Ekim Devrimi 72 yıl sonra da yol göstermeye devam ediyor

1917’nin 25-26 Ekiminde (Miladi takvime göre 6-7Kasım) Moskova’da Çar’ın Kışlık Sarayı’nın burçlarında patlayan top mermileri sadece köhnemiş Rus Çarlığının sonunu ve Rus işçilerinin ücretleri kölelikten kurtuluşlarını ilan etmiyor, aynı zamanda; mitolojinin özgürlük simgesi Prometheus’un acılarının sona ereceğini, zalim Roma kölecilerine baş kaldıran Spartaküs’ün kölesiz bir dünya özleminin gerçek olduğunu, Şeyh Bedrettin ve Börklüce Mustafa’nın eşitlik ve kardeşlik üstüne kurulu bir dünya isteğinin yolunun açıldığını, Hıristiyan dogmasına aykırı düşünceler savunduğu için Roma’da ateşe atılarak yakılan G. Bruno’nun Güneş-merkezci bir evren tasarımı savunduğu için işkence görüp, cezalandırılan G.Galilei’nin insan düşüncesinin sonsuzca gelişmesinin desteklendiği bir toplum isteğinin artık olanaklı olduğunu, feodal zorbalığa baş kaldıran köylülerin efendisiz bir dünya isteğinin gerçekleşeceğini, Thomas Moor’dan R. Owen’e bütün ütopyacıların eşitlik, özgürlük ve kardeşlik üstüne düşlerimin artık düş olmaktan çıktığını, çağlar boyu ev kölesi olan ve kapitalizm tarafından bir de ücretli, kölelikle “ödüllendirilen” emekçi kadınlar için nihai kurtuluşun pek yakın olduğunu, Fransız Devriminin yiğit işçi önderi Babeuf’ün yükselen işçi sınıfını temsilen, şımarık burjuva yargıçların yüzüne haykırdığı, ücretli köleliğin ve emekçiler üstündeki bütün baskıların kaldırılması isteğinin sınıf kardeşlerinin kendi kollarıyla gerçekleştiğini kısacası: insanlığın sınıflı topluma geçmesinden bu yana ezilen, baskı gören, sömürülen, haksızlığa uğrayan her insanın, bazen sözle, bazen bir eylemle, bazen de herhangi biçimde ifade edemeyip ama içinde duyduğu: baskı ve haksızlıkların olmadığı, sömürüşüz ve herkesin mutlu olduğu, kansız ve savaşsız bir dünya, barış içinde ilerleyen bir toplum isteğinin artık gerçekleşebileceğini ilan ediyordu.
Büyük Ekim Devrim’inin insan toplumu için olanaklı hale getirdiği ilerleyişten söz ederken çizilmeye çalışılan panorama içinde söylenen şeyler, bir kutlama töreni vesilesiyle söylenmiş törensel sözler değildir. Tersine söylenmeye çalışılanlar Ekim Devriminin insan toplumunun ilerlemesi için verdiği büyük itmenin sadece bazı yanlarıdır. Gerçekte ise; etkisi çok daha derin, çok daha kapsamlıdır.
Bugün, Ekim Devrimi’nden 72 yıl sonra, böyle bir günde, gönül isterdi ki; Ekim Devrimi’ne can veren ilke ve değerlerden değil de, artık sosyalizmin geride kalmaya başladığı bir dünyada, adım attığımız sınıfsız toplumun sorunlarından söz edelim; reformculuk, revizyonizm gibi şeyleri tarih olmuş kötü olgular olarak analım. Ne var ki; bugün durum hiç de böyle, özlediğimiz gibi değil: Ekim Devrimi’nden 72 yıl sonra dünya işçi sınıfı, Marksizm-Leninizm’in gerçek savunucuları, revizyonizmin her türüne ve burjuva ideologlarının Marksizm’i gözden düşürme çabalarına karşı Marksizm-Leninizm’i ve Marksizm-Leninizm’in ete kemiğe büründüğü Ekim Devrimini, onun değerlerini savunuyorlar, Bu yüzdendir ki, biz de burada Ekim Devrimi’nin 72. yılında, söylenecek şeylerin birçoğunun tekrarı pahasına Ekim Devriminin anlamı ve ona can veren kimi değerlerden söz edeceğiz.
Ekim devrimi yeni bir çağın, proleter devrimleri çağının ilanıydı
Tarihsel materyalizm, insan toplumunun ilerleyişinin dönemeçleri olarak, toplumun bir üretim tarzından ötekine geçişini belirtir. Bu açıdan bakıldığında; ilkel toplumdan köleciliğe, kölecilikten feodalizme, feodalizmden kapitalizme geçişlerin her biri toplumun bir çağ değişimidir. İşte, Ekim Devrimi de, artık kapitalizm çağının sona erdiği ve sosyalizm çağının başladığının ilanıdır. Burada toplumsal değişimi sağlayan sınıf proletarya olduğu için, Marksist literatürde bu çağa, Ekim Devrimi ile başlayan çağa, Proleter Devrimleri Çağı adı verilir.
Adından da anlaşılacağı gibi, artık bu çağda toplumu ilerleten bütün gerçek devrimler proletaryanın damgasını taşıyan devrimlerdir. Henüz feodal artıkların tasfiye edilmediği ülkelerdeki demokratik devrimler bile proletaryanın önderliği olmadan başarıya ulaşamaz, bu çağda. Çünkü bu çağın ilan ettiği diğer önemli bir şey de, burjuvazinin ne ulusalcılığının ne devrimciliğinin ne de tutarlı demokratlığının kaldığıdır.
Bugün, hala Ekim Devriminin açtığı Proleter Devrimleri Çağ’ında yaşadığımızı ne yazık ki burada tekrar vurgulamak zorundayız. Vurgulamak zorundayız çünkü proletarya, sosyalizm, devrim… vb. adına konuştuklarını iddia eden sayısız oportünist ve revizyonist odak, artık proleter devrimler çağının sona erdiğini, kapitalizm ile sosyalizmin birbirine yaklaştığını, proletarya ile burjuvazi arasında eski uzlaşmaz çelişkinin artık anlamını yitirdiğini, iki sınıfın da barış içinde ebediyen yaşayabileceğini iddia ediyorlar. Kimi gruplar ise Troçkist 4. Enternasyonalden etkilenerek, “Emperyalizmin Üçüncü Bunalım Dönemi” tezine bağlanarak, sözde Lenin ve Stalin’i savunuyor görünseler de, gerçekte, artık Lenin ve Stalin’in tanımladığı çağda yaşanmadığı, bu yüzden de Leninist yığın çalışması ve yığınların örgütlenmesi yerine “silahlı propaganda” ve “öncü savaşı” dedikleri bir çalışma biçimini, Leninist siyasal partinin yerine ise “yeni tarzda” bir Leninist partiyi geçirerek Leninizm’in çok uzaklarına düşüyorlar.
Kimi olguları aşırı abartarak çağın değiştiğini iddia eden burjuva ve revizyonist ideologların iddialarının tersine bütün olgular ve gelişmenin seyri, kapitalizmin kendisini “yenileyerek” emperyalizmin bir üst aşamasına geçmediğini, tersine bütün çıplaklığı ile tekelci kapitalizmin sürüp gittiğini, bu yüzdende hala Lenin ve Stalin’in tanımlamış olduğu çağda yaşadığımızı göstermektedir. Öyleyse; toplumun temel çelişmesi burjuvazi ile proletarya arasında olmaya devam etmektedir ve toplumun ilerlemesi de ancak bu çelişmenin çözümüyle olanaklıdır. Bunun da nasıl çözüleceğini Ekim Devrimi göstermiştir.
Ekim devrimi sömürünün olmadığı ilk devletin ilanıydı
Sınıflı toplumların ortak özelliği egemen sınıfın emekçiler tarafından üretilen artık-ürün ya da artık- değere el koymasıdır. Eğer bir toplum sömürücü ve emekçi sınıf olarak bölünmüşse orada kaçınılmaz olarak bir sömürü de vardır. Köleci toplumdan Ekim Devrimi’ne kadar olan tarihsel süreçte, toplum ne kadar ilerlemiş olsa da bu özelliği değişmedi. İşte, Ekim Devrimi ile birliktedir ki; toplumun uygarlıkla yaşıt ve hiç değişmeden kalacak sanılan bu özelliği değişti ve Ekim Devrimi’yle birlikte, sömürünün olmadığı ilk devlet kuruldu.
Bu tarihsel başarı, bütün dünya proletaryası ve yoksul yığınlarının yönlerini Ekim Devrimi’ne ve onun ideallerine çevirmelerine yol açtı. Bu yüzdendir ki; Ekim Devrimi sadece bilinçli proletaryanın değil, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın yoksul halkları için ilham kaynağı oldu. Çünkü Ekim Devrimi, insanlığın ilkel komünal toplumdan köleci topluma geceli özlemini çektiği, ve özgürlü toplumunu herkesin önüne seriyordu. Gerçekten de, revizyonistler ve liberaller ne kadar aksini iddia ederse etsinler. Ekim Devrimi ile başlayan sosyalist toplum süreci Lenin ve Stalin döneminde, bu dönemin bütün güçlüklerine karşın, Sovyet proletaryası ve halkları için, sömürülmedikleri, baskı görmedikleri, yeteneklerini özgürce geliştirebildikleri ve inisiyatiflerini kullanabildikleri tek dönem olmuştur. Evet bu dönemde Sovyetler Birliği’nde bir diktatörlük de (her devlet biçimi gibi proleter devlet de bir diktatörlüktü) vardı ama bu diktatörlük emekçilere karşı değil, burjuvazinin artıklarına, gericilere ve kulaklara karşıydı. Emekçiler için ise; en gelişmiş burjuva demokrasisinden “bin kat daha fazla” bir demokrasi vardı proletarya diktatörlüğünde.
Emek ve Emekçi, toplumlar tarihinde ilk kez böyle yüceltiliyor ve saygın bir yere oturtuluyordu. Bu durum dünya emekçilerinin gözünden kaçamazdı. Her soydan revizyonist ve karşı devrimcinin, burjuva propagandasının tersine çevirmesine karşın öyle de oldu. Dünya emekçileri, Ekim Devrimi ve ideallerine, sosyalizme karşı büyük bir sempatiyle yaklaştılar. Sosyalizm burjuvazi için korku kaynağı oldu.
Ekim Devrimi’nin ertesinden başlayarak, sosyalizmi yenilgiye uğratıp yok etmek uluslararası burjuvazinin başlıca uğraşlarından birisi oldu; Bunun için SB’ne asker çıkartmaktan ekonomik ve siyasi ambargoya, Troçkist ve Buharincileri desteklemekten Hitler’i SB’ye saldırmak için kışkırtmaya, Sosyalist uygulamaları karalamaktan Sovyetler Birliği içinde beşinci kol faaliyeti yürütmeye kadar her yolu denedi. Ama bütün bu saldırılar, Stalin’in başında bulunduğu Sosyalist Sovyetler birliği ve SBKP tarafından püskürtüldü ve bu saldırıların sonucunda, Avrupa’nın doğusu sosyalist bloğa katılırken sosyalizm bütün dünyada güçlendi; sosyalizm kapitalizm karşısında her bakımdan güçlü bir konuma yükseldi. Ancak emperyalistler ve gericiler sosyalizmi ve sosyalist kampı hedef alan saldırılarını çeşitli kılıklar altında sürdürdüler. SBKP’nin Kruşçevcilerin eline geçmesiyle emperyalist ve gerici saldırılar ilk meyvesini verdi; SB’de kapitalizmin restorasyonu başladı. İşte bugün, Stalin’e, Lenin’e, Marksizm’e saldıranlar, sosyalizme çamur atanlar uluslararası burjuvazinin sosyalizme saldırılarının çocukları olan revizyonistlerdir. Burjuva gazetelerinin muteber köşelerinde, arkalarındaki fasit, gerici koro ile liberalizmin ve kapitalist özel mülkiyetin övgüsünü yapanlar, kapitalizmde kapitalistlerin bile bulamadıkları cevherler keşfedenler her soydan revizyonistlerdir. Ama onlar ne yaparsa yapsınlar; ister sosyalizme iftira etsinler, ister kendi berbat uygulamalarını sosyalizm olarak gösterip sonra da dönüp “bakın sosyalizm ne kadar kötü” desinler; bilinçli proletarya, her ülkeden Marksist-Leninistler, emperyalist sömürüden kurtulmak isteyen yoksul halklar, sömürüşüz ve baskısız bir dünya isteyen bütün insanlar, gerçek bir sosyalizm için Ekim Devrimi’nin yolunu izlemeye devam edecektir. Çünkü sosyalizm, bu çağın gerçeğidir gerçek de asla uzun bir süre gizleneniz. Gizlemeye çalışanlar emperyalistler ve revizyonistler gibi gelmiş geçmiş en büyük sahtekârlar bile olsa.
Ekim Devrimi ilk proletarya iktidarının ilanıydı
Sınıflı toplumlar boyunca, siyasal iktidarı hep sömürücü egemen sınıflar ellerinde tutmuşlardır. Bazen kendi aralarındaki çatışmalarda emekçi sınıfların desteğini almak için onlara kimi tavizler verin işlerse de siyasal iktidar tekellerini korumaya hep özen göstermişlerdir. Bu yüzdendir ki; Mezopotamya’dan ilk köleci devletlerden Ekim Devrimi’ne kadar olan toplumlar tarihi sömürücü sınıfların egemenliklerinin tarihidir. Bu süreç boyunca, hep bir sömürücü sınıfın yerini öteki almış, ancak Ekim Devrimi’yle bu kural bozulmuş, siyasal iktidar sömürücü olmayan bir sınıfın eline geçmiştir.
Ekim Devrimi’yle siyasal iktidarı ele geçirdiğinde, proletaryanın iktidar biçimi kuramsal olarak çözümlenmişti: Marks ve Engels tarafından Paris Komününden çıkarılan dersler temelinde geliştirilen proletarya diktatörlüğü kuramı Lenin tarafından mükemmelleştirilmiştir. Kuram, Ekim Devrimi’yle birlikte proletaryanın burjuvazi ve gericiliğin kalıntıları üstünde diktatörlüğü olarak uygulandı ve evrensel bir değer kazandı. Öyle ki; Marksist sosyalizm ile çeşitli türden küçük burjuva sosyalizmleri arasında bir ayıraç biçimini kazandı. Böylesi doğru bir ayırımdı. Çünkü Marks, kuramını geliştirirken yaptığı işin kapitalizmin eleştirisini “proletarya diktatörlüğüne kadar götürmekten ibaret” olduğunu söylüyordu. Zaten Ekim Devrimi’nden bu yana yaşanan 72 yıl da gösterdi ki, proletarya sosyalizmi ancak kendi diktatörlüğünün sağlamca sürdürdüğü ölçüde kurup geliştirebilir. Bir devlete ihtiyacı olduğu sürece; bu, proletarya diktatörlüğü olacaktır. Bu diktatörlük her hangi bir biçimde zaafa uğradığında yozlaşma kaçınılmaz olarak kapıdadır. Nitekim SB ve öteki eski halk demokrasilerinde olanlar da proletarya diktatörlüğünün revizyonistlerce yozlaştırılarak bir bürokrat burjuva diktatörlüğüne döndürülmesinden başka bir şey değildir. Devlet iktidarındaki bu değişim kısa sürede ekonomi ve sosyal yaşamda da kapitalist öğelerin ortaya çıkıp gelişmesine yol açmıştır.
Proletarya diktatörlüğü düşüncesine karşı son kırk yılda Titocular tarafından başlatılan saldırı, Euro-Komünistler ve Kruşçevciler tarafından Stalin ve Lenin’in şahsında daha ince biçimlerle geliştirilerek, proletarya diktatörlüğü bazen açıkça, bazen de üstü kapalı biçimde, ama genellikle, de önce üstü kapalı, sonra ise açıkça reddedilmiştir. Başlangıçta; “halk devleti” gibi ne idüğü belirsiz kavramlarla sulandırılan proletarya diktatörlüğü düşüncesi, bugün artık Gorbaçovculuğun açtığı liberalizm bayrağının peşine takılanlarca, Ekim Devrimi’nin ülkesinde açıkça reddedilmekte, burjuvazi ile iktidarın paylaşıldığı bir “sosyalizm” anlayışı egemen hale getirilmeye çakılmaktadır.
SB ve öteki sosyalist ülkelerdeki geriye dönüşler yakından incelendiğinde görülür ki; sosyalizmi inşa etmede can alıcı şeyin Proletarya diktatörlüğü olduğu düşüncesini sıkça vurgulayan Marks, Lenin ve Stalin ölçütünün proletaryanın iktidarı sorununu, proletarya diktatörlüğüne kadar götürüp götürmemek olması anlaşılır bir şeydir. Aynı nedenledir ki; bugün, her türden revizyonizme karşı Marksizm’in saflığını korumanın yolu proletarya diktatörlüğünü savunmaktan ödün vermemekten geçmektedir. Ekim Devrimi’nin deneyimi ve onun ortaya koyduğu değerler bunu gerektirir.
Ekim Devrimi Marksizm-Leninizm’in zaferinin ilanıydı
Ekim Devrimi, Marksizm’in gizli ve açık düşmanları için tam bir yenilgi iken Marksizm’in kesin zaferini ilan ediyordu. Çünkü bütün insanlık tarihi içinde ilk kez bir teori etrafında birleşen insanlar bir toplumsal devrimi gerçekleştiriyorlardı. Daha önceki hiçbir devrimde teori böylesi açık ve belirleyici bir rol oynamamıştı. Ekim Devrimi doğrudan sınıfların fiziki olarak savaşı olduğu kadar; aynı zamanda, sınıfların ideolojilerinin de ilk kez böylesi karşı karşıya gelmesi, mücadelenin teorik alanda da dolaysız bir biçimde sürdüğü bir devrimdi.
Marksizm’in Avrupa işçi sınıfı içinde etkin bir dünya görüşü olması 1870’lerde gerçekleşmiştir. Ama 1880-90’lardaki nispeten barışçıl koşulları bahane eden Bernstein ve benzerleri; Marksizm’in, toplumsal gelişmeyi sınıf mücadelesine bağlayan ana çıkış noktasını reddederek, Marksizm’in gözden geçirilmesini savunuyorlardı. Bu görüş, 1880’lerin son yıllarında reformcu eğilimleri artmış olan 2. Enternasyonal partileri içinde hayli taraftar kazandı. 1900’lerin başında Marksizm 2. Enternasyonalcilerce tanınmaz hale getirilmişti. Lenin’in deyimiyle ilk iş Marksizm’in üstündeki külleri temizlemekti. Bu yüzden de Lenin ve Bolşevikler 1900’ün ilk yılları boyunca, önce ekonomizme, Narodnizme, Bundculuğa, Menşevizme, Bernsteincılığa, felsefi alanda popülizme, amprio-kritisizme, nihilizme karşı savaştı; daha sonraki yıllarda ise İkinci Enternasyonal oportünizmine ve “sol”culuğa karşı savaşmak zorunda kaldı. Menşevik Troçki ve emperyalist ekonomist Buharinle olan mücadele de bu yıllar boyunca sürdü.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasına ilişkin Leninist tahlil, Leninist devrim anlayışı ve Leninist partinin örgütlenme ve ideolojik ilkeleri bu saptamalara karşı mücadele içinde gelişti. İşte bu sert ideolojik mücadeleler içinde Ekim Devrimi’ne yol gösterme başarısını gösteren Marksizm-Leninizm oldu. Bu da onun Ekim Devrimi ile taçlanması, bütün sapmalara karşı zafer demekti. Böylece Leninizm, emperyalizm çağının Marksizm’i oldu. Ama bu; bugün kimi revizyonist odakların iddia ettiği gibi “Marks’ın Avrupa-merkezci Marksizm’inin” aşılması değil, bizzat Marksizm’in kendi özünden kaynaklanan bir yaklaşımla, Marksizm’in tekelci kapitalizm koşullarında yorumlanmasıydı. Çünkü, kimi sözde Marksistlerin iddialarının tersine Lenin ne Marks’ın ılımlı teorisini aşırıya çekerek tahrif etmiş ne de Marksizm’in artık geçersiz olduğunu öne sürmüştür. Kendisinin de açıkça belirttiği gibi Marks’ın “Ortodoks” bir izleyicisi olarak onu yeni koşullara uygulamıştır.
Her iyi şeye saldırmayı vazgeçilmez bir görev edinen revizyonistler, burjuva ideologlarının en pespayelerinin ağzıyla, işte bu Ekim devrimi ile taçlanan teoriye saldırıyorlar. Önceleri laflarını benimseyip özüne saldırıyorlardı, bugün artık lafız olarak bile savunmaktan vazgeçiyorlar, vazgeçtiler. Örneğin sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü, hiziplerin varlığı ile bağdaşmayan parti, sınıfsız ve sömürüşüz bir toplumu amaçlama gibi, Marksizm’in olmazsa olmaz kavramları bile tüzük ve programlarından çıkarıyorlar.
Bütün bu kavramlara ve bu kavramlarla ilgili değer ve kurumlara Stalincilik diye saldırdılar. Önceleri Lenin ve Marks’ı savunur göründüler ve Stalin’in Lenin ve Marks’ı aşırıya çektiğini iddia ettiler. Bu gün ise Lenin’le Stalin’in farklı olmadığını söyleyerek Lenin’i de saldırı bölgesi içine almaya başladılar. “Samimi” perestroykacılar daha açık konuşuyor; “Marks ve Lenin bir simgedir, bir süre daha bir peygamber gibi duracaklar ama sıra onlara da gelecek” diyorlar.
Burjuva ideologları ve her soydan revizyonistin çabaları boşunadır: 150 yıldır yapamadıklarını bugün de yapamayacaklar, Marksizm’i tarih olmuş bir felsefe durumuna getiremeyeceklerdir. Nasıl ki  Marksizm, yıkılmaz gibi gözüktüğü bir çağda idealizmi kesin bir yenilgiye uğratmayı başarmışsa, nasıl ki 19. yy.ın ikinci yarısında, Proudhonculuk, Bakunincilik, Blanquicilik gibi çok iddialı öğretilerle pek kısa bir zamanda başa çıkabilmişse, nasıl ki; Bernsteincılığın artık Marksizm geçersizdir dediği bir zamanda işçi sınıfı içinde tek egemen ideoloji olarak ayakta kalabilmişse, nasıl ki Kautskycilerin Marksizm’i artık bir köşeye ittiklerini sandıkları bir zamanda Ekim Devriminin başarısıyla yücelmişse, nasıl ki kapitalistlerden Troçkistlere tüm Marksizm düşmanlarının Hitler aracılığıyla Marksizm’i mezara gömdüklerini sandıkları bir zamanda, onun yol göstericiliğinde Kızıl Ordu hiç bir ordunun başaramayacağı bir dirençle canlanıp yenilmez sanılan Hitler ordularını yok ederek bütün insanlığı karanlık bir çağa yuvarlanmaktan kurtarmışsa; bugün, burjuva ideologları ve sözde sosyalistlerin Marksizm öldü diye sevinmelerine karşın Marksizm her zamanki gibi kendi küllerinden canlanma gücünü gösterecek, insanlığın önündeki sorunları çözme gücüne sahip tek kuram olduğunu bir kez daha kanıtlayacaktır. Daha bugünden bunun belirtileri de vardır. Kaldı ki Marksizm bugün 1900’lerin başındaki gibi bilinemez hale getirilmiş değildir. Arnavutluk Emek Partisi ve öteki M-L partiler nezdinde dimdik ayaktadır.
Ekim Devrimi Marksist-Leninist partinin zaferinin ilanıydı.
1900’lerin başından başlayarak, Lenin ve Bolşevik partisi, bir yandan Marksizm’i “üstünü örten küllerden” temizlerken, bir yandan da yeni tipte bir devrimci partinin nasıl olması gerektiği mücadelesine de girişmişlerdi. Parlamento koltuklarının verdiği rehavetle iyice reformcu, yasalcı çizgiye kayan ve birer düzen partilerine dönüşen, 2. Enternasyonal partileri ile Rusya’daki ekonomist ve Narodnik partilerin eleştirisi temelinde, her koşul altında mücadele edebilecek, aynı zamanda işçi sınıfının en fedakâr, en bilinçli, en savaşçı unsurlarını bağrında toplayıp, yığınlara devrim mücadelesinde önderlik edecek nitelikleri kendisinde toplayacak bir partinin örgütlenmesine de başlandı. Bu, Ekim Devrimi’ne önderlik edecek partinin, Bolşevik partisinin örgütlenmesine girişilmesiydi.
Bolşevik Partisi (süreç içinde), Iskra’nın dağıtım guruplarından başlayarak, bütün ciddi sanayi merkezlerinde önder işçileri kapsayan, yüz binlerce üyesi olan, hantallaşmadan büyüyen, sürekli olarak savaş yeteneğini artıran bir parti olarak, işçi sınıfına Ekim Devrimi ve sosyalizmin kuruluşu süreci boyunca (Kruşçevcilerce ele geçirilip yozlaştırılıncaya kadar) önderlik etti.
Bolşevik Partisi, ideolojik alanda olduğu kadar örgütsel biçimleniş ve örgütsel ilkeler bakımından da ekonomizme, Narodnizme, Menşevizme, Troçkizme…. her türden oportünizme karşı bir mücadele içinde çelikleşti, işçi sınıfının bir kurmay heyeti haline geldi.
Ekim Devrimi’ne gelen süreç içinde Leninist parti biçim olarak örgütsel ilkeler bakımından mükemmelleşti. Üçüncü Enternasyonal’e bağlı Komünist Partiler bu örgütsel ilkeler üstünde şekillenip o savaşçı karakteri kazandılar, Ekim Devrimi’nin açtığı yolda, kendi ülkelerinde ve dünya ölçüsünde sosyalizmin zaferi için savaştılar.
Üçüncü Enternasyonale bağlı partiler, bir kaç on yıl içinde dünyayı değiştirme mücadelesine öylesi büyük başarılar elde ettiler ki, onların başarısını revizyonistlerin kapatma ve kara çalma çabalan bile gölgeleyemez. Çünkü böylesi kısa bir sürede, yarı-feodal Rusya’dan dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birini yaratmak, burjuvazinin en radikal kesimlerinin bile artık yenilgiyi kaçınılmaz gördüğü bir dönemde Fransa’dan Rusya’ya, İtalya’dan Cezayir’e her yerde savaşın her biçimini kullanarak Hitler’ci ve Mussolinici faşistleri dize getirerek “insanlığın namusunu” kurtarmaya önayak olanlar, onlardı. Sadece bunlar ve Fransa, İtalya, Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde, iktidarın en önemimi adamı olmak küçümsenecek bir başarı olmasa gerekir.
Ekim Devrimi öncesi ve sonrasını kapsayan yaklaşık 50 yıllık dönem gösteriyor ki; Leninist Parti işçi sınıfı mücadelesine önderlik etmede ve devrimi ilerletmede en ideal modeldir. Yaşanan yakın tarih, ancak Leninist partilerin önderliğindeki mücadelenin ilerleme şansına sahip olduğunu, bu biçimi terk eden partilerin kısa zamanda kaçınılmaz olarak bir düzen partisine dönüştüğünü, ya da sözde devrimci bir parti haline geldiğini göstermektedir. Örneğin, bugün mücadeleyi engellediği, yığınları kucaklamadığı iddiasıyla, Euro Komünist partilerin tümü, Leninist biçimi terk ettiklerinden bu yana hızla küçülmüşler; eskiden dostlarının kıvanç, düşmanlarının korku ve saygı duydukları iktidar alternatifi partilerken, bugün, burjuva gazetelerinin magazin sayfalarında eğlence olmuş, oy oranları da % 10’ların bile altına düşmüş partiler haline gelmişlerdir. Nasıl ki Kruşçevcilerin reform programıyla yola çıkan SBKP, o günden bugüne gerek ülke içinde, gerekse dünya ölçüsünde olumlu, iz bırakan hiçbir başarı gösterememişse.
Ekim Devrimi’ni zafere ulaştıran, sosyalist inşayı başarıya götüren ve son yüzyılda insanlığın ilerleyişinden bütün olumlu adımlara damgasını basan Leninist parti, revizyonistlerin bütün karalamaları ve burjuvazinin saldırılarına rağmen, dünyanın birçok ülkesinde ayaktadır, Ekim Devrimi’nin açtığı yolda işçi sınıfına önderlik etmenin çabası içindedir. Yeni sosyalist devrimler de bugünkü genç Leninist partilerin eseri olacaktır.
Ekim Devrimi ulusal sorunun devrimci bir biçimde çözümünün ilanıydı
Ekim. Devrimi öncesinin Rusya’sı, sayısız ulus ve milliyetin büyük Rus şovenizmi altında ezildiği bir uluslar hapishanesiydi. Azınlık ulus ve milliyetler bir yandan Rus baskısı altında ezilirken, bir yandan da küçük çıkarlar uğruna, ya da Çarlığın kışkırtmalarıyla birbirlerini boğazlıyorlardı. Ermeni’sinden Azerisine, Gürcü’sünden Kazağına, Ukraynalısından Tatarına… hepsi birden Rus’a düşmandı.
Evet. Ekim Devrimi’nden çok önce, daha kapitalizmin, şafağında uluslar ortaya çıkmış ve kapitalizmin elverdiği ölçüde ulusal devletler doğmuştu; ama bu ulusal devletlerin, daha doğrusu tek ulusa dayalı, ulusal sorunun olmadığı devletlerin varlığı, Batı ve Orta Avrupa ile sınırlıydı. Ulusal uyanışın nispeten daha geç bir döneme rastladığı Avrupa’nın doğusu ise; Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının egemenliği altındaydı. Pek çok ezilen ulus ve milliyetin başkaldırıları bu köhnemiş imparatorluk tarafından kanla boğuluyor ya da kimi tavizlerle geçiştiriliyordu. Dahası; Asya ve Afrika’daki sayısız ulus, daha ulusal uyanışlarının başlangıcında, bu halkları uygarlaştıracaklarını iddia eden İngiliz, Fransız, Alman, Amerikan, Japon, Hollanda, Belçika vb. emperyalist ülkelerce sömürgeleştirilmişlerdi. Emperyalistler ulusal ayaklanmaları kan ve entrika ile bastırıyorlardı. Ulus, kapitalizmin çocuğu olarak doğmuştu ama artık kapitalistlerce meşru bir çocuk olarak görülmüyordu. Burjuvazi “ulus bayrağını geminin bordasından denize atmış”tı.
Ulusal uyanış ve başkaldırılara karşı en zalimce davrananların başında ise, feodal-emperyalist Çarlık geliyordu. Polonya’dan Bering Boğazı’na Kuzey Denizi’nden Kara Deniz’e kadar yayılan geniş imparatorluk topraklarında sayısız ulus ve milliyet, öteki alanların yanı sıra ulusal olarak da baskı altında tutuluyor, eziliyordu. Çoğunluğu geri bir toplumsal gelişme düzeyinde olan bu topluluklar, bazen çarlıkla, çoğunlukla da, basit çıkarlar ya da Çarlığın kışkırtmalarıyla, birbirleriyle, çatışma içinde yaşıyorlardı.
Ekim Devrimi Rus işçi sınıfı içinde olduğu gibi bu ezilen ulus ve milliyetlerin işçi sınıfları içinde de mayalanmış, ulusal kurtuluş ile Sosyal kurtuluş bu uluslar için içice geçmiş olarak tarih sahnesine çıkmıştır.
Proleter devrimi ile ulusal sorun arasındaki ilişki sorunu, Bolşevikler ile Troçkistler, Menşevikler, Bundcular, Buharinciler arasında başlıca ayrılıklardan biriydi. Bolşeviklerin önderliğindeki Ekim Devrimi ulusal sorunun Bolşevik tarzda çözümünü de uygulamaya soktu: Devrim Hükümeti, Rusya’daki bütün ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, ayrılıp kendi devletlerini kurma hakkı da dahil olmak üzere tanıdığını açıkladı. Bu dünya tarihinde ilk kez oluyordu: İktidarı ele geçiren bir sınıf kendi egemenliği altındaki halkları kendi devletlerini kurup kurmamada serbest bırakıyordu. Ezilen ulus ve milliyetlerin yanıtı da devrimci tarzda oldu: Ayrılmak yerine eşit ulusların ortak federatif cumhuriyetini tercih ettiler ve SSCB eşit ulusların ortak federasyonu olarak doğup şekillendi. Bu, ne ezen ne ezilen ulusun olduğu çok uluslu bir devletti. Sürekli birbirleriyle kavga eden, suyu, toprağı, yolu aralarında bölüşmek, daha doğrusu tam bir ulusal ilham ve öne sürdüğü çözümle, aralarındaki anlamsız çatışmaya son vererek, güçlerini birleştirip doğaya ve emperyalizme karşı birlikte savaşmaya koyuldular. Ekim Devrimi çok kısa bir sürede, Çarlığın uluslar hapishanesi olan Rusya’sını, bir özgür uluslar ülkesi haline getirmeyi başardı. Bu da açıkça gösterdi ki, burjuva milliyetçilerinin iddialarının aksine, ulusların çıkarları ebediyen birbiriyle uzlaşmaz değil, tersine ulusal dar görüşlülük aşıldığında bütün ulusların kardeşçe bir arada yaşamaması için bir neden yoktur. Çünkü birleştiklerinde doğa güçlerine ve sömürüye karşı daha kolay savaşabiliyorlardı. SB halkları Ekim Devrimi’ni izleyen 30 yılı aşkın bir süre boyunca bunu kanıtladılar: Ulusların dayanışma ve yardımlaşma sonucu, daha tarım ve hayvancılıkla uğraşan pek çok topluluk 10-15 yıl içinde modern sanayi toplumu biçimine dönüştü. Avrupa’nın en geri ülkesi Rusya, dünyanın belli başlı sanayi ülkelerinden biri haline geldi. Her ulustan dünya ölçüsünde bilim adamı, sanatçılar ve teknisyenler yetişti. Uluslar kardeşçe dayanışma ve yardımlaşma içinde sosyalizmin inşası için büyük özveriyle çalıştılar. Ulusların ilerlemeleri ve kardeşçe kaynaşmaları SBKP’nin Kruşçecilerin eline geçmesine kadar sürdü. Revizyonistler bir yandan büyük Rus şovenizmini kışkırtırken bir yandan da uluslar arasındaki ayrılıkları körüklemeye yöneldiler. Rus olmayan, ulusların dillerinin ve kültürlerinin serbestçe gelişmesini engelleyecek önlemler aldılar. Merkezi Planı işlemez hale getirerek işletmeleri kar esasına yönelik çalıştırmaya giriştiler, bölgeler arasındaki ekonomik gelişmişlik farklarını artırdılar, ulusları birbiriyle rekabete sokarak eski ulusal bencilliği ve çatışmaları kışkırttılar. Nasıl ki; bireysel rekabeti kışkırtarak “yeni insan”ın yaratılmasını baltaladılarsa, ulusal rekabeti de kışkırtarak ulusların kaynaşmasını önlediler, ulusal çatışmaların yolunu açtılar.
İşte bugün, SB’ni saran ulusal ayaklanma ve başkaldırıların altında yatan bu revizyonist politikalardır. Ama revizyonistler her zaman yaptıkları gibi bugün olanlardan Stalin’i suçlamayı, daha doğrusu Ekim Devrimi’nin getirdiği çözümün geçersizliğini kanıtlamayı daha ticari buluyorlar. Ulusal duygularla oynamak çoğu zaman oynayanlara da zarar vermiştir. Bu sefer de öyle olacağa benzemektedir. Revizyonistler sosyalizmi yıkmak için uluslarla oynadılar ama bugün ulusal mücadele yangını kendi eteklerini tutuşturmaktadır. Çünkü o uluslar şimdi “özgürlük” de istiyorlar. Sorun, Lenin ve Stalin’in getirdiği çözümleri kötüleyerek çözülecek gibi de görünmüyor. Dahası bu konuda Lenin ve Stalin’in suçlanması, sadece bilinçli proletaryayı değil, bizzat bütün tarihlerinin en özgür ve mutlu dönemlerinin Stalin dönemi olduğunu bilen Sovyet halklarını da ikna edici olmayacaktır. Beyaz ordu artıkları ve Hitler işbirlikçisi kimi soylu kalıntıları bugün revizyonistlerle ittifak içinde Stalin’i suçlasalar da bu, o; tarihlerindeki tek özgür dönemi yaşayan halklar için geçerli değildir.
Ekim Devrimi sadece SB’ndeki ulusları özgürleştirmede aynı zamanda emperyalizme karşı mücadele eden sömürge ve yarı sömürge uluslar içinde ilham kaynağı oldu. Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Afgan Kurtuluş Mücadelesi Ekim Devrimi’nin dolaysız desteğini alırken, Ekim Devrimi’nin yarattığı SSCB’de Lenin ve Stalin döneminde sömürgeciliğe karşı mücadele eden halkları maddi ve manevi her bakımdan destekledi.
Her geçen gün daha çok doğrulamaktadır ki; bugün, Ekim Devrimi’nden 72 yıl sonra da, ulusal sorunun çözümü Ekim Devrimi’nin yolundan geçmektedir. UKKTH’nı savunmak, ulusların dostluğu ve kardeşliğinin temeli olan sosyalizme yönelik, proleter enternasyonalizminden ayrılmamak. Sosyalizm mücadelesinden ayrı, kendi başına ulusal sorun çözümlerinin varacağı yer hep, ulusal baskı ya da dar görüşlülük olacaktır. Ekim Devrimi’nin deneyi ve sonraki yaşananlar bunu gösteriyor.
Ekim Devrimi kadın sorununun da radikal çözümünün başlangıcıydı:
İnsan nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar anaerkil ailenin çözülmesinden bu yana ezilen bir cins olmuşlardı. Ataerkil aileye dayalı toplumların uzun tarihsel gelişimleri içinde; gelenekler, görenekler, dinsel dogma ve değerler, yazılı hukuk vb. tümüyle erkek merkezci bir bakış açısıyla biçimlenmiş, sanki kadını köleleştirmek İçin özel olarak hazırlanmış değerler topluluğu niteliğini kazanmışlardır. Bu yüzdendir ki, ataerkil aileye dayalı toplulukların tarihi boyunca kadın (topluluktan topluluğa ya da çağdan çağa nispi farklar gözükse de), topluluk içinde ikinci sınıf insan oldu.
Kapitalizmin ortaya çıkması ve ucuz kadın emeğine ihtiyacı, kadının evin dışına çıkmasına yardım etti, ama onu ev köleliğinden kurtarmadan. Ek olarak kadını bir de ücretli köleler sınıfına kattı.
Kapitalizm gerçi kadın üstündeki sömürüyü daha da artırdı; ama kadının erkek cinsi karşısında özgürlüğü için mücadelesinin koşulları da buradan kaynaklandı.
Kadınların önemli ölçüde yer aldığı ilk büyük toplumsal olay 1789 Fransız Devrimiydi. Kadınlar devrime yığın olarak katılırken, aynı zamanda da en radikal devrimciler olarak tutum aldılar. Sonraki yıllarda da kadınların toplumsal olaylara katılış ve erkeklerle eşit haklara sahip olma mücadelesi sürdü. Gerçekte kadınları mutfaktan çıkartmaya hiç de niyeti olmayan burjuvazi,  için kadınlara eşit hak tanınması biçimsel kimi çıkışların ötesine geçmedi. Artık burjuvazinin hizmetine giren din, sadece yeni efendisinin çıkarları elverdiği ölçüde kadının toplumsal statüsünü yükseltti. Gelenek ve göreneklerse çok yavaş ve daha çok da özde değil biçimsel olarak değiştiler. Kadın-erkek eşitliğinde bütün gösterişli çıkışlarına karşın, en gelişmiş burjuva toplumlarında bile kadın, bir süs, erkeğin mülkü olmanın ötesine geçmedi. İlk kez Ekim Devrimi’yledir ki; ortak aşevleri, kreşler, bakim yurtları açılarak, kadın karşısında erkeği üstün hale getiren eski hukukun kadın aleyhine bütün maddeleri iptal edilerek, eski değerlere, kadının ilerlemesini önleyen geleneklere karşı kültürel düzeyde de tavır alınarak; en önemlisi de, kadınların ekonomi, siyaset, sanat ve benzeri yaşamın her alanına aktif katılımı için partiye proletarya devletinin özel bir çaba içinde olmaması kadınların on bin yıllık köleliğine son verdi ve onlara erkeklerle gerçekten eşit olabilecekleri olanakları ancak sosyalizmin verebileceğini ortaya koydu.
Bin yıllardır ev ekonomisinin dışına çıkmamış kadınlar, Ekim Devrimi’nin getirdiği yeni toplumsal düzende; sanayinin bütün kollarında, bilimden tekniğe, ekonomiden sanata, politikaya, yaşamın her alanında erkek hemcinslerinden hiç de geri kalmadıklarını gösterdiler. Bir kaç yıl gibi kısa bir süre içinde, Sovyet kadınları; feodal gelenek ve göreneğin, kapitalist ücret köleliğinin karanlığından, kurtulup sosyalizmin önlerine serdiği yeteneklerini sınırsız geliştirme olanağı karşısında coşkuyla örgütlenip sosyalizmin inşası için var güçleriyle savaşırken, kendi özgürlüklerinin temelini ve garantisini de kurduklarının bilincindeydiler.
İşte insanlığın bu en eski, çözülemez, böyle gelmiş böyle gider sanılan, en ileri burjuva düşünürlerin bile var olan köleliği perçinleyen sözler etme ötesinde bir şey yapmadıkları bu sorunu da Ekim Devrimi çözüm yoluna sokmuştu. Revizyonistlerin, SB ve öteki eski halk demokrasisi ülkelerinde geriye dönüşü başarmaları öncesinde, bu ülkelerdeki kadınlar, bugünkü Arnavutluk kadınları gibi yeteneklerini sonsuzca geliştirme olanaklarına da sahipken yaşamın bütün alanlarında toplumsal faaliyete aktif olarak katılıyordu. Bütün dünya kadınları da sosyalizmin bu alandaki başarılarını ilgiyle izliyorlardı. Kapitalist ülkelerde bile kadınlar artık feminizme değil sosyalizme ilgi duyuyorlardı. Ne var ki revizyonistler, Ekim Devrimi’nin bu alanda da miraslarını yok ettiler. Gorbaçov açıkça burjuva ahlakçılarına taş çıkarırcasına, Sovyet kadınını ev kadını olmaya çağırdı. Ama bütün dünyanın kadın emekçileri ve gerçek M-L’ler Ekim Devrimi’nin gösterdiği yolda yürümeyi sürdürüyorlar. Emekçi kadınlar, kadının kurtuluşu ile sosyalizmin yakın ilgisini son 72 yılda yaşananlardan sonra daha iyi görüyorlar.
Ekim Devrimi insanlığın gerçek aydınlanma çağının ilanıydı
Ekim Devrimi öncesinde insanlığın iki “aydınlanma” dönemi yaşadığı bilinir. Bunlardan ilki Antikçağ’da, sofistlerle başlayan, ikincisi ise: 17. yy. Fransız materyalizmi temelinde yükselen “aydınlanmadır. Her ikisinin de ortak özelliği, yerleşik değerlerden ve otoritelerin doğruluğundan kuşkulanarak, aklı kılavuz alarak “gerçeği” aramadır. Her iki çağda da “aydınlanmacılar” bilgi birikimlerinin yanı sıra temsil ettikleri sınıfların çıkarları öyle gerektirdiği için yeniyi kurmakta başarısızlığa uğradılar ve büyük umutlarla ortaya çıkan “aydınlanma”cılar bir süre sonra kendileri “aydınlanma”ya ihtiyaç duyar hale geldiler. Diyalektik Materyalist bir dünya görüşüne sahip olan proletarya için ise; toplumsal gelişmenin sınırlandırılması yeninin getireceklerinden korkmak gibi bir sorun yoktu ve Ekim Devrimi gerçekten radikal bir devrim olarak eskiyi, bütün ekşimiş değerleriyle mezara gömmekte asla tereddüt etmedi. Yeninin kuruluşuna yığınlar dolaysız olarak katıldılar; dünyayı değiştirirken kendilerini de değiştirdiler, kendileri değiştikçe doğayı değiştirmede daha başarılı oldular. Başka bir söyleyişle: yığınlar sosyalizmi inşa ettikleri ölçüde sosyalist toplumun insanı, “Yeni İnsan”ın (New Man) özelliklerini kazandılar. Bu yüzdendir ki: burjuva toplumun bireyleri için başarılması için imkânsız görülen işleri sosyalist toplumun insanları başarabilmişlerdir. “Ve Çeliğe Su Verildi”, “Çimento”, “Yaşam Yolu”, “Durgun Don”, “Don Kıyısında Hasat”, “Fırtına”, “Paris Düşerken” vb. sosyalizmin kuruluş yıllarından söz eden sayısız yapıtta anlatımını bulan işleri kapitalist toplumun, kendi bireysel çıkarından başka her şeye kör, paragöz insanı başarabilir miydi?
Burada; sözü edilen kişiler kahramanlardır, gerçek kişiler böyle miydi, diye sorulabilir? Evet, sözü edilenler roman kahramanlarıdır, ama biraz tarih bilenler şunu da teslim edecektir: Ekim Devrimi’nden sonraki 30 yıl içinde yapılanları ancak sözü edilen romanlardaki gibi insanlar başarabilirlerdi, gerçekte öyledir. Daha doğrusu romanlar, her zaman olduğu gibi gerçeği yansıtmakta yetersiz bile kalmışlardır: Çünkü onlar, ister istemez sosyalist insanın güçlüklerinin ve başarılarının bazı örneklerini’ yansıtabilmişlerdir. Eğer “sosyalist insan” en azından dönemi yansıtan roman kahramanları kadar, Avrupa’nın en geri ülkesinde sosyalizm inşa edilemezdi. Eğer Sovyet emekçi sınıfları, tarihte görülmemiş bir özveri ve bilinçle dünyayı değiştirmeye soyunmasaydı; birkaç on yıl içinde, SB, dünyanın en büyük sanayi ülkelerinden biri, dünyanın en büyük ağır sanayi ve makina komplekslerine, en uzun demir yolu ve en büyük barajlarına sahip bir ülke haline gelemezdi, burjuva ekonomicilerinin gerçekleşmesi hayal dediği 5 yıllık planlar 4 yılda tamamlanamaz, üretim her beş yılda ikiye katlanamaz, Hitler orduları yenilgiye uğratılamazdı.
Yukarıda bir kaçının sözünü ettiğimiz ve böyle bir yazı içinde değinilemeyecek kadar çok başarıları kim gerçekleştirdi? Bunlar uzaydan ya da bugün revizyonistlerimizin hayranlık duydukları her hangi bir liberal kapitalist toplumdan gelmemiştiler. Bunlar; Ekim Devrimi öncesi, sarhoşluk, tembellik, hırsızlık, kavga, pislik gibi her tür toplum dışı alışkanlık ve eğilimlerin kol gezdiği konusunda sosyal bilimcilerin hem fikir olduğu Rusya halklarının insanlarıydı. Ekim Devrimi sanki sihirli bir değnek dokundurarak, çürüme ve ahlaki yozlaşmanın bütün alametlerini gösteren bu toplumu, tarihin gördüğü en dinamik topluma dönüştürdü. Sovyet emekçileri saflarından sadece on-binlerce iş kahramanı, binlerce teknik adam, binlerce politik önder çıkarmakla kalmadı, tarih boyunca egemen mülk sahibi sınıfların tekelinde olan bilim ve sanatın her dalında binlerce yetenekli insan çıkarmasını da başardı. Hastalıklı bir topluluk olan Rus toplumu bir kaç on yıl içinde bütün uygar halkların en önüne geçti. Bu saydığımız nedenlerden dolayıdır ki; Ekim Devrimi’nin açtığı çağa, aynı zamanda gerçek aydınlanma çağı da diyoruz. Çünkü burjuva tarihçilerinin öne sürdüğü önceki iki aydınlanmanın başarısı hiçbir zaman dar bir entelektüel çevreyi aşmadığı gibi, eskiye yönelik eleştirileri de, savundukları sınıfların dünya görüşleriyle sınırlı kaldığından parlayıp sönen aydınlıklar olmuşlardı. Ekim Devrimi ise; gerek ideolojik temeli gerekse toplumsal bakımdan insanlığın ilk gerçek aydınlanması olmuştur.
SB ve diğer eski sosyalist ülkelerde iktidarı gasp eden revizyonistler, insanlığın bu ilk gerçek aydınlanmasını da geri çevirdiler, “Yeni İnsan”ı yaratmak için girişilen bütün çabaları da tersine çevirdiler: Ekonomik alanda nasıl kapitalist ilişkileri inşa ettilerse, sosyal alanda da Adam Smith’in paragöz insanına döndüler ve sonuç olarak da bugünkü toplumsal yapıya ulaştılar. Kendi ifadelerine göre bugün, SB’nin (diğer eski halk demokrasisi ülkelerinde de benzer bir durumun olduğu biliniyor) ekonominin çökmesinin bir nedeni de, işçiler içinde yozlaşma, hırsızlık, tembellik, alkolizme düşme rüşvet, işten kaytarma gibi ahlaki yozlukların yaygınlaşması, bunların kronik bir hal almasıymış. Biraz yakından bakılırsa; bütün bu toplumsal hastalıkların Ekim Devrimi öncesi Rusya’sında, ya da bugün herhangi bir kapitalist ülkede sözü edilen şeyler olduğu görülür. Bundan da pek açık biçimde çıkan, ekonomideki kapitalist uygulamaların, emekçinin kendi emeğine yabancılaşmasını getirdiğini, bunun da insanları ahlaki bunalımlara ittiği gerçeğidir. İşçiler hizmet ettikleri düzenin kendilerinin değil de kendileriyle çıkarları taban tabana zıt bir sınıfın düzeni olduğunu düşünüyorlarsa, elbette çalışmada isteksiz olacaklar, yaşamlarını daha iyi sürdürmek için çalışmayı değil de yönetici sınıf ideolojisinin onu çektiği bataklığa yöneleceklerdir. Ne var ki, revizyonistlerin gerçeğin bu yanını görmeleri beklenemez. Onlara göre İşçileri tembelliğe iten eski sosyalist toplumdan kalan kimi değer ve uygulamalardır. Bu yüzden de üretimi artırmak için (insanların ne olup olmayacağı onları hiç ilgilendirmiyor) kar esası kışkırtılmak prim sistemi esas alınmalı, işten atılanların oluşturduğu bir işsizler ordusu ile işi olanlar rekabete sokulmalı, toprağın mülkiyeti belirli kişilere devredilmeli, kısaca işletmeler tipik kapitalist zihniyete göre işleyen kurumlar olmalıdır. Bunun anlamı, sosyalizmin bu ülkelerde kalan biçimsel son kalıntılarının da kaldırılması olacaktır.
Bütün bu önlemler toplumsal hastalıkları daha da derinleştirecektir; ama revizyonistleri ilgilendiren aslında hastalıklar değil kardır. Bu yolla karı bir süre için ve bir miktar artırabilirler ama nereye kadar? Çünkü bu uygulamalar, proletaryaya sosyalizmin, gerçek sosyalizmin ne olduğunu daha iyi anlatacaktır. Revizyonistler içinse asla bir çözüm olmayacaktır. İnsanlık Ekim Devrimiyle bir kez ve kısa bir süre için de olsa aydınlığın ışığını görmüştür, bunun revizyonistlerce gölgelenmiş olması “Yeni İnsan”ı yok edemedi. Dünyanın her yanındaki M-L partiler, bilinçli proletarya ve sosyalist Arnavutluk insanlığın gerçek aydınlanması ve onun ürünü “Yeni İnsan”ı bir miras olarak taşıyorlar.
Ekim Devrimi’nin 72. yıldönümünde, bütün yukarda söylediklerimizden sonra anlaşılabileceği gibi, belki içimiz buruk ama asla umutsuz değiliz. Çünkü, revizyonist ve burjuva ideologların iddia ettikleri gibi bugün, perestroykalarla ayağa kaldırılmak istenen, bunalımda olan sosyalizm değil, sosyalist biçimler arkasında gizlenmeye çalışan bir kapitalizmdir. Bu yüzden de kriz kapitalizmin krizidir. Krize çözümler de kapitalist platformda kaldıkça gelip geçici olacaktır. Çünkü kapitalizm çürümek ve yok olmaya mahkûm olmak gibi tarihsel bir kararın damgasını taşımaktadır. Revizyonist destekli kurtuluş reçeteleri de, ancak aydın çevrelerde kafa karışıklığı yaratacak (o da sadece bazı zamanlarda); ama proletarya ve gerçek Marksist-Leninistler Ekim Devrimi’nin açtığı yolda çabalarını var güçleriyle sürdüreceklerdir. Haklıdan, doğrudan, yeniden ve insan toplumunun geleceğinden yana olmanın verdiği bir direnç ve kararlılıkla…

Kasım 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑