Eskimiş Bir Oportünizm Türü, Yeni Politik Düşünce: Gorbaçov “Barışçıllığı” ve Emperyalizmle Bütünleşme

İçeride ekonominin liberalizasyonuna, özelleştirmelere, piyasa ekonomisine, tüm normlarıyla Batı kapitalizminin geliştirilmesine ve buna uygun bir siyasal yapılanmanın gerçekleştirilmesine girişen burjuva-revizyonist dünyanın yeni yıldızı Gorbaçov, bu yöneliminin uluslararası alanda gereklerini yerine getirme işine de dört elle sarıldı. Ardı arkası kesilmeyen “barışçıl” girişimlerle, gün geçirmeden ortaya attığı yeni önerilerle herkesi şaşırtıyor.
Gorbaçov’dan bu denli atak tutum ve eski Sovyet politikalarının bu denli hızlı değiştirilişini beklemeyen Batılı emperyalistler şaşırıyorlar. Onun büründüğü barışçıl görünüme kendi görünümlerini yenileyerek yanıt verme zorunluluğunu duyuyorlar. Sıradan insanlar, özellikle Avrupa ve Amerikan kamuoyu şaşkınlığa düşüyor; çünkü Gorbaçov onların barış özlem ve umutları üzerine politika yapıyor, barış umudundan söz ediyor, hatta dünya barışının kurtarıldığını açıklıyor. Burjuva, küçük burjuva akım ve partiler, muhalif gruplar, uluslararası ilişkilerde köklü değişiklikler varsayıp tasarlayarak şaşırıyor, umutlanıyor, yeni stratejik, taktik arayışları içine giriyorlar. Eski Sovyet Dışişleri Bakanı Gromiko bile şaşırıyor ve görevden almıyor.
Şaşkınlık ve barış umutları pek de haksız sayılmaz! Dünyanın süper devletlerinden, savaşın bu baş kışkırtıcılarından birinin başkanı barış sözü veriyor, bununla da kalmıyor, çeşitli girişimlerde bulunuyor.
Gorbaçov dünyayı dolaşıp duruyor. “Barış görüşmeleri” yapıyor, “barış seferleri” düzenliyor. Reagan’la zirve toplantıları yapmayı pek seviyor. Fırsat buldukça ya ABD’ye gidiyor ya da Reagan’ı Moskova’ya davet ediyor. İngiliz, Fransız, Alman, Hint başkan ve başbakanları başta olmak üzere önemli ülke liderleriyle görüşmeler yaptı. Görüşmeler trafiği Sosyal Demokrat önderlere, Papa’ya, Ortodoks kilisesi papazlarına, Amerikalı ve Avrupalı işadamlarına, sanatçılara, bilim adamlarına kadar uzanıyor. Etkileme ve destek sağlamanın yanı sıra, görüşmelerinin amacını, “barış” pazarlıkları oluşturuyor.
Silah indirimi pazarlıkları bunların önde gelenleri arasında. Gorbaçov’un asıl muhatabı, rakibi ya da partneri ABD ve başkanı. Başlıca pazarlıkları onunla yapıyor, önerileri başlıca ona yönelik.
Gorbaçov, 2000 yılına kadar nükleer silahların tümüyle imha edilmesini öngörüyor. Bunların bir kısmının şimdiden imhasını istiyor. Avrupa’daki orta menzilli silahların kaldırılmasını önerdi, hatta bunların belli bir miktarını tek taraflı olarak sökeceğini açıkladı. Aynı şeyi konvansiyonel silahlar açısından da uygulayacağını ilan etti. Savunma ve saldırmazlık Paktı, uluslararası ekonomik güvenlik anlaşması, ülke dışındaki askerî kuvvetlerin geri çekilmesi, Asya-Pasifik bölgesindeki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi Gorbaçov’un önerileri arasında. Sovyetler Birliği hâlâ dünyanın ikinci büyük silah satıcısı durumunda, geri ülkelerin başlıca silah tüccarlarından biri ve bu ayın 17’sinde yeni bir nükleer patlama gerçekleştirdi; ama Gorbaçov bir yandan da “barış” önerilerine devam ediyor. Dilin kemiği yok. Gorbaçov’un çok yönlü bir “barış programı” yürüttüğü açık:
Öte yandan Gorbaçov Çin-Sovyet ilişkilerini de normalleştirmeye çalışıyor. Görüşmeler üst düzeye tırmanıyor. Kamboçya sorununun hallolabileceğini, sınır anlaşmazlıklarının çözülebileceğini, iki “sosyalist ülke” arasında işbirliğinin doğal ve gerekli olduğunu söylüyor Gorbaçov. Çinliler yüzyılların kuşkuculuğuyla ağırdan alıyor ya da öyle görünmeyi tercih ediyorlar, ama bir yandan da görüşmeleri ilerletiyorlar, garantiler talep ederek ya da önce iş isteyerek…
Bu arada Afganistan sorunu Sovyet askerlerinin çekilmesiyle gelişiyor. Gorbaçov, Afganistan’ı, batağa saplanıp çekilmek zorunda kaldıkları için değilmiş gibi, “barışçı” Sovyet politikası nedeniyle terk etmekte olduklarını söylüyor.
Her şeye rağmen Sovyet dış politikasının reforma tabi tutulduğu ortada. Uluslararası ilişkilere yönelik Sovyet tutumunda belli bir değişiklik gözleniyor. Öyle anlaşılıyor ki, “barış”, Sovyet dış politikasında daha önemli ve etkin bir malzeme olarak kullanılacak.
19. Konferansa sunulan MK tezlerinde, Gorbaçov okuyor, eski dış politika yaklaşımlarının özeleştirisi ya da eleştirisi yapılıyor:
“Geçmiş dönem üzerinde eleştirel gözle yapılan analiz, dış politikamızın dogmatik ve öznel verilerden çıkarak saptandığını gösterdi. Dış politikanın dünyamızdaki köklü değişikliklerin gerisinde kalmasına izin verildi. Sürtüşmelerin azaltılması, halkların daha iyi anlaşabilmesi için var olan olanaklar tam anlamıyla kullanılmadı. Geçtiğimiz dönemlerde askersel-stratejik güçler dengesi için mücadelede ülkemizin güvenliğinin politik yoldan sağlanması olanakları her zaman son noktasına kadar kullanılmadı. Kendimizi, ülkemizin sosyal ekonomik gelişmesini olumsuz etkileyen, uluslararası konumumuzun korunamamasına yol açan silahlanma yarışının içinde buluverdik. Dış politikanın temeli tarihsel olarak aşınmış kalıplardan kurtulmuş bilimsel yeni düşünce tarzıdır.” (1)
“Barış” malzemeli dış politika yönelimi doğrultusundaki özeleştirinin iki “zaaf” noktasına değinerek geçelim: Eleştiri, “askersel-stratejik güçler dengesi için mücadele”yi Sovyet dış politikasının temel ekseni olmaktan çıkarmıyor; uluslararası güç dengesi, buna bağlı olarak dünya egemenliği ve nüfuz bölgeleri için mücadele yerine ülke savunması geçirilmiyor. Eleştirilen, güç dengesi için mücadelede politik mücadeleye gereken önemin verilmemesi… Kaba kuvvetin fazla öne çıkarılmış olması, politik destekler oluşturulmasının küçümsenmesi, rakibin politik olarak köşeye sıkıştırılıp tavizlere zorlanmasının öneminin anlaşılmaması.
İkinci “zaafsa, SSCB’nin içinde bulunduğu zor durumun ele verilişi ve barış malzemeli dış politika yöneliminin bir nedeninin ağızdan kaçırılışı: Silahlanma yarışı ülkenin sosyal ekonomik gelişmesini olumsuz etkilemiş, ikrar ediliyor. Doğru. Silahlanma yarışı ve askerî fonlar Sovyet ekonomisini bunalıma götüren önemli nedenlerden biri oldu. Bu olgu, Gorbaçov “barışçılığının” temel iticilerinden biridir. Düşünülsün: gelinen aşama, uzayın savaş amacıyla kullanımıdır ve bunun için trilyon dolarlık projeler söz konusu edilmektedir. Ve Sovyet ekonomisi bu harcamayı kesinlikle finanse edebilecek durumda değildir. Gorbaçov’un temel bir hareket noktası budur ve onun nükleer pazarlıklarda gündemin birinci maddesine uzayın silahlandırılmasının önlenmesini koyduğu hatırlanmalıdır. Gorbaçov’un silahsızlanmasının şartı, uzayın silahlandırılmasından vazgeçilmesidir.
Ve Gorbaçov “barış” istemektedir!

Yeni Politik Düşünce Tarzının Temeli, Yönelim ve Unsurları
Önce “yeni politik düşünce tarzı”nın sıradan olmadığı belirtilmelidir. ‘”Yeni” dış politika ve onun temeli olan “yeni politik düşünce”, doğrudan Gorbaçov’un Sovyetler Birliğini yeniden düzenlemesinin bir parçası ve unsurudur. Bir yönüyle, normları uygulanmaya çalışılan Batı kapitalizmiyle bütünleşmenin, bir yönüyle liberalleşme ve yenilenmenin (perestroyka), bir yönüyle ekonominin zor durumunun, bir başka yönüyle de bu koşullarda gerçekleştirilme durumunda olan Sovyet sosyal emperyalizminin gereksemelerinin bir görünümüdür. Perestroyka ile ilişkiyi 27. Kongre ve 19. Konferans’a sunulan raporlar da kuruyor:
“Ülkenin ekonomik ve sosyal açıdan geliştirilmesindeki temel görevler, SBKP’nin uluslararası stratejisini de belirlemektedir. Bu politikanın başlıca amacının Sovyet halkına kalıcı barış ve özgürlük koşullarında çalışma imkanı sağlamak olduğu kesinlikle ortadadır.” (2)
“SSCB’de yenilenme global önemde bir etmen haline gelmiştir. İçerdeki köklü değişiklikler, uluslararası işlerde de aynı şekilde yeni yaklaşımları gerekli kıldı.” (3)
2 nolu pasajın kurduğu bağlantı yarı yarıya doğrudur: “Kalıcı barış” propagandif amaçlı bir revizyonist yanılsamadır, inceleyeceğiz. “Özgürlük” sorunu üzerinde yazımızın ilk bölümünde durmuştuk. Doğru olan, Sovyet ekonomisinin düzenlenmesi sürecinin, perestroykanın bir sure uluslararası istikrarı, geçici de olsa barışçı bir süreci gerek-sinmesidir. Güçlerin iç ilişkileri düzenlemeye seferber edildiği bir dönemde dış ilişkilerin keskinleşmesinin istenir olmadığı, olmayacağı gerçektir. Perestroykanın belli bir gelişme aşamasında Gorbaçov’un dişlerini göstermesi beklenir. Ama şu sıralar, gerektiğinde tavizler verme pahasına dış ilişkilerde istikrar arayışı içinde olacağı, barışın bir süre için işine geleceği belirtilmelidir. Bu, süreli barış ihtiyacı, Gorbaçov’un başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerden istediği bir destektir de aynı zamanda. Bu nedenle kendini onlara beğendirme peşindedir. “Barış programı” ve “yeni politik düşünce tarzının” bir nedeni ve kaynağı da bu ihtiyaçtır. Gorbaçov taktik nedenle, geçici ihtiyaç nedeniyle “barış”ı telaffuz etmektedir. Ama O, “barışı” taktik nedenle değil, genel olarak, kalıcı bir “barış” arzusunun ifadesi olarak savunmaya özen göstermekte, bu tutumuyla desteklerini geliştireceğini görüp hesaplamakta; “barış”ı halkların aldatılmasının unsuru haline getirmeye “emperyalizm koşullarında barış” umuduyla avuttuğu emekçilerin sisteme yönelik hoşnutsuzluklarını da gidermeye çalışmaktadır.
Taktik nedenle ihtiyaç duyduğu ama stratejik olarak savunuyor görünmeye yöneldiği barış sorununa yaklaşımı nedir Gorbaçov’un?
Gorbaçov “demokratizm” söylem ve propagandasıyla yapmaya çalıştığının benzerini “barış” söylem ve propagandasıyla da yapmaya çalışıyor: güç toplamak, destek oluşturmak. İnsanların barış özlemiyle oynamak prim yapıyor, Gorbaçov da oynuyor bu özlemle. “Kalıcı barış” için programlar yazarak, “barış” türküleri söyleyerek, silahsızlanma önerilerinde bulunarak… Kalıcı bir barış savunucusu görünümü vermek için Marksist tezleri ve genel olarak Marksist öğretiyi açıktan reddederek ve buna aldırmayarak insan ve barış üzerine eski oportünist, revizyonist tezleri, “yeni tezler” olarak, “yeni politik düşünce” tarzı olarak yineleyip duruyor.
“Yeniliğe” sosyalizmin “insancıllığı”ndan söz ederek başlıyor:

“İnsancıl Sosyalizm”, “İnsancıl Dış Politika”
Gorbaçov’un 19. Konferans’a sunduğu rapordan: “Bilimsel ve insancıl sosyalizmin yaratıcı doğası, dogmatizmle çatışma halinde yeniden canlanıyor.” (4)
“…toplumumuzun yeni bir niteliğe ulaşmasından söz ederken, işte sosyalizmin bu demokratik ve insancıl çehresini kastediyoruz.”5 Destek arayışı içindeki Gorbaçov, sosyalizmi herkes için kabul edilebilir kılma uğraşında. Kuruşçev ve Brejnev’le “sosyalizmin kötülüklerini” yaşayıp görmüş insanların anılarından kötülükleri silme peşinde. Kendi “sosyalizmi”nin ne denli “iyi”, “güzel” ve “insani” olduğunu belirtmek için kullanıla kullanıla suyu çıkmış eski bir formülü yeniden gündeme getiriyor.
Daha Bernstein ve sonra Kautsky zamanlarında ileri sürülen “demokratik ve insancıl sosyalizm” tezi, yakın zamanlarda Dubçek tarafından yinelenmiş ve onun sonunu getirmişti.
Sosyalizmin merkezine insanı ve insanın kurtuluşu sorununu koyduğu ve tarihte görülmemiş genişlik ve derinlikte demokrasinin sosyalizm koşullarından gerçekleştiği kesindir. Ancak insancıllık ve demokrasi sözcükleriyle oynamak ve sınıflı toplumda bu sözcükleri sınıf gerçeğiyle değiştirerek ortaya atmak, oportünizm ve revizyonizmin doğasından-dır.
Sosyalizm merkezine insan alır ancak bu, Marksistlerin insanlığın bölünmüşlüğünü saptamalarını ve insanlığın kurtuluşuna giden yolun bu bölünmüşlük koşullarında, insanların geleceği temsil eden ve kendisiyle birlikte tüm insanlığı kurtaracak bölümüne dayanan bir mücadeleden geçtiğini bilip buna uygun davranmalarını engellemez. İnsanlığın sınıflara bölünmüşlüğü gerçeği atlanarak, ancak, insanın özgürleşmesinin önüne setler dikilebilir; sınıflar-üstü bir “insan” ve “insancıllık” edebiyatı, insanın sınıfla birlikte olmak yerine sınıfa karşı ileri sürülmesi, uzlaşmaz karşıtlık halinde yaşayan bugünkü insan toplumunun olumlanması, kapitalizmin meşrulaştırılması ve insanın yabancılaşma konumunun devamı anlamına gelir. İnsan ve İnsancıllık adına köleliğin devamının savunulması için sınıfa rağmen insan demek yeterlidir.
Demokrasi sorunu açısından da durum farklı değildir. Herkes için demokrasi olanaksızdır. Bunu sosyalizm de sağlamaz. Sosyalist demokrasi kavramı doğrudur, ancak demokrasiden söz edildiği yerde bir diktatörlükten ve bazılarının baskı altında oluşundan kaçınılamaz. Herkes için demokrasi, olanaksız olduğu gibi anlamsızdır da ve ancak devletle birlikte demokrasi de sönüp gittiğinde, tüm insanlar herhangi bir baskıyla karşılaşmadan var olabilecek, ama bu durumda sosyalizm de kalmayacaktır. Sosyalizm koşullarında herkes için demokrasi, sömürücü sınıfların kalıntılarının, burjuva, revizyonist unsurların, geçmiş özlemcilerinin korunup kollanması, önlerinin açılması demektir. Sosyalist demokrasi kavramı doğruyken “demokratik sosyalizm” kavramı bir çarpıklık ve yanılsamadır.
Gorbaçov günü geçmiş “demokratik ve insancıl sosyalizm” formülüyle pazara çıkardığı “sosyalizmini” her çeşit insana beğendirmeye ve bilinçsiz emekçileri etkilemeye ve “barış” edebiyatına zemin oluşturmaya çalışıyor. Ve bu arada kuşkusuz Marksizm’le en küçük bir bağı kalmıyor. Ve dış politikaya geliyor. İç ilişkiler açısından belki, “SSCB, ileri sosyalist, sınıfsız bir toplumdur; bizde baskı altına alınacak kimse yok” diyerek savunmaya uğraşabileceği bu “demokratiktik ve insancıllığı”, emperyalistlerin zorbalığından geçilmeyen, dişinden tırnağına silahlı bir dünyada sosyalist dış politika adına ileri sürüyor. Emperyalizmden Gorbaçov da söz ediyor, sosyalizmle kapitalizm arasındaki çelişmeden bahsediyor, dünyanın farklı sistemlere bölünmüşlüğü üzerinde duruyor, sonra, bunların yadsınması anlamına gelmek üzere insancıl dış politikadan söz açıyor. Ya dünya kapitalist emperyalizmle sosyalizm şeklinde bölünmüş değildir, emperyalizm tarihe karışmıştır ya da emperyalizm zordan baskıdan arınmış insancıllaşmıştır. Gorbaçov hangisi olduğunu belirtmiyor. O emperyalistlerle “kardeşçe bir arada yaşanabileceği”, onların insancıllaşmayı seçebilecekleri ve emperyalizm koşullarında kalıcı bir barışın mümkün olabileceği (“yeni politik) düşünce”sindedir. Ele alacağız. Dış politikaya ilişkin söylediklerini görelim (19. Konferansa MK adına Gorbaçov’un sunduğu tezlerden):
“SB’deki yenilenme, uluslararası anlamı olan bir etmen durumuna geldi. Kendi içindeki dinamizmi nedeniyle tüm dünyayı olumlu olarak etkilediğinden, insancıl yönü ağır basan bir dış politika izlememizi, uluslararası ilişkilerimizi demokratikleştirmemizi ve uluslararası işbölümünde farklı bir yer almamızı gerekli kıldı. (6)
Gaf yapmış. “İnsancıl yönü ağır basan” diyor, az da olsa ‘”insana karşı bir yönü” olmalı! Ve emperyalistlerle “demokratikleştirilmiş ilişkiler” kuracak! “Gorbaçov demokratizminin” boyutları olağanüstü! Stalin’i bir zorba ve kişisel diktatör olarak gösterirken adını anmaya -şimdilik devam ettiği Lenin, Gorbaçov’un tersine, emperyalistler arası ilişkilerin güce ve zora dayandığını, savaşın yanı sıra barışın da güç ilişkileri temelinde var olduğunu ve olabileceğini söylerken hatalı düşünmüş olmalı! Ya da bir başka olasılık: Lenin zamanında hatalı düşünmemişse eğer, hem Lenin hem de Gorbaçov haklıysa, ya emperyalizm tarihe karışmış -ki Gorbaçov emperyalizmin varlığını sürdürdüğünü söylüyor- ya da nitelik değiştirmiş ve dünyada köklü ve Lenin’in düşüncesini geçersizleştirecek değişiklikler olmuş olmalı! “Yeni politik düşünce tarzı” oluşturarak bunu Marksizm-Leninizm yerine geçiren SBKP ve Gorbaçov bu iddiada.

“Değişen Dünya” ve Yeni Değerlendirme Gereği
Gorbaçov MK adına 27. Kongre’de okuduğu raporda, neler olduğunu pek belirtmeden dünyadaki değişikliklerden söz etti:
“Çağdaş dünyanın gelişmesinde ortaya çıkan değişiklikler o kadar derin ve önemlidir ki, bu değişiklikler, bütün etkenlerin yeniden değerlendirilmesini ve kapsamlı olarak çözümlenmesini gerektirmektedir. Karşılıklı nükleer cepheleşme durumu yeni yaklaşımları, yöntemleri ve değişik sosyal sistemler, devletler ve bölgeler arasında yeni ilişki biçimlerini bulmaya zorluyor.” (7)
Ve “değişikliklere ilişkin biraz daha ayrıntı:, “Yüzyılımızın sosyal dönüşümleri, toplumun’ daha sonraki gelişme koşullarını değişikliğe uğratıyor: Ülke içinde ve uluslararası ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik yeni etkenler harekete geçiyor. Devletlerin ve halkların birbirlerine bağımlılığı giderek daha da sıkılaşıyor. İster dış politika, ister ekonomik ve sosyal çalışma kapasitesi,’, ister toplumun manevi çehresi söz konusu olsun, bütün bunlar, her devlete, özellikle kesin istekler dayatıyor.” (8)
“Bütün etkenlerin yeniden değerlendirilmesini gerektiren”, “derin ve önemli değişiklikler”… “Çağdaş dünya”daki “değişiklikler” bunlar. Doğal ki, Gorbaçov “çağdaş dünya”‘ ve “çağ” kavramlarından da farklı şeyler anlıyor. “Çağ”, emperyalizm ve kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı değil,’ sosyalizmin “insancıllaşmasını”, kapitalizmle sosyalizm arasında “yeni ilişki biçimleri” geliştirilmesini, göreceğimiz gibi emperyalistlerle “kardeşçe birlikte yaşanması”nı, “çıkar ortaklıkları” kurulmasını ve “çıkarların dengelenmesi”ni zorunlu kılan “yeni”, “modern” bir “çağ”. “Uzay çağı”; “nükleer çağ”, “bilim-teknik” ya da “enformasyon çağı”! Ve bu özellikleriyle çağın aynı zamanda “barış” ve “kardeşlik çağı” olması gerekiyor.
Bu “modern çağ’da ulusal ve uluslararası alanda ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik “yeni etkenler” gelişmeyi yönlendirme durumunda. “Yeni etkenler” “devletlerin birbirlerine bağımlılığını” artırıyor ve toplumların maddi ve manevi koşulları açısından “her devlete kesin istekler dayatıyor!” Ne gibi istekler? Bu, pek açıklanmıyor yukarıdaki pasajlarda. Açıklandığı pasajlar da aktarılacak. Ancak şimdi-, den şu yorum yapılabilir: Her devlet, sosyalist ve emperyalist kapitalist, tümü, toplumun maddi ve manevi yaşamın;; geleceğin toplumu yönünde düzenleme, sosyalleştirme zorunda, insanileştirme ve baskı ve zorbalıktan arındırma zorunda. Gorbaçov’un tezi bu.
Dünya kuşkusuz durmuyor, gelişiyor ve değişiyor. Üretici güçler, kapitalizm tarafından kösteklenme, önerileri kesilme koşullarında yine de gelişiyorlar. Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin oluşturduğu kabuğa sığmıyor, yeni ilişkileri gereksiniyorlar; üretim ve emek durmaksızın sosyalleşiyor ve bu üretim ilişkilerinin sosyalleşmesini çağırıyor; ama kapitalist kabuk içinde de mutlak olarak gelişmezlik durumunda bulunmuyorlar. Gelişen bilim ve teknik sanayiye kârlılığın olanaklı kıldığı durumlarda ve kuşkusuz sınırlı olarak düşük oranlı uygulanıyor. Lenin zamanından bu yana bilim ve teknik ve buradan yansıdığı kadarıyla üretim devasa bir gelişme gösterdi, yeni sanayi dalları ortaya çıktı. Bilgisayar sanayiye uygulanıyor ve üretim otomasyona uğruyor. Bu, gerçek. Çeşitli alanlarda değişikliklerle bir gelişme yaşandığı açık. Ve zaten mutlak değişmezlik ve gelişmezlik durumunda toplumların taşlaşmış durumlarıyla çökecekleri, bir yenisine gebe kalmayacakları, sosyalizmin kapitalizmin yerini almasının olanaksız olacağı ortada. Çünkü sosyalizm, kapitalizm koşullarında gelişen üretici güçlerin, üretim ve emeğin gittikçe artan sosyalleşmesinin ve sınıfsal planda proletaryanın mülk edinmenin özel karakteriyle, burjuvaziyle uzlaşmaz karşıtlık halinde oluşunun sonucu nesnel bir zorunluluktur.
Ama tam da bu yaklaşım sosyalizm perspektifim, sınıf gerçeğini yakıcı hale getirir. Kapitalizm koşullarında, gelişme ve değişmezleri, üretim ve emeğin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel niteliği arasındaki zıtlığın şiddetlenmesinin bir ifadesi ve sosyalizme çıkarılan bir davetiye olarak görmek ya da görmemek sorunudur. Ya Gorbaçov’un çağı değiştiren değişiklikler tezi ya da emperyalizm ve kapitalizmden sosyalizme geçiş çağında değişiklik ve gelişmelerin sosyalizmi yakınlaştırması, onun koşullarını olgunlaştırması. Gorbaçov, “değişik sosyal sistemler arasında yeni ilişkiler” teziyle “değişik sosyal sistemler” olgusunu yadsıyor. Eğer değişik sosyal sistemler varsa ve eğer kapitalizm proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerine oturmaya devam ediyorsa, bu nesnel durum değişmemişse, “değişiklikler” üzerine hiçbir öznel yorum, dünyayı ve çağı değiştiremez, her zamanki gözden geçirme ve düşünsel zenginleşme, yerini “bütün etkenlerin yeniden değiştirilmesini” alamaz.
Bu “değişiklikler” ne türden? Tekelci evresinin bugünkü aşamasında kapitalizm nitelik mi değiştirdi? Uzlaşmaz karşıtlığından mı soyundu? Bu karşıtlığın iki tarafı ya da bir tarafı ve ona bağlı olarak diğer tarafı da bir dönüşüme mi uğradı? Örneğin Swezzy’nin dediği gibi artı değerin yerine sıradan bir “fazla” ve burjuvazinin yerini “menajer”ler mi aldı? Ya da burjuva liberal propagandistlerin, bizde örneğin Çetin Altan’ın söylediği gibi gelişen teknik ve bilgisayar “çağı”nda proletarya mı dönüştü, sınıf gerçeği yerini genel bir “çalışanlar” “gerçeği”ne mi bıraktı? Tekelci sermaye azami kâr peşinde koşmaktan vaz mı geçti, “işsizlik sigortası” ve çeşitli “sosyal yardım fonları”, hisse senetli-“halka açık” şirketler bir tür sınıfsızlaşmaya mı yol açtı, burjuvaziyle proletarya arasındaki karşıtlığı mı giderdi? Ya da “bilimsel-teknik devrim” mülkiyet ilişkilerinde bir devrim olarak mı gerçekleşiyor? Bilinmez, belki emperyalistler üretim ve emeğin sosyalleşmesinin dayatması karşısında ya yıkılacakların anlayarak ya da insancıllıklarından gönüllü olarak sömürü, baskı ve zordan vazgeçme eğilimindedir. Gorbaçov’un tezi bu sonuncuya dayanıyor. Emperyalistlerin gerçeği görüp anlamaları, gerçekçi ve mantıklı olmaları üzerine, ahlakçılık üzerine söylediklerini aktaracağız. Ama şimdiden Gorbaçov, toplumun maddi ve manevi yaşamındaki gelişmelerin “her devlete kesin istekler dayattığı”nı belirtmiş bulunuyor.
Gorbaçov’un kapitalist emperyalizmin niteliğini değiştirmeye vardırarak özellikle abarttığı “değişiklikler”, öz olarak, üretici güçlerin gelişmesi, kuşkusuz bir şeyler dayatır. Önemli olan bu dayalısın karakteridir. Sorun, kapitalistlere “anlayışlı” olmanın mı yoksa gereksizleşmenin ve yok oluşun mu dayatıldığındadır. Kapitalistler üretici güçlerin gelişmesine uyum sağlama ve hatta bununla da kalmayıp “daha önce yitirilmiş olan şeylerin yeniden kazanılması olanağına (9) sahip olma yeteneğinde midirler yoksa gelişme onların varlık koşullarına mı karşıdır, Gorbaçov’un çarpıttığı nokta burasıdır.
Üretim ve emeğin sosyalleşmesi ve zıtlık içinde bulunduğu kapitalist mülkiyet ilişkileri çerçevesine sığmayarak bunalımlar ve kapitalist üretiminin önemli çöküşlerine götürmesi, burjuvazinin ortaya çıkan devasa üretici güçleri örgütle-yip yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya koyduğu gibi, bir yandan kapitalizmin ilk gelişme dönemlerinde görülmeyen sosyal yardım fonları ve kuruluşlarının gündeme girmesine yolaçar, diğer yandan kapitalizm koşullarında olanaklı olabildiği ölçü ve biçimlerde gerçekleşebilecek planlı üretim ve kollektif mülkiyet biçimlerine gidiş eğilimine kaynaklık eder.
Üretim anarşisi koşullarında üretimin tek tek fabrikalardaki örgütlülüğünün yetersizleşmesi, hisse senetli şirketler, tekeller ve en son devlet tekeli biçiminde kolektif kapitalist mülkiyetin ortaya çıkmasına götürür. Tek bir fabrikadaki planlı üretimin yerini çok sayıda fabrikadaki üretimin birlikte planlanması alır. Ama bu planlı üretim ve onu olanaklı kılan kolektif mülkiyet biçimleri hâlâ kapitalist kalmaya, tek bir devlet tekeli oluşmadıkça, -“ultra emperyalizm” teorisiyle Kautsy haklı değildir, haklı olmadığı görülmüştür, haklı olan Lenin’dir, doğrulanan, kapitalizmin üzerinde hareket ettiği çelişmeler yumağının “ultra emperyalizm”in gerçekleşmesini olanaksız kıldığını ve bundan önce sosyalizme götüreceğini öngören Leninist tezdir,- sosyalist toplumsal mülkiyet tekelci kapitalist mülkiyetin yerini almadıkça, bir sosyal devrim tüm toplumsal ilişkileri dönüştürmedikçe, hâlâ farklı tekelci birlikler arasındaki rekabet, yine varlığını sürdürmeye devam eden üretim anarşiyi koşullarında gerçekleşir. Yalnızca tek tek fabrikalardaki üretim örgütlenmesinin yerini birden fazla fabrikadaki üretim örgütlenmesi ve fabrika bazındaki planlama yerini birden fazla işletme ve kuruluş bazındaki planlama almıştır. Bu, aynı zamanda burjuvazinin bireysel yönetici olarak yeteneksizliğinin ve sınıf olarak gereksizleşmesinin bir kanıtı olur; çünkü çok sayıda fabrikadaki üretimin planlanıp yönetilmesi, özel ya da devlet tekellerinin profesyonel yöneticiler, işletmeci ve idarecilik çalıştırmasını zorunlu kılar. “Menajerler” tezinin çıkış noktası da bu sorunun çarpıtılmasındadır. Tezin savunucuları, “menajer’leri, eskiden doğrudan burjuvaların gördükleri işleri gören bu profesyonel yöneticileri, artık başlıca kupon kesici olarak yaşamaya yönelen, işlevsel olarak gereksizleşen ama hâlâ mülkiyeti elinde tutmaya devam eden ya da eğer devlet tekeli söz konusuysa mülkiyetin tüm kapitalistler adına hareket eden kolektif kapitalist devlet elinde olduğu burjuvazi ve onun kolektif temsilcisi yerine -salt yönetsel işlevleriyle- geçirerek, onların kapitalist mülkiyet ilişkileri temelinde yöneticilik yaptıklarını gözlerden gizlemektedirler.
Evet, üretici güçlerdeki gelişmenin, sosyalleşmenin ilerlemesinin, kapitalizme bazı değişiklikler dayattığı yadsınamaz. Ama ne bu dayatma ne de yol açtığı değişiklikler, üretici güçlerin sermaye niteliğine, bu niteliğe başkaldırısına ve bunun dönüştürülmesi zorunluluğuna son verir. Tersine bu dayatmalar, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlığının kendi rolünü oynaması olarak ortaya çıkar ve üretici güçler ne denli gelişirse gelişsin sermaye olma niteliğini korudukça, değişmeler, bu karşıtlığı daha çok keskinleştirir ve bir sosyal devrim ihtiyacını daha çok zorunlu kılar ve ivedileştirir.
Üretici güçlerin gelişmesi, üretim ve emeğin sosyalleşme-sindeki ilerleme, sosyal üretimin gereksindiği planlı üretimi, üretimin ve değişimin denetimini, bunlar da, kapitalizm koşullarında tekelleşmeyi kutuplaşmanın sertleşmesini, üretim araçlarının daha az sayıda elde toplanmasının ve sömürünün yoğunlaşmasını geliştirir. Bir yönüyle anarşik kapitalist üretimin planlı sosyalist üretim karşısında yenilgisi anlamına gelen bu gelişme, kuşku yok ki, sanayi, bankacılık ve giderek ticaretin tek bir devlet tekeli olarak örgütlendiği sosyalizm koşullarında olduğu gibi bir planlama ve denetimin gerçekleşmesine yol açmaz; ama olabildiği kadarıyla da, burjuvazinin üretici güçleri yönetmedeki acizliğini ve kapitalizmin temelli bir sosyal dönüşümün arifesinde bulunduğunu gösterir. Bu nedenle tekelci kapitalizm çürüyen ve can çekişmekte olan kapitalizmdir, sosyalizmin arifesidir; Gorbaçov’un savuna-geldiği gibi kendini aşma, hatta yitirdiklerini geri kazanma ve kendi niteliğini ve çağı değiştirme yeteneğinde olan bir kapitalizm değil.
Daha Lenin’den önce, “çağı” değiştiren “değişiklikler”den söz açan Gorbaçov’la alay edercesine, hem de henüz yeni gelişmekte olan kapitalist tekelcilik, burjuvazinin yeteneksizliği ve gereksizleşmesi ve sosyal devrim zorunluluğu üzerine dahice bir ileri görüşlülükle Engels şunları söylüyordu: “Üretimin fabrika içindeki toplumsal örgütlenmesinin, bu örgütlenme yanında ve üstünde varlığım sürdüren toplumdaki üretim anarşisiyle bağdaşmaz duruma gelecek derecede gelişmesi olgusu, bunalımlar sırasında bir çok büyük kapitalist ile daha çok küçük kapitalistin yıkımı pahasına gerçekleşen sermayelerin güçlü yoğunlaşması aracılığıyla, kapitalistler için de elle tutulabilir bir duruma gelir…
…Bir yandan, kapitalist üretim biçimi, bu üretici güçleri yönetmeye devam etmekteki yeteneksizliğini anlamış bulunmaktadır. Öte yandan, bu Üretici güçlerin kendileri de, artan bir güç ile, çelişkinin ortadan kaldırılmasına, sermaye niteliklerinden kurtulmalarına, toplumsal üretici güçler olma niteliklerinin gerçek tanınmasına götürmektedirler.
“İşte güçlü bir gelişme içinde bulunan üretici güçlerin, sermaye olma niteliklerine karşı bu güçlü tepkileri, toplumsal özlüklerini kabul etmekte içinde bulunulan bu büyüyen zorunluluktur ki, kapitalistler sınıfının kendisini, onlara gitgide, hiç değilse kapitalist ilişkiler içinde mümkün olduğu ölçüde, toplumsal üretim güçleri olarak muamele etmeye zorlar… (Önce gelişme-MY) o çeşitli hisse senetli şirket türlerinde karşımıza çıkan biçimine götürür… Gelişmenin belli bir derecesinde, bu biçim artık yetmez; bir tek ve aynı sanayi kolunun büyük ulusal üreticileri, üretimin düzenlenmesi ereğine sahip bir birlik olan ‘tröst’ halinde birleşirler…
“Tröstlerde, serbest rekabet tekel haline dönüşür, kapitalist toplumun plansız üretimi, yaklaşan sosyalist toplumun planlı üretimi karşısında, teslim bayrağını çeker, tik anda, şüphesiz, kapitalistler yararına. Ama burada sömürü öyle elle tutulur bir hale gelir ki, yıkılması gerekir. Tröstler tarafından yönetilen bir üretime, bütünün küçük bir kupon biriktiriciler tarafından bu derece utanmazcasına sömürülmesi ne katlanacak halk yoktur.
“Eğer bunalımlar burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyorsa, büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse senetli şirketler ve devlet mülkleri haline dönüşümü de, bu erek için burjuvaziden ne kadar kolay vazgeçilebileceğini gösterir. Kapitalistin tüm toplumsal görevleri şimdi ücretli görevliler tarafından sağlanır. Artık kapitalistin, gelirleri cebe indirme, kuponları kesme ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerini kaptığı borsada oynama faaliyeti dışında, hiçbir toplumsal faaliyeti yoktur. İşe işçilerin ayağını kaydırmakla başlamış bulunan kapitalist üretim biçimi, şimdi kapitalistlerin ayağını kaydırır, ve tıpkı işçiler gibi, onları, da, daha şimdiden yedek sanayi ordusu içine değilse bile, gereksiz nüfus içine atar. “Ama ne hisse senetli şirketler haline dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti haline dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır… Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, esas itibariyle kapitalist biri makinadır: kapitalistlerin devleti, düşüncedeki; kolektif kapitalist… Kapitalist ilişki ortadan, kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doruğa vardıktan sonra tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini de içinde saklar. “Burjuva çözüm, ancak, modern üretici güçlerin toplumsal özlüğünün gerçekten kabul edilmesine, bunun sonucu üretim, temellük ve değişim biçiminin, üretim araçlarının toplumsal niteliği ile uyum haline getirilmesine dayanabilir. Ve bu da, ancak toplum kendi yönetiminden başka her yönetim için çok büyük hale gelmiş bulunan üretici güçlere açıkça ve içtenlikle el koyduğu zaman olabilir. (10)
Bunlar, üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak ortaya çıkan tekelleşme ve devlet tekellerinin oluşması üzerine Engels’in söyledikleri. Ve tekellerin oluşumu, serbest rekabetin yerini tekelin alması, kapitalizmin gelişmesinde gerçekten önemli bir değişiklik, önemli bir aşama, kapitalizmin genel yasaları geçerliliklerini korumasına karşın kendi ayırt edici yasaları da olan özel bir evrenin başlaması anlamına geliyor. Ve Engels, üretici güçlerdeki gelişmenin yol açtığı bu önemli değişikliğin kapitalizmi kapitalizm okumaktan çıkarmadığı gibi, tam tersine kapitalizmin yıkılışının faktör, birikimlerinin artışı, yıkılışın yakınlaşması ve zorunluluğunun daha de belirginleşmesi anlamına geldiğini açıklıyor. Engels ve özellikle Lenin zamanındaki tartışmalar hatırlanırsa Gorbaçov’un “tezleri” daha bir anlaşılır olacak. Bugün ileri sürülenlerden çok daha önemli olan bu değişiklik, o zamanlar daha kolaylıkla kapitalizmin niteliğinde bir değişiklik olarak, kapitalizmin planlı ve sosyalleşen ve zordan arındırılabilecek bir ilerlemesi olarak yorumlanıyor, üzerine sosyal ve ulusal barış teorileri inşa ediliyordu. Öyle ki, Gorbaçov bu önemli değişiklikle zamandaş olsaydı, her halde buna sınıfsız toplum derdi.
Şimdi ne değişti? Tekelin yerini bir başka şeyin aldığını ve dolayısıyla kapitalizmin bir başka evresinin başladığını söylemiyor Gorbaçov. Ama sözünü ettiği “değişiklikler” hem kapitalizmin hem de özel olarak tekelci kapitalizmin değiştiği anlamına geliyor. Yaptığı, izlemek durumunda olduğu “barışçıl” politikayı temellendirmek için “değişiklikler”den söz etmektir. Bir tek “değişiklik” dışında ayrıntıya: girmemektedir. Bu tek “değişiklik”, Kurşçev’in yana yakıla anlatıp durduğu nükleer silahlar ve nükleer tehlikeye ilişkin eskimiş değişikliktir. Bunun ötesinde “ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik yeni etkenler”in sözünü ediyor yalnızca, ne nasıl ‘”değişiklikler” olduğunun üzerinde duruyor bunların ne de kapitalizmi, tekelci kapitalizmi nasıl değiştirdiğini ortaya koyuyor. İşte tek maddi “değişiklik” olarak söz ettiği şey:
“İnsanlığın üretici güçlerinde nitel bir sıçrama söz konusudur. Buna karşılık, yıkım araçlarında, askerî alanda, tarihte ilk defa, gezegenimizde yaşayan her şeyi yok edebilecek kapasite ile insanı ‘donatmış’ olan nitel bir sıçrama söz konusudur.” (11)
Devletlerin ve halkların birbirlerine bağımlılığı giderek daha da sıkılaşıyor” diyordu Gorbaçov, bir “değişiklik” olarak. Bu, aslında, bir değişikliğin sonucu olabilir. Örneğin, dünya devletlerinin bir entegrasyona gittikleri iddia edilseydi bir “değişiklik” olarak, tekeller arası rekabetin kakmakta olduğundan söz edilseydi, devletlerin ve halkların birbirine bağımlılığı bir sonuç olarak belirtilebilirdi. Ama yine de değişiklik değişikliktir. Ne anlama geliyor?
Dünyanın giderek küçüldüğü, bağımlılık ilişkilerinin her yanı sardığı bilinen bir gerçektir. Burada iki “küçük” gerçek gizleniyor yalnızca Gorbaçov tarafından. Burjuva ideologlarının, emperyalistlerin “karşılıklı bağımlılık” doktrini savunularak bu bağımlılığın, yönleri, ne tür bir bağımlılık olduğu ve kimin kime, nasıl bağlı olduğunun yanında, neye dayanarak sağlandığı sorununa değinilmiyor. İkincisi ise, hiç de yeni olmayan bu bağımlılık “yeni” bir “değişiklik” olarak sunuluyor.
Lenin, kapitalizmin ilk eğiliminden söz ediyordu, ulusallık ve uluslar ar asılaşma eğilimleri. Bunlardan ikincisi kapitalizmin tekelci döneminde oldukça ileri boyutlar kazandı. İki eğilimden biri diğerini saf dışı bırakarak kapitalizmin tek eğilimi haline gelmedi. Kapitalizm hâlâ çeşitli “ulusal” devletlere bölünmüş olarak varlığını sürdürüyor; ama bu arada, yalnızca ticaretin değil, sermayenin, üretimin, ülkeden ülkeye göç halindeki emek gücünün uluslararasılaşması eğilimi de kendini her geçen gün daha çok ortaya koyuyor. Bunlar Lenin’in tahlilleri.
Kapitalizm bir dünya pazarı yaratmakla kalmadı. Bu, daha Marks ve Engels zamanında gerçekleşmişti. Tekellerle birlikte, sermaye ihracına ve dünyanın ekonomik olarak paylaşılmasına bağlı olarak bütün ülkeler kapitalist dünya ekonomisinin halkaları haline geldiler. (Sosyalist devrimler belli ülkeleri bu ekonomi zincirinin ve kapitalist dünya pazarının dışına çıkardı. Şimdi bu durumda tek bir ülke var: Sosyalist Arnavutluk.) Sermayenin uluslararasılaşması (ve bunun esas ve itici unsuru olarak sermaye ihracı), kapitalist ve geri ülkeleri kucaklayan kapitalist dünya ekonomisinin oluşmasının ve devletler ve halkların birbirine bağımlılaşmasının temelidir. Sermayenin uluslararasılaşması, uluslararası işbölümüne, ülke içindeki işbölümünün uluslararası alana taşmasına kadar götürdü. Bazı ülkeler birkaç malın üretiminde uzmanlaştılar. Ve şu kesin ki, herhangi bir ülkedeki üretim bir başka ülkedeki üretimle dolaysız bağlandı. Şili’nin bakırını, Suudi petrolleriyle ve Amerikan yatırım mallarıyla işleyen İngiliz, Japon vb. tekel ve işletmeleri ortaya çıktı. Ve daha Engels bu duruma dikkat çekerken Gorbaçov bunu ‘”yeni” bir gelişme ya da “değişiklik” olarak ileri sürmekte sakınca görmez. (Kapitalist sanayi, daha şimdiden, hammaddelerin üretim yerlerinin oluşturduğu yerel engellerden bir dereceye kadar bağımsız bir hale gelmiş bulunmaktadır. Tekstil sanayi, büyük kısmı itibariyle, ithal edilmiş hammaddeler üzerinde çalışır. İspanyol demir maden filizleri İngiltere ve Almanya’da, İspanya ve Güney Amerika bakır maden filizleri İngiltere’de işlenir. Her kömür havzası, yıldan yıla, bu havzanın sınırları dışında büyüyen bir sanayi çevresine yakıt sağlar. Bütün Avrupa kıyısında, buhar makineleri İngiliz, bazen de Alman ve Belçika kömürü ile çalıştırılır. (12)
Bu gelişmenin devletleri ve halkları birbirine bağımlılaştırdığı kuşku götürmez. Ancak sermaye ihraç eden, hammaddeyi kullanan, üretim ve satış tekelini elinde tutanla bu tekelin dikte ettirdiği tür üretim, teknik, satış fiyatları, kâr transferi, borçlar vb. sıkıntısını çekenin ne derece “birbirine bağımlı” olduğu madalyonun diğer yüzüdür. Emperyalist ülkelerin ve özellikle süper devletlerin böyle bir uluslararasılaşmayla sömürge ve geri ülkelere kelimenin gerçek anlamıyla bağımlılaşmadıkları ama tersinin doğru olduğu, geri, sömürge ve adı üstünde, bağımlı ülkelerin gelişmiş, emperyalist kapitalist ülkelere bağlı hale geldikleri, kanıtlamak için uğraşmak gerekmeyen bir gerçektir. Kuşkusuz, sermayesini işletip geri ülkeleri talan eden, fiyat dikte ettiren tekelci kapitalist ülkeler ve onların tekelci işletmeleri de geri ülkelere bir tür “bağımlılaşırlar”. Ama bu, cellâdın idam mahkûmuna bağımlılaşması türünden bir bağlılıktır.
Kısaca, “devletlerin ve halkların birbirine bağımlılaşması” ne “yeni” bir gelişmedir ne de “karşılıklı”dır. Yenilik olarak, uluslararasılaşma sürecinin ilerlemesinden, uluslararası ekonominin giriftleşmesinden ve sömürü ve zora dayanan bu “birbirine bağımlılaşma”nın ulusal yağma ve talanı artırıp derinleştirdiğinden, yeni yağma yöntemlerini gündeme soktuğundan ve ulusal isyan birikimi ve duygularını geliştirdiğinden söz edilebilir.
Ama Gorbaçov “devletlerin ve halkların birbirine bağımlılaştığı” ve “yenilik” tezinde ısrarlıdır; bu ve ayrıntısına inmediği diğer “ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik yeni etkenlerin”, “her devlete kesin istekler dayattığı” (doğal ki bu arada başlıca nükleer yığınak “yeni etkeni”nin dayattığı) düşüncesini, “yeni politik düşünce” olarak geliştirme ihtiyacındadır.
Kuşkusuz kapitalistlere nesnelliğin, maddi yaşamın gelişmesinin, ekonominin kendi yasaları uyarınca kendiliğindenliğinin dayattığı edimler olabilir. Engels, uzunca aktardığımız pasajında üretici güçlerin gelişmesinin, üretim ve emeğin sosyalleşmesinin tröstleri, mümkün olabildiğince planlamayı ve kapitalistlere gereksiz nüfus içine atılmayı, kupon kesen toplumsal gerekmezler haline gelmeyi dayattığını belirtiyordu. Ama Engels, bu gelişmenin kapitalist çelişmeyi ve kutuplaşmayı gidermediği gibi, keskinleştirdiğini, sosyal uyumu değil kapitalizmin yıkılışım yakınlaştırdığını ve dayattığını ortaya koyuyor ve önemlisi nesnel bir gelişmenin değerlendirilmesinden hareket ediyordu ve zaten alıntıladığımız Anti-Dühring’i başlıca nesnelliğin yerine idealizmin, kurguculuk ve iradenin geçirilmesinin eleştirisi olarak kaleme almıştır. Gorbaçov’sa, hem gerçek maddi değişiklikler, gerçek dayatmalara yol açacak ve açan gerçek değişiklikler bulma güçlüğünden hem de aldatmaca amaçlı bütünüyle iradecilik ve sübjektivizm üzerine kurduğu “yeni politik düşüncelinin idealist içeriği nedeniyle ve üstelik ideolojik ve siyasal olarak emperyalizmi ve kapitalizmi aklamak, dünya proletaryası ve halkları karşısında sömürücü, baskıcı ve saldırgan konumuna ilişkin hayaller yaymak, emperyalizmi kabullenilmesi gereken bir kaçınılmazlık olarak sunarak emperyalist-sosyal emperyalist dünyayı halkların bilincinde meşrulaştırmak amacıyla, nesnel değişme etkenleri yerine sübjektif etkenleri, istekleri, anlayışlı oluşu ve oluş arzusunu, kabullenmeyi, kısaca düşünce vs duygulara ilişkin süreçleri dayatıcı olarak sunuyor. Şunları söylüyor Gorbaçov:
“Biz gerçekçiyiz ve iki dünyayı birçok şeyin ayırdığını, hem de köklü bir şekilde ayırdığını kesin olarak bilmekteyiz. Fakat bütün insanlığın ivedi sorunlarının çözüme kavuşturulması zorunluluğunun, onları (emperyalistleri, başlıca ABD’nin yönetici çevrelerini, diyor Gorbaçov-MY) bizimle ortak hareket etmeye zorlayacağını…. da kesinlikle biliyoruz. İşte çağın gerçekliklerine uygun çözüm yollarını araştırmaya iten uyarıcı etken de burada yatmaktadır. Tarihin ve sosyal ilerleyişin akışı, giderek daha hızlı bir şekilde, halklarla devletler arasında, bütün dünya çapında yaratıcı ve yapıcı bir etkileşimin oluşmasını gerektirmektedir.” (13) ve:
“Temaslarımızı, devletlerarası ilişkilerde diyalog… temelinde yürütmeye başladı. Bu, güven ufkunun, alışılagelmiş felsefi yelpazenin sınırlarının çok ötesinde genişletilmesi olanağını sağladı. Böylece, bizden ideolojik olarak çok uzak, etkili çevrelerde bile, kayda değer bir karşılıklı anlayış, birlikte var olma ve işbirliğini kabul etme potansiyelini keşfettik.”14 Süs olarak “iki dünyayı birçok şeyin köklü bir şekilde ayırdığının söylenilmesi dışında, aktarılan iki uzun pasajda nesnellikle ilgili tek şey var: “etkili çevrelerde işbirliğini kabul etme potansiyeli” bulunması. Ama o da Gorbaçov’un kastettiğinden farklı bir anlama gelmek üzere. “Etkili çevreler” Gorbaçov’la, emperyalistler Sovyet sosyal emperyalizmiyle işbirliği potansiyeli taşıyorlar, potansiyel taşımanın ötesinde yapıyorlar. Emperyalistler arasındaki ilişkinin yalnızca çatışma olarak belirmediği, işbirliği olarak da şekillendiği gerçektir. Çatışma ve işbirliği, dönem dönem biri ağırlıklı olmak üzere, genellikle birlikte emperyalistler arası ilişkinin bütünlüğünü oluşturur. Nitekim bugün ABD ile SSCB arasında çatışma konu ve alanları yok değildir, Afganistan sorunu, Polonya, Angola gibi. Ama Amerikan emperyalizminin ve diğer Batılı emperyalistlerin Gorbaçov perestroykası ve glasnostuna destek verdikleri, Afganistan’da uzlaşma sürecine girdikleri, nükleer yığınağı ve daha başka şeyleri koz olarak kullanarak dünya proletaryası ve halklarına devrimi ve devrimci şiddeti ve alt üst oluşları yasaklamaya çalıştıkları, birlikte sosyal barış ve sosyal pasifizmi örgütlemeye yöneldikleri de açıktır. Sözü edilen işbirliği gerçekten olagelmektedir, sevimsiz, aldatıcı ve kanlı bir işbirliği olarak. Bu işbirliğinin tek bir amacı vardı: sosyalizmi birlikte ezmek, rayından çıkarmak, halkların ulusal kurtuluş hareketlerini yatıştırmak ve bastırmak ve diğer emperyalistler aleyhine güç oranına göre dünyanın nüfuz alanlarına bölünmesi olarak yöresel yeniden paylaşımını gerçekleştirmek.
Bu anlamıyla işbirliği olgusundan söz edilmesinin nesnelliğini bir yana bırakırsak, iki pasaj da bir sübjektivizm yığıntısıdır. Gorbaçov’un kastettiği gibi dünya barışı için “işbirliği”, “karşılıklı anlayış”, “güven ufkunun genişlemesi”, “bütün insanlığın ivedi sorunlarının çözüme kavuşturulması zorunluluğu” ve bunun emperyalistleri “sosyalizmle ortak harekete zorlaması”, “halklarla devletlerarasında yapıcı bir etkileşimin oluşmasını gerektirmesi” gibi düşüncesizlik belirtisi olarak bir araya yığılmış “yeni politik düşünce” unsurları, şu iki açıdan sübjektivisttir, hayalcidir: birincisi, “iki dünyanın çok şeyle köklü olarak ayrıldığı” bir çağda ne bütün olarak insanlıktan söz edilebilir ne de burjuvazi ve proletarya (ve aynı zamanda emperyalizm ve ezilen halklar) olarak bölünmüş insanların ortak ivedi sorunlara sahip olabileceğinden. Hele bölünmüş insanlığın sorunlarının kapitalist emperyalistlerle ortak olarak çözülebileceği fikri, tam bir hayal olmaktan öteye gidemez. İnsanların, proleterlerin ve halkların sorunları zaten emperyalistlerle, onlar tarafından sömürülüp baskılanıyorlar ve sorunlarını onlarla birlikte çözecekler! Devletlerarasında yapıcı bir etkileşim emperyalist kapitalizm koşullarında olanaksızdır. Hele halklarla devletlerarasında buna ancak gülünür. Bunun gibi… ileri sürülenler hayalcidir, nesnel duruma, onun zorunluluklarına uymamaktadır; üretim ve emeğin durmaksızın sosyalleşmesi ile mülk edinmenin özel niteliği ve bunun sınıfsal yansısı olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık temelinde var olan kapitalizm ve onun çelişmelerini yoğunlaştırarak ortaya çıkıp gelişen kapitalist tekelcilik ve emperyalizm gerçeğine, onun can çekişmekte üzerine kurulu olduğu, karşıtlığın gelişen yönü tarafından uyuşulup etkileşim içine girilecek, ortaklaşa davranılacak değil yok olmaya götürülecek oluşuna, maddenin bu dayatışına bütünüyle aykırı düşmektedir. Gorbaçov’un “dünyadaki değişiklikler” olarak “keşfettikleri”, gerçek ve maddi değişiklikler değil, hayaller ve yakıştırmalardır. O düşünsel süreçlerinde “keşifler” yapmakta,’ emperyalizmi aklayıp onaylayan kurmacalarla oynamaktadır.
Gorbaçov sübjektivizminin yukarıdaki pasajlardaki ikinci belirişi, birincisinin uzantısı olarak ortaya çıkmakta ve hayalleri, olmayan şeyleri, gerektiriciliğinin, zorunluluğunun temeli, dayatıcısı göstererek kendi düşünsel süreçlerinin girdabında dolanmakla kalmamakta, emperyalistlerin düşünsel süreçleri, politik tutum ve eğilimlerini dünyadaki “değişiklikler”e ilişkin “keşifler”inin hareket ettiricisi olarak benimseyip niyet, istek, “anlayış”, “kabul ediş”, “güven”, “emperyalistlerin insanların ivedi sorunlarını çözmek için ortak hareket etmeye zorlanacakları” yolundaki “kesin” inanç gibi sübjektif faktörleri değerlendirmelerinin kalkış noktası yapmaktadır. Madde yerine bilinçten, maddi süreç ve değişiklikler yerine düşünsel süreç ve değişiklik ve eğilimlerden çıkartılan “yeni politik düşünce tarzı” pek materyalist ve gerçekçi oluyor böylelikle! Emperyalistlerde “karşılıklı anlayış” ve “işbirliğini kabul etme” düşüncesi ya da eğilimi gören ve onların “insanlığın ivedi sorunlarını çözüm”‘ derdine düşerek, saptadığı işbirliğini “kabul etme” tutumunu’ benimseyeceklerini hesaplayan Gorbaçov, “çağın gerçekliklerine uygun çözümlerin uyarıcı etkenin burada yattığını”, vurgulamakta ve kendisinin ve emperyalistlerini istek, düşünce ve eğilimlerini “tarihin ve sosyal ilerleyişinin akışı” kavramına yükleyerek gerekirliğe, zorunluluğa varmaktadır. Zorunluluktan düşünceye değil, düşünceden zorunluluğa bu yolculuk Gorbaçovun beyninde “dünya çapında yaratıcı ve yapıcı bir etkileşim” gerekliliği “kesin” sonucuyla yansıyor; İşte önemli “keşif”! Artık dünya ve insanlık kurtulabilir! “İvedi sorunların çözümü” için sosyalizm zorunluluğundan da kurtulunuyor böylelikle. Sosyalizme ne gerek!
Gorbaçov, hareket tarzım ve buna temel oluşturan “yeni politik düşüncesini” dünyadaki değişiklik olarak “keşfettiği” emperyalistlerin çeşitli siyasal eğilimlerine, üstelik tekellerin ve emperyalizmin doğasına, maddesine aykırı olarak onlara izafe ettiği “insanca” eğilimlere dayandırmaktadır.

Dünyadaki Başlıca Çelişmeler ve Bunlardaki “Değişmeler”
Gorbaçov her şeyde olduğu gibi dünyadaki başlıca çelişmelerde de değişiklikler yapmakta, ama yine her “değişiklik”te olduğu gibi ne bunların ayrıntısına girmekte ne de “değişiklikler”i nesnelliği yönüyle inceleme konusunu edinmektedir. Kafasına koyduğu sonuçlara temel hazırlama, bu sonuçları ortaya koyma amacıyla “değişiklik” sözü etme durumundadır.
Gorbaçov, her şeyi kendisine bağladığı, dünyadaki tüm gelişmeleri onu odak edinerek izah ve çözme perspektifiyle ele aldığı -aslında emperyalistler arası bir çelişme olan- ABD ile SSCB arasındaki çelişmeyi kastederek “İnsanlığın geleceği bakımından birinci ve en önemli olan çelişkiler grubu iki sistemin, iki oluşumun devletleri arasındaki ilişkiler bağlıdır” (15) diyor. SSCB’nin sosyalist bir ülke olmadığı gerçeğini bir yana bırakalım. Bugün dünyadaki en önemli çelişmenin iki sistemin devletleri, kapitalist ve sosyalist ülkeler arasında olup olmadığı tartışmasına da girmeyelim. Her hangi bir çelişme “en önemli”, “ön plana çıkan”, “zincirin kavranacak halkası” durumunda olsa da olmasa da diğer çelişmelerin bu çelişmeye tabi kılınarak ele alınmasının ve dolayısıyla kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeler arasındaki çelişme “en önemli” bile olsa, örneğin emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişmenin çözümünün onun gelişmesine bağlanmasının yanlışlığına değinerek geçelim.
Gorbaçov Amerikan “tekelci burjuvazisinin sağ kanadının” saldırgan eğiliminden (“sol kanat” ne ola ve ne tür bir eğilim taşıya ki?) söz ettikten ve “durum hiç de o kadar tehlikesiz değil” dedikten sonra, “biz, kendi hesabımıza, uluslararası durumu köklü bir şekilde iyileştirmek için, elimizden gelen her şeyi yapmaya hazırız” güvencesini vermektedir. Ve çalışma irdelenmesi yerine sıra hemen niyet ve istek belirtmeye gelmektedir:
“Dünyadaki gelişme perspektiflerine zıt görüşlerin mücadelesi ve çatışması, özellikle karmaşık bir nitelik kazanmıştır. Dünyada, muazzam nükleer stokların biriktirildiği ve uzmanların, yalnızca, bunun insanlığı kaç defa yok edebileceğini tartıştıkları bir zamanda, savaşın eşiğinden, dehşet dengesi politikasından, iki sisteme bağlı devletlerarasında normal, uygar ilişki biçimlerine geçmek zamanı çoktan gelmiştir.
“… Nükleer savaşın bütünüyle kabul edilemez olmasıyla birlikte, devletlerarası ilişkileri düzenleyen kural, sistemlerin cepheleşmesinden çok, barış içinde yan yana yaşaması olmalıdır.” (16)
Ve Gorbaçov tüm bunları, sorumluluğunu başlıca ABD’deki “tekelci burjuvazinin sağ kanadı”na yüklediği “emperyalizmin… sosyo-ekonomik özü, onu, iki sistem arasındaki rekabeti askeri cepheleşmeye dönüştürmeye sürüklemektedir. Sosyal niteliği gereği emperyalizm, durmadan saldırgan, maceracı politika üretmektedir.” (17) saptamasını yaptıktan sonra söylemektedir.
Birbirinden her şeyiyle farklı iki sosyal sistem olacak ve bu iki sistemin devletleri arasında her alanda, ekonomik, siyasal, kültürel vb. olduğu gibi askeri alanda da cepheleşme olmayacak! Rekabet “barışçıl” olacak, “barış içinde yarışılacak” ve “uygarca”, “barış içinde yan yana yaşanacak”! Sosyalizm, sosyalist bir ülke emperyalizm hakkında hayaller beslemeden barış politikası izler, barış içinde bir arada yaşama ilkesini hayata geçirmeye çalışır. Ama bu politikanın şu ya da bu ölçüde başarısı, emperyalizmin karşısına yığılan güçlerin, dünya proletaryası ve halklarının, barış yarılısı ülkelerin güç ve mücadelesinin boyutuna, özellikle saldırgan emperyalist ülkelerin içindeki barış ve devrim güçlerinin güç ve eylemlerinin gelişkinliğine ve sosyalist ülkelerin güç ve tutumlarının caydırıcılığına, barış politikası izlerken her yönüyle toprağa sağlamca basışlarına bağlıdır. Emperyalistler kendilerini zorunlu ve köşeye sıkışmış hissetmeden, ülkelerinin emekçilerinin savaşa karşı soluklarını duyup savaş açma durumunda başlarına gelebilecekleri -tahminin ötesinde- emekçilerin günlük eylemlerinde bulup çıkarmadan savaştan kaçınmayı düşünmeyeceklerdir. Sosyalist ülke ya da ülkeler yeterince güçlü değillerse, emperyalistler savaştan kaçınmayacaklardır. Pasifist hayallerle emperyalistlerin savaştan caydırıldığı görülmemiştir, emperyalizmde “uygarca” yönelimler ve “barışçıl” tutumlar “keşfetmek”, ancak, emperyalistlerin saldırganlığının koşullarını geliştirir, saldırganlıklarını artırır.
Ama Gorbaçov, başlıca nükleer silahların büyük bir yıkıcı güce sahip olduğu ve bir nükleer savaşın yıkıntıya yol açacağı gerçeğinden hareketle, önce üzerinde durduğumuz “ortak çıkar ve işbirliği” yaklaşımıyla, emperyalistlere yalnızca “uygarca ilişki” ve “barış içinde bir arada yaşama” teklif etmekle kalmıyor; bunun zorunlu olduğunu, “dayatıldığını” vurguluyor, bu “olmalıdır” diyor. Emperyalizme karşı ve ona rağmen bir barış mücadelesi ve tutumuyla, sosyalist bir ülkenin dış politika ilkesi olarak barış içinde bir arada yaşamayla, emperyalistlerle birlikte ve işbirliği halinde, onlar ikna edilerek, “anlayışlı ve kabul edici” olmaları temelinde bir “barış” ve “barış içinde bir arada yaşama” ve bunu elde etmeye yönelik tutum birbirinden tümüyle farklıdır. Birincisi, Leninist emperyalizm teorisine dayanarak, onun ekonomik, politik gericiliğine ve askeri saldırganlığına karşı mücadeleyi, ikincisi, bu teoriyi yadsıyan, emperyalizmin barışçıllaşabileceğini ve onunla bu temelde işbirliği yapılabileceği hayalini ve ona karşı değil, onunla birlikte dünya proletaryası ve halklarına karşı mücadeleyi benimseme anlamına gelir.
Kapitalizmle sosyalizm, tekelci kapitalist ve sosyalist devletler arasındaki çelişmenin barışçıl bir karakter kazanışı, zamanın uygar ilişki biçimleri zamanı oluşu, yalnızca sosyalist ülkenin değil emperyalist ülkelerin de uluslararası ilişkilerini düzenleyen kuralın “barış içinde yan yana yaşama” olması gereği, dünyanın bugünkü koşullarının, farklı sistemlere bölünüşünün bugünkü özel evresinin(!) ayırt edici özelliği oluyor Gorbaçov’a göre!
Dünyanın ve tekelci kapitalizmin Gorbaçovcu kurgusal “değişimler”ine bağlı olarak kapitalist ve sosyalist ülkeler arasındaki çelişme de niteliksel dönüşüme uğramıştır! Kuşkusuz, yine kurgusal olarak ve Sovyet ekonomisinin içinde bulunduğu zor durumun, durgunluk ve çöküntüyü gidermek için yapılmakta olan yeni düzenlemelerin yarattığı geçici olarak savaştan kaçınma, geri çekilme ve tavizler politikası şeklinde nitelenebilecek Gorbaçovcu “barışçıllığın”, “teorik” temelini sağlamak ve emperyalistlerle barışçıl işbirliğini olanaklı kılmak üzere… Benzer kurguyu Kruşçev de yapmaya çalışmıştı.
“Emek ile sermaye arasındaki çelişkiler, giderek ağırlaşan çelişkilerin en önünde yer alıyor” (18) diyen Gorbaçov devam ediyor: “70’li yılların ortasından bu yana, giderek daha sıklaşan ekonomik bunalımlar ve üretimdeki yeni teknolojik yapılanma, durumu değiştirdi; bunlar, sermayeye, karşı saldırıya geçme, emekçilerin sosyal kazanımlarından büyük bir kısmını geri alma fırsatını verdi… bu dönem, tekellerin, emekçilerin haklarına karşı özellikle en uygun ve en acımasız bir saldırısıyla kendini belli etmektedir… bazı kapitalist ülkelerde bir bütün olarak iç durumun, politikanın büyük ölçüde sağa kaymasının, uluslararası ilişkiler açısından yaptığı ciddi tehdit de sessizce geçiştirilemez. Böyle bir dönüm noktasının sonuçları önceden kolayca kestirilemez, bunların tehlikesi küçümsenemez.”(agy)
Karamsar bir tablo ve umut ışığı yok! Bunalım ve teknolojik ilerlemenin kapitalistler lehine sonuçları söz konusu ediliyor, gelecek açısından bile proletarya lehine bir olumlu olasılıktan bahsedilmiyor. Sağa kayış, tehlike, tehdit… Ve bunların uluslararası alana yansıması. Proletaryaya korku aşılamak istenmesi, hele uluslararası ilişkilere yansıyan kapitalist gericiliğin geliştireceği nükleer tehlikeyle proletaryanın eylemsizleştirilmeye çalışılması. İleride Gorbaçovcu bir profesörün bu koşullarla proletaryaya ne önerdiğini göreceğiz.
Emperyalistler arası çelişmelere gelince, Gorbaçov bunların keskinleşmekte oluşundan söz açıyor. Kapitalist ve sosyalist ülkeler arası gelişmelerin keskinleşmekte olduğunu söylemeyen, onları yumuşak ve daha da yumuşama potansiyeli taşıyan çelişmeler olarak gösteren Gorbaçov, emperyalistleri birbirine düşürmeye kararlıdır. Sübjektivizmi, onu yumuşamakta olan kapitalist ile sosyalist ülkeler arası çelişme ve keskinleşmekte olan emperyalistler arası çelişme değerlendirmesine götürmekte, bunu ABD-Avrupa vb. çelişmelerinden yararlanma isteği neden olmaktadır, “barış içinde bir arada ortak çıkarlar temelinde yaşama” ihtiyacını temellendirmek amacıyla dünyanın ve dünya kapitalizminin değiştiğini ileri sürerek “değişiklik etkenleri” sıralayan, sürekli “değişiklikler” üzerinde duran Gorbaçov, iş emperyalistler arası çelişmeye gelince, bu alanda aynı “değişiklik etkenlerinin” hiçbir rol oynamadığını belirtiyor:
“Yüzyılımızın son on yılları, emperyalistler arası çelişkilerin yeniden alevlenmesiyle ve bunların yeni biçim ve yönelimlerinin ortaya çıkmasıyla belirginleşmiştir. Kapitalizmin bu çelişkiler grubu, ne sınıf yakınlıkları, ne kuvvetlerin yeniden gruplaşmasına duyulan ilgi, ne ekonomik, siyasal ya da askeri bütünleşme, ne de bilimsel ve teknik devrimle aşılmıştır… Kapitalist yeniden üretim koşullarındaki büyük karmaşıklık, bunalım süreçlerinin çokluğu ve sıklığı, uluslararası rekabetin keskinleşmesi, emperyalist rekabete özel bir şiddet ve sertlik kazandırmıştır.” (19)
Emperyalist rekabet “özel” olarak şiddetlenmiştir. Burada özel bir abartma var ve bununla yetinmeyen Gorbaçov, Avrupa ve Japonya’nın ABD’ye karşı çıkacaklarını belirttikten sonra, emperyalistler arası çelişmenin daha da karma-şıklaşıp şiddetleneceğini, çünkü yeni “kapitalist kuvvet merkezleri”nin sahneye çıkacağını iddia ediyor.  “Alt emperyalizm” teorisini kalkış noktası alıyor olmalı, Gorbaçov emperyalizm ve mali sermaye egemenliği koşullarında geri ülkelerin, emperyalist ülkeler ve hele süper devletler karşısına yeni rakipler olarak çıkabilecekleri ve çıkacakları iddiasında:
“Bugün içinde bulunduğumuz dönemde emperyalistler arası çelişkinin özgüllüğü, önümüzdeki on yıllarda yeni kapitalist ‘kuvvet merkezlerinin sahneye çıkmasıyla, onların genel görünümlerini değiştirebilme olanağını da içeriyor. Bu da, kuşkusuz, bir bütün olarak çelişkilerin daha büyümesine, bunların daha sıkı bir şekilde iç içe geçmelerine ve keskinleşmelerine yol açacaktır.” (20)
Ve yine yetinmiyor, bir başka “yeni çelişme” daha gündeme getiriyor: “çok uluslu şirketlerle ulusal devlet biçimi arasında” çelişme:
“Günümüzde çokuluslu şirketler ile toplumun siyasal örgütlenmesinin ulusal devlet biçimi arasında yeni bir çelişkiler düğümü ortaya çıkmakta ve bu düğüm hızla sıkışmaktadır. Çokuluslu şirketler, hem gelişmekte olan ülkelerin, hem de gelişmiş kapitalist ülkelerin egemenliğine zarar vermektedir.” (21)
Ve Gorbaçov, “çokuluslu şirketlerin çekirdeği, Amerikan şirketlerinden oluşmuştur” demektedir.
Brezilya, Meksika gibi dış borç yükü altında ezilen Latin Amerika ülkeleri, Hindistan ve kim bilir belki de önümüzdeki yıllarda gelişmiş ülkelerle yarışacağımızı söyleyen Özal’ı haklı çıkararak Türkiye “yeni kuvvet merkezleri” olarak dünya sahnesine çıkacaklar! “Alt emperyalizm” teorisini işleyenlerin üzerinde spekülasyon yaptıkları ülkeler bunlar. Bağımlı “ulusal” mali sermayelerle bu ülkelerin emperyalist vasallarına karşı dikilebilmeleri olmak üzere, emperyalist sermayeye bağlı olarak gelişmiştir. Onların tekelci sermayeleri, kendi ulusal pazarı temelinde kendini yemden üretmemektedir, ya daha başlangıçta uzantı olarak oluşmuş ya da sonradan bağımlılaştırılmış durumlarıyla emperyalist kapitalist yeniden üretim sürecinin bir parçası ve unsurudur. Olağanüstü koşullarda, örneğin bir sosyal devrim ve belirli bir sosyalist inşa dönemi sonrası kapitalizmin restorasyonu gibi bir gelişme sonucu yeni bir kuvvet merkezi doğma olasılığı yadsınamaz. Çin örneğinde olduğu gibi. Ama olağan koşullar göz önüne alınırsa Gorbaçov’un hayal peşinde olduğu söylenmelidir.
“Çok uluslu” tekellerden kaynaklanan “yeni çelişmeye” gelince, bu yeni bir durum olmadığı gibi, sözü edilen çelişme, bir yönüyle emperyalizmle ezilen halklar, bir diğer yönüyle de emperyalistler arası çelişmede kendini ortaya koymaktadır.
“Çok uluslu” şirketler yeni ortaya çıkmadılar, onların varlığına dayanarak “yeni çelişmeler” keşfetmeye gerek yok. “Çok uluslu” şirketlerin tarihi, sermaye ihracının tarihi kadar eşitidir ve bu tür şirketler tekelleşme olgusunun oluşup gelişmesine bağlı olarak dünyada görülmeye başlamışlardır. Kapitalizmin uluslararasılaşma eğiliminden ve bu eğilimin tekelci dönemde hızlı bir şekilde geliştiğinden söz etmiştik. Bu eğilim, ortaya çıktığı ülkenin sınırları içine sığmayan mali sermaye ve tekelleri bir çok ülkede dal budak salmasına, uluslararası tekelci gruplar arasında anlaşmalara, dünyanın ekonomik olarak paylaşılmasına ve bunun biçimi olarak uluslararası kartellere, bir diğer biçim olarak ise -sermayenin ihraç edildiği ülkelerde yeni yatırımlara yönelmesin ya da kurulu işletmeleri yutma yoluyla kendine bağlayarak kendisini yeniden üretmesiyle- uluslararası tekelleri ya da söylendiği şekliyle “çok uluslu şirketler”in ortaya çıkışına yol açtı. “Mali sermaye, yeryüzünün doğrudan paylaşılmasına götürdü” diyen Lenin, açarak şunları da söylüyor:
“Kapitalist tekel grupları… kendi ülkelerinin bütün üretimine, çok ya da az mutlak ölçüde sahip olarak, ilkin iç pazarı paylaşırlar. Ama kapitalist düzende, iç pazar, zorunlu olarak, dış pazara bağlıdır. Kapitalizm, uzun bir süreden beri dünya pazarını yaratmıştır. Sermaye ihracı arttıkça ve büyük tekel gruplarının yabancı ülkeler ve sömürgelerle ilişkileri ve ‘nüfuz bölgeleri’ her bakımdan genişledikçe ‘pek doğal olarak’, işler, bu gruplar arasında genel bir anlaşmaya ve uluslararası kartellerin kurulmasına doğru yöneliyordu.
“Sermaye ve üretimde görülen evrensel yoğunlaşmanın bu yeni derecesi, daha önceki dönemlerde görülenden çok yüksektir. Bu süper-tekel durumunun nasıl oluştuğunu görelim.”
Ve Lenin, bu süper-tekel durumuna, sermaye ve üretimde görülen ülke içi ve dışı evrensel yoğunlaşmanın bu yeni derecesine Alman tekeli AEG’yi örnek vererek devam ediyor:
“Bu şekilde büyüyen ünlü AEG, holding sistemi yoluyla. 175-200 şirkete hükmetmekte ve 1,5 milyar marka ulaşan bir sermaye bütününü çekip çevirmektedir. Yalnızca dış ülkelerdeki temsilciliklerinin sayısı 34’tür; bunların 12’si, sermayesi hisse senetlerine bölünmüş şirket olup, 10’dan fazla devlet sınırı içindedir.” (22)
Görüldüğü gibi, “yenilik”, kapitalizmin son bir kaç on yıllık “çağdaşlaşmasının ürünü değildir, Gorbaçov dönemine özgü değildir. Bu gerçek bir yeniliktir, ama eski bir “yenilik”, emperyalizm ve proletarya devrimi çağına özgüdür ve Lenin tarafından çözümlenmiştir. Bugünkü yenilik, bu sürecin gelişmesinden, uluslararası tekellerin güçlenmesinden, sermayelerinin ve yatırımlarının Lenin dönemine oranla olağanüstü büyümesinden ibarettir.
Ve yine Lenin, “tekel gruplarının, ilkin iç pazarı paylaştığım” söylemektedir. Zaten üretim ve sermayenin yoğunlaşmasını incelerken Lenin, birbirine bağlı ve paralel uluslararası süreçlerden de söz etmekle birlikte, yoğunlaşma ve buna bağlı olarak merkezileşmenin başlıca tek tek ülkeler pazarı çerçevesinde, ilkin iç pazarı ele geçirip paylaşarak gerçekleştiğini göstermiştir. Bunun anlamı, tekellerin uluslararasılaşmakla birlikte, sermayeleri, yatırım ve çıkarları itibariyle “ulusal” bir yöne de sahip oldukları ve başlıca belli bir ülke damgasını taşıdıklarıdır. Buna uygun olarak Lenin 10’dan fazla ülkenin sınırı içinde etkinlik gösteren AEG’den Alman tekeli olarak söz etmektedir. Almanya sınırlarını zorlayan bir Alman tekeli…
Yine Lenin bu süper-tekel durumundan bugünkü Gorbaçov’un çıkardığı türden “yeni” bir çelişme çıkarıp bunu incelemeye girişmemiştir. Bu durum, emperyalistleri ilgilendirdiği kadarıyla, dünyanın çeşitli tekel grupları arasında bölüşülmesinin sorunları açısından, emperyalistler arası bir çelişmenin bir göstergesi ve somutlanışıyken, uluslararası tekellerin paylaşıp yağmaladıkları ülke halklarıyla ilişkileri açısından, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişmenin bir görünümü ve biçimlenişidir. Uluslararası bir boyut kazanan örneğin Amerikan tekeliyle Alman tekeli arasında -kuşkusuz uluslararasılaşmanın doğurduğu çeşitli karmaşıklıklarla birlikte- ve onlarla ezilen halklar arasında çelişmeler…
“Hem gelişmekte olan ülkelerin hem de gelişmiş kapitalist ülkelerin egemenliğine zarar veren”, çokuluslu şirketler, bilinen ve tekellerle ortaya çıkan uluslararasılaşma eğiliminin ötesinde, “toplumun siyasal örgütlenmesinin ulusal devlet biçimiyle” çelişiyorlar. “Devletler bağımsızlık istiyor”: bu Çin’lilerin “üç dünya teorisi”nin temel sloganlarından biriydi. Bugünkü Gorbaçov da benzer bir yönelimin teorisini yaparak bu sloganın hayat bulduğu çelişmeyi ortaya koymaktadır. “Yeni kapitalist kuvvet merkezleri” de bu çelişme temelinde ortaya çıkacak olmalı!
Üstelik “emperyalizm ile gelişmekte olan ülkeler ve halklar arasında karmaşık ve hareketli bir çelişkiler bütünü oluşmuştur” diyen Gorbaçov, geri ülkeleri kastederek, “insanlığın çoğunluğunu oluşturan halkların hayatında, yavaş, çetin, ama geriye dönüşü olmayan bir sosyo-ekonomik dönüşümler süreci doğmuştur” (23) diye eklemektedir. Ülkeler ve halklar… Ülkelerin egemen sömürücü ve genellikle gerici, tekelci, feodal, faşist yönetici sınıflarla sömürülen, ezilen emekçi halklar olarak bölünüşünü, aynı “üç dünya” teorisyenleri gibi görmezden gelerek, farklı “ulusal” biçimle-nişleriyle uluslararası mali sermayenin ayrı merkezler etrafında örgütlenmesinden kaynaklanan çelişmelere sahip olmakla birlikte, ortaya çıkışı ve gelişmesiyle bağımlı olduğu emperyalizmle birleşmiş geri ülke tekelci burjuvazisinin (ve genel olarak egemen sınıflarının) bu bağımlılık ve birleşmişliğini yadsıyan Gorbaçov, “gelişmekte olan ülke ve halkları”, bütünlük içinde emperyalizmin karşısına koymakta ve üstelik aralarında “bir çelişkiler bütünü oluşmuştur” diyerek yeni bir oluşumu tanımladığı iddiasına varmaktadır. “Geri dönüşü olmayan bir sosyo-ekonomik dönüşümler sürecinin doğmasının ortaya çıkardığı yenilik! Bu “yenilik” egemen ve ezilen sınıfları birleştirdiği gibi, bütünlük halinde emperyalizm karşısına dikilmelerine neden olan türden bir “yenilik”tir. Ayrı bir “kuvvet merkezi” olarak tarih sahnesine çıkmaya götürecek bir “sosyo-ekonomik dönüşüm süreci”… Geri ülkelerin, sömürgecilik sisteminden kurtularak “ekonomik bağımsızlıklarını elde etmekte oldukları tezinin yanı sıra, bunun daha ileri bir boyutta ifadesi anlamına gelmek üzere yeni sömürgeciliğin yağmasından kurtuluşun da gündemde olduğu -ve zaten göreceğimiz gibi “yeni sömürgecilik olmadan kapitalizmin mümkün olabileceği- tezini öne süren Gorbaçov bu düşüncelerini şöyle belirtiyor:
“Bütün bunlar (yeni sömürgeci uygulamaları MY) sonsuza kadar sürüp gidemez… Er ya da geç kapitalizm, burada da, şiddet ve utanmazca yağma politikası ile adil bir temelde işbirliği yapma olanağı arasında bir seçim yapmak zorunda kalacaktır. Çözümler hem köklü, hem de gelişmekte olan halkların çıkarına uygun olmalıdır.” (24)
Zorunluluk olarak dayatan öylesine derin ve köklü “sosyo-ekonomik dönüşümler süreci” gelişmiş ve gelişiyor ki, yeni sömürgecilik “sonsuza kadar sürüp gidemez” oluyor ve kapitalizmi “er ya da geç halklarla işbirliği yapmak zorunda” bırakacak. Sosyo-ekonomik nesnel süreçlerde seçme yapmak durumu oluşmaz, seçmeyi nesnelliğin kendisi yapar kendi yasaları uyarınca; ama burada Gorbaçov emperyalizmin ekonomisinden ayırdığı politikasının sözünü ettiği için, Kautsky gibi, emperyalizmi “tercih edilmiş” bir politika olarak kavradığı için, dayatmış bir “seçme” nitelemesi yapıyor, emperyalistlerden, adil ve “halkların çıkarına uygun” çözümler talep ediyor. “Emperyalizm ve gelişmekte olan ülkeler ve halklar arasında” ne kadar “karmaşık ve hareketli yeni bir çelişkiler bütünü oluşmuş”! Ne çelişki! Ne uzlaşmazlık! Çelişkinin tarafları beraberce adalet üretecek, çelişkiyi çözecekler! Ne diyalektik! Ve çelişkinin ne denli “yeni” yorumlanışı! “Yeni politik düşünce tarzı”nın önemli bir unsuru bu!
Gorbaçov “yenilik” adına, ne bilim, ne felsefe, ne politik ekonomi ve sonuç olarak ne de politika tanımaktadır. Gerçeklikten kopukluk bu kadar olur.
Ve Gorbaçov, sınıf perspektifini silerek emperyalizmle, gericilikle işbirliğini dayatan, “çağdaş dünya’nın “değişiklikleri”nin önemli bir itici etkeni ve göstergesi olarak yeni bir başlıca çelişmeyi daha belirtiyor:
“Başka bir grup çelişkinin -uygarlığın bizzat var olmasının (emelleriyle ilgili olan global çelişkilerin- çözümlenmesi, ciddi sonuçlar doğurmaktadır. Her şeyden önce sorun çevrenin, hava ve okyanusların kirlenmesi, doğal kaynakların tüketilmesini sorunudur… bir zamanlar Engels de doğadan yararlanmayı pazar güçlerinin kör oyununa bağlamaktan ibaret olan uygulamaların ne kadar zararlı sonuçlar doğurabileceğini görmüştü. Ama burada ayrıca, bütün insanlığın malı olan gezegendeki kaynakların rasyonel biçimde işletilmesini güvence altına alacak uluslararası etkin ve yetkin mekanizmalarla çalışma yöntemlerinin gerekliliği de giderek kendini duyurmaktadır.”
“Bir devlet ya da devletler grubu bütün insanlığı ilgilendiren dünya sorunlarını kendi başına çözebilecek güçte değildir. Bu durum, ülkelerin çoğunun dünya çapında işbirliğini, sıkı ve yapıcı ortak eylemini gerektiriyor. Yaşadığımız dönemin kesin buyruğu işte budur.” (25)
Söze gerek var mı, ya da neresine ne söylemeli?
Uygarlığın, sömürü ve şiddete yaşamsal olarak bağlı, yıkıcı, çürümüş bir uygarlığın, uzlaşmaz bir zıtlık üzerine kurulu ve yerini sömürüşüz, baskısız, insanın kendisinin ve doğanın efendisi olacağı özgürlük dünyasına bırakmaya yazgılı bugünkü kapitalist uygarlığın “bizzat var olmasının temelleriyle ilgili çelişki”nin çözümü, bu uygarlığın yaşaması yönünde olamaz, yıkılarak dönüşmesini, proletaryanın sosyalist devrimini gereksinir. Sınıfsız toplum uygarlığını ve buna geçiş döneminin uygar toplumu olarak sosyalist toplumun kapitalist uygarlığın yerini alması zorunludur. Kim bugünkü -kapitalist- uygarlığı emperyalistlerle işbirliği halinde, ortak eylemlerle yaşatmaya çalışırsa çalışsın, “döneme” ne denli “kesin buyruklar” yüklerse yüklesin, bu zorunluluğu yok edemez.
Çevre ve doğal kaynaklar sorunları, Engels’in de Anti-Dühring’de belirttiği gibi, kapitalizme de belli yaptırımlar dayatarak -başka bir şeyden değil kâr kaygısından- onu sanayinin kıra taşınmasına -örneğin- itmesine, kapitalistler çevreyle ilgili belirli tutumlar almaya zorlanmasına karşın, çevre sorunlarının kapitalizm koşullarında çözümü olanaksızdır. Bu, “uygarlık” adına ne denli güzel sözler söylenirse söylensin değiştirilemez. Bunu belirten Engels’i, “ama” diyerek, değiştirip yadsıyan Gorbaçov, her başlıca çelişmeye ilişkin olarak yaptığı gibi, bu orijinal “yeni” çelişmeyi de emperyalistlere, onlarla işbirliğine havale ediyor. Kapitalizmle çevre ya da genel olarak doğa arasında bir çelişme vardır kuşkusuz, ama çelişme kapitalizmledir, onun tarafından ya da onunla birlikte çözülmesi, kapitalizmin maddesine terstir. Sorunun çözümü, sınıfsız topluma bağlanmıştır; bu soruna ilişkin bugünden bir şey yapılamaz değildir, ,ama yapılacak olanlar, kapitalizme karşı olarak yapılmak zorundadır. İnsanla doğa arasındaki çelişmeyi, uygarlığın koşullarından soyutlayarak başlıca çelişmeler arasında saymak ve çözümü için tüm uygar ülkeleri işbirliğine çağırmak, pek “insanca” bir görünüm vererek, sorunun, insanlık, çevre ve sınıflar-üstü bir sorun olarak insanlığın temel sorunu olduğu yolundaki yanılsamayı geliştirici ve destek artırıcı olabilir. Ve Gorbaçov, buna oynamaktadır, yeşil çevreyi kazanmak istemektedir -ama bugün bulundukları durumlarıyla. Bunlar, geçici destekler olabilir, insanların kapitalizm koşullarında çözüm hayallerinden kopmaları kaçınılmazdır çünkü. Kapitalizm üzerine geliştirilen hümanist hayaller, kapitalizmin yıkıcılık ve insana karşı doğası önünde er geç darmadağınık olmak durumundadır.
“Dönemin kesin buyruğu”, insanlığın birleşmesidir; ama bugünkü parçalanmışlığın doğal ve mantıki sonucuna varması yoluyla, önce parçalanmışlık koşullarının alt üst oluşu ve tersine dönmesiyle, yani, sosyalizmle, sosyalist devrimle. Bu, parçalanmanın gelişmesi aracıyla birliğin güçlendirilmesinde temel bir adım olacaktır ve sınıfsız toplum, tam bir birlik ve İnsanlık, özgür insanın efendiliği dönemi olacaktır. “Yaşadığımız dönemin kesin buyruğu işte budur.”
“Dünyadaki değişiklikler”le ilgili sözümüzü bitirirken yaratıcılık övünmesiyle Gorbaçov’un meydan okuyuşunu, Marksizm’den tam kopuşta kararlılığını ilan edişini dinleyelim:
“Dünyadaki temel değişikliklerin analizi sürecinde, tercihlerimizi sınırlayan ve bir ölçüde de, gerçek niyetlerimizi olduğundan başka göstermeye yeminli olanlara gerekçe sağlayan birçok basmakalıp düşünceyi aşıyoruz.” (26) Gorbaçov, kapitalizmle bütünleşme ve emperyalizmle işbirliği “tercihinde” ısrarlı, öfkeyle “niyetlerini çarpıtanlara” , temel sağlayan basmakalıpçılığı aştığını söylüyor. Basmakalıpçılığa Marksizm’de yer yoktur, biz de karşıyız. Yeter ki, , basmakalıp görülüp “aşılan”, sınıf zıtlığı, mücadelesi, kapitalizmin bu zıtlık üzerine kurulu olduğu ve her hangi türden “işbirlikleri” ile onaylamayacak şekilde sosyalizmin arifesini ifadelendirdiği, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya devrimi ve iktidarına ve onun aracıyla sınıfsız topluma götüreceği gibi temel tezleriyle Marksizm olmasın! Gorbaçov, hiç de yaratıcı olmayan ve öncüllerini, Bernstein’ı, Kautsky ve Kurşçev’i, onların esikmiş tezlerini yineleyerek, Marksizm’i aşıyor; “Marksizm’in basmakalıpları” yerine, “insancıllık” görünümü altında, kapitalizmin ve emperyalizmin aklanmasını, sınıf ve sınıf mücadelesi gerçeğinin bütünlük, ortak çıkar ve işbirliği ile değiştirilmesini geçiriyor. . Bunun için, değişip dönüşmesini önlemek için, dünyayı kafasında amacına uygun bir şekilde değiştiriyor.

Nükleer Tehdit, İnsanın Var Olma Hakkı ve Ortak İnsani Değerler
Gorbaçov, kapitalizmi düşünsel yolla kökten değiştirerek teorik temelini yaratmaya uğraştığı “yeni politik düşünce tarzını, insanın, insanlığın, insani değerlerin istismarıyla geliştirip emperyalizmle işbirliği ve kapitalizmle bütünleşmesini, geçici barış ihtiyacını ve dünyanın özellikle Amerikan emperyalizmiyle anlaşma yoluyla paylaşılmasını meşrulaştırma ve dünya devrimini yatıştırıp boğma amacına yöne-‘ lirken nükleer yığınak ve tehdidin oluşturduğu tehlikeyi hareket noktası olarak kullanıyor. İşe şöyle başlıyor:
“Şimdiye kadar hiçbir zaman gezegenimiz böylesine büyük siyasal ve fiziksel gerginlikler altına girmemiştir. Hiç bir zaman insan doğaya böylesine büyük bir bedel ödememiş ve kendi eliyle yarattığı gücün (nükleer güç-MY) karşısında bu kadar zayıf kalmamıştır.” (27)
Korkutma devam ediyor ve birbiriyle bağlantılı ön varsayılan iki özelliğiyle iki “zaman”, “dönem” tanımı yapıyor:
”…muazzam nükleer stokların biriktirildiğini” ve uzmanların, yalnızca bunun insanlığı kaç defa yok edebileceğini tartıştıkları bir zamanda…” ve
“…insanlığın yaşamını sürdürmesinin dünyadaki temel sorun, dünyadaki ortak payda olduğu bir zamanda…” (28)
Zaman öyle bir zaman ki, nükleer yığınak ver ve “dünyadaki temel sorun” insanlığın yaşamını sürdürmesi oluyor, ne sınıf kalıyor ne sosyalizm. Öncelikle, nükleer silah yığınağının nedeni ve hedefi göz ardı ediliyor; dünya proletaryası ve halklarının ve mücadelelerinin bastırılıp ezilmesi (ve kendisini ve ülkesini sosyalist gösteren Gorbaçov’a göre sosyalizmin ezilmesi), öte yandan rakip emperyalist ülkelerin j ve tekellerin dünyayı paylaşımları konulu rekabetlerinde üstün gelme hedefleri ve bu arada savaş sanayisinin çıkarları görmezden geliniyor. Ve doğal ki, tümünün temeli olarak emperyalizm aşamasında çürüyen, ekonomik, siyasal, kültürel, proletarya ile burjuvazinin uzlaşmaz karşıtlığına dayanan kapitalizm görmezden geliniyor.
İnsan yaşamının tehdit edildiği bir gerçektir. Önceli, sömürü sistemleri ve egemen sınıflarının aç gözlü çıkarlarının peşi sıra, insanları ölüme gönderen kapitalizmdir, emperyalist burjuvazinin dünyayı talan emelleridir. Tam da insanın ölümden, nükleer ve konvansiyonel tehditten, savaş tehlikesinden kurtarılması için emperyalist kapitalizme son vermek gerekirken, ölümle korkutulan insanlığın “yaşamını sür: dürmesinin temel sorunu” ilan edilerek, insanın korkusuzca yaşama sorununun da çözümünün gizlenmesi ve toplumsal gerçeklikten, ortaya çıkış ve varlık nedeninden, kaynağından soyutlanmış bir “yaşam sorunu” adını zalimle mazlumun, suçluyla mağdurun bir “ortak payda”da bir araya getirilmesi, yalnızca, insan ve insan yaşamı üzerine spekülasyon yapan Gorbaçovcu modern revizyonizmin çürümüşlüğünü, korkutulan insanları, sesini çıkarmadan, sonuçlarını göze almaktan caydırılmaya çalışıldığı başkaldırısından uzak durarak emperyalist-revizyonist sisteme boyun eğmeye yönelten sömürücü, zorba emperyalist emellere sahip oluşunu gösterir.
Yaşam sorununun çözümünün de bağlandığı “zaman”ın temel sorunu, insanın yaşama hakkını da tehlikeye atan emperyalist kapitalizmin tasfiyesidir.
Gorbaçov, savaş sanayi, silahlanma yarışı ve savaşın emperyalizmin doğası olduğu, tüm bu iğrençliklerin emperyalist kapitalizmin varlığından kaynaklandığım söylemiyor, bu durumda emperyalizme karşı mücadele ve onun tasfiyesi sorununu gündeme getirmiş, en azından ima etmiş olacaktır; yalnızca silahlanma yarışını emperyalizmin başlattığını söyleyerek, insanlık sorunu ile emperyalizmin bağlantısını kuruyor. İzleyelim:
“Emperyalizmin başlattığı silahlanma yarışı, 20. yüzyılın bu son döneminde, dünya politikasını şöyle bir sorunla karşı karşıya bırakmaktadır: İnsanlık nükleer tehlikeden kurtulabilecek mi, yoksa, nükleer çalışma ihtimalini yükselten cepheleşme politikası mı üstün gelecektir?” (29)
Yanıt şu:
“İnsanlığa var olmak ya da olmamak hakkı verilecek mi sorusuna ‘hayır’ cevabım veremeyiz.”
“…Bütün insanlığın ivedi sorunlarının çözüme kavuşturulması zorunluluğunun, onları
(emperyalistleri, sermayenin yönetici merkezlerini MY) bizimle ortak hareket etmeye zorlayacağını, insanlığın şimdiye kadar görülmemiş kendini koruma güçlerini uyanık tutacağını da kesinlikle biliyoruz.” (30)
Özü şu: İnsanlık nükleer tehlikeden kurtulur tabi, “var olma hakkı” vardır, ama insanlar bu “hakkın” kıymetini bilmeli, “kendini koruma güçlerini uyanık tutarak” doğru seçim yapmalılar, bu seçim, insanlık adına revizyonistlerle ortak harekete zorlanacak emperyalistlere karşı çıkmamak, kapitalist-revizyonist gericiliğin insanlığın sorunlarını çözüme kavuşturmalarını beklemek, ama kesinlikle devrim için harekete geçmemektir! Gorbaçov’a göre, insanlar “var olma hakları” ile yetinmeli ve sorunlarının çözümünü emperyalistler ve sosyal emperyalistlere bırakmalıdırlar. Aksi durumda nükleer tehlike insanlığı kurban alacaktır! Ve kesinlemeyle pekiştiriliyor:
“Nükleer felaketin önlenmesi, uygarlığın yaşayabilmesi için bu etkileşim zorunludur.” (31)
Başka türlüsü mümkün değil, ‘benimle emperyalist merkezlerin anlaşmasını ve geleceğiniz üzerine, nasıl sömürülüp, yağmalanacağınız, nasıl bastırılıp ezileceğiniz üzerine kararlar almamızı kabullenmezseniz’ nükleer felaket önlenemez, uygarlık yaşayamaz, diyor Gorbaçov. Ve “insancıllık”, “yeni politik düşünce tarzı’nın temel unsuru!
ABD ‘Komünist’ Partisi ulusal komite üyesi “akılsız dost” Viktor Perlo’ya göre, Gorbaçov’la ABD dış işleri bakanı George Schultz’un “yeni politik düşünce tarzları” bu noktada uyuşuyor ve Schultz Gorbaçov’un ortaklık davetini onaylıyor. Aktaran Perlo:
“Schultz’un ‘yeni düşünce tarzı bir noktada Gorbaçov’un düşünce tarzıyla uyuşuyor: ‘Bununla birlikte, termonükleer çağda, her iki tarafın sağ kalmakta ortak çıkarı vardır; bu nedenle her iki taraf da bu rekabeti yumuşatma, nükleer silahları denetlemek için yollar arama ve savaş tehlikesini azaltma gayreti içerisindedir. Nükleer silahlardan arınmış bir dünya, bizim, Sovyetler Birliği’nin ve diğer bütün ulusların üzerinde anlaşabileceği son hedeftir.” (32)
Oysa “yeni politik düşünce tarzları” arasında farklılık var: Schultz hiç olmazsa “insanlığın yaşama hakkı” ve “ortak sorunu” olarak sunmuyor sorunu, “her iki tarafın (ABD ve Sovyet emperyalistlerinin) da sağ kalmakta ortak çıkarı var” diyor; O, kapitalizmde, onun tekelci aşamasında “yaşama hakkı’nın insanlığı birleştiren “ortak payda”lığı üzerinde durmuyor, gerçekçilikte, bu “hakkı” emperyalistlere özgü görüyor, dil ucuyla “bütün diğer uluslar”ı da sayıyor, egemenleri kastederek, ama ne “insan” ne de “halklar”‘ edebiyatı yapıyor. Ancak, söylenmelidir ki, Gorbaçov’la, Amerikan emperyalistlerinin yöneticilerinin  “yeni düşünceleri” özünde aynı. Gorbaçov’un bunu saptamasını ve aynılık’ın geliştirilmesi çağrılarını ileride göreceğiz.
Şimdi, “değişen dünya koşullarında”, özellikle nükleer tehdit ve “insanlığın var olma hakkının temel sorun” olduğu koşullarda, birincinin ikinciyi dayatması ve çözümünü kapitalizm çerçevesinde olanaklı kılmasına bağlı olarak, Gorbaçov’un “mücadelenin”, -ne “mücadelesi” denmesin, çıkarsamalarla tahmin yürütülsün, emperyalizmi ikna “mücadelesi”nin, onunla birlikte proletarya ve halklara, devrim ve sosyalizme karşı “mücadelenin” dememek için yalnızca “mücadelenin diyor Gorbaçov-, “başlıca eğilimi” üzerine görüşünü aktaralım ve sonra “çağımızın önceliği” sorununa gelelim:
“Bizce, günümüz koşullarındaki mücadelenin başlıca eğilimi bütün halklar açısından saygıdeğer, gerçekten insani, maddi ve kültürel hayat şartlarının yaratılması, gezegenimizdeki hayatın güvence altına alınması, onun zenginlikleri konusunda, her şeyden önce, bu gezegenin en büyük zenginliği olan insanın kendisi ve onun yetenekleri konusunda tutumlu bir tavır içine girilmesidir.” (33)
Sanıyorsunuz ki, Gorbaçov, sınıfsız toplum için mücadeleden söz ediyor, bunun için ilk adım olarak sosyalizmi önüne koyuyor. “Gerçekten insani maddi ve kültürel hayat şartlarının yaratılması”nın başka yolu yok çünkü. Ve yine sanıyorsunuz ki, “gezegenimiz” uzaylılar tarafından tehdit ediliyor ve korunması gerekiyor. Ama hayır, tüm bunlar, bugünkü koşullarda olacak, kapitalizm koşullarında. Çünkü insana ilişkin “tutumlu bir tavır” önerisinden anlıyorsunuz ki, “günümüz koşullarından” kaynaklanan “yaşam hakkı”na yönelik bir tehdit var.
“Günümüz koşullarında” yaşama hakkı ayaklar altındadır. İş “kazaları”ndan tutun emperyalist genel ve bölgesel saldırı savaşlarına kadar, insanların nedenli nedensiz idam sehpalarına çıkarılmasından Afrika’nın açlıktan kırılışına kadar, işkenceden sokaklarda insan kurşunlanmaya kadar emperyalistler, burjuvazi ve gericilik her yeri kan gölüne çeviriyor. Nagazaki ve Hiroşima halkının yaşadıkları, Amerikan emperyalistlerinin nükleer silahlarla yapabileceklerinin kanıtı. Ve Gorbaçov, “günümüz koşullarında yaşama hakkı” ile yetinmeyerek, “insani maddi ve kültürel koşulların yaratılması” sözü ediyor. “Günümüz koşullarında”, kapitalizm çerçevesinde, emperyalistlerle birlikte, işbirliğiyle…
Kapitalizm, insanın emeğine ve kendisine yabancılığı koşulları üzerinde yükselmekte ve bu koşulları her gün yeniden ve geliştirerek üretmektedir. Kapitalizmde insan, bölünmüşlüğüyle, yabancılaşma içindedir. Proletarya, emeğinin koşullarına, çalışmasına, yarattığı değerlere/ürüne ve buradan yansıyarak, yaşamın ideolojik-kültürel-siyasal süreçlerinde tinsel varlığına, genel olarak söylenecek olursa maddi ve manevi insani değerlere yabancılaşma durumundadır. Üretimi -kendisi tarafından belirlenmeyen koşullarda-gerçekleştirmekte, tüm değerleri üretmekte ama emeğinin sonuçları, üretim sürecine katılmayan ve yalnızca üretimin gerekli bir koşulunu, sermaye haline sokulmuş biçimiyle üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazi tarafından sahiplenilmektedir. Emeğini ve emeğinin sonuçlarım, yarattığı tüm maddi değerleri kendisi için, kendi emek ve maddi yaşam koşullarının geliştirilmesi için kullanamayan proletarya, insan için olmayan, insani olmayan bir üretim ve değişen sürecinin tutsağıdır. Bu maddi süreç aynı zamanda ideolojik boyutlu bir süreçtir de, ideolojik yanılsamalar kaynağıdır. Tüm düşünsel süreçlerin, fikirlerin çarpık bir hal alması, kendisi için, insanın ve insansal olanın gelişimi için üretemeyen proletarya, çeşitli ideolojik ve siyasal süreçlerde kendisine yabancı kılınmakta, kültürel ya da kültürsüzlük şekillendirilmişliğiyle kendisine ve insana karşıtlık içinde yaşamaya mahkûm edilmektedir. Emperyalistler tarafından, kendi yaşam koşullarıyla hiç ilgisi bulunmayan, tamamen emperyalist amaçlı savaşlara sürülmesi, ölüme gönderilmesi, bu durumun bir ifadesidir.
Bu yabancılaşma durumu, burjuvazi için de geçerlidir. Bir başka yönüyle, kendi emek ürünü olmayana sahip çıkan burjuvazi değil bizzat sermaye tüm maddi ve bundan yansıyan manevi süreçlere damgasını vurmakta, sermayenin fetiş karakteri tek tek burjuvaların düşünen insan olarak varoluşunun, insan oluşunun, kendi özgür iradesiyle davranabilmesinin engeli olmakta, iradesinin ancak dayatılmış bir doğrultuda gerçekleşebilmesini dayatmaktadır. İnsanca davranma eğilimi içine girmesi bile, burjuvazinin, bizzat sermayenin kendi gelişim yasaları yönündeki dayatmalarıyla, kapitalist süreçten dışlanması, iflas ya da benzer bir durumla yüz yüze kalması sonucunu doğurur.
Yabancılaşma, ideolojik, kültürel, ruhsal bunalımlara da yol açarak rolünü oynayan kapitalist bunalımlarla birlikte, hiç de küçümsenmeyecek boyutlarda yaşamdan vazgeçilmesine, ölümün tercih edilir hale gelişine götürmektedir. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde intiharlar yaygındır, komşusuyla yanşamayan, onun sahip olduğu tüketim aletlerine sahip olmayan emekçilerden tutun iflas eden ya da zorda kalan burjuvalara kadar birçok insan kurtuluşu ölümde aramaktadır. Kapitalizmde, insani bir tutku olan “yaşam tutkusunun zıddına dönüşmesi anlaşılmaz değildir, ölümün kolaylıkla tutku haline gelmesi kapitalizmin üzerine kurulu olduğu çözümsüz insani süreçlerin kanıtıdır. Özelikle bunalım dönemlerinde artan ölümü seçme eğilimi, Gorbaçov’un yaşama hakkı ve tutkusuyla bağlantısını kurduğu “bugünkü koşullar”ın, kapitalizmin “ölüm hakkı” açısından hakkının yendiğini göstermektedir.
Ve işin bir başka yönü, “insan tutkusu” olarak “yaşam tutkusu”nun kendi diyalektiği gereği, “ölümü göze almış” ile tutkusal birliği ve özellikle insani olmayan maddi ve manevi toplumsal koşullarda genellikle bu ikisinin bir arada bulunuşu, sosyal pratik tarafından da kanıtlanılagelen bir gerçektir. Kapitalizmin intiharlara yönelttiği insan, yaşayamaz kılındıkça, kurtuluşunun yollarını aramaya ve yaşayabilmek için ölümü göze almaya da yönelebilmektedir Sosyal kurtuluş bilinciyle, Marksist öğretiyle silahlanarak ya da bilinçsizce ve kendiliğinden, ulusal dürtülerle ya da başka itici güçlerin rol oynayışıyla, ama özellikle sosyalist bilince kavuştukça insanlar, emekçiler sosyal ve ulusal kurtuluş için ya da yalnızca yaşamını sürdürebilmek için, en azından eskisi gibi yaşamaya devam edebilmek için, sömürü, baskı ve zorbalığa başkaldırmakta ve insanca yaşayabilmek için ölümü göze alabilmektedirler. Bilinçli ya da bilinçsiz emekçi yığınların öznesi oldukları onca sosyal ve ulusal alt üst oluşun, onca devrimin gösterdiği bir gerçektir bu. Binlerle öldürülüp katliamlara hedef edilen emekçilerin, eğer “eskisi gibi yaşayamaz” duruma bir kez gelmişlerse, ölüme aldırmadan, kurtuluş savaşlarını sürdürdükleri bilinmez değildir. Bu nedenle ölümle Korkutarak, birleştiği kapitalist emperyalist sistemin devamını sağlamaya katkıda bulunmaya çalışan Gorbaçov’un, bu çabasında ancak geçici olarak başarılar elde edebileceği, oluşturduğu ideolojik yanılsamalarla emekçileri ancak geçici süreler için korkuyla kendisi için ve insan olarak var olma eğiliminden geri tutulabileceği, maddi koşullar başkaldırı için olgunlaştıkça, emekçi yığınların ne onu ne de başkasını dinlemeyecekleri kesindir. Marksistlere düşen, in sanların kurtuluşu sürecini, emekçilerin, proletaryanın sosyalist kurtuluş mücadelesinden geçen bu süreci görünür kılmak, bunun için eğitim ve aydınlatma faaliyetini aralıksı; sürdürmektedir. “İnsanın kendisi konusunda tutumlu davranmak” yerine onun kurtuluşu için gerekenleri yapmaktır.
Ama Gorbaçov tümüyle değişik düşünmektedir. O, insanlığın sınıflara bölünmüşlüğünü ve proletaryanın mücadelesi ve sosyalizmden giderek insanlığın kurtuluşuna varmaya yadsıdığı gibi, insanı sınıflar-üstü bir varlık olarak sunmakla da yetinmemekte, daha ileri giderek insanı sınıfın karşısına koymakta ve önceliğin bu ne olduğu belirsizleştirilmiş “insana” verilmesi gerektiğini ileri sürmektedir, doğal ki yine, “değişiklikler” ve özellikle “nükleer tehdit” korkutmasıyla:
“Nükleer tehdidin artışı, öteki global sorunların alevlenişi ve dünyadaki tüm süreçlerin uluslararasılaşması ile belirlenen günümüz gerçeklerinden hareket ederek, Gorbaçov: “işçi sınıfını, çıkarları ile bir bütün olarak insanlığın çıkarlar arasındaki karşılıklı ilişkiyi, Marksizm’de başından beri var olan bu düşünceyi daha derinlemesine anlamayı amaçladık. Bu bizi, ortak insani değerlerin çağımızda önceliğe sahip olduğu sonucuna götürdü. Yeni politik düşüncenin çekirdeğini bu oluşturmaktadır.” (34)
“Bir bütün olarak insanlığın çıkarları”, işçi sınıfının çıkarları karşısında öncelikli! Peki, bu “bir bütün olarak insanlığın çıkarları” ne türden çıkarlar olsa gerek? Bugün insanlığı, işçi sınıfıyla bir arada var edenler kimler? Burjuvazi değil mi? Burada söylenen işçi sınıfıyla burjuvazinin “çıkarlar bütünlüğü”, birlikte varoluşlarının devamı, çıkarlarını sınıf barışı aracılığıyla uyumunun sağlanmasının sınıf çıkarlarından geldiği, daha açık bir deyişle sınıf çıkarları ve mücadelesinin yerine geçirilmesi gerektiğidir. Gorbaçov ve bu fikrin çekirdeğini oluşturduğunu söylediği “yeni politik düşünce”si burada iyice vuzuha kavuşuyor: “Değişiklikler” Sınıf gerçeğini yok etmiştir, artık “bütün olarak insanlık ve insanlığın çıkarları” var! Önemli olan insanlığın çıkar bütünlüğüdür diyor Gorbaçov olmazı olur yaparak! Ama insanlığın çıkar bütünlüğü olanaklı mı, burjuvaziyle proletaryanın bir arada var oluşunun olanaklı tek biçimi olan kapitalizm onların “çıkar bütünlüğü” değil zıtlığı uzlaşmazca karşıt oluşlarıyla tam bir uyumsuzluk gerçeği, sınıf uyumu değil mücadelesini koşullandıran tarihsel bir gerçeklik değil mi? Zıtlık içindeki çıkarlarca sosyalizm koşullandırılmıyor mu?
Ve “çağımızda önceliğe sahip insani değerler” neler olabilir? Maddi değerler olarak, her türlü maddi zenginlikler, üretim araçları, ulaşım araçları, topraklar, madenler… Bunlar proleterlerin “ortaklığı” iddia edilebilir mi? Proleterler yoksa bankalara mı ortaklar ya da hisse senetli şirketlere mi? Dağlar, ormanlar, yeşillikler ve sulara mı? Ama bunların tümü metalaşmış değil midir, özel mülkler ya da devlet mülkleri halinde değiller midir? Elbet bu durumları son bulacaktır ve proletarya bunların ateşe verilmesini gereksinmemektedir. Ama şimdiki konumlarıyla, burjuvazi kendi mülkleri olarak onları istediği gibi tasarruf ederken, kâr hırsıyla madenleri kötü işletir, verimsizleştirip köreltirken, kıyıları yağmalayıp ormanları, yeşili sorumsuzca tüketip bozlaştırırken, suları ve havayı kirletirken, üretim araçlarını insana karşı kullanırken, proletarya onunla çıkar ortaklığı içinde değil ancak zıtlık halindedir.
Manevi değerler “ortaklığı” açısından durum farklı mıdır? Bireycilik ve kolektivizm mi “ortak değerler”dendir, sömürü ve baskıyla dayanışma ruhu mu? Çürümüş ideolojik kültürel değerleriyle burjuvazi, sosyalist ideolojik-kültürel değerlerle bütünüyle uyumsuzluk halindedir. Yoksa Tanrı mı “ortak değer”, ama o doğa karşısında -giderilmekte olan- aczin değersizliğidir. Bilimler mi? Burjuvazi bilimlerin gelişmesini ve sanayiye uygulanmasını ancak kârlıysa gerçekleştiriyor. Proletaryanın çıkarı ise sınırsız bilimsel teknik gelişmededir. Burjuvazi özellikle toplumsal bilimleri çarpıtıyor, düzenin devamının araçları haline getirmeye çalışıyor onları ve bilimsel olmayanı bilimsel olarak sunuyor. Göreceğiz Gorbaçov, “demokrasi”yi “ortak değerler”den sayıyor. Üzerinde durmaya değmez. Hem yazımızın ilk bölümünde Özgürlük Dünyası’nın 2. sayısında yeterince durduk hem Kautsky gibilerinden bu yana sınıflar-üstü “demokrasi” anlayışı yeterince açığa çıkarıldı.
Peki, burjuvaziyle proletaryanın “ortak değerleri” olarak tak insani değerler” ne anlam ifade ediyor? Bunun anlamı tektir; burjuva değerlerin proletaryaya kabul ettirilmesi, proletaryanın burjuva değerlere sahip çıkarılması, onların peşinden sürüklenmesi. “Değer ortaklığı” ancak, burjuva değerlerin benimsenmesi ile olanaklıdır. Gorbaçov Batının burjuva değerlerini benimsemekte ve sahip olduğu revizyonist “değerleri” bile bu amaçla terk etmekte özgürdür, ama kısmen ve geçici olarak başarı sağlayabilmesi olasılığı bir yana, proletaryayı burjuva değerler sisteminin, kapitalizmin kalıcı bir unsuru yapabileceğini sanmasın. Burjuva değerler sistemini çekirdek edinen “yeni politik düşünce”sinin sonu, Kruşçev’in yeterince sistemli olmayan benzer düşüncelerinin yanına, tarihin çöplüğüne atılmak olacaktır.
Sınıfsal ve ulusal çıkarlardan kaynaklanan ayıklara kıyasla “bu değerler (“genel insanlık değerleri” deniyor yukarda-MY) öncelikli bir önem kazanıyor.
“Bu öncelik, sınıf konumlarından, sınıf savaşımından, komünist partisinin devrimci özünden vazgeçme anlamına mı geliyor? Bu soruya yanıt ararken, nükleer uzay çağında insanlığın genel çıkarlarının önceliğinin, sosyal ilerlemenin vazgeçilmez önkoşulu olduğundan yola çıkılmalıdır… Buradan, ilerleme olanağının ve böylece de sosyal ve sınıfsal görevlerin yerine getirilebilme olanağının olması için, sınıfsal engellerle bölünmüş toplumsal güçlerin BİRLİKTE ÇABASI ve karşılıklı ödün vermeleri gerektiği sonucu çıkmaktadır.
“Bu bağlamda işçi sınıfının savaşımının ödevleri ve değerler ve hedefler sistemi ve hiyerarşisi üzerinde komünistler yeniden düşünmelidirler. Geçmişte, sınıf karşıtına karşı, toplumun sosyal yeniden düzenlenmesi için bağlaşıklıklar oluşturuldu… Fakat günümüz koşullarında devrimci görevlerin gerçekleştirilmesi, HANGİ SINIFA DÂHİL OLURSA OLSUNLAR tüm insanları ilgilendiren yaşamı -sürdürme savaşımı çerçevesi içindedir. Durumun tersliği, SINIF KARŞITININ, bu genel insanlık görevlerinin gerçekleştirilmesinde kendisiyle BİRLİKTE ÇALIŞAN GÜÇ OLMASI GEREKLİLİĞİ’nde yatmaktadır.” (35)
Artık yeter, fazla söze gerek yok.
Kısa özet: Başlıcası nükleer silahların yok ediciliği olan “yeni değişiklikler” oldu dünyada; insanların var olma hakkı ve yaşama mücadelesi esastır; bütün insanlığın genel çıkarları önceliklidir ve sosyalizmin koşuludur; sınıfsal görevlerin yerine getirilmesine sıra gelmesi için ya da sınıf mücadelesinin olanaklarının var olması için burjuvazi ve emperyalistlerle birlikte çaba harcanması gereklidir; proletaryanın değerleri ve hedefleri değişmiştir; günümüzde, sınıf karşıtına karşı mücadele değil, burjuva değerleri sistemi çerçevesinde burjuvazi ve emperyalistlerle birlikte çalışma bir gerekliliktir, insanlığın bekası için sınıfsal barış ve uyum gereklidir; proletarya ve halklar emperyalistlerin önünde secdeye gelmelidir! Özü ve “çekirdeği” ile “yeni politik düşünce tarzı” budur…

Savaş Olanaksızlığı-Barış, Siyasal Çözüm Zorunluluğu-Diyalog
Gorbaçov, “günümüz koşullarındaki mücadelenin başlıca eğilimi”, “insan ve yaşama hakkı konusunda tutumlu bir tavır içine girilmesidir” diyordu. Bunun için “insanlığın ortak çıkar ve değerleri, sınıf karşıtıyla, burjuvazi ve emperyalistlerle birlikte, işbirliği halinde ortak çabayla” sahiplenilip korunacaktı! Şimdi bunun savaş-barış sorunu açısından taşıdığı anlamı görelim (Tutumlu davranma çağrısı yapan Gorbaçov devam ederek):
“İşte biz, bu alanda kapitalist sistemi, kalıcı barış koşullarında bizimle yarışmaya çağırıyoruz.” (36)
Kapitalizm koşullarında ve kapitalistlerle bir arada yaşama ve yarışmada “kalıcı barış koşulları”! Günümüz kapitalizmi tekelci kapitalizm koşullarında, kapitalizmin emperyalizm aşamasında “kalıcı barış”! Emperyalist barış değil sözü edilen, kalıcı bir barış. Sömürü ve zorbalık üzerine kurulu, dünyanın paylaşılması ve halkların yağmalanması olmadan var olmayacak emperyalizm döneminde barış -hem de kalıcı. Paylaşımın barışçıl ve barışçıl olmayan biçim ve türleri vardır, birbirinin devamı olan, bir diğerinin koşullarını üreten; paylaşımın diyalektiği, emperyalist barışın savaşa dönüşmesidir ve tersi. Çünkü paylaşımın güçten başka aracı ve emperyalistler arası ilişkinin güçten başka anahtarı ya da kaldıracı yoktur ve güç ilişkileri, emperyalizm aşamasında iyice hızlanan kapitalizmin ve kapitalist devletlerin eşitsiz gelişimine bağlı olarak sürekli değişme içindedir. Bu durum, dünyanın yeniden ve yeniden paylaşılmasını dayatır, bu anlaşmalar yoluyla barışçıl da olabilir, savaş yoluyla da. Hangi yolla olduğu ve olacağından çok, güce dayanan paylaşımın kaçınılmazlığı önemlidir, çünkü somut koşullarına bağlı olarak güç ilişkileri, bugün barışçıl yarın barışçıl olmayan yolu, savaşı, ertesi gün bir başka savaşı dayatır. Ama temel olan şudur ki, emperyalizmin doğası, savaşı koşullandırır, emperyalizm döneminde “kalıcı barış”a yer yoktur; yalnızca geçici emperyalist barış olanaklıdır, güç ilişkilerinin dayattığı, halkların çıkarlarının ya da “insanlığın ortak çıkarlarının” değil, emperyalist güç ilişkilerinin koşullandırdığı, güce ve zora dayalı, emperyalistlerin çıkarlarını ifade eden türden bir barış- ve proletarya hiç bir zaman ve hiç bir şekilde bunun peşinde değildir ve olamaz. Dünyanın “barışçıl” paylaşılmasından onun hiç bir çıkarı yoktur.
Biz, Gorbaçov’un düşünce ya da düşüncesizlik zincirini izlemeye devam edelim: “…ne silahlanma yarışında, ne de nükleer savaşın kendisinde, üstün gelmenin artık mümkün olmadığı”nı (37) iddia ederek diyor ki:
“…bugünün dünyası savaşlar ve güce dayalı bir politika için son derece küçülmüş ve nazikleşmiştir. Yüzyıllardır, silahlı çatışmalar ve savaşların kabul edilebilirliği, benimsenebilirliği temeline dayanan zihniyet ve davranış biçimiyle bütün bağlar koparılmadan, dünyayı korumak ve kollamak artık mümkün değildir.” (38)
Gorbaçov dünyayı ve onu koruyup kollamayı ne de çok düşünüyor! Nükleer silahlar nedeniyle savaşta üstün gelmenin ve dolayısıyla savaşın artık “mümkün olmadığını” hareket noktası edinerek savaşçı “zihniyetin” değiştirilmesi gerekliliğini öne sürüyor. Zihniyet değişecek ve “kalıcı barış” tesis edilecek! Bu, bugünden gerçekleşme yolunda. Çünkü emperyalistler durumun “nazikliğini kavramaya” başlıyorlar (ileride onun bu “saptaması”nı da aktaracağız.)
Dünyanın savaşlar için küçüldüğü ve nazikleştiği doğrudur. Bir emperyalist savaşın olağanüstü yıkımlara neden olacağı da doğrudur. Ama bu, bir başka doğruyu, emperyalizmin savaşın kaynağı olduğu ve emperyalizm koşullarında savaşın -bugün ya da yarın- kaçınılmazlığı doğrusunu geçer-sizleştirmiyor. Çünkü bu, düşünce yoluyla ve “iyi niyetlerle” geçersizleştirilebilecek bir şey değildir, emperyalizme özgüdür, ekonomisi ve politikasıyla emperyalizmin doğasında iç-kindir. Tartışma, “savaşın kabul edilebilir olup olmadığı” bazında yürütülemez emperyalizm koşullarında; nasıl ortadan kaldırılabileceği (tek olanaklı çözüm, sosyalizmdir) ve savaştan nasıl kaçınılabileceği (halkların gücüne dayalı barış mücadelesi tek yoldur, barışın diğer araçları bu temelde kullanılabilir ve etkili olabilir) tartışılabilir, yani güce dayanarak emperyalizmin tasfiyesi ya da geriletilmesi olanaklıdır ancak, onun anladığı ve anlayabileceği bir başka dil yoktur ve olamaz.
Ama Gorbaçov, ”nükleer silahların dünyayı nazikleştirmiş” oluşundan hareketle “…çağdaş koşullarda bütün devletlerarasındaki işbirliği ve etkileşimin hiç bir alternatifinin olmadığını” ve bunu “kavramak” (39) gerektiğini söylüyor ve ekliyor:
“… savaş yolunda ne uluslararası alanda ne de ülke içinde mantıklı çözümler bulunamayacağı, giderek daha çok açıklığa kavuşmaktadır.” (40) Mantık! Ve “devletler arası işbirliği”, yani “barış”tan başka alternatif yok! Ne zaman ve nerede? Emperyalizm koşullarında… “Savaş alternatifi” yok, “barış”, “tek alternatif”! Ne zaman ve nerede? Emperyalizm koşullarında…
Emperyalistlerin ve kendisinin “mantığı”nı, emperyalist ve kendisinin metafizik, örümcek bağlamış revizyonist mantığını ya da mantıksızlığını ve idealizmini emperyalizmin ve, onun yasalarının mantığı, zorunluluğun mantığı yerine geçiriyor Gorbaçov, savaşın mantığı yok diyor ve barışı, emperyalist barışı alternatifsiz görüyor. “Barış”, devletlerarası, işbirliği ile sağlanacak. Ama sosyalist ve kapitalist emperyalist devlet arasında işbirliği, kalıcı bir barışın faktörü olmayarak, ancak çok özel şartlarda, 2. Dünya Savaşı’nda örneği yaşandığı, gibi, belirli bir dönem için savaşın esas kaynağı, dünya halklarının baş düşmanı ve saldırgan konumda, olan bir emperyalist devlet ya da devletler grubuna karşı,, yine bu belirli dönemde geçici olarak barışın korunmasından yana olan ve kuşkusuz emperyalist barış yanlısı olan devletlerle olanaklıdır, altı çizilmelidir ki, geçici olarak. Sosyalist ve kapitalist emperyalist devletlerarasındaki ilişki, kalıcı barış içinde işbirliği ilişkisi değil, sosyalist ülke ve dünya proletaryası ve halklarının gücü ve mücadelesi temelinde yükselen ve doğal ki ulusal ve uluslararası düzeyde sınıf mücadelesini yadsımayan tersine ondan güç alan, barış içinde bir arada yaşamaya çalışma ve belirtilen güçlere dayanarak savaştan kaçınma ve ama savaşa da hazır olma ilişkisidir. Barış içinde bir arada yaşama politikası, bir güçsüzlük ve tavizler politikası değil, koşullar gerektirdiğinden tavizleri de içermekle birlikte, bir güç politikasıdır. Çünkü emperyalistlerden barış ancak koparılıp alınabilir.
“Barışın” emperyalist devletlerarası işbirliği yoluyla sağlanmasına gelince… Bu kuşkusuz olanaklıdır; ancak kalıcı değil, geçici bir emperyalist barış olarak ve emperyalist devletlerarası işbirliği ve anlaşmalar yalnız ve yalnız güç ilişkileri temelinde olanaklıdır. Emperyalistler arası güç ilişkileri üzerine kurulu işbirliği aracılığıyla “savaşın mantıksızlaşması”, barış sağlanması ve böyle bir barışın peşinde olunması, ancak Gorbaçov’un revizyonist mantığının ürünü olabilir. Emperyalistler arası güç ilişkilerine dayanan işbirlikleri ve anlaşmalar geçici emperyalist barış demektir, savaş tehlikesi demektir, her zaman için savaşa dönüşme olanağının varlığı demektir.
Emperyalizm koşullarında “kalıcı barışı”, savaşsız bir dünyayı olanaklı, savaşı ise “mantıksız” gören, kapitalizmin bu olanağı var eden birçok “değişiklik”e uğradığını ileri süren Gorbaçov, bu tezleriyle Kruşçev’in ve ikisi birlikte, ultra-emperyalizm teorisinin mucidi Kautsky’nin izini sürmektedir. Sözü önce kautsky’ye ve sonra onun “barışçı emperyalizmi”ne “emperyalizm koşullarında barışır olanaklılığını” eleştiren Lenin’e bırakıyorum: “Kautsk:
“…Bugünkü emperyalist siyasetin yerini, ulu, sal mali sermayeler arasındaki savaşımın yerine uluslararası düzeyde birleşmiş (uluslararasılaşma süreçlerinin önemi ve bu alanda “değişikliklere” vurgu yapan Gorbaçov hatırlansın-MY) mali sermayeyle dünyanın ortaklaşa (Gorbaçov’un “ortak çıkarlar”ı hatırlansın-MY) sömürüleceği yeni, ultra-emperyalist bir siyaset alamaz mı? Kapitalizmin bu yeni aşaması her halde anlaşılır bir şeydir.” (41)
Ve Kautsky ekliyor:
“Salt ekonomik açıdan, kapitalizmin, kartellere izlenen politikanın (tekellerin, anlaşıp birlikler, karteller oluşturması; kartel, tekellerin işbirliğine gitmesi demektir-MY) dış politika alanımı taşacağı yeni bir evre (Gorbaçov’un “yeni dönemi”-MY), bir ultra-emperyalizmi evresi olanaksız değildir.” (42)
Lenin, hemen sözü Kautsky’den alarak, bu sözlerin ne anlama geldiğini belirtiyor:
“Yani bir süper-emperyalizm çevresi, bütün dünya emperyalistlerinin kendi aralarındaki savaşımı bırakıp birleştikleri, kapitalist düzen içindeki savaşların bittiği bir evre, uluslararası ölçüde birleşmiş mali sermayeyle ‘yeryüzünün hep birlikte ortaklaşa (aynı sözcükleri Gorbaçov ne denli yineliyordu-MY) sömürüleceği’ bir evre.
“Marksizm’den kesin olarak ve dönüşsüz bir biçimde hangi noktada koptuğunu ayrıntılarıyla göstermek için… bu ultra-emperyalizm teorisi üstünde durmamız gerekecek.” (43)
Lenin aynı zamanda Gorbaçov’un da “markizinden kesin dönüşsüz bir biçimde” nasıl koptuğunu göstermek üzere ayrıntıya giriyor.
Önce emperyalistler arası paylaşım kavgasının yol açtığı dünya haritasındaki büyük değişiklikler üzerinde duran Lenin, kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasıyla savaşlar ve “barışçıl emperyalizm” tezinin bağlantısını kuruyor:
“Bu gerçeği, iktisadi ve siyasal koşulları (emperyalizm koşulları-MY) büyük değişiklikleriyle, çeşitli Ülkelerin gelişim hızlan arasındaki aşın ölçüde eşitsizlikle, emperyalist devletlerin giriştikleri sert savaşımlarla birlikte, ‘barışçı’ ultra-emperyalizm konusunda Kautsky’nin küçük, ahmakça masalıyla karşılaştırınız.” (44)
“Sorun şudur, diyor Lenin; bir yandan, üretici güçlerin gelişmesi ile sermaye birikimi arasında; öte yandan, mali sermaye için, sömürgelerin ve ‘nüfuz bölgelerinin’ paylaşılmasında mevcut oransızlıkların ortadan kaldırılması konusunda, kapitalizmin bulunduğu yerde, savaştan başka araç var mıdır?” (45)
“Emperyalizmin pek o denli kötü olmadığına, sürekli bir barışı sağlamaya elverişli bir inter- (ya da ultra-) emperyalizme yakın olduğuna inandırmaktan daha avutucu ne vardı ki? İngiliz papaz takımının ya da duygusal Kautsky’nin iyi niyetleri ne olursa olsun, Kautsky’nin teorisinin tek nesnel, yani gerçek toplumsal önemi şudur: en gerici bir amaçla, kapitalizm içinde sürekli barışın olanaklı olduğu umudunu uyandırarak, dikkatleri günün keskin uzlaşmaz karşıtlıklarından ve ağır sorunlarından çevirip, gelecekteki düşsel bir ultra-emperyalizmin yalan umutlarına doğru yönelterek yığınları avutmak. Yığınların aldatılması, Kautsky’nin ‘Marksist’ teorisinde bundan başka hiç bir şey yoktur.” (46)
Lenin, sanki Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” teorisini değil de Gorbaçov’un “yeni politik düşünce”sini eleştiriyor. Aynı “barışçı” ahmakça masallarıyla, aynı, paylaşımda, kapitalizmin bulunduğu yerde savaştan başka araç olduğunu savunmasıyla, sürekli bir barıştan söz edişi ve sözde barış umudu yayarak dikkatleri kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlıklarından ve ağır sorunlarından düşsel umutlara çekişiyle ve revizyonist teorisinde yığınların aldatılmasından başka şey bulunmayışıyla Gorbaçov değil mi eleştirilen? Ve Gorbaçov, Stalin’i karalarken Lenin’e sahip çıktığını iddia ediyor. Oysa Lenin, Onun tek bir sözcüğünü bile onaylamıyor.
Bir de, Gorbaçov’un kalıcı barış olarak gösterip çarpıttığı emperyalist barışın, emperyalistler arası geçici işbirliği ve anlaşmaların, geçici barışın anlamını ve onun çarpıtılmasının işçileri yatıştırmakla bağlantısı üzerine Lenin’in yaklaşımını görelim:
“Kautsky’nin bayağılık akan küçük burjuva fantezilerine göre değil de, kapitalist sistemin gerçekliklerine göre hangi biçime bürünürse hürünsün, ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun, ‘inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifakları kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerin ‘mütarekeleri’ olmaktan başka anlam taşımamaktadır. Barışçı ittifaklar, savaşları hazırlar ve savaşlardan doğar; tek ve aynı temel üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emperyalist bağlantı ve ilişkileri temeli üzerinde barışçı olan ve barışçı olmayan savaşımın almaşık biçimlerini yaratarak, biri ötekini koşullandırır. Ne var ki işçileri yatıştırmak ve burjuvazinin safına geçmiş sosyal şovenlerle onları uzlaştırmak için, aklı-evvel Kautsky’nin tek ve aynı zincirin iki halkasını ayırdığını görüyoruz… Kautksy, emperyalist barış dönemleriyle emperyalist savaş dönemleri arasındaki diri bağlantıyı göstermek yerine, işçilere ölü bir soyutlama sunmakta, onların ölü liderleriyle uzlaşmalarını istemektedir.” (47)
Lenin’in Gorbaçov’a yönelttiği eleştiriler şunlar:
– Kapitalist sistemin gerçekliklerine göre, emperyalizmde kalıcı barış olanaksızdır, savaşlar kaçınılmazdır.
– Ne türden emperyalist birlikler, işbirliği, anlaşma ya da ittifaklar olursa olsun, bunlar, savaşlar arası ‘mütarekeler’dir, geçicidirler.
– Barışçı ittifaklar savaşları hazırlar ve savaşlardan doğarlar.
– Emperyalist barış ve savaş arasında kesin bir bağlantı vardır; ikisi tek ve aynı temel üzerinde, dünya ekonomisi ve siyasetinin emperyalist ilişkileri temeli üzerine birbirine dönüşür, birbirlerini koşullandırırlar.
– Emperyalist barış geçicidir, emperyalist barış dönemleri, emperyalist savaş dönemlerine bağlanmıştır.
– Kalıcı emperyalist barış ya da emperyalizm koşullarında kalıcı barış ölü bir soyutlamadır.
Sanılacak ki “tarih tekerrür” ediyor: Kautsky ve Gorbaçov tezlerinin birbiriyle olağanüstü benzeşmesi, çeşitli sonuçlarının da, uygulama önerilerinin de benzeşmesine yol açıyor: Lenin’in Kautsky’ye yönelttiği “işçilerin ölü liderleriyle uzlaşmalarını isteme” eleştirisi, aynısıyla Gorbaçov için de geçerlidir, göreceğiz, O da, işçilerin, öleli yıllar ve yıllar olmuş Sosyal Demokrat liderlerle uzlaşmasını istemektedir.
Lenin’in eleştirilerinden zerrece etkilenmeyen, ilk fırsatta, zamanı geldiğini düşündüğünde, Stalin gibi Lenin’e de küfre başlayarak ellerini tümüyle serbestleştirecek olan Gorbaçov “kalıcı” ve “evrensel” tanımlamalarıyla emperyalist barış programlan hazırlayıp sunuyor. Başlıca muhatabı, Reagan ve Amerikan emperyalistleri:
Önce, Gorbaçov’un, sosyalizmle savaş ve barış mücadelesi üzerine görüşlerini öğrenelim:
“Sosyalizm, savaşı, devletlerarasındaki ekonomik ve siyasal çelişkileri, ideolojik çatışmaları çözme aracı olarak kesinlikle reddeder. Bizim idealimiz, silahsız, şiddetsiz ve her halkın gelişme yolunu, yaşama biçimini özgürce seçebileceği bir dünyadır… İşte bunun içindir ki, evrensel barışın yaşatılması ve güçlendirilmesi için nükleer tehdide, silahlanma yarışına karşı mücadele, Parti’nin uluslararası çalışmasının başlıca yönelimi olarak kalmaktadır.” (48)
Parti’nin uluslararası çalışmasının başlıca yönelimi, barış için mücadele olamaz. Parti, barış için tavizler verme aracı değildir. O, gerektiğinde bunu yapar ve aralıksız bir şekilde barış için de çalışır. Ancak Parti, eğer bir sosyalist partiyse, sınıf ve sınıf mücadelesi partisidir. O, iç ve dış çalışmasında sınıf ve sınıf mücadelesini esas alır, devrim ve sosyalizmi, devrim ve sosyalizm mücadelesini başlıca yönelimi olarak saptar ve hayata geçirmeye çalışır. Barış için mücadeleyi sosyalizm mücadelesine bağlı olarak, sınıf mücadelesine dayanarak sosyalist hedefine uygun olarak yürütür. Barışın garantisi sosyalizmdir çünkü emperyalizm koşullarıyla sürekli savaş üreten bir güç, çatışma, yeniden paylaşım ve bunlara yol açan zıtlıklar ve eşitsizlikler kuyusu, tam bir Pandora kutusudur. Ve Parti, kendisini, savaşa dönüşebilecek, kaçınılmazca dönüşen ve dönüşecek emperyalist barışı savunmak, “yaşatmak ve güçlendirmek” ile sınırlandırmaz. Ve Parti’nin savaşsız, şiddetsiz bir dünya idealine sahip olması, onun her zaman ve koşulda ve hele haklı-haksız ayrımı yapmadan her türlü savaşı reddetmesine yol açmaz. Örneğin bir sosyalist parti ve ülke emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarını destekler. Örneğin, burjuvaziye karşı başkaldıran proletarya ve emekçilerin savaşını destekler. Sosyalizm, devletler içinde ya da arasında tüm haklı savaşlardan yana tavır alır. Her türlü savaşı reddeden, sosyalizm değil, sosyal pasifizm ve -işine geldiğinde işine gelen savaşı savunmakta, Afganistan işgali gibi, kusur etmekle birlikte- revizyonizmdir. Parti, savaşsız dünya idealine ancak savaşlardan geçilerek gidilebileceğini bilir ve idealiyle yaşanan gerçek durumu birbirine karıştırmaz. Oysa Gorbaçov, idealle gerçek durumu bilerek karıştırmakta, bununla hem geçici emperyalist barış ihtiyacını karşılamaya hem de proletarya ve halkların haklı savaşlara yönelme devrimci perspektifini bulandırmaya çalışmaktadır.
Sosyalist bir ülkenin dış politika ilkesi de, bu söylenenlerden esasta farklı olamaz. Sosyalist bir ülke barış içinde bir arada yaşama politikası izleyecek, saldırgan ya da “devrim ihraççısı” bir tutum içinde olmayacaktır. Bu politika tavizleri de içerebilir. Ancak şu kesindir ki, barış içinde bir arada yaşama politikası, özel şartlarda sınıf mücadelesinin sürdürülmesi politikasıdır. Özel şart, bu mücadelenin devletlerarası ilişkiler alanında sürdürülmesidir, sınıf mücadelesi, bu alana uyarlanmış haliyle ve savaştan kaçınma, uygun yöntemlerle savaşın emperyalist kaynaklarını güçsüzleştirerek emperyalistleri savaştan geri tutma ve savaşı geciktirme yönleri öne çıkarılarak yürütülür. Bunda temel dayanaklar, kapitalist ülkeler proletaryası ve dünya halkları ve onların mücadelesidir; sosyalist bir ülke, sınıf mücadelesi öğretisinin dış ilişkilere uygulanması demek olan dış politikasını bu güçlerle birleşme ve ittifak halinde yürütür. Yanı sıra, ilerici ülkelerin emperyalistlere karşı mücadelesini destekler ve emperyalistler arası çatlak ve çelişkilerden yararlanır. Yoksa sosyalizmin ideali savaşsız dünya diye, boğazına kadar şiddet ve savaşa batmış bir dünyada, bugünkü dünyada “evrensel barış” peşinde koşamaz, gerçekliği göz ardı edemez. Sosyalist bir ülke barış politikası güder, ama onu sosyalizmin yerine geçirmeden, Gorbaçov’un dediği gibi “ortak insani çıkar ve değerler”le emperyalist barışı sınıf çıkarları, sosyalizm ve gerçek kalıcı barış karşısına koyarak, önceliğin, ikincinin koşullarını da yaratmak üzere birincide olduğunu söyleyerek değil…
Sınıf mücadelesi ilkesi ve sosyalizmi ayaklar altına alan, “önceliği”, “ortaklık” adına burjuvazi ve emperyalizme, emperyalizmi savunmaya ve uygulamaya veren Gorbaçovsa, -Lenin’in eleştirilerine rağmen-, “temelden yeni bir dönem”, “barışçıl” bir “ultra-emperyalist” dönem peşinde. Silahsızlanma programının hedefini böyle tanımlıyor:
“SBKP, … kitlesel kırım silahlarının ortadan kaldırılmasıyla ilgili çok yönlü bir program, genişliği ve kapsamı açısından tarihsel değer taşıyan bir program öne sürmüştür. Bunun uygulamaya konulması, insanlık için temelden yeni bir dönem açacak(tır).” (49)
İnsanlık için gerçekten yeni bir dönem açacak olan program kuşkusuz tarihsel değer taşırdı. Çünkü Gorbaçov, az sonra göreceğiz, hem de bir eylem platformu olduğunu söylüyor programının. Sınıfsız toplumun, savaşsız bir dünyanın eylem platformu niteliğinde de olan bir program estette tarihsel olurdu, işin sonuna yaklaşıldığını belirtmiş olurdu çünkü böyle bir program. Ama gerçeklere baktığımızda, yaşadığımız dünyayı şöyle bir yokladığımızda, sözü edilen program bir başka anlamıyla tarihsel. Tarihten, tarihin çöplüğünden çıkarılmışlığı anlamında, Kautsky’yi yineleme anlamında. Gorbaçov, “Programımız, esasında, nükleer uzay çağında güvenli bir dünyanın kurulması felsefesi ile somut bir eylem platformu arasında bir sentezdir.” (50) derken, programı nasıl bir “tarihsel değer” taşıyabilir?
Aslında, Gorbaçov, bu söyledikleriyle, durumu daha da vahimleştirmekte, savaşsız, sınıfsız toplum felsefesi ite henüz koşulları yokken onun eylem programını, sosyalizmle yığınları aldatmayı ya da idealle gerçeği “sentezleştirerek”, önce anlamsızca sonraysa, anlamsızın ardındaki anlam açısından emperyalizme, “barışçıl” emperyalizm umudu yaymaya varmaktadır. Sınıfsız bir “nükleer uzay çağı” nitelemesiyle çağı muğlâklaştırarak işe başlayan Gorbaçov, Marksizm’in (felsefe diyerek Marksizm’i ima ediyor olmalı) savaşsız-sınıfsız dünya idealizmi “somut bir eylem programıyla” bugünden, emperyalizm koşullarında gerçekleştirmeye yönelmekte ve bugünden “güvenli bir dünya”nın olanaklı olduğunu iddia ederek, emperyalistlere bunu, yani sömürü ve talanı ortakça sürdürürken barış umutlan yaymayı önermektedir. Devrim ve sosyalizme en iyi “barış” hayalleri yayarak karşı çıkılabilir diye düşünüyor Gorbaçov. Bunu yapıyor. Ama yanılıyor. Halklar gerçek barışın yolunu bulacaklardır.

Emperyalizm, Güç Politikası ve “Yeni Politik Düşünce”
Apriori olarak savaşın mantıksızlığı ve olanaksızlığını, çünkü herkesi, her sınıftan insanı yok edeceği ama insanın yaşama hakkına sahip olduğunu savunan Gorbaçov, bu ‘fikrini” geliştiriyor:
“…o zaman, yalnızca, nükleer savaşın kendisi değil, aynı zamanda bu türden bir savaşın ön hazırlığı, yani silahlanma yarışı, askeri üstünlüğe duyulan özlem, nesnel olarak hiç kimseye politik bir kazanç sağlayamaz.” (51)
Amerikan emperyalistleri daha yeni, Aralığın son günle-rinde Libya’yı kimyasal silah ürettiği bahanesiyle askeri açıdan tehdit etti. Doğrudan askeri üstünlüğüne dayanarak güç politikası izliyor ABD. Ve askeri üstünlüğü ona politik kazançlar sağladı, sağlıyor. Gorbaçov ötelere bakınmasın, aranmasın,  Amerikan emperyalizminin askeri üstünlüğü -kuşkusuz devasa ekonomik gücünden gelen ve özel olarak geliştirilmiş, militarize edilmiş ekonomiye dayanan- askeri gücü, Gorbaçov’un kendisini “barışçıl” görünüme bürünmeye itmiştir. Gorbaçov “barışçıllığı”nın başka nedenleri de var elbet, ama bir neden de bu. Ve Gorbaçov. Zaman kazanarak ve ABD’yi politik olarak köşeye sıkıştırmaya çalışarak O’nun bu üstünlüğünü etkisizleştirmek ve bu arada Sovyet ekonomisini de geliştirerek, bu temelde yeni ve geliştirilmiş askeri araçlara sahip olmak istiyor, bunu kuruyor. Askeri güç ve dikte ettiriciliği niçin politik kazanç sağlamasın?
Gorbaçov, bir yandan “barışçıl” hayaller yayarak proletarya ve halkları pasifize etmeyi ve devrimden uzaklaştırmaya çalışırken, diğer yandan da Amerikan emperyalistlerini bir yönüyle iknaya bir yönüyle de ürkütmeye çalışıyor. “Gel vazgeç”, askeri araçlarla bir şey elde edilemez, geleceği yok diyor, “nükleer silahlar bende de var, fazla üzerime gelme” mesajıyla da O’nu dünyanın işbirliği yoluyla paylaşılmasına razı etmeye yöneliyor. Gorbaçov, endüljans dağıtıyor, cennette yer satıyor: “Askeri cepheleşme ve topyekûn çatışma politikasının geleceği yoktur. (52) Bugünkü etkenlere bakarak geleceği okuyor. Ne kötü bir okuma! Uzunca üzerinde durduğumuz “değişiklikler”in emperyalizmin özünü değiştirmesi, bunda nükleer silahlanmanın önemli rolü olması temelinde askeri cepheleşme ve güç politikası etkisizleşiyor, geleceksizleşiyor. Gorbaçov, kuşkusuz, sınıfsız toplum gibi uzak bir gelecekten değil, emperyalizm koşullarında yakın bir gelecekten söz ediyor. Daha kesin bir ifadesi Gorbaçov’un:
“…tüm biçimleriyle güç politikası tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur.” (53)
Neden doldurdu sorusunun yanıtı yanı sıra güç politikasının yerini alacak olan nedir sorusuna da yanıt bulmak için Gorbaçov’dan bir aktarma daha yapalım:
“…çağdaş silahların niteliği, hiç bir devlete, sadece askeri ve teknik araçlarla, örneğin, en güçlüsü olsa bile savunma sistemi yaratarak kendini korumak umudunu vermemektedir. Güvenliğin garantisi, her zamandan daha çok, siyasal bir görev olarak ortaya çıkmaktadır.” (54)
Birinci olarak, askeri güç kullanma, askeri üstünlük ve yeni askeri güç politikası “tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur” iddiası ancak avutmaya yönelik bir masaldır. Nikaragua ve Salvador’a, Angola ve Afganistan’a yönelik askeri güçler kullanma ve izlenen güç politikası bunun tersini kanıtlıyor. İran ve Libya’ya indirme ve çıkarmalar, bu ülkelere yağdırılan emperyalist bombalar, Filistin Devrimin dize getirilişi neyin ürünüdür? Doğu Avrupa’da Sovyet askerleri ne arıyor, Estonya ve Letonya bağımsızlık isteyince neyle tehdit ediliyor ve Karabağ’da ilan edilen sıkıyönetim neyin aracıdır, göstergesidir, denizler ve okyanuslarda Amerikan ve Sovyet gemileri niye dolaşıyorlar ve yine pek çok ülke ve adada Amerikan ve Sovyet askeri üsleri ne işe yarıyor? Dünya, başlıca iki süper devletin, Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal emperyalizminin izlediği güç politikasının cenderesindedir.
İkinci olarak, “güç politikasının tüm biçimleriyle tarihsel olarak ömrünü doldurduğu” iddiası tamamen bir çarpıtmadır, yalandır. Bunun, “güvenliğin garantisi siyasal görevdir” derken Gorbaçov ve “Konferans, uluslararası gelişmelerde ortaya çıkan çelişkilerde ve anlaşmazlıkların giderilmesinde tek olanağın politik çözüm yolu olduğu konusundaki yaklaşımın SSCB’ye yüklenen, insanlığın yaşaması ve gelişmesi uğruna yapılan çalışmalardaki tarihi rolünü vurgular.” (55) kararını alırken 19. Konferans açığa vurmaktadır. Önerilen, askeri güç kullanımına yol açabilecek “anlaşmazlıkların giderilmesinde” politik çözüm yoludur.
Önemli olan güç politikasının emperyalizmin bir uygulaması olduğudur. Anlaşma ya da çatışmaların güce bağlı olarak gerçekleşmesidir; dünyanın yeniden paylaşılmasının, ezilen halklara ve çeşitli türden sömürge ya da nüfuz bölgesi olarak paylaşım konusu bölgeyi elinde tutan eski “sahip”e karşı güç kullanılarak, güç oranında şekillenmesidir. Gücün, askeri ya da politik güç olarak ve hatta ekonomik güç olarak biçimlenmesi ve kullanımı işin ayrıntıya ilişkin yönüdür. Bugün askeri, yarın politik, sonra yine askeri güç kullanımı olanaklıdır ve Lenin’in dediği gibi biri diğerini koşullandırır ve hazırlar. Anlaşmazlıklar politik yoldan giderildiğinde, anlaşmazlık konusu, anlaşma yoluyla giderildiğinde, bir emperyalist devletle bir başkası ya da tüm emperyalist devletler bir ittifak gerçekleştirdiğinde, anlaşmanın yine tek bir aracı, anlaşmazlığın giderilmesinin tek bir çözüm yolu vardır: güç ve güç ilişkileri. Anlaşmalar, emperyalistler arasında güç oranlarına göre yapılır. Sömürge politikasının yeni biçimi, yeni sömürgecilik yok mu edildi, güç politikasının “tüm biçimleriyle” tarihsel olarak ömrünü doldurduğu iddia ediliyor? Yeni sömürgecilik, başlıca bir güç politikası uygulanımıdır, esas yönüyle ekonomik gücün ele geçirici, ilhakçı, dikte ettirici uygulanımı. Bu biçimde mi tarihe karıştı? Hayır, tarihe karışmış olan, ultra-emperyalist barışçıllık Gorbaçovcu hayaliyle, emperyalizmin ekonomik, siyasal, askeri güç ilişkileri temelinde varlığının yadsınması, onun güç politikasından arındırma çabasıdır. Ne yapalım ki Gorbaçov, bu eskimiş tezleri tarihin çöplüğünden bulup çıkarıyor.
Emperyalizm tekelci kapitalizmdir, tekelse ekonomik ve siyasette egemenlik, ele geçirme, dikte ediciliktir. Tekel hammadde kaynaklarına el koyma, fiyat dikte etme, pazarları ele geçirme demektir. Dünyanın ekonomik ve siyasal olarak paylaşılması demektir. Sömürge politikası ve ilhak eğilimi demektir. Ve el koyma, paylaşma, dikte etme ancak güce dayanarak olur. Mali sermaye, sermayesi ve gücü oranında el koyar, paylaşır, anlaşma ya da çatışma yoluyla, ama tüm el koyuculuğu, paylaşımcılığı, ister anlaşma, ister çatışma aracılığıyla gerçekleşsin gücüne bağlıdır. Egemenlik ve paylaşım peşinde koşmasına pazarında merkezilendiği devleti çağırır, gereğinde devlet tekeli kurulur ve tekel ve tekelci devlet siyaset ve dikte eder, el koyma ve paylaşım yalnızca ekonomik değil, siyasal ve giderek askeri güçler oranında gerçekleşir. Zaten paylaşılmış bir alanın, bölge ve ülkenin yeniden paylaşılması için yalnız ve yalnızca eski sahibi oradan kovacak güç gereklidir. Anlaşma yoluyla, güç karşısında terke razı ederek ya da çatışma yoluyla ele geçirerek, güç kullanılarak, güç politikasıyla yeniden paylaşım gerçekleşir.
Ve güçler ilişkisi, güç kullanma durumunda olan tekellerin ve emperyalist devletlerin güçleri sürekli değişme durumunda olduğu için değişir. Kapitalizm, işletmeler, sektörler ve ülkeler bazında eşitsiz geliştiği ve eşitsiz gelişme emperyalizm döneminde daha da arttığı için, değişen güçler ve güç ilişkileri her alanda yeniden paylaşımları zorlar, gerekli kılar. Hızla gelişen, gelişmede ileri giden tekel ve emperyalist devletler yeni olanakları talep eder. Yeni işletmeleri, bölge ve ülkeleri ele geçirmeye çalışacaktır. Tekelci dönemde, serbest rekabetten doğan ama onu yok etmeyen, onun üstün ve yanında var olan ve dolayısıyla rekabeti yoğunlaştıran, anlaşmazlık ve çatışmaları keskinleştirip şiddetlendiren tekellerin egemenlik dönemi olan emperyalizm koşullarında güç ilişkilerinin belirleyiciliği, güç politikası, bu koşulların asli unsurlarındandır. Ve Gorbaçov emperyalizmi genel olarak güç politikasından, özellikle de askeri güç politikasından arındırma çabasındadır. Yeni politik düşüncesini Leninizm’in karşısına çıkarmaya yeltenmektedir.
Lenin kapitalizmde çelişkilerin çözümüyle gücün ilişkisi üzerine şunları söylüyor:
“Mali sermaye ve tröstler, dünya ekonomisinin farklı unsurlarının gelişmesinin ritimleri arasında farklılıkları azaltmaz, çoğaltır. Oysa kuvvetler arasındaki ilişki, değişikliğe uğradıktan sonra, kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?” (56)
Bir başka yerde:
“…kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusunda, paylaşmaya katılanların gücünden bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez.” (57)
Ve Lenin’den, emperyalizmin “barışçıllaştırılması” hayali yoluyla onu askeri güç politikasından soyundurma ve ekonomik ve siyasal güç politikasını -sanki matahmış gibi- askeri güç politikasının karşısına koyma, ikisini birbirinden koparma tezlerine yöneltilmiş eleştiri:
“…savaşınım biçimleri değişebilir, nitekim özel ve geçici nedenlere bağlı olarak değişmektedir de; ama savaşınım özü, onun sınıfsal içeriği, sınıflar var oldukça değişmez… (Kapitalistler-MY) dünyayı, mevcut ‘sermayeleri’, ‘güçleri’ oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi söz konusu olamaz. Şu da var ki, ekonomik ve siyasal gelişmeye göre, güçler de değişmektedir. Olayların ardındaki gerçeği kavrayabilmek için, güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle hangi sorunların çözülmüş olduğunu bilmek gerekir. Bu değişikliklerin salt ekonomik mi, yoksa ekonomik -olmayan (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı sorunu, kapitalizmin şu içinde bulduğumuz çağma ilişkin hiç bir temel kanıyı değiştirmeyecek ikinci bir sorundur. Kapitalist gruplar arasındaki savaşımın içeriği sorununun yerine, bunların (bugün için barışçı, yarın için barışçı olmayacak, öbür gün için gene barışçı olmayacak) biçimleri sorununu koymak, bir sofist gibi hareket etmekten başka bir şey değildir.” (58)

“Yeni Politik Düşüncenin” Belirleyici Öğesi Diyalog, Çıkarlar Dengesi ve Birlikte Düşünme
Askeri biçimiyle güç politikası yerine siyasal çözüm arayışları olarak sunduğu barışçıl biçimiyle güç politikasını koyarak tartışmayı çatışmanın biçimleri sorununa taşıyan ve bu iki biçimin tek tek ve aynı özden, sınıfsal içerikten yansıyan, biri diğerinin yerini almaya hazır ve koşullara göre değişikliklerle biri diğerine dönüşen emperyalist güç politikası biçimlerinden barışçı! olanı, mutlaklaştırma eğilimiyle, savunan Gorbaçov, güce dayalı olarak gerçekleşme durumunda olduğunu gözlerden gizlemeye çalıştığı anlaşmalar, birlikler ve politik çözüm siyasetinin ve bu temelde ele alınması gerektiğini söylediği dış politikanın “belirleyici ögesi”ni diyalog olarak tanımlıyor. Askeri güç politikası izlemekten kaçınma ve “barış” için, “silahsızlanma” ve ekonomi ve yaşamın de-militarizasyonunu (Gorbaçov ve Gorbaçovcular de-militarize ve yeni sömürgecilikten arınmış emperyalizm olabileceğini ve olacağını savunuyorlar, bunun incelenmesini bir başka yazıya bırakıyoruz) ve diyalogu öneriyor; Konferans bunu karar altına alıyor, onaylıyor:
“Konferans, Sovyet yönetiminin, savaş tehlikesinin açık ve yapıcı bir diyalog ve silahsızlanma yoluyla yok edilmesi politikasının doğruluğunu vurgular.” (59)
Kuşku yok ki, diyalog ve silahsızlanma yoluyla savaş tehlikesinin yok edilmesi olanaksızdır; bu, pasifist hayaller yayma yoluyla, proletarya ve ezilen dünya halklarını silahsızlandırmak, devrim ve devrim fikrinden uzaklaştırmak, emperyalizm koşullarını mutlaklaştırmak ve emekçi yığınları savaşın kucağına sürüklemek demektir. Bu, şu çağrıyı yapmak anlamına geliyor: “İşçiler, ezilen halklar, bırakın, emperyalistler diyalog ve silahsızlanma yoluyla barışı ger-çekleştirsin ve savaş tehlikesini önlesinler, ben de onlara yapıcı yardımlarda bulunurum, sizin barış için mücadele etmeniz gerekmiyor, hele sınıf mücadelesi barış atmosferini ‘ bozar, devrimlerden geri durun, işi bize bırakın!”
Emperyalistler ve sosyal emperyalistler birbiriyle görüşecekler ve emekçiler emperyalizmin silahsızlanması hayali peşine düşecekler. Gorbaçov rahat edecek… ama bu görüşmeler ve anlaşmalar siyaseti, emperyalistler arası barışçıl, paylaşım savaş hazırlığı demektir, savaş tehlikesi demektir, savaş tehlikesinin yok edilmesi değil.
Sosyalist ülkeyle emperyalist ülkeler arasındaki görüşmelere gelince, üzerinde duruldu, bu, belirleyici değil, ancak etkileyici, ikincil bir öğedir. Emperyalizm yok edilmedikçe, savaşın kaynağı kurutulmadıkça, savaş tehlikesi tamamen önlenemez. Geciktirilmesi mümkündür; bunun içinde doğru bir politika izlenmesi gerekir. Görüşmeleri esas alan bir politika değil, sınıf mücadelesini ve sınıf güçlerine dayanmayı, devrimi ve devrimci güçleri esas alan bir politika. Görüşmeler, ancak, sınıf güçlerinin seferber edilmesi ve doğru kullanılması temelinde, eğer doğru yürütülürse, savaşın geciktirilmesini kolaylaştırıcı etki yapıyor. Ama her halükarda görüşmeler, kapitalizm koşullan çerçevesinde sıkıştırılıyor, onun sınırlarının dışında ele alınmıyorsa, burjuvaziyle proletarya, emperyalizmle ezilen halklar ve kapitalizmle sosyalizm çelişmeleri temelinde bu çelişmelerin devrimci yönlerine dayanarak ve emperyalistler arası çelişmelerden yararlanılarak yapılmıyorsa, savaş tehlikesini önlemeye katkıda bulunamaz.
Emperyalistler arası diyalog, onların halklara karşı birleşmeleri, güçleri oranında dünyayı “barışçıl” yöntemlerle paylaşmaları demektir. Sosyalist bir ülkeyle emperyalist bir ülke ya da ülkeler arasındaki diyalog ise, sosyalist bir dış politika izlenip izlenmediğini de gösteren ve hatta izleyen ülkenin sosyalist olup olmadığını da ortaya koyan -ne tek ne de başlıca, çünkü temel olan sosyo-ekonomik yapıdır- göstergelerinden biridir. Çünkü diyalogun içeriği, amacı ve hangi çelişmelerin ve onların hangi yönünün temeli üzerinde gerçekleştirildiği önemlidir. İşte Gorbaçov’un diyaloga yükledikleri:
“Köklü biçimde değişen dış politikamızın belirleyici öğesi diyalog oldu. Sovyet yönetiminin, yabancı devlet başkanlarından sıradan insanlara kadar uzanan ve bu zamana kadar benzeri görülmeyen bir dizi ilişkisi, Sovyetler Birliği’nin ‘yeniden keşfi’ni getirdi. Biz de kendi payımıza çevremizdeki dünyayı daha iyi algılama ve anlama, dünya sorunlarının tartışılması ve çözüm yollarının aranmasına katılma… başka kültür ve manevi geleneklerden kaynaklanan düşüncelerden yararlı olan ne varsa alma olanağı elde ettik. Böylesi bir ‘geri iletim’ sayesinde, özgürlük ve demokrasi gibi değerlerin anlamı konusunda karşılıklı anlayışa ulaşmak da daha kolay hale geldi.” (60)
Farklı sistemler arası bir diyalog anlayışı değil bu. “Sınıf karşıtı” kesinlikle “ortak” haline dönüşüyor, dönüştürülüyor burada. Onlardan yararlanarak, Marksist olmayan “başka kültür ve manevi geleneklerden” öğreniliyor, emperyalistlere de, kendi paylarına, SSCB’nin sosyalist olmadığını görerek, onda “anlayış” ve birleşme tutumu saptayarak Sovyetleri “yeniden keşfediyorlar” ve hele sosyalizme bakılırsa, emperyalistlerle “özgürlük ve demokrasi gibi değerlerin anlamı konusunda karşılıklı anlayışa” ulaşılıyor. Ne sınıf karşıtlığı ne dünyanın dönüştürülmesi eğilimi… onlarla birleşme tutumu var burada, ideolojik, kültürel, siyasal her alanda birlik ve bütünleşme. Bu tür diyalog, tek ve aynı sistem içinde birleşmenin, sorunları barışçıl yöntemlerle çözmeye çalışmasının, halklara karşı bağlaşıklık arayışının ifadesidir. Ve zaten “Barış ve Sosyalizm Sorunları” dergisi yazarı, Sovyet ekonomi bilimleri doktoru Prof. Stanislav Menşikov tam bir açıklıkla rakip değil ortak diyor; kapitalist emperyalistler için:
Sovyet ekonomisti S. Menşikov:
“Toplumsal sistemlerimiz birbirinden çok farklı olmasına rağmen, biz birçok alanda işbirliği yapabiliriz ve yapmalıyız da. Birbirine rakip ve düşman olarak değil, partner (ortak) olarak bakmak çok daha akıllıcı bir iştir.” (61)
“Rakip ve düşman olarak değil partner (ortak) olarak” bakan ve emperyalistlerle işbirliğini amaçlayan, sınıfsal içeriğiyle kapitalist ilişkileri çerçeve edinen ve “ortaklarla” işbirliği İyilinde ortak değerlere ve dünyanın daha iyi anlaşılmasına ve kuşkusuz yeniden ve yeniden paylaşılmasına yönelen bir diyalog… Bu diyalogda, lafız olarak bile olsa, ne halka yer var, ne sınıf karşıtlığına, ne sosyalizme ve ne de sınıf mücadelesine. Tek şeye yer var: ideolojik, siyasal, kültürel uyum, ortaklık ve çıkarların dengelenmesi. Bu sonuncusu dünyanın paylaşılması demek, burada çıkar dengesinin tutturulması demek, dilin altındaki bakla bu, emel bu, yön verici temel kalkış noktası bu… Bunu Gorbaçov açıklıyor:
“Görüşmeler her zaman nazik ve karmaşık bir iştir. Burada esas olan karşılıklı olarak kabul edilebilir bir ÇIKAR DENGESİNİ elde etmeye çalışmaktır.” (62)
Bir rekabet var yine, rakiplik durumu var. Çıkarlar dengesinin tutturulmasını hedefleyen, doğal ki dengenin aracı olarak “barışçıl rekabeti”, güç oranında dünyanın barışçıl paylaşımını öne süren bir rekabet türü. Emperyalizm koşularında, farklı emperyalist, sosyal emperyalist devletlerarasında rekabet kaçınılmazdır, bugün barışçıl yarın barışçıl olmayan çatışma kaçınılmazdır. Ama bu rekabet, Gorbaçov ve Gorbaçovcuların söyledikleri gibi, kesinlikle iki farklı sistem arasındaki bir karşıtlıktan kaynaklanmıyor, “karşıt sistem” karşıt görülmüyor, rakip ve düşman sayılmıyor; anlaşılabilir, karşılıklı çıkarların “kabul edilebilir bir dengesi” bulunabilir, özgürlük ve demokrasi (karşıtlığı şeklinde anlaşılması gerekiyor) dahil tüm “dünya sorunları” üzerinde “karşılıklı anlayışa ulaşılabilir” bir partner olarak vurgulanıyor. Gorbaçov, partnerine/partnerlerine “birlikte düşünme” -karşılıklı anlayışa varmak ve çıkarları dengeleyebilmek için bu kuşkusuz gerekli- çağrısı yapıyor ve bu çağrısının yankı yaptığını söylüyor:
“…herkesi birlikte düşünmeye, tüm ülkelerin ve tüm insanlığın çıkarlarını göz önüne alarak birlikte araştırmaya çağırdık.
…Birlikte düşünme ve arayışa ilişkin açık ve içten çağrımız dünyada büyük bir yankı buldu.”(63)
Yankı buldu kuşkusuz, kapitalistlerde, emperyalist ülke ve yöneticilerinde, gericilerde. Ve tabi, emperyalistler tüm ülkelerin ve tüm insanlığın çıkarlarını göz önüne alarak düşünüp araştırmaya başladılar! Kapitalistlerin kendilerinden başkasının çıkarını ancak ezip geçmeyi, yok etmeyi çıkar edindiklerini, bunda iradelerinin hiç önemi olmadığını, sermaye ve onun birikimi yasasının, kapitalizmin nesnelliğinin -bunu dayattığını bilerek başkalarının çıkarını düşünmeyi bir yana bırakırsak, bu olanaksızdır, ortak çıkarlar- dünyanın paylaşılması- temelinde bir birlikte düşünme sürecinin gelişmekte olduğunu söylemek mümkündür. Yine Gorbaçov’un çağrılarının Batılı kapitalistlerde beğeniyle karşılanan bir etki yaptığını söylemek de. Birlik, kapitalizm çerçevesinde, Batılı kapitalist normlar esas alınarak, Gorbaçov’un Batı’ya yaklaşmasıyla gelişiyor çünkü. Ve O’nun Marksizm’den en küçük kırıntısında bile kopuşuyla, sosyalizmden kalıntı biçimlerden bile vazgeçişiyle. Bir başka Sovyet profesörü, Aleksander Galkin, “yeni politik düşünce”nin Marksizm olmadığını, daha geniş bir kavram olduğunu açıklıkla ifade ediyor zaten:
“…yeni politik düşünce Marksist-Leninist teorinin yaratıcı gelişmesinin şu andaki aşamasından önemli ölçüde daha geniş bir kavramdır. Toplumsal gelişmenin etkili bir etmeni olabilmesi için, yeni politik düşüncenin, en önemli noktaları itibariyle, yalnızca Marksist dünya görüşünün değil, aynı zamanda Marksizm’e karşıt ideolojik ya da yarı ideolojik ana sistemlerin de organik bir bileşeni haline gelmesi gerekmektedir.” (64) Söz gerekiyor mu? Birleşmeyi ifadelendirse, ama bari kendisi Marksist olsaydı! Bunu bile ileri süremeyecek denli koptu, Sovyet modern revizyonistleri Marksizm’den… Yalnızca emperyalistlerle, Batılı kapitalistlerle birliği düşünüyorlar, onların değerlerini esas almayı, bu değerler etrafında onlarla bütünleşmeyi ve dünyanın paylaşılmasında bu değerlerle yer almayı.

“Yeni Politik Düşünce”, İradeci ve Ahlakçı Bir Düşünsel Yığıntıdır
“Yeni politik düşünce”, adıyla bile Marksizm’den kopuşu ifade ediyor. Politikliği, takılan adında da bu denli vurgulanan bir Marksist politika yoktur. Politika nesnellikten, ekonomik-maddi temelinden kopmaz, koparılamaz ve ekonomiye rağmen politika geliştirilemez. Politika ile ekonomi arasında bir çelişme olduğu, ikincinin birincisini bire bir belirlemediği, kendi özerk gelişme süreci olan politikanın, ideolojik süreçler gibi, ekonomik süreçlerle belirli çelişmelere sahip olabileceği, olduğu, ama nihai çözümlemede, her politikanın ekonomiden, sosyal sınıfların çıkarlarından yansıdığı, ekonomik temelsiz ve sınıflar-üstü politikalar geliştirilemeyeceği, bu iddiayla geliştirilen politikaların yine bir sınıfın çıkarını yansıtacağı açıktır. Ve Marksizm, salt bir politik çözümlemeler manzumesi değil, ekonomik, felsefi, siyasal bir görüşler bütünlüğüdür. Emperyalizmin nesnelliğine karşın, ona ilişkin, bu nesnelliği bir yana atan politikalar geliştirilemeyeceği. Bunun yapılmaya çalışılması halinde hayal dünyasında gezintiye çıkılmış olunacağı ortadadır. Ama Gorbaçov’un vurguladıkları politikadır, mantıktır, ahlaktır, niyetler ve iradedir. İrade ve politikanın önemli olduğu doğrudur, ama ekonomik temelinden soyutlanmadığı, sınıfsal çıkarları görmezden gelmediği, ekonominin yasalarına ve nesnelliğine karşı ilen sürülmediği takdirde. Politika ve irade, nesnel koşullara uygunsa, onun gelişmesine, geliştirilmesine hizmet eder, izleyicisini ilerletir; tersi durumda ya tarihin akışına karşı durulmaya çalışılır ya da böyle bir irade ve politika yığınları aldatmanın unsuru durumundadır. Bilimsellikte ve politikada bile iyi niyete ise yer yoktur. Sınıflı toplumlarda ahlak da sınıfsal içeriklidir ve her sınıfın kendi ahlakı vardır, genel bir “ahlak” söylemiyle politika yapmak, bir yanıyla sofizm, diğer yanıyla da insanların dikkatini dünyanın gerçekliklerinden, nesnelerden, maddi gelişme ve çelişmelerden kutsallaştırman bir alana, “birlikte düşünülmüş”, herkes için “ortak değerler”in geçerli olduğu gerçek-üsîü bir alana çekmekten başka Lir anlama gelmez. Eskiden dikkatler, dinsel alana, göksel kutsallıklara çekiliyordu, sonraları ahlakçılık geliştirildi bu iş için. Gorbaçov da bu bin yıllık yoldan yürüyor:
“Yeni politik düşünce, çağdaş uluslararası ilişkilerde, halkların yüzyıllar boyunca geliştirdiği ve büyük beyinlerin genelleştirilerek ifade ettiği ahlakı değerlerin naşı’ yaşamsal bir önem taşıdığını daha iyi değerlendirmemizi sağladı.” (65)
“Ahlakı değerler”e yaşamsal bir önem biçen, “erdem” ve “erdemli oluşu”, dünyaya bakış ve yaşamın başlıca yönü ve temeli sayan ahlakçı, sofist (bilgici) düşüncenin, günümüzde artık eskimiş olmak üzere, halklar değil ama yüzyıllardır idealist filozoflarca geliştirildiği söylenmelidir. Gorbaçov’un sözünü ettiği büyük beyinler içinde, örneğin bir Marks ve Engels yoktur, ama örneğin Solan, Sokrat, Platon gibi idealist-sofist düşünürler vardır. Platon’un bilgelerce yönetilmesini öngördüğü, duyulur (maddeler) dünyasının bir kopyası olduğu “ideler” dünyasının, anlaşılır (akıl) dünyasının, idelerin en yükseği olan ve diğerlerinin kendisine bağlandığı “iyi”nin idesinin yönlendirdiği devleti ve devlet fikriyle Gorbaçov’un düşündüğü devlet ve devlet fikri arasında ne fark var? “İşte Gorbaçov’un devleti:
“Dünyadaki sayısız çelişkilerin çözümünde ve çıkarların dengelenmesinde, herkesin seçme özgürlüğünün tanınmasıyla birlikte, bencil tutkular ve önyargılar yerine, devletleri akıl, bilgi ve ahlaki normların harekete geçirilmesiyle, uluslararası ilişkilerin giderek de-militarize edilmesi ve insancıllaştırılması.” (66)
Bu, Gorbaçov’un dünyayı şekillendireceğini söylediği eğilimlerden biri! Çözümleyici, insancıl “akıl, bilgi ve ahlak devleti”, insanların mutluluğunu ve de-militarizasyonu sağlayacak! Ama bu devlet fikrinin ilk tasarımcılarından Platon bile, de-militarizasyonu öngörmüyor; akıl, bilgi yoluyla iyiye ve adalete ulaşılmasını garanti altına alacak “yargıçlar”la birlikte O’nun “devleti”ni yöneten “askerler”, Platon onlara “koruyucular” da diyor. Köleleri zaten insan saymayan Platon, çiftçiler ve zanaatkârlardan oluşan “çömlekçiler” ise yönetilip devleti besleyecek olan sınıf olarak belirtiyor. Diyor ki, “…mutluluk toplum içindir. Biz devletimizi bütün topluma mutluluk sağlasın diye kuruyoruz, yoksa bir sınıf değerinden daha mutlu olsun diye değil. Çünkü kurduğumuz devlette doğruluğu, kötü yönetilen devletlerdeyse eğriliği bulmaktayım… Bütün yurdun mutlu olması için koruyucunun koruyuculuğunu, çömlekçinin de çömlekçiliğini gereği gibi yapması gerekir. Biz toplum için gerçek koruyucular, ona hiç bir kötülük etmeyecek koruyucular istiyoruz… Koruyucularla yardımcıları kurduğumuz düzene bakıyorlar mı, böylece de bütün yurt gelişip en iyi yönetime kavuşunca her sınıf, doğanın verdiği mutluluk payını alabiliyor mu? İşte asıl buna bakalım…” (67)
Ve Platon, Gorbaçov’dan daha çok insancıl olmasa, düşünmeye yönelik: koruyucular ve yardımcılarını istiyor, de-militarizasyon saçmalığına sapmıyor; onların aklı, bilgeliği ve iyilik peşinde olan ahlakçılığından ve askerlerin koruyuculuğundan kaynaklanacak iyi yönetimle mutluluğa ulaşılabilmesini şarta bağlıyor; yargıçlar ve askerlere, yöneticilere mülkiyet! ve evliliği yasaklıyor. Gorbaçov buna da var mı? Mülkiyetinden ve “sevimli eşi” Raisa’dan boşanmayı göze alabiliyor mu? Brejnev’in damadını zimmetçilik ve suiistimalden yargılıyor; Ama Brejnev ve kızı/damadı evlenmeseler ve mülkiyet sahibi olmasalar bütün kötülükler önlenebilecekti! Damadın yargılanması da gerekmeyecekti! “Salt akıl ve ahlak devletine”, onun aracılığıyla da insancıllık ve mutluluğa ulaşılabilmesi için, kötülüklerim önüne geçilebilmesi için Platon’un şartını da yerine getirmesi gerekiyor Gorbaçov’un! Ama kaytarıyor!
“Kitlesel kırım silahlarını siyasal planların bir nesnesi durumuna sokmak, en azından, hem ahlaka aykırıdır, hem de, siyasal açıdan sorumsuzluktur.” (68) diyen Gorbaçov, “silah sızlanma yolunu seçebilmek için, her şeyden önce, bunu ger çekleştirme iradesine sahip olmak gerekir.” (69) diye ekliyor
Silahlanma ve silah kullanma şimdi de ahlaksızlık ve sorumsuzluk oluyor. Eleştiri, -Gorbaçov’un haklı savaşlar için silahlanmayı yadsıması bir yana, ki bu da sınıflar-üstüleştirilmiş ahlakçılığın bir ürünü ve göstergesidir-, ahlakçılık! emperyalistlerin “kötü ahlakına” yöneltiliyor. Ve öneri de hazır: devletleri bilgi, akıl ve ahlak harekete geçirmeli. Ne güzel düzeltme yolu. Gorbaçov, silahsızlanma için Platon’ un bilgece ve mutluluk için iyi yönetimini öneriyor. Silahlanmanın, kapitalist emperyalist temelleri, kapitalizm ve kâr dürtüsüyle ayrılmazca kaynaşmış olan savaş sanayi ve emperyalist paylaşımlara yol açan dünyanın emperyalist ekonomik-politik ilişkiler ağları ile sımsıkı bağlanmış oluşu, bunların yok edilmesi ve dönüştürülmesinin hiç sözü edilmiyor; maddi ve materyalist çözümler değil, irade ve ahlak ve ahlakçı idealist çözümler Gorbaçov “barışçıllığının” felsefi temelin oluşturuyor.
Ve Gorbaçov, Batılı liderlerin,  başlıca Reagan’ın “sağduyusuna” geliyor: “Her şeyin bizim imkanlarımız dahilinde olmadığını, birçok şeyin Batı’ya, Batılı liderlerinin tarihsel önem taşıyan kavşaklarda sağduyularını yitirmemi yeteneğine bağlı olacağını çok iyi bilmekteyiz.” (70)
“Çok iyi bildiğine” bakın! Batılı liderler sağduyularıyla silah sanayisinin dayattıklarıyla emperyalist çıkarların payla şunlar ve bunun nedeni olarak silahlanmada gerçekleşmesinin nesnelliğini silecekler! Ne büyük yetenek bu, emperyalistlere yüklenen! Ve Gorbaçov olağanüstü bir “gerçekçilikle” sorunu ortaya koyuyor; sorun, kapitalizmin gerçekliği değil, Batı liderlerinin, Gorbaçov’un kafasında yarattığı “değişiklikler”in “gerçekliğinin” -idealizm, ülküsü “yaratıcılık” burada da kalmıyor, sübjektivizmin en ileri noktasına varıyor– gerçekçi bir değerlendirmesini yapıp yapamayacaklarıdır: “sermayenin yönetici merkezleri, bugün olup bitenlerin yapıcı ve gerçekçi bir değerlendirmesini yapabilecekler midir?” (71) Sermayenin yöneticilerine son derece “gerçekçi değerlendirmeler”! dayatıyor kapitalizmin ve sermayenin birikim yasaları, bunlar, silahlanma, saldırganlık, dünyanın paylaşılması ve güç politikası gibi alanlardaki şu ya da bu değerlendirmelerdir; değerlendirme, emperyalist siyaset, bu dayatılanların nasıl, ne zaman ne türden uygulanacakları konularını kapsayabilir ve kapsar, yoksa emperyalizmin gerektirdiklerinin, emperyalizmi var eden koşulların “değerlendirmeler”e bağlı olarak, irade (ve ahlak) yoluyla değiştirilebilir oluşunu ve değiştirilmesini varsaymaz Sermayenin yöneticileri, değerlendirmeler yapar, bundan hareketle çeşitli politikalar saptar ve uygularlar, ama emperyalist irade ve politikanın, değerlendirmelerin emperyalizmi orta dan kaldırmayı, emperyalizmden vazgeçmeyi içermesi olanaksızdır ve dünyanın yorumlanması, sosyalist politika oluşturulması, gelişme olasılıkları üzerine düşünme, emperyalistlerin yapacakları “değerlendirmeler”den, hele bunları “yapıcılığı”ndan hareket edemez, politika nesnel gerçekle üzerine kurulur, kurulabilir. Gorbaçov’unki devrimci volontarizm de değildir, bu devrim yapma isteğiyle iradi zorlamaların nesnelliğin ötesine ve önüne geçirilmesidir. O, emperyalist iradeyi zorluyor; ilgilendiği, ezilenlerin iradesi, onların kurtuluş iradesi değil, emperyalist irade, sömürü ve paylaşımı sürdürüp sürdürmeme iradesidir. Gorbaçov, maddeyi, nesneleri, Platon gibi, idelerin, soyut düşüncesinin gölgeleri ve kopyaları olarak varsaymakta, insanların, bu arada emperyalistlerin “bir duvarın önünde zincirlenmiş ve ışığa sırtlarını çevirmiş (olduklarını), gerçekler(in), insanların sırtlarıyla ışığın arasından geçmekte (olduğunu), insanların gördükleri bütün şeyler(in), gerçeklerin kendileri değil, duvarda beliren gölgeleri” (72) olduğunu düşünmekte ve emperyalistlerin gördüklerini sandıkları nesnel gerçeklerin, kapitalizmin gerçeklerinin yerine ideleri, insanlık ideallerini ve sağduyularını geçirmelerini istemektedir. Geçirecekler!
Yoksa mı? “sağduyulu” olunamazsa mı? Felaket gerçekleşebilir: “Dünyadaki durum, artık siyaset adamlarının zekasına ya da iradesine bağlı olmayacak bir nitelik kazanabilir; bu durum, teknolojilere, askeri teknokratik mantığa tutsak olabilir.” (73)
“Siyaset adamlarının”, “zekası ya da iradesi” veya… Herhalde diyorsunuz, Gorbaçov tersi durumda nesnel koşulların gereğini yerine getireceğini söyleyecek artık. Eh; irade zorladı ama yetersiz kaldı, nesnellik galebe çalacak diyecek sanıyorsunuz! Ama Gorbaçov’da nesnelliğin, materyalizmin kırıntısı yok, siyasetçilerin “yapıcı ve gerçekçi değerlendirme” ve “sağduyulu oluş” olasılığının seçeneğini bile maddede, nesnellikle görmüyor, bu olasılığın karşısına bir başka iradi mantıksal olasılık çıkarıyor; sübjektivizmde aşırılığın, fasit bir daire içinde dönüşe götürmesi… Seçenek: askeri teknokratik mantığa tutsaklıktır! Uluslararası politikayı askerlerin belirlemesidir, askeri mantıktır!
Ama hemen korkmaya gerek yok, Gorbaçov bunun olanaksızlığının garantisini veriyor: “Barış, akıl ve iyi niyet potansiyelinin güçlendirilmesi eğilimi istikrarlıdır ve bunun ilke olarak geriye dönüşü yoktur.” (74)
Bir akılcılık, iradecilik, ahlakçılık, iyi niyet yığıntısı idealist temelli dış politika yönelimi olan “yeni politik düşünceli aracılığıyla Gorbaçov, emperyalistlerin niyetleri ve “yapıcı iradeleri” üzerine hayallerle -bu unsurları kuşkusuz kendisi için değil, halkları aldatmak için kullanıyor- emperyalizm koşullarında gerçek bir silahsızlanma ve barışa varılabileceğini tasarımlıyor. Kautsky’yi eleştirirken Gorbaçov’u da yanıtlayan Lenin olsun:
“Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar.”75
Yine Lenin, Gorbaçov’un, emperyalistlerin “iyi niyet” ve “sağduyuyla” dünyayı paylaşmanın barışçıl politikasını, barışçıllık ve silahsızlanma “tercih”ini koyabilecekleri ve koymakta oldukları düşüncesizliğini Kautsky’nin şahsında şöyle mahkûm ediyor:
“…Kautsky, emperyalizmin politikasını ekonomisinden ayırmakta; ilhakların mali sermayece ‘tercih edilmiş’ bir politika olduğunu ileri sürmekte; ve bu politikanın karşısına, güya olanaklı görünen ve gene mali sermaye temeline dayanan başka bir burjuva politikası çıkarmaktadır. Buradan da, ekonomi içerisinde tekellerin, tekeli, zoru ve fethi dışlayan bir politik tutumla bağdaşabileceği sonucunu çıkarmaktadır. Bu da, tam anlamıyla mali sermaye döneminde tamamlanmış olan ve en büyük kapitalist devletlerin arasındaki rekabetin günümüzdeki biçimlerinin kendine özgü temelini meydana getiren ‘dünyanın paylaşılması olayının’ emperyalist olmayan bir politikayla bağdaşabileceği demek oluyor. Böylece Kautsky, kapitalizmin bugünkü evresinin en temel çelişkilerini bütün derinliğiyle ortaya koyacağı yerde bunları daha hafif göstermeye, gizlemeye çalışıyor. Vardığı sonuç da, Marksizm’in yerine burjuva reformizmi oluyor.” (76)
Lenin, aynı nükleer silahların yığılı olduğu bir dünyada savaşı kışkırtmak cesaretinin gösterilemeyeceğini, savaşın mantıksızlığını ve barışın kaçınılmazlığım ileri süren Gorbaçov’un gerekçelerine benzer gerekçelerle “savaşa kışkırtma cesaretinin gösterilemeyeceğini” iddia eden A. Neymarck ile birlikte Kautsky’yi eleştirirken “iyi niyetçilik”e karşı yazıyor:
“Burjuva iktisatçılarının bu saflığına hiç de şaşmamak gerekir; üstelik böyle ‘saf görünmek ve emperyalizmin egemenliği altında ‘ciddi ciddi’ barıştan söz etmek onların yararınadır. Ama 1914, 15 ve 16 yıllarında aynı burjuva reformist görüş açısını benimseyen ve barış konusunda herkesin (emperyalistlerin, sahte sosyalistlerin, sosyal pasifistlerin) aynı kanıda birleştiklerini ileri süren Kautsky’de, Marksizm adına geriye ne kalmıştır ki? Emperyalizmi tahlil etmek ve çelişkilerini sergilemek dururken, bu çelişkilerden kaçmaya, sıyrılmaya çalışan reformist bir ‘iyi niyet’ten başka ne görüyoruz ki karşımızda?” (77)
Teoride iyi niyetten başka bir şey görülmüyor. Ama pratik ve çıkarlar açısından çok şey var. Lenin, Kautsky’de, onun “iyi niyetli barışçıllığı”nda kendi “ulusal” burjuvazisinin ele geçireceği nüfuz bölgeleri ve sömürgelerden elde edileceklerden kırıntılar amaçlayan işçi aristokrasisinin rahat çıkarları peşinde koşmayı görüyor; Gorbaçov’da görülebilecek olan ise, kırıntı kapmak da değil, barışçıl paylaşımda elde edileceklerin kendisidir, O iktidarda çünkü.
“Yeni politik düşünce’nin amaçladığı çıkarlara, onun nedenlerine gelelim.

“Yeni Politik Düşünce” Uluslararası İstikrar ve Çatışma Odaklarının Söndürülmesi, Devrim ve Sosyalizmin Bastırılıp Ezilmesi Politikasıdır
SBKP’nin “değişmez rotası” olarak, devrim ve sosyalizm mücadelesini dışlayarak, devrimsizleştirilmiş bir yönelimle yalnızca “komünist ve işçi partilerinin ve tüm toplumsal güçlerin barış, sosyal gelişme, özgürlük ve demokrasi uğruna verdikleri mücadele”nin (78) desteklenmesini belirten 19. Konferans kararları, onun ve yıldızı Gorbaçov’un devrim ve sosyalizm karşısındaki konumlarının kanıtı durumunda. Ama sorunun açılarak ortaya konmasında yarar var.
Sovyet Prof. Aleksander Galkin, “…kitle kırım araçlarının kullanıldığı bir savaşın olanaksızlığı olgusu ile şu anda var olan düşük yoğunluktaki çatışmaların tırmanma eğiliminin artması zorunlu olarak uluslararası istikrar sorununu gündemde tutmaktadır.” (79) diyor. Sorunun özü-esası bu: uluslararası istikrar, yani istikrarı bozucu ulusal ve sosyal kurtuluş devrimlerinin, tüm devrimci çatışma ve savaşlarının neden olduğu istikrarsızlığın giderilmesi… Gorbaçov açık konuşuyor:
“Bu geniş bölgede (Asya ve Pasifik yakalarında) oldukça karmaşıklaşmış çelişkiler vardır; bazı yerlerde, siyasal durum istikrarsızdır. İvedi olarak özgül çözümler ve yollar araştırmak gerekmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla, Üzücü sorunların siyasa! açıdan çözümü yararına çabaları uyumlandırma ve daha sonra da birleştirmeyle işe başlamak, böylece, bu temelde, Aysa’nın çeşitli bölgelerinde askeri cepheleşmenin hızını kesmek ve buradaki durumu istikrara kavuşturmak yerinde olacaktır.
“Asya’da ve öteki kıtalarda, savaş tehlikesi yaratan odaklar tükenmemiş olduğundan, bu son derece adileşmektedir… Gezegenimizin tüm hassas noktalarındaki çalışmalı durumları kaldırmak yollarının ortaklaşa araştırılmasını yoğunlaştırmak görüşündeyiz.” (80)
Batılı emperyalistlerle “ortaklaşa” Asya ve Pasifik’teki, dünyanın tüm hassas bölgelerindeki “üzücü sorunların” halli, “çatışma odaklarının” kurutulması, yani ulusal ve sosyal kurtuluş devrimlerine cephe alınması, Gorbaçov’un eylem programıdır. O, istikrar istemektedir, devrim değil, devrimin istikran bozmasını değil, kurulu düzen, ulusal ve uluslararası, devam etmelidir! Terörizme karşı öfke doludur, Lenin “ilke olarak terör reddedilemez” derken, o, tersini söylemektedir: “Bunalımlar ve çatışmalar, uluslararası terörizme de elverişli bir ortam hazırlamaktadır. İlan edilmemiş savaşlar… siyasal cinayetler… terörizmin iğrenç yüzü budur. SSCB -ilke olarak, terörizmi reddeder ve buna son vermek amacıyla öteki devletlerle etkin bir şekilde işbirliği yapmaya hazırdır” (81) Kullanılan dil bile, emperyalist ve faşistleri andırıyor. Gorbaçov, devrimi değil, karşı devrimi onaylıyor.
Tekrar Prof. Galkin’e dönelim. O, istikrarı bozucu iki hatalı eğilim sözü ediyor. Birincisi, emperyalistlerin -varlığı değil- zor ve güç politikası, askeri saldın politikası izlemesi, ikincisiyse devrimci tutumlardır:
“İkinci bakış açısını sol-radikal olarak tanımlamak mümkündür. Çünkü içerdeki sosyal sorunların çözülmesinde dış etmenler göz ardı edilmektedir. Böylesi bir görmezliğin yalnızca dış müdahalelere kapı açmakla kalmadığı, aynı zamanda sonuçları önceden bilinemeyecek bir uluslararası çatışmaya da neden olabileceği olgusu dikkate alınmamaktadır… Değişimlerin aşın, zora dayalı biçimlerde gerçekleştirilmesinin uluslararası duruma istikrarsızlaştırıcı bir etkide bulunması ve dış güçleri iç karışmaya özendirmesi durumunu, bu açık, belirgin yasallığı görmezlikten gelmek de olmaz… Sosyal dönüşümlerin tercih edilen yöntem ve biçimleri kararlaştırılırken, aynı koşullarda barışçıl, demokratik araçlara öncelik verilmesinin önemi, bu yüzden çok fazladır. İnsanlığı yok edici bir askersel çatışmayı önleme ihtiyacı ne kadar ivediyse, sosyal dönüşümlerin yöntem ve araçlarının seçiminde dış faktörün hesaba katılması da o kadar önemlidir.” (82)
Devrimler yatıştırılmalı! Bunun için “barışçıl araçlar ve yöntemler” kullanılmalı, bunlarla dönüşüm mümkün olmadığından, dünya değişmeden kalmalı. Proletarya ve ezilen halklar seslerini kesmelidirler, “yeni politik düşünce” öyle emrediyor. Yoksa istikrar bozulur, barış elden gider, savaş herkesi yok eder! Ezilen halklar, ” ‘gelişme bölgesi’ ülkelerinin çoğunluğunun gittikçe artan endüstriyel ve sosyo-politik geriliğini, özellikle bir zamanlar Lenin’in devlet kapitalizmi olarak tanımladığı yöntemlerle aşmalarına olanak verecek” (83) koşulları yaratmaya uğraşmalıdır! Lenin’in “devlet kapitalizmi” önerisi, güçlü bir sosyalist ülkeyi, onunla sıkı bağlantı ve onun doğrudan yardımlarını gereksinen, kendi döneminin Türkistan benzeri geri tarım ülkelerini ilgilendirmiyormuş gibi, sınırlı bir uygulama olanağı yokmuş gibi, hem de değişik koşullarda genelleştirilerek mutlaklaştırılmakta ve ezilen halklara -bir çarpıtmayla daha- sanki bu yol devrimi gerektirmiyormuş gibi barışçıl bir alternatif olarak sunulmaktadır. Kapitalizm koşullarının dönüştürülmesinden kaçınma, devlet kapitalizmiyle “geriliği aşma”- halklara bu öneriliyor “yeni politik düşünce” ile.
Gelişmiş ülkeler proletaryasına önerilen ise, liberalizm destekçiliğidir, yine devrimden kaçınma -çünkü istikrar bozulur ve savaş çıkabilir- ve kapitalizm çerçevesinde iyileştirmelerle avunmadır:
“…işçi hareketi ve onun devrimci kanadının)… çabaları(nın) ana yönü, en aşırı biçimleriyle tutucu-teknokratik modelin gerçekleşmesini önlemeye, liberal-demokratik varyantım ilkelerine en uygun düşen bir politikanın uygulanabilmesi için liberal-reformist öğelerin güçlenmesine yardımcı olmaya yönelmelidir… Bu modelin temelindeki sosyal taleplerin ardıcıllıkla yerine getirilmesiyle sermayenin hareket özgürlüğü ciddi bir biçimde sınırlanma tehdidi altına girer… (Böylelikle) liberal-reformist modelin ötesine geçip kısmen sosyalist renkli önlemlerin alınabileceği bir durumun ortaya çıkacağını hesaba katmak gerekir. Her durumda günümüzde kapitalizmin gelişme modellerinin esnekliği, olanaklara göre, yalnızca sağa değil, aynı zamanda uygun düşen durumlarda, sola da evrimleşmeye göredir.” (84)
Kapitalist ülkelerde de devrim yasak, reformlar yolu tutulmalı ve liberaller desteklenmelidir, buradan, uygun koşullarda “sosyalist renkli önlemler” aracıyla sola açılmak mümkün olabilir! Yani SSCB ve Gorbaçov’a yakınlaşmak.
Liberallerle sola açılmayı olanaklı ve uygulanabilir bulan Sovyet modern revizyonistleri, “barış, sosyal gelişme, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin”, “sosyal tabanı”nın genişlediği iddiasındadırlar:
“Barışın tehdit edilmesine karşı çıkabilmenin, insanların önünde duran global sorunların çözümüne dünya toplumunun birlikte çabalarıyla temel hazırlamanın şimdiye kadar-ki en geniş sosyal ve politik tabanını oluşturmanın olanakları önümüzde açılmaktadır.” (85)
Kuşku yok: emperyalistler dahil, herkesin birlikte çabalarıyla barışı savunabilmek ve “global sorunları” çözmek olanaklıysa eğer, mücadelenin sosyal ve politik tabanı da emperyalistleri de kapsayacak kadar genişlemiş demektir! Gorbaçovcular, sadece sağcı-militarist emperyalist çevreleri bu “tabana” dahil etmiyorlar; “sol emperyalistlerle”(!) ittifak, şiarları oluyor. Bunu adını takmadan, ama “herkes”, “herkesin ortak çabaları”, “tüm insanlık” gibi kavramlara yedirerek savunuyorlar; ama sosyal demokratlarla ve bir dizi gericiyle ittifakın adını da takıyorlar:
“Gelişmiş kapitalizmde işçi hareketinin şu aşamasında emekçilerin çıkarlarını kapitalizm zemininde koruma mücadelesi önde durduğu için, komünistlerle sosyal demokratların somut istemleri birbirlerinden çok farklı değildir, SSCB’deki ve bir dizi sosyalist ülkedeki yenilenme, kimi sosyal demokrat partilerin tutumunu deforme eden anti komünist önyargıların ortadan kaldırılmasına katkıda bulundu. Sosyal demokratlara karşı kimi komünist partilerde kemikleşmiş olan düşmanlık giderek aşılmaktadır.” (86) itiraf önemli: perestroyka sosyal demokratlarla “komünistleri”, yani modern revizyonistleri yakınlaştırdı deniyor. Zaten yakındılar, yakınlık artıyor. Ve işte işçilere, emekçilere, uzlaşmaları salık verilen “yeni” ölü-liderler”: sosyal demokrat ve liberal önderler, Brand, Kreisky ve diğerleri, Gorbaçov, Kautsky’i aratmıyor, aşıyor ama geri kalmıyor…
“Gorbaçov Barışçılığının” Nedeni: Ekonomik Güçlükler ve Tasarruf İhtiyacı
“Bugün her hangi bir çeşit ‘kapalı’ toplumun korunması olanaksızdır… Dünya ekonomisi tek bir organizma olmaktadır” (87) diyerek teoride de sistem farklılığını ve ayrı “sosyalist pazar”ın varlığını reddeden ve Amerikalı modern revizyonist Viktor Perlo’nun ağzından “barışçı bir dünya ekonomisinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, sosyalist ülkelerin olağanüstü büyüklükteki barışçı pazarları açıldığında” (88) kazanacaklarıyla emperyalistlerin iştahlarını kabartmaya çalışan ve onlara pazar sunan Gorbaçov ve Gorbaçovcular, birinci olarak emperyalist kapitalist sistemle bütünleşmeye çalışıyorlar. ”Yeni politik düşünce” ve “barışçıllığın” bir nedeni budur. Entegrasyon yönelimi ve kendini Batı’ya beğendirme uğraşı. İkinci neden, halkların hayallere boğulması ve devrim perspektifinin karartılmasıdır, pasifikasyondur. Üçüncüsü, taban genişleterek ve olabildiğince çok bağlaşık edinerek, yeşilleri, “barışçıları”, sosyal demokratları, liberalleri yanma çekerek rakip emperyalist devletleri politik olarak sıkıştırma ve güç politikası ilişkilerinde elverişli bir politik konum elde etme yönelimidir. Dördüncüsü, sağlanacak dış destek ve itibarla Gorbaçov’un iç durumunu kuvvetlendirmeye yönelik tutumdur.
Asıl ‘barışçıllık” nedeni ise, Sovyet ekonomisinin Amerikan ekonomisine göre nispi geriliği ve Gorbaçov’un, silahlanmayı, en azından bugün için, özellikle uzayın silahlandırılmasına Amerikan emperyalistleri kadar fon ayıramaması, silahlanmanın finansmanı çabasının Sovyet ekonomisinin içinde bulunduğu güçlüğü artıracak olmasıdır.
Görece gerilik koşullarında Sovyet ekonomisi Amerikan ekonomisi olanaklarıyla yarışamamakta ve yeni bir ekonomik düzenleme için, perestroykanın “meyvelerini” vermesi için zamana ihtiyaç duyulmaktadır. Öte yandan yeni düzenleme, yenilenme, askeri bütçenin olağanüstü giderlerinde tasarrufu gereksinmektedir. Zaten ulusal gelire oranla devasa bir yüzdeye ulaşan Sovyet savaş bütçesi taşınabilecek yükün ötesinde bir ağırlıktadır ve normal koşullarda bu durumun sürdürülmesi pek olanaklı değildir. Bu hacimdeki (Amerikan savaş bütçesi ulusal gelir oranını kat kat aşan bir orana sahip) bir bütçeyle bir ekonominin barışa daha uzun süre dayanması olası değildir. Gorbaçov, ya savaş politikası izleme ya da silahlanma ve savaş bütçesinde indirimler yapma seçenekleriyle karşı karşıyaydı, Ekonomik, politik vb. olanakları açısından SSCB’nin bir savaşa ve savaş politikası gömülmesine hazır olmadığını düşünen Gorbaçov, ikincisini seçti; geçici geri çekilme, barışçıl paylaşımcılık ve tavizler politikasıyla savaş bütçesinde kısıtlamalara yöneldi. Bu zaman kazanmayı ve barış içinde savaşa hazırlanmayı içeren, savaşı doğuracak bir politikadır. Sovyet ekonomisinin içinde bulunduğu durgunluk eğiliminin de zorunlu kıldığı bir tutum alıştır. Sovyet ekonomi bilimleri doktoru S. Menşikov ve Gorbaçov bu gerçekleri şöyle belirtiyorlar:
“Bizim reformlarımızın önemli bir özelliği, bunların, kaynakların askersel alandan sivil alana kaydırılmasını amaçlamasıdır.” (89)
Doğal ki, “sivil toplum”a dönüşmeyecek Sovyet toplumu bununla ve ne tüm askeri harcamalardan vazgeçilecek ne de yapılan sınırlı indirimler sürekli olacak, bunlar emperyalizmin özüne terstir.
“Dış politika çalışmaları, ülkenin maddi olanaklarında tasarruf edilmesine, barışçıl amaçlara ve yenilenmeye katkıda bulunmak zorundadır.” (90)
Yenilenmeye katkıda bulunmak üzere askeri harcamalarda tasarruf ve ekonominin soluklanması ve yani ve gelişkin teknolojilerin askeri alana uygulanmasının ihtiyaçlarını karşılar ve finansmanı sağlar hale getirilmesi. Sovyet ekonomisinin soluklanması ve -tanrı korusun!- güçlenmesine bağlı olarak “insanlık” yeni bir savaşa hazır olsun.
“Gorbaçov barışçıllığı”nın anlamı, savaş hazırlığıdır, askeri üstünlük ve savaş için uygun koşulların yaratılması için soluklanmadır. Ve devrim ve sosyalizmin Batılı emperyalistlerle birlikte ezilmesi ve yatıştırılmasıdır.
(Not: Yazımız, “militarizmsiz emperyalizm”, “emperyalizmin yeni sömürgecilik olmadan varoluşu” ve “emperyalist kapitalist sistemle entegrasyon” bölümlerini de kapsayacaktı. Yer darlığından bu bölümler başka bir yazının konusu olabilecek.)

1- 19. Konferans, Raporu, s.36
2-  27. Kongre Siyasal Raporu, s.103
3- 19. Konferans, s.87
4- 19. Konferans, s.56
5- 19. Konferans, s.168
6- 19. Konferans, s.36
7- 22. Kongre, s.17
8- 22. Kongre, s.22
9- 22. Kongre, s.3
10- Engels, Anti-Dühring, s.412-15
11- 27. Kongre, s.25
12- Engels, Anti-Dühring, s.43 8
13- 27. Kongre, s.41
14- 19. Konferans, s.91
15- 27. Kongre, s.27
16- 27. Kongre, s.29-30
17- 27. Kongre, s.27-28
18- 27. Kongre, s.31-32
19- 27. Kongre, s.33
20- 27. Kongre, s.35
21- 27. Kongre, s.32
22- Lenin. Emperyalizm, s.81-82
23- 27. Kongre, s.36
24- 27. Kongre, s.38
25- 27. Kongre, s.38-39
26- 19. Konferans, s.90
27- 27. Kongre, s.22
28- 19. Konferans, s.92
29- 27. Kongre, s.17
30- 27. Kongre, s.41
31- 27. Kongre, s.42
32- Dünyaya Bakış, s.7-28
33- 19. Konferans, s.42
34- 27. Kongre, s.90
35- Yeni Açılım, s.69
36- 27. Kongre, s.42
37- 27. Kongre., s.107
38- 27. Kongre., s.106
39- 27. Kongre., s.107
40- 27. Kongre., s.29
41- Lenin, Emperyalizm, s.142
42- Lenin, Emperyalizm, 5.113
43- Agy
44- Emperyalizm, s.116
45- Emperyalizm, s.118-119
46- Emperyalizm, s.143
47- Emperyalizm, s.144-145
48- 27. Kongre, s.104
49- 27. Kongre, s.103
50- 27. Kongre, s.108
51- 27. Kongre, s.107
52- 27. Kongre, s.28
53- 9 Konferans, s.93
54- 27. Kongre, s.105
55- 19 Konferans, s.185
56- Emperyalizm, s.116
57- Emperyalizm, s.144
58- Emperyalizm, s.90-91
59- 19 Konferans, s.185
60- 19. Konferans, s.37 ve 91
61- Dünyaya Bakış. s.7. s.78
62- 27. Kongre, s.108
63- 19. Konferans, s.37 ve 92
64- Yeni Açılım, s.58
65- 19 Konferans, s.90
66- 19. Konferans, s.94
67- Platon Devlet IV., s.419-421
68- 27. Kongre, s.108
69- 27. Kongre, s.105
70- 27. Kongre, s.40
71- 27. Kongre, s.41
72- Platon Devlet S.507-B
73- 27. Kongre, s.107
74- 27. Kongre, s.119
75- Lenin Emperyalizm, s.90
76- Lenin Emperyalizm, s.112
77- Lenin Emperyalizm, s.136
78- 19. Konferans, s.186
79- Yeni Açılım, s.57
80- 27. Kongre, s.113-114
81- Agy
82- Yeni Açılım, s.59
83- Yeni Açılım, s.65
84- Yeni Açılım, s.61-62
85- 19. Konferans, s.39-40
86- Yeni Açılım, s.66
87- Cumhuriyet 10 Aralık 1988, s.16
88- Dünyaya Bakış, s.7, 30
89- Dünyaya Bakış, s.78
90- 19. Konferans, s.185

Ocak-Şubat 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑