Türkiye Devrimci Marksist-Leninist hareketi, devrimci demokrat hareketler, işçi ve halk hareketi 12 Eylül ile birlikte tarihinin en büyük darbesini yedi. Bu darbenin en önemli özelliği, yalnızca-en kapsamlı ve en büyük darbe olması değil, aynı zamanda, etkileri en kalıcı olan darbe olmasıdır da.. Darbe sonrası aradan bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen, kendiliğinden işçi sınıfının ekonomik mücadelesi bir yana bırakılırsa, Marksist-Leninist hareketin, devrimci demokrasi güçlerinin ve işçi sınıfının siyasal mücadelesinin gücü, 12 Eylül öncesinin onda biri bile değildir. Marksist-Leninist harekette, devrimci demokrasi güçlerinde sınırlı bir kıpırdanma başlamış olsa ve bu da umut verici bir gelişme olsa bile 12 Eylül öncesiyle kıyaslandığında henüz oldukça geri bir noktadadır.
Bu durumun çok çeşitli nedenleri var. Biz bu yazımızda da bu çeşitli nedenlerin tümü üzerinde durmak yerine, geçen sayımızda yaptığımız gibi, yalnızca 12 Eylül öncesinde Marksist-Leninist hareketin ve devrimci demokrasi güçlerinin zaafları ve yanlış tespitleri ve bu yanlış tespitlerin yenilginin daha kalıcı olmasındaki rolü üzerinde duracağız.
Marksist-Leninist hareket, bir çok siyasi yoğunluktan farklı olarak, 12 Eylül darbesinden sonra, Türkiye’de değişik bir durum ortaya çıkmadığı tespitini yaptı. Bu tespitin yapılması ve üzerinde ısrarla durulmasının önemli bir nedeni vardı: Bu tespitle askeri klik hakkında yayılan hayaller ve cuntanın sağ gerici akımlara da karşı olduğu demagojilerine karşı dikkat çekilmeye çalışılıyordu. Gerçekten, cuntanın demagojilerine bağlı olarak oluşan hava, cuntanın sağa karşı olduğu, ordunun “millici”-“ilerici” geleneklerine bağlı olduğu, bu “geleneksel özelliklerinin” dışına çıkmayacağı doğrultusunda idi. Ya da çok geniş bir aydın ve ilerici çevre bu kanıda idi.
Bu noktada cuntanın “sağ gericiliğe de karşı olduğu” demagojisini deşifre etmenin ve bunun böyle olmadığının teşhirinin yapılmasının büyük önemi vardı. Bu anlamda, iktidar güçlerinin askeri bir biçim altında sultalarını sürdürmeye başlamalarına ve değişik demagoji malzemeleri kullanmalarına rağmen esas yönelim olarak sola, işçi ve halk hareketlerine karşı olma noktasında değişmediklerini, dahası, sola şimdiye kadar görülmemiş bir şiddetle saldıracaklarını ve solun kökünü kazımaya çalışacaklarını vurgulamak ve bu anlamda egemen sınıfların hedefleri açısından Türkiye’de değişik bir durumun ortaya çıkmadığını savunmak önemliydi. Ne var ki bu tespit, çerçevesi bu biçimde çizilen biçimle sınırlı olarak savunulmadı, daha ötelere gidildi ve neredeyse cuntanın, basit bir sıkıyönetim değişikliği, haydi haydi bir sıkıyönetim uygulamasından biraz ilerde bir değişiklik olarak ele alındı ve ona uygun olarak davranıldı.
Gerçi Türkiye devrimci hareketinin, yenilikten, toyluktan, kendisinden önceki devrim mücadelesinden devrimci birikim ve deney mirası devralamamış olmaktan, bünyesinde taşıdığı ve henüz arınamadığı zaaflardan vb. vb. nedenlerden dolayı doğru tespitler yapsa bile bu tespitlere uygun adımları atamama, gerekli taktikleri hayata uygulayamama gibi önemli bir eksikliği vardır, örneğin Marksist-Leninist hareketin aksine, “ülkede önemli bir değişiklik gerçekleşmiştir!” tespitini yapanlar vardır, olmuştur. Ama bu tespiti yapanlar ne ölçüde bu tespitlerine uygun davranmışlar, buna uygun taktikler geliştirebilmişler ve bu taktikleri hayata uygulayabilmişlerdir diye bir soru sorulduğunda, genellikle alınacak olan yanıt olumsuzdur. Cuntadan önce, darbe ihtimali olduğundan söz edenler bu ihtimale uygun davranamamışlardır. Cuntadan sonra “ülkemizde önemli bir değişiklik gerçekleşmiştir” tespiti yapanlar, ister geri çekilme taktiği uygulasın, ister saldırı taktiği ya da buna benzer bir taktik izlesinler, pratikte buna uygun davranmamışlardır. Geri çekilme taktiği izleyenler ya tamamen pratiker ve sınıf mücadelesinden kopmuş, ya da aynı anlama gelmek üzen ortaya yeni bir şey koyamamış yaratıcı herhangi bir adım atamamış ve sonuç olarak yine sınıf mücadelesinden kopmuş, ne darbelerden kendilerini koruyabilmiş ne de mücadeleci bir gelenek yaratabilmişlerdir. Aynı biçimde saldırı taktiği izleyenlerin taktiklerinin cunta öncesi taktiklerden ve önlemlerden bir farkı olmamış bunlar da hem kalıcı olamamış ve yine aynı biçimde yeni bir mücadeleci geleneğin yaratıcıları olamamışlardır. Kuşkusuz herkes karınca kararınca devrimci görevlerini yerine getirmeye ve cuntamı teşhiri için elinden geleni yapmaya çalışmış, ama pratikte de görüldüğü gibi bunlar ülkenin geleceği açısından belirleyici önemde olamamış, cuntayı ciddi olarak şu ya da bu biçimde etkileme, ya da sarsma boyutuna ulaşamamıştır.
Tüm bunlar bir yana, Marksist-Leninist hareket açısından “Türkiye’de değişik bir durum ortaya çıkmamıştır” tespiti yapmak “ne anlama geldi” ve “neye yol açtı?” sorularını irdelemek gerekir.
Cuntadan Sonra “Değişiklik Yok” Tespiti Neye Yol Açtı?
Açıktır ki ülkede değişen pek çok şey vardı. 12 Eylül cuntası yükselen kitle hareketini bir çırpıda durdurmuş, devrim cephesinde 12 Mart’la kıyaslanamayacak bir şaşkınlık yaratmıştı. Başta DİSK olmak üzere kitle örgütleri kapatılmış, legal olanaklar bütünüyle ortadan kaldırılmıştı. Yasadışı kitle bağ ve araçlarına sahip olmayan ve önceden bu bağları geliştirme konusunda pek de gayretli olmayan tüm devrimci demokrat akımların kitlelerle bağları önemli ölçüde kopmuş, çoğunlukla kendileri bile işlemez hale gelme durumuyla arşı karşıya kalmışlardı. Bu olgu ve gelişmeler, “değişik durumun” bir sonucuydu ve son derece önemliydi. Devrim ve karşı devrim kampında ve bu kampların kendi içinde, karşılıklı ilişkilerinde ciddi bir değişim ortaya çıkmıştı. Bunlardan, burada, tek tek söz etmenin gereği yok. Değişen pek çok şeyin olduğu ve bunların, Marksist-Leninist hareketin ve devrimci demokrat hareketlerin faaliyet ve taktiklerini doğrudan ilgilendirdiği ortadadır. Marksist-Leninist hareket bu olgu ve gelişmeleri, ortaya çıkan bu “yeni durum”un yarattığı sonuçları tümden görmezden geldi denemez. Ancak, “ülkede değişik bir durum olmadığı” tespiti; olgu ve olayların, gelişmelerin gerçek yönlerinin görülmesinin önünü kapattı ve pratik organize yaşamda o günlerde bile kolaylıkla görülebilen hatalı yapıların düzeltilmesine ve örgütlenme çalışmasında gidilmesi gereken köklü değişikliklere yönelemedi. Kitlelerin içinde bulunduğu durumu, karşıdevrim karşısında kitle hareketinin sorunları ve dinamikleri “yeni durum”a uygun olarak değerlendiremedi.
Marksist-Leninist hareket, kendini, örgütlenmesini ve koşullara hazırlama ve yeniden uyarlamada bile ciddi bir tutum benimsemedi. Bu gevşek tutumda, “ülkede değişen bir şey yok” tespitinin rolü inkâr edilemez. ’81’in ilk birkaç ayında yenen darbeler bunu açıkça gösteriyor. “Değişik bir durumun olmadığı” tespiti, Marksist-Leninist hareketin çevrelerinde ve kitleler nezdinde güvensizlikle karşılanırken, Marksist-Leninist hareketin odağında, her şeyin eski biçimiyle sürdürülmesinin zeminini güçlendirdi. Faşist diktatörlüğün saldırılarını küçümseme biçiminde kendini gösteren liberalizm güç buldu, önceki zaafların temelinde de giderek yaygınlaştı. Görünürde “sol”, cesur, ama özünde sağ ve teslimiyetçi bir tutum Marksist-Leninist hareketin faaliyetine ve tutumuna yansıdı, aradan yıllar geçtikçe de daha etkili hale geldi. Mücadele etmek istediği halde oluşan bulanıklıktan dolayı önünü göremediği için mücadele edemeyen birçok insan ne yapacağını bilemez halde ortalıkta kaldı, ya diktatörlüğün baskılarına dayanamadığı için düzenle uyum içine girmenin yollarını aradı, ya yakalandı, ya da ideallerine bağlılığın verdiği inanç ve güvenle bildiğince bir şeyler yapmaya çalıştı.
Tüm bunları söylerken Eylül cuntasından hemen sonraki dönemde Marksist-Leninist hareketin değerlendirme ve izlediği çizgiyi eleştirirken bir yanı gözden kaçırmamak gerekiyor: Eylül cuntasının hemen sonrasındaki günlerde Marksist-Leninist hareket cuntaya karşı birlik ve egemen sınıfların generalli saldırılarının püskürtülmesi için direnişe hazırlık çağrıları yapmış ve faşist saldırının nasıl püskürtülebileceğinin ajitasyonunu öne alarak yürütmüştür. Eleştirilen bu tutum değildir. Bu tutum eleştirilmemeli, sahip çıkılmalıdır. Çünkü bu tutum devrimci bir tutumdur. Eleştirilen, koşullara uygun olmayan tahlil ve tespitler yapmanın kimin ne yapacağını bilemeyeceği bir bulanıklığa yol açması ve yapılan çağrıların, yakın dönemde yanıt bulamayacağının anlaşıldığı koşullarda bile aynı slogan ve üslupla sürdürülmesidir. Bu nedenle, askeri darbeye gösterilen ilk ve doğru tepki, sözü edilen yanlış tahlil ve anlayışlar sonucu, sübjektif çağrılara ve yanlış tutuma dönüşmüştür. Bu tutumu odağına alan Marksist hareketin faaliyeti, Türkiye devrimci hareketinden devralınan bünyevi zaaflarıyla birleşince, Marksist-Leninist hareket ve mücadele için daha ağır sonuçlara yol açmıştır: Dağınıklığın sürmesi… toparlanamama… cuntaya karşı kitlevi direniş gelenekleri yaratamama, vb.
Kuşkusuz bu tahlil ve tespitlerin kaynaklandığı daha değişik nedenler de var. Cuntadan sonra “ülkede değişik bir durumun ortaya çıkmadığı” ve “mevcut durumun geçici olduğu” tespitlerinin, ekonomik krizin derinleşeceği ve bunun kısa sürede kitle hareketinde yeni yükselişlere yol açacağı düşüncesiyle birlikte ele alındığı açıktır.
Ekonomik krizlerin patlak vermesinin ve derinleşmesinin, kitle hareketinde yeni yükselişlerin temelini teşkil ettiği doğrudur. Ne var ki ekonomik krizler mutlak anlamda ve hemen, yeni siyasal krizlere yol açmayabileceği gibi, ekonomik kriz ve onun derinleşmesiyle siyasal krizleri ve kitle hareketini bire-bir bir tutumla karşı karşıya koyarak özdeşleştirmek, dar ve öznel bir mantık olur. Aynı şekilde Marksist-Leninistler, ekonomik krizin varlığı ve devam edeceğinin belli olduğu koşullarda, kitle hareketinin yükseleceğinin olanaklı olabileceğini, ardından ya da eşzamanlı olarak siyasal krizlerin de patlak verebileceğini, bütün diğer faktörleri de dikkate alarak görmezden gelen bir tutum ve taktiği benimseyemezler. Emperyalist-kapitalist sistemin ve işbirlikçi tekelci kapitalist ekonominin krizinin derinleştiği, sistemin ve politik rejimin çözümsüzlük öğelerini sürekli besleyip ürettiği koşullarda, burjuvazinin ve onun generalli gericilik ve dizginsiz şiddet eğilimlerinin daha da yoğunlaşacağı açıktır. Böylesi dönemlerde, karşı-devrim cephesi kendi güçlerini yeniden örgütleme ve düzenleme gereksinimi duyar. Ancak, açık ve dizginsiz faşist düzenleme, uygulama ve eylemiyle kendini, kitlelerden yalıtacak öğe ve olguları da kaçınılmaz olarak üretir, besler. Kapitalizm ve sömürü ilişkileri kendini yeniden istikrara ve hızlı bir gelişme çizgisine çekemediği, bunun sonucu olarak, kitlelerin beklentilerine yanıt veremediği sürece, burjuvazi ve gericilik uzun süre ileri işçi ve emekçileri dizginleme gücüne sahip olamaz. Terörist faşist rejim, emekçiler üzerindeki her türden etkisini yıkacak ve kitleler nezdinde ki yasallığını ve meşrutiyetini sürekli olarak aşındıracak unsurları da hızla yaratmaktan kaçınamaz. Marksist-Leninist parti ve hareketler, ekonomik bunalımın derinleştiği ve çözümsüzlüklerin sürekli biriktiği koşullarda, bu durumu görmezden gelemezler. Çalışmalarını, taktiklerini ve sloganlarını bu durumu göz önüne alarak planlamak zorundadırlar.
Karşı-devrimin topyekun saldırıya geçtiği ve 12 Eylül sonrasında olduğu gibi, kitle hareketini durdurduğu ama ekonomik krizin ve siyasal sorunların ağırlaşmaya devam ettiği koşullarda kitle hareketinin saldırıya geçtiği dönemin “cepheden saldın” taktiklerini aynen korumak ne ölçüde yanlış bir tutumsa, Eylül cuntasının arkasından gelen dönemde geri çekilme taktiğine başvurmak da o ölçüde yanlış bir tutum olacaktır. (Burada geri çekilme taktiğini yanlış uygulayarak pasifist bir tutuma sürüklenmekten söz edilmiyor. Doğrudan doğruya, koşullara uygun olmayan bir taktiğin eleştirisi üzerinde duruluyor.) Sözü edilen koşullarda, örneğin Eylül darbesinin yol açtığı koşullarda Marksist-Leninist hareket, bir yandan yeni gelişme ve değişimlere kendini uydurup sağlamlaştırmayı esas alırken, diğer yandan, düşmanın, devrimci güçleri tecrit etmeye ve çeşitli emekçi sınıfları ve yedekleri yanına çekme politikalarını geçersiz kılacak d evrimci cephenin ana ve yedek güçlerini yeniden kazanıp birleştirecek bir taktiği ve buna uygun sloganları benimsemeliydi. Marksist-Leninist hareket açısından yaşanan, bu söylenenlere uygun olmadı. Burada şu kadarını söyleyip geçmek yanlış olmayacak: 12 Eylül’den sonra Marksist-Leninist hareketin tutarlı ve belirlenmiş bir taktik çizgisi olmadı. “Değişik bir durum yok”, “ekonomik krizler kısa süre içinde kitle hareketini yükseltecek” ve “şimdiki durum geçicidir” anlamına gelen tahlil ve saptamalarda, Marksist-Leninist hareketin faaliyetinde, attığı sloganlarda ve bu sloganların hayata geçirilme biçimlerinde, cunta öncesi “cepheden saldırı taktiğinin izleri var oldu.
Örneğin Eylül darbesinin arkasından “Genel Grev” sloganının eylem sloganı olarak geri çekilmesine karşın, ’81 1 Mayıs’ında yapılan “genel direniş/grev” çağrısı bu durumu açık bir biçimde göstermektedir.
Sendikaların kapatılması karşısında işçi komiteleri çağrısı doğruydu. Ne var ki sendikaları işler bir vaziyette tutma, DİSK üyesi işçilerle dayanışma komiteleri, yardımlaşma sandıkları kurma sloganları somutlaştırılamadı. İşçi Komiteleri ve yasal, yasa-dışı her koşulda mücadele edebilecek kitle örgütleri çağrılarının ele alınışında, kavranışında ve bunların pratik planlarının yapılışında, yakın bir zamanda kitle hareketinin yükseleceği beklentilerinin de bir sonucu olarak, hatalar yapıldı. Acele edildi, beklentilere girildi, beklentilerden umulan sonuç çıkmayınca moral bozukluğu ortaya çıktı, duruma uygun enerji ile hareket edilemedi vs. vs. Bu yüzden bu sloganlar, kitleleri kendi acil talepleri etrafında birleştirerek örgüt sloganları olma özelliğini kazanamadı. Başarısızlıklar, Marksist-Leninist hareket içindeki gelişmeler ve pratiğin umulandan farklı gelişmesi, daha somaki yıllarda hataların tersyönden gelişerek derinleşmesine yol açtı.
Bir Başka Yanlış Öngörü
“.. yalnızca bugün sınıfların hangi yönde ve nasıl hareket ettiklerini değil, aynı zamanda bu sınıfların yakın bir gelecekte, hangi yönde ve nasıl hareket edeceklerini” (Lenin) de dikkate almak ve tüm bu koşulları da hesaba katmak gerekir.
Bu böyle olmasına rağmen Marksist-Leninist hareket 12 Eylül’den sonra yaptığı değerlendirmelerde yanlış öngörülere yer veriyordu. Kitle hareketinin yeniden ve kısa zamanda yükseleceği saptaması, cuntanın nasıl yıkılacağının biçimlerini de belirliyordu. Ardı ardına darbeler darbeleri, cuntalar cuntaları izleyecek e cunta, kitlelerin mücadelesi karşısında… çökecektir!
Sınıf mücadelesinin genel yönü, karakteri ve giderek alacağı biçimler üzerine genel değerlendirme ve tespitler yapılabilir. Ancak, böylesi kesin ve ileri saptamalara gidilmesi öznel ve dar bir kavrayışın ürünü olabilir. Sınıf mücadelesi için önceden biçimler ve kalıplar saptanamaz. Böylesi bir yaklaşım, Marksist-Leninistlerin ufkunu daraltan, etkinliklerini tek yönlü kısırlaştıran bir rol oynar. Bu rol pratikten de görüldüğü gibi zaten oynanmıştır. Öngörülenlerin aksine, son 8-9 yıllık süreç çok farklı yollar izlemiştir.
Kaldı ki devrimciler ve Marksist-Leninistler, doğru taktikler benimseseler, çeşitli kaynaklardan beslenen zaaflarını aşarak cuntaya karşı başarılı mücadeleler verebilseler ve kitle hareketi güçlü bir yükselişle cuntayı püskürtebilseydi bile, öngörülenlerin dışında bir politik gelişim seyri yaşanabilirdi. Anlatılmaya çalışıldığı gibi, Eylül cuntasından sonraki dönemlerde Marksist-Leninist hareketin tutumunda ve sloganlarında, önceki dönemin yükselen kitle mücadelesi taktiğinin önemli etkileri görülmekle birlikte aslında Marksist-Leninist hareket, mücadele edip etmeme konusunda değil ama nasıl mücadele yürütüleceği konusunda tereddütlü bir tutum içindeydi. Nasıl bir tutum izleyeceği konusunda net bir perspektife ve ısrarla bir tutuma sahip değildi. Bu nedenlerledir ki, yanlışlar ve zaaflar, Marksist-Leninist hareketin tutumunda yaşamayı sürdürmüş, doğrular ise ısrarlı bir tutumla yaşama geçirilememiştir.
Bu noktada bir sorun daha karşımıza çıkıyor: Marksist-Leninist hareket, tümüyle doğru bir tutumu benimsese ve bünyesinde taşıdığı sorunlarından kurtulmuş olsaydı, cunta püskürtülebilir miydi? Akla gelen ve sorulması gereken sorulardan birisi de budur, bu olmalıdır…
Bu sonunun mutlak bir yanıtı olmamalı. Ülkede askeri kliği, generallerin komplo girişimlerini ve saldırılarını boşa çıkarıp püskürtebilecek başlıca güç örgütlü ve bilinçli işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının, Marksist-Leninistlerin önderliğinde gücünü ortaya koymadan, gericiliğin ve sermayenin saldırılarına karşı mücadeleye girmeden Eylül’cü faşist saldırıları püskürtmesi olanaksızdı. 12 Eylül cuntası darbe olanağını bulmuş ve darbeden sonra da hedeflerine ulaşmayı başarabilmişse, bunun başlıca nedeni, cuntanın gücü ve yenilmezliği değil, işçi sınıfının devrimciler ve Marksist-Leninistlerce harekete geçirilememesidir. ’74’lerden sonra canlanma içine giren ve Eylül’e kadar yükseliş çizgisi izleyen işçi sınıfı hareketi, esas olarak kendiliğindenci bir karakter taşıyordu. İşçi sınıfı örgütleri, reformist, revizyonist, faşist ve korsan sendikacıların elindeydi. Marksist-Leninist hareket, 1975’lerden sonraki gelişiminde bünyesinde taşıdığı zaaflardan sıyrılmayı basarsa ve genişçe sözü edilen hatalardan, faaliyetini ve taktiklerini arındırabilmiş olsaydı, kuşkusuz, işçi sınıfı üzerindeki etkisi artacaktı. Marksist-Leninist hareketin işçi sınıfıyla bağlarının az çok gelişmesi ve askeri kliğin yükselişinin açığa çıkarılması, önemli bir gücü harekete geçirebilir ve 12 Eylül darbesini teşhir ederek geriye atmayı başarabilir, generallerin saldırısına karşı demokrasi ve devrim için kitlesel bir güç yaratılabilirdi. Yani faşist darbe öncesi, darbe hazırlıklarının geriletilmesi ve püskürtülmesi, kitlelerin mücadelesinin düzeyi ve o günkü güç ilişkileri açısından olanaklıydı, generalli saldırının yolu kesilebilirdi. Marksist-Leninist hareketin sağlam bir temele ve faaliyetinin de tutarlı taktikler üzerine oturması halinde, devrimci demokrat akımlar üzerindeki etkisinin de önemli ölçüde güçlenebileceğinin tartışılması bile gereksiz.
Kuşkusuz sınıf mücadelesi, oldukça karmaşık ve bu karmaşıklık, sınıf mücadelesi keskinleştikçe daha da artıyor. Bir Marksist-Leninist hareket bu karmaşıklıkta yolunu doğru tayin etse bile sınıf mücadelesi istenen doğrultuda seyretmeyebilir. Bu anlamda gözden kaçırılmaması gereken bir soruna burada işaret etmek gerekiyor: Marksist-Leninist hareket hiç hata yapmadığı, hatta sınıfın önemli bir kesimini kendi etrafında topladığı koşullarda bile karşıdevrimin saldırısı karşısında yenilgi kaçınılmaz olabilir. Marksist-Leninist hareket, parti ya da proletaryanın iradesi, değişen güç ilişkilerinin karşısında yenilgiye uğrayabilir, küçük hatalar büyük yenilgilere yol açabilir. Marksist-Leninist hareketin hatalarıyla yenilgi ve yenilen darbeler arasındaki bağlardan söz ederken iradenin nesnel gerçeğe uygun olarak şekillenmesi durumunda, kaçınılabilecek yenilgilerden ve alman darbelerden bahsediliyor.
Marksizm-Leninizm’in ve faşizme karşı mücadelenin tarihinden öğreniyoruz ki, ekonomik krizin derinleştiği ve azgın faşist önlemlerin gündeme getirilerek kitlelerin ezildiği, buna karşın ekonomik ve toplumsal sistemin çözümsüzlüklerinin sürdüğü koşullarda, kitlelerin açık hareketinin ortaya çıkması ve gelişmesinde Marksist-Leninist hareketlerin, partilerin ve iradelerinin rolü önem kazanır. Bu deneyim dikkate alındığında, 12 Eylül öncesi ve özellikle sonrası dönemde Marksist-Leninist hareketin doğru temeller üzerine oturmuş çalışma ve önderliğinin, cuntaya karşı kitlelerin mücadelesinin gelişmesi ve güçlendirilmesindeki büyük önemi anlaşılır.
Devrimci demokrasi cephesi için Eylül darbesinin kolay bir yenilgiye yol açmasının nedeni, işçi sınıfının, reformizm, revizyonizm ve gericiliğin etkisi altında kalması ve Eylül öncesinde işçi örgütlerinin sendika ağası klikler tarafından yönetiliyor olmasıdır. Bu açık. Ne var ki şu da açık: işçi sınıfının revizyonistlerin, reformistlerin ve faşistlerin etkisinden kurtulması, Marksist, devrimci çalışma ile doğrudan bir bağ içindedir. Marksist-Leninist hareketin içinde bulunduğu köklü zaaf ve hataların, bu hataların çalışma ve taktiklere yansıyan sonuçlarının faşizme, reformizm ve revizyonizmin etkilerinin kırılmasını zaafa uğrattığı inkar edilemez. Devrimci demokrasi güçlerinin bünyevi zaaflarıyla da birleşen bu durum, Eylül darbesinin arkasından gelen dönemin mücadelelerini zayıflatmış, cunta açısından elverişli koşulların gelişmesine yol açmıştır.
MHP’ye Karşı Tavır ve Bunun Demokrasi Açısından Önemi
Eylül öncesi dönemde anti-faşist hareketin en temel zaaflarından biri, mücadelenin kapsamının esas olarak MHP ile sınırlı olması, gerçek demokratik bir muhtevaya kavuşamamış olmasıydı. Askeri klik ve faşist gericilik bundan büyük ölçüde yararlandı. Anti-faşist kitle hareketinin bu özelliği başlıca iki kaynaktan geliyordu; birincisi, hareketin kendiliğinden niteliği… İkincisi ise, reformist, siyasal ve ideolojik odakların, işçi ve halk hareketi ve devrimci-demokrat akımlar üzerindeki ideolojik ve siyasal etkileri… Reformizm ve revizyonizm, halk hareketinin kendiliğindenci özelliklerinden yararlanırken, bir yandan da hareketin bu özelliğini kışkırtıyor, sürekli olarak yığınların bilincini çarpıtmaya çalışıyordu. Hareketin kendiliğindenci karakteri ise, reformist ve revizyonist odakların hareket üzerinde etkin olmasının zeminini genişletiyordu.
Marksist-Leninist hareket bu durumu doğru olarak tespit etti ve ciddi zaaflarına rağmen, bu yanlış anlayışa karşı devrimci bir mücadele sürdürdü. MHP ile sınırlı “demokrasi mücadelesinin” en tipik özelliği, reformist ve revizyonistlerin devletin savunuculuğunu yapmalarıdır. Bu savunu ve onun doğurduğu sonuçlar, anti-faşist mücadelenin cunta karşısında gerilemesinde ve sınıfın cunta karşısında harekete geçememesinde başlıca nedenlerden olmuştur. Marksist-Leninist hareket bu durumu değiştirmek için çok çaba harcadı. Ne var ki Marksist-Leninist hareketin taktiklerini belirleyen sekter tahlil, saptama ve tutumlar, bu mücadeleyi önemli ölçüde baltalamıştır.
Bu böyle olmasına karşın, MHP’ye karşı mücadele, aynı zamanda demokrasi mücadelesinin önemli bir yanıydı. Marksist-Leninist hareket çok doğru olarak faşizme ve faşist saldırılara karşı kitle mücadelesinin yükseltilmesini hedeflemiştir. Eylül cuntasının, kitlelerin devrimci direniş ve saldırılarıyla geriletilip ezileceği düşüncesi Marksist-Leninist hareketin bütün faaliyetine, çalışmasına ve taktik çizgisine yön vermiştir. Fakat anti-faşist mücadelenin ve kitle hareketinin her gün yeniden ortaya çıkardığı gereksinimlere, Marksist-Leninist hareket yeterli yanıt verememiştir. Tariş, Sivas, Çorum direnişleri benzeri ya da ülkemizin çok sayıda il, ilçe, mahalle, köy ya da fabrikalarında ortaya çıkan anti-faşist silahlı direnişler ve faşist işgal hareketlerinin kırılması mücadelesinin ortaya çıkardığı örgüt ve mücadele biçimlerini izleme, bunları sistematize ederek genelleştirme, kitlelerin seferber edilip eğitilmesi ve örgütlenmesinin aracı haline getirme görevlerini ne devrimci-demokrat akımlar ve ne de Marksist-Leninist hareket tam anlamıyla yerine getirmiştir.
Fabrikalar, işyerleri, semt ve mahallelerde geçici ya da nispeten istikrarlı silahlı örgütlenmeler ortaya çıkmıştır. 1979-’80 yılları boyunca emekçi yığınları arasında büyük bir silahlanma eğilimi baş-göstermiştir. Marksist-Leninist hareket, bu koşullarda “Halk Milisi” ve “Halk Komiteleri” sloganlarını ortaya atmıştır. Ne var ki bu sloganlar, gelişmelerin gerisinden gelmiş, ne oldukları, nasıl örgütlenecekleri ve hangi temele oturtulacakları üzerinde ciddi bir irdeleme ve değerlendirme yapılmamıştır. Gerçekte o günkü koşullara tam olarak uygun olan bu sloganlar, kadroları anti-faşist silahlı mücadelenin içinde daha çok deneyim kazanmış devrimci-demokrat diğer bazı akımların kadrolarından daha geride kaldığı için hayata uygulanamamış, daha çok sözlü ve yazılı propagandanın unsurları olmaktan öteye gidememişlerdir. Bu arada, anti-faşist mücadelenin içinde daha yaygın olarak yer alan Marksist-Leninist hareketin genç kesimleri tarafından bazı mahallelerde uygulama olanağı bulmuş, ancak bu uygulama ne genel bir karakter kazanmış, ne de geliştirilebilmiştir. Ayrıca, ortaya çıkan bu silahlanma ve bu doğrultudaki örgütlenmelerin, ilgili yörelerdeki bütün halk güçlerini kucaklaması için bir mücadele yürütülememiştir.
Marksist-Leninist hareket, MHP’li faşistlerle mücadelenin dayattığı görevlerin önemli ölçüde gerisinde kalmıştır. Silahlı eylem ve mücadele biçimleri giderek önem kazanmasına ve Marksist-Leninist hareket bu durumu tespit etmesine karşın görevlerini etkin olarak yerine getirebilecek bir tutum ve pratik planı etkin ve ısrarlı bir biçimde ortaya koyamamıştır. Bunun önemli nedeni, maceracılığın eleştirisiyle birlikte Marksist-Leninist harekette giderek gelişen sağ tavrın rolüdür. Devrimci terör ve bireysel terör ilke olarak reddedilmiyordu ama bunların gerekli olduğu koşullarda teröre başvuracak hazırlıklar bile uzun dönem gerçekleşmedi. Kitle hareketiyle bireysel terör eyleminin birleştiği uygun koşullarda, bunun örgütlenmesine çoğunlukla başvurulmadı. Anti-faşist mücadelenin kitleselleştirilmesi gerektiği düşüncesi neredeyse fetişleşti ve kitlesel olmayan anti-faşist görevler önemli ölçüde ihmale uğradı. Gerekli ve zorunlu anti-faşist bireysel terör eylemleri, kitlesel değil diye genellikle eleştiri konusu oldu. Bu tür eylemlerin savunusu ise genellikle sözde kaldı. Kitlesel mücadele ile birlikte devrimci terörün ya da zorunlu bireysel terörün en doğru ve Marksist teoriye en uygun biçimlerinin örnekleri verilemediği için de bu konuda yapılan propaganda inandırıcılığını yitirdi.
Sağ eğilim, yalnızca bu noktada değil, kitle hareketinin aldığı silahlı direniş ve örgüt biçimlerinin önüne düşme, yol gösterme ve örgütlemede, Marksist-Leninist hareketin bizzat kendini silahlı bir örgüt olarak örgütlemesinde de görüldü. Ülkede sınırlı talepler üzerinde de olsa silahlı halk örgüt biçimleri ortaya çıktı. Ancak Marksist-Leninist hareket bu gelişmeleri militan bir öncü olarak değerlendirip çözümleyemedi. Bu durum, Marksist-Leninist hareketin kitleler ve devrimci demokrat akımlar üzerindeki etkisini sınırlayıcı bir rol oynadı. Bu durumun sonucu olarak maceracı bazı akımların başıboş terörü, olabildiğinden daha etkili oldu ve gericiliğe malzeme veren bir rol oynadı.
Tüm burada söylenenler, geçmişte yapılması ve yapılmaması gerekenlerin çok kaba hatlarıyla muhasebesidir ve bu muhasebe burada bitmeyecektir. Ancak söylenenlerden de Marksist-Leninist hareketin, MHP’li faşist çetelere karşı verilen mücadeleye katılmadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Marksist-Leninist hareket hemen her zaman MHP’ye karşı verilen mücadelenin içinde yer aldı ve ülkenin birçok yöresinde bu mücadelenin başını çekti. Faşist işgal hareketinin kırılmasında işyerlerinde, okullarda, semt ve mahallelerde direniş ve mücadelenin içinde mutlaka yer aldı. Ancak diğer akımlardan farklı olarak MHP’ye karşı mücadeleyi sisteme ve sistemi elinde tutanlara karşı mücadeleyle birleştirmeye çalıştı ve çizgisine bu anlayış yön verdi. Marksist-Leninist hareket MHP’nin dağıtılması ve ezilmesi çizgisini izledi. MHP’ye karşı mücadelede yüzlerce şehit verdi. Birçok il, ilçe ve yerleşim biriminde, okul ve işyerinde faşist işgalin kırılmasında Marksist-Leninist hareketin çizgisi, militanları ve gençliği tayin edici rol oynadı. Buradaki eleştiri, Marksist-Leninist hareketin bu mücadeleyle ilgili günlük önderlik görevlerindeki eksik tutum ve çalışmasınadır, bu mücadeleyi zaafa uğratan eğilimedir.
Birlik İçin Çaba ve… Sonuç
Marksist-Leninist hareket, demokrasi mücadelesinde, bütün işçi ve emekçilerin birliği taktiğini benimsedi. Bazı sekter hatalara karşın, devrimci demokrasi mücadelesinde, revizyonist ve reformist etkilerin geriletilmesin-de, yeni ve ileri mücadele biçimlerinin ortaya çıkarılmasında esas olarak devrimci bir rol oynadı. Bu mücadele içinde Marksist-Leninist hareket devrimci-demokrat güçleri giderek daha etkin bir şekilde birliklere zorladı. Propaganda ve ajitasyonda özgürlük, eylemde birlik politikasını yaşama geçirmeye çalıştı ve bunun sonucu olarak devrimci-demokrasi cephesinde daha önceleri olanaklı olmayan eylem birlikleri göreceli olarak gerçekleşebilir hale geldi. Mayıs 79, 24 Aralık 79, 29-30 Nisan direnişleri böyle gerçekleşti. Ne var ki Türkiye devrimci hareketi içinde yer alan grupların çoğunun birlikten anladığı, kendi anlayışı (ve de hatta kendi siyasi çizgisi) temelinde “birlik”ti. Bu gruplar kolay kolay “Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda özgürlük” ilkesinin birleştirici rolünü anlamıyor, bu ilkeyi en gerici güçlerin bile istediğini serbestçe söyleyebileceği bir birliğe yol açacağı kaygısıyla reddediyordu. Sonuçta siyasi kavrayışlardaki sığlık, cephe birliğiyle parti birliğinin birbiriyle karıştırılması, birlikte çalışma biçimlerinin öğrenilip hazmedilememiş olması ve grupçu birtakım alışkanlıklardan sıyrılınamamış olması nedenleriyle ne Eylül öncesinde ne de sonrasında istikrarlı bir birlik gerçekleşmesi olanaklı olmadı.
Bunlara karşın faşist, revizyonist ve reformist güçlere karşı yine de işyeri ve çalışma alanlarında, belli bir eylem için ya da az çok istikrarlı eylem birlikleri oluştu. Bu durum, kitle hareketinin güçlenmesinde, yasadışı mücadele biçimlerinin yaygınlaşmasında önemli rol oynadı. Ancak yine de Eylül ile birlikte, kitle örgütlerinin parçalanması önlenemedi. Kitle örgütlerine, gelişen yasadışı mücadelenin araçları ve her koşulda mücadele edebilir örgütler olma özellikleri kazandırılamadı. Bunda Marksist-Leninist hareketin hatalarının payı kadar onun iradesi dışındaki faktörlerin de rolü oldu. Her grubun ayrı gençlik örgütleri kurması, yanlış grup anlayışları yüzünden birim ve meslek örgütlerinin işlemez hale gelişi aşılamayan zaafların bazıları oldu.
Marksist-Leninist hareket esasta doğru bir birlik platformu üzerinde olmakla birlikte günlük sendikalar politikasındaki hatalar, sekterliğin ve politikada dogmatizmin yaşamaya devam etmesi, önderliğin sürükleyici olamaması ve günlük mücadelelerde esneklikten yoksunluk birliğin sağlanamamasına, sağlanabildiği yerlerde ise kalıcı olamamasına yol açtı. Devrimci demokrasi güçlerinin birliği, Marksist-Leninist hareketin iradesinden de bağımsız olarak istikrarsız bir seyir izledi ve generallere karşı birlik gerçekleşmedi.
Bütün gerçek doğrularına, gerçek bir mücadele hareketi olmasına rağmen bir Marksist-Leninist hareket, büyük mücadeleler vermelerine de rağmen kitleler, yenilgiyi engelleyemeyebilir. Sınıfların güç ilişkilerindeki değişiklikler yenilgileri kaçınılmaz kılabilir, Marksist-Leninist hareketin doğru taktikleri yenilgileri önleyemeyebilir. Bugün Marksist-Leninistlerin tartışması ve sonuçlar çıkarması gereken şey, yenilginin nedenleri ve Marksist-Leninist hareketin iradesinin, taktiklerinin, çizgisinin ve bütün faaliyetinin devrim ve karşı-devrim mücadelesinde ne rol oynadığı, nelerden kaçınabildiği halde kaçınamadığı, neleri yapabileceği halde yapmadığı ve bunların nedenleridir. Çözülmesi gereken şey budur.
Bu sayımızda da Marksist-Leninist hareketin eleştirisinin bir yanına değindik. İleriki sayılarımızda da zaman zaman bu konulara, ama farklı yanlarıyla değineceğiz.
Mayıs 1989