaptılar. Ne sendikadan, ne Türk-İş, ne de başka çevrelerden hiç bir ciddi maddi destek görmeden, 24 bin işçi ve ailesinin kararlılıkla direnmesi elbette küçümsenemeyecek bir başarıdır ve demir-çelik işçisinin sınıf içinde layık olduğu yeri almaya başladığının bir göstergesidir.
Öte yandan işçiler sadece hükümet ve MESS’in değil, sendika ağalarının da direncini kırmakla karşı karşıya kaldılar, özellikle Çelik-İş’in İskenderun Şubesi’ne kümelenmiş olan eski MSP ve MHP yanlıları hem grev öncesi hem de grev sırasında işçileri direnişten vazgeçirmek için her yolu denediler. Sonunda da Genel Başkanlarını bile atlatarak (gerçi bu olayda genel başkanın içinde olduğu bir entrikanın kokusu da yok değil), yetkisiz oldukları halde toplu sözleşmeyi imzalayarak grevi durdurmaya ne kadar meraklı olduklarını gösterdiler. Sendikacılar grev boyunca işçileri birbirleriyle siyaset ya da grev üzerinde tartışmamayı, yasalar dışına çıkmamayı öğütlediler. Oysa işçilerin grev ve sınıfın öteki sorunları üstüne burjuva partilerinin tutumlarını, sendikanın İskenderun Şubesi’nin duvarındaki Fatih resmi ve Dokuz Işık Doktrini’nin bu grev mücadelesinde kendilerine nasıl bir yol göstericilik yaptığını tartışmaya her şeyden çok ihtiyaçları vardır. Çünkü belki bugün grev bitti ama mücadele bitmedi, tersine o her gün, her an sürecek ve bu uzun grevden sonra DÇ işçisi sınıfın sorunlarını daha çok etinde kemiğinde duyacaktır.
Burada, bu grevde görülen, ülkemiz sendikacılık hareketinin eski bir yarasına da değinmeden geçemeyeceğiz; Yasalcılık fetişizmi! Yani yasallığa tapınma. Yasaları da egemen sınıf temsilcileri yaptığı için, yasalar emekçilere ya bütün eylem alanını kapatır ya da bir eylem alanı veriyormuş gibi görünür, ama onu da olanaksız kılar. Nitekim bu 137 gün boyunca o hükümet yanlısı sendikalar bile bir miting izni alamamışlardır. Hal böyle olunca da greve giren işçi tam bir eylemsizliğin içine itilmekte, dahası grev eyleminin kamuoyunu etkileyeceği değişik eylem biçimleri (gösteri, miting, semt ve kahve toplantılar, bildiri vb, seminerler, sanat ve kültür etkinlikleri vb. vb.) ya hiç önemsenmez ya da hükümet izni vermeyeceği için yapılmaz. Oysa bir grev ve direnişte, elbette yasal haklar sonuna kadar kullanılmalı, ama eylemin ihtiyaçları yasal sınırlan zorluyorsa, “aman yasa dışına düşeriz” korkusuna kapılmak da yersizdir.
Grev sonunda, yasalcılığa pek önem veren sendika ağalarının bir bölümüyle, hükümetin yasalara aykırı, yasal bakımdan geçerliliği olmayan bir toplu sözleşme imzaladıklarını (işlerine gelirse yasal olup olmadığına hiç bakmıyorlar demek ki) herkes biliyor. Özellikle hükümet çevreleri, bu sözleşmenin yüksek ücret verdiği propagandasını yaydı. Sendikacılar da, altına imza attıklarına göre onlar da verileni yeterince yüksek bulmuş olmalı. Bilindiği gibi, isçileri ortak istemi, 1 ton çelik karşılığı TL idi. Bugün 1 ton çelik 1.5 milyona doğru yaklaşırken “iyi ücret” sadece 550 bin TL’dir. Bizim gibi enflasyonun % 100’lere doğru seyrettiği ülkelerde rakamlar çoğu zaman aldatıcıdır. Bu yüzden de işçilerin hangi çizgiye gerilediğini görmek için İSDEMİR işçilerinin 1980 ve bugününü karşılaştıralım. İşçilerin söylediklerine göre, 1980’de bir işçi bir aylık ücreti ile 1 ton çelik ya da 55 gram altın alabilirmiş. Bugün altının gramı 25 bin TL civarında olduğuna göre, işçinin 1980’deki gelir düzeyine ulaşabilmesi için bugün 25000 x 55 = 1 milyon 375 bin TL almalıdır. Kaldı ki isçi bugün bu ücreti alsa bile bir aya kalmadan ücreti %5-10 enflasyon tarafından kemirilecek, burjuvazi kaşıkla verdiğini kepçe ile almanın yolunu bulacaktır. Üretimin kar esasına göre düzenlendiği, yaşamı sömürüyü zorunlu kılan ekonomilerde, işçilerin ücretlerini artırarak sömürüden kurtulamayacağı ortadadır. Bu, DÇ işçileri için de geçerli. Ama DÇ isçileri 137 günlük kararlı direnişleriyle, işçilerin mücadele için istek ve kararlılığını ortaya koydular. Hem geçmiş deneyimleri, hem de bundan sonraki mücadeleleri, onları sömürüsüz bir toplum için mücadele etmeden, sömürüden kurtulamayacaklarına daha çok inandıracaktır.

Ekim 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑