Haberler-Mektuplar

Fadime MATOGLU
Yürüyorlar

Çağlar boyunca
görmesin gözü
söylemesin dili
çözülsün bağı yüreğinin diye
korku günleri
korku geceleri ürettiler
yıldızlı masa başlarında
uzatmak için, talanlarının ömrünü,
acıdan kum elediler gözlere.
Kayıp yıllar hazırladılar yarınlara
gelecek yılları hesaba katmadan.
Paslı tellerle gölge vuruldu gelincik alma
öfkenin, en ince iğnesiyle sabrı nakışlattılar
ayrılık kasnaklarında.
Üretenlerin açlığı
öğrenci haracı
yolsuzluk-rüşvet
serbest ev kiraları
vergiden ibaret bordrolar
ocaklarda öfke pişirilen mutfaklar üzerine
oturdu seksenli yıllar.
Her iki evden birinin damında patladı
eylül dinamiti.
Sahurlarında ölüm sofrada
iftar saatleri olmayan oruçlarda hâlâ gençliği
“Kaçarken vurulduların
intihar edenlerin
beyin kanamasından ölenlerin” kim tutabilir şeceresini
zulmün sıradanlığında…

Duvar yapıp alçak çatı çatanlar
güçlerini köhne dünyalarının
ZOR’undan alanlar
Boşuna kazmasınlar sığmaklarını, dar gelir.
Yorgunluğa değen gülüşlerle
Alınteri sevinçlerle
Er geç varılacak o menzile
ne sığınak ne pişmanlık tanır o gün
can alıp can veren şafaklar
onların savunmasını yazacak el yok tarihte
öyle suçlular ki…
…………..
Yürüyorlar
Soysuzlaştırman insanlıkları için Yürüyorlar…
Hayat yürüyor dört bir koldan
ve
Son yürüyüş de onlarındır bir gün
omuzlarına binmiş omuzlardan söküp yıldızları
sonsuza dek gökyüzüne göndermek için.

Yıldönümleri
Gün gelecek gün,
bu topraklarda Bize kısmettir
zulmün soyunun son uğurlanışı Onları
kurşunlarımızdan daha önce öldürdü
oğlu yitik anaların ahları
kınaları ertelenmiş gelin kızların
yarım türkülerini söyleyen dudakları
yaralı sevdanın
acelesiz
dingin
kendinden emin adımları…
her günün sonu
dişlenecek bir uykunun gecesine hazır
direnci kuşanan, tel-duvar akşamları…
parçalanmış uykuların hâki şapkalı sabahlarında
nefretle-sevinin
dostla-düşmanın birbirini bellediği
her parçasında toprağın ve
duvarlarla sınırlanmış
kocaman alanlarında hayatın
yurdumun soylu çocuklarının söylediği,
fermanların susturamadığı, o
bitmez türkünün acıya kesmiş sesinde
yiterken köpeklerin ulumaları…
Onlar öldü,
hiç kurşunlanmadan.

Gelin görün ki şimdilerde
kimilerince düşmüş voltaj gözlerde
kimilerince karartma altında yürekler
kimilerince topal, kimilerince
kör-kötürüm sevda
Zamanı
düşmanla eş dilde yargılayanlara
fazla sözümüz yok yeni dünyanın civanları
bir yaşam biçimidir kimi zamanlar
Kendi tükenişlerinin aynasında yığınları görmek
kendini tanımak
anlatmak sonra
bittiğini söylemek için bile öylelerine
Dağdan bir yürek gerek.
Sayıları çok böylelerinin
depremden arta kalan ören evler gibi
Ama yine de vurulurlar sayıya,
acılarla nadaslanmış
bir yurdun bitek topraklarında
sayısını kim tutabilir
güzde ekilip baharda patlayan tohumların.

Rahat uyuyun toprağınızda
yurdumun en delikanlı evlatları
isyanın çırası tutuştu bir kez darağaçlarında
bilendi öfke
çiçeklendi duvarlarda
dillendi sevgiler acılarda.
Yıldönümlerine hapsedilmiş selamlarla
ilanlarla değil
Ama işte
toprağın derinliklerine
göğün yücesine eren sesle haykırıyoruz:
insanı yeniden üreten yaşamın her zerresine
Durmaz
Yaralıdır
Usul usul belki
Durmaz ama bu sevda
durmaz yürür…
Yeter ki
insanoğlu insanlar eğmesin boynunu
Tek büyük düşmanı
İçindeki zorbaya…

Ozon Tabakasında Yeni Delik
Şu sprey de son yıllarda insanların başına dert oldu. Sprey üretimi ve kullanımı yüzün den ozon tabakasının bazı yerlerinde delikler açıldığı ve bu deliklerin giderek büyüdüğü bilim adamlarınca saptanmıştı. Deliğin zararlı güneş ışınlarını geçirmesi nedeniyle insan sağlığının ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğunun belirlenmesi üzerine birçok batılı ülkede sprey üretiminin yasaklanması yönünde çalışmalar başlatılmıştı. Ancak görünen odur ki yasaklara pek aldırış edilmiyor. Aksine insan sağlığını çok yakından ilgilendiren bu “tehlikeli madde”nin kullanım alanında genişlemeler oluyor.
Geçtiğimiz günlerde basında çıkan bir haber bu görüşümüzü doğrular nitelikteydi. Siyasi nedenlerle idama mahkûm edilen ve dosyası halen TBMM’de bekleyen, aynı zamanda roman yazarı olarak da bilinen A. Kadir Konuk tedavi için getirildiği hastaneden silahlı kişilerce kaçırılmıştı. Uzun süredir kalp hastası olan ancak tedavisine izin verilmeyen Konuk’un kaçırılmasında spreyin büyük rol oynadığı anlaşılıyordu. Kaçırma eyleminde spreyden de yararlanılmıştı.
Patron, ağa takımı için olmasa da, emekçiler için yasaklarla dolu ülkemizde henüz sprey üretimi yasaklanmamıştı. Çünkü bizim atmosferimizle şimdiye kadar spreyi yasaklama yoluna giren ülkelerinki aynı değildi. Ama bu defa atmosferin tam da Türkiye üzerine gelen bölümünde bir delik açıldı. Bilim adamlarımız da bunu dehşetle saptamış bulunuyorlar. Artık kısa süre içinde Türkiye’de de sprey üretiminin yasaklanacağından kimsenin kuşkusu olmasın.

Zincirlikuyu Mezarlık İşçileri: Kazdığımız Mezarlara Kendimiz mi gireceğiz?”
İşçi sınıfının son haftalarda patlayan eylemleri bir çığ gibi büyüyerek, kendini, dostun da düşmanın da gündeminin birinci sıralarına aldırmıştır. Eylemlerin yayılma hızına işçilerdeki kararlı tutuma ve mücadele hırsına bakılırsa yıllar yılı içe atılan, biriktirilen öfke ve tepki potansiyelinin açık belirtilerine rastlanır. Son işçi eylemleri artık taşan bir sabrın zapt edilmez ifadesi niteliğinde görünmektedir. Eylemler aktifiyle, pasifiyle önüne konulan setleri yıkarak ilerleyen bir sel gerilimi içinde yeni boyutlar alarak ilerliyor, genişliyor. Bu son işçi direnişleri üzerine çok şey söylendi. Günlük basın özellikle Cevizli-Tekel, askeri dikimevi, tersane vb. gibi binlerce işçinin katıldığı çeşitli eylemlere genişçe yer verdi. Ama bu arada nispeten daha az sayıda işçinin çalıştığı bir çok işyerinde öyle eylem ter de yapıldı ki herhalde ‘sansasyonel’ bulunmadığı için günlük basında hiç yer almadı. Ama bu eylemler de taşıdığı mücadeleci öz bakımından en az bir Cevizli Tekel işçilerininki kadar ve hatta daha belirgin olarak önemli nitelikler içeriyordu. Bunlardan bir tanesi de geçtiğimiz günlerde mezarlıklar müdürlüğüne bağlı Zincirlikuyu Mezarlık işçilerinin yaptığı eylemlerdi. Zincirlikuyu Mezarlık işçileri direnişe geçen yüz binlerce işçi kardeşini desteklemek amacıyla kararlı eylemler gerçekleştirdiler. Sınıf dayanışmasının en güzel örneklerini verdiler. Bu anlamda olmak üzere toplu vizite eylemi yaptılar ve arkasından bir süre yolu trafiğe kapatarak yürüdüler. Zincirlikuyu mezarlık işçileri kendileriyle yaptığımız söyleşide kendi sorunlarıyla birlikte genel olarak sınıf mücadelesine ilişkin görüşlerini uzun uzun anlattılar. Bu görüşleri çok kısa olarak şöyle özetlemek mümkündür:
– Diğer sınıf kardeşlerimiz gibi bizim de aldığımız ücretler ve diğer sosyal haklar çok düşük ve yetersiz. Ne kendimizi ne de çoluk çocuğumuzu doyurabiliyoruz. Tam bir sefalet içindeyiz.
– Bağlı bulunduğumuz sendika Belediye-İş yöneticileri, bizi işverene satıyor, haklarımızı aramıyor, ilerici pozlara girerek bizi aldatmaya çalışıyor.
– İşyeri yöneticilerinden müdür muavini olan kişi bizleri tehdit altında tutuyor, adam kaynıyor, bir takım hakları yalnızca kendi çevresinde olan yağcı, yardakçı kimselere tanıyor. Bunların başında mesai hakkımız gelmektedir. »
– Hacı-hoca oldukları bahanesiyle mezarlık şartlarından önemli maddi çıkarlar sağlayan çevreler, işçilere karşı da düşmanca, iftiraya dayanan faaliyetlerde bulunuyorlar.
– Sendika yöneticileri patronun uzantısı olarak davranıp işçileri satıyorlar. Onlar bizim haklarımızı savunmazlarsa biz savunuruz, sendika ağalarını tepeleyerek, yönetime kendimiz geliriz.
– Esasen bu düzen içinde hiçbir zaman insanca yaşayabileceğimizi sanmıyoruz. Kurtuluşumuz, yasal burjuva partilerinde değil, çıkarlarımızın gerçek savunucusu olan, yasal olmasa da bizim için meşru olduğu kuşku götürmeyen devrimci partinin önderliğinde devrim yapmakta ve sosyalizmdedir.
– 1 MAYIS’ı mücadele günü yapacağız. Bunun için 1 Mayıs’ta alanlara gideceğiz.

Gaziantep Özel Tip Cezaevi’nde Yatmakta Olan Tüm Devrimci Tutsakların Açıklamasıdır
Yaşadığı koşullara yabancılaşmamış herkesin yakından tanıdığı bir gerçek var ülkemizde: 9 yıldan bu yana süregelen karşı-devrimci terör dalgası. 12 Eylül rejimi, binlerce devrimci demokratın kanlarının izini ellerinde taşıyor. Yok edilemeyen on binlerce devrimci ise, cezaevlerindeki işkence ve insanlık dışı yaşam koşullarına mahkûm edildi. Bu plan başlangıçta daha açık ve pervasızca uygulanırken, bugün özü değiştirilmeden biçimsel değişikliklerle sürdürülüyor. Etkin direnişler, kamuoyunun duyarlılığı vb. nedenlerle son yıllarda, cezaevi koşullarında kısmen olumlu gelişmeler gözlemlenebilirse de, en azından yılların sağlıksız koşullarının yol açtığı birikim, birçok devrimci tutsakta kendi yaşamının varoluşunu tahrip eden bir düzeye yol açıyor artık…
Geçmişte salt bu nedenle onlarca arkadaşımızı yitirdik. Bugün de böylesi bir olguyla karşı karşıyayız. 12 yıldır cezaevinde yatmakta olan ömür boyu hapse hükümlü Hamdullah Erbil isimli devrimci arkadaşımız, lösemi (kan kanseri) teşhisiyle şu an Adana E Tipi Cezaevi’nde yatmaktadır.
Kanserden değil geç kalmaktan korkulması gerektiği hep söylenir. Hamdullah arkadaşın hastalığına teşhis konmuştur: LÖSEMİ. Bundan sonra müdahale edilmeden geçecek her gün onu istenmeyen sona bir adım daha yakınlaştıracaktır. Ve cezaevi koşullarında hastalığa müdahale edilmesi, iyileştirmeye yönelik tıbbi uygulamaların yeterli sonuçlar vermesi mümkün değildir. Hatta arkadaşımızın hastalığı bu denli ciddi olmasına karşın, hastaneye bile yatırılmamakta, cezaevinde tutulmaktadır.
Genel olarak devlet çarkındaki bürokratik hantallık, herkesin bildiği bir gerçektir. Ve özellikle de bu gibi durumlarda ya tamamen durmakta, ya da durdurulmaktadır işleyiş, örneğin Çanakkale’de yatan Muammer Özdemir isimli devrimci arkadaşımız siroza yakalanmış, yıllarca süren uğraşlardan sonra tahliye edilebilmiş, ne var ki, bu nedenle tedavide çok geç kalındığı için tahliyesinden 25 gün sonra aramızdan ayrılmıştır. Aynı şekilde, Diyarbakır’da yatan Eşref Durmuş isimli devrimci arkadaşımız da Lösemi teşhisiyle hastaneye kaldırılmış ve Ankara’ya sevk edilmişse de, çok geç kalındığından ötürü Ankara’ya götürüldükten 1.5 ay sonra hastanede yaşama gözlerini kapamıştı. Şimdi bunun bir başka örneğini Hamdullah Erbil arkadaşımız yaşamaktadır. Eğer adli ya da tıbbi bürokrasi etkin girişimlerle şimdiden aşılamazsa, Hamdullah da kaçınılmaz bir biçimde Muammer ve Eşref ile aynı sonu paylaşacaktır.
Böyle bir sonu engelleyebilmek için yasal-hukuksal prosedür uygundur. Bilebildiğimiz kadarıyla, cezaevi koşullarında tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanıldığında -ki löseminin bu tür bir hastalık olduğu, tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır- bu durum, resmi olarak belgelendiğinde, infazın ertelenmesi söz konusu olabilmektedir.
Kaldı ki, Hamdullah arkadaşımız 12 yıldan bu yana cezaevinde yatmaktadır ve geriye kalan yatma süresi dört yıldır. Ama lösemili bir hasta için dördüncü yılın sonu hiçbir zaman yaşanmayabilir. Ve bu durumu bilen avukatları da Hamdullah’ın tahliyesi için şimdiden girişimlere başlamışlardır.
Tahliye girişimlerinin sonuç verebilmesi için şu an bizim tahmin edebildiğimiz ya da edemediğimiz bir dizi adli ve tıbbi bürokratik engelin aşılması gerekmektedir. Bilinçli ve bilinçsiz çıkartılabilecek her engel ve bu nedenle kaybedilecek her gün, Hamdullah arkadaş için mahkemece verilmemiş bir idam cezasının fiilen infazı anlamını taşıyacaktır. Çıkabilecek her engeli, gerek yurt içinde, gerekse de yurt dışında oluşturulacak kamuoyu desteğiyle geri püskürtebilmek için tüm devrimci ve demokratları soruna sahip çıkmaya çağırıyoruz.

Saatler Mayıs Diye Çalarken
Adım Mayıs
Kimliğim Mayıs
Ufkum Mayıs
Biten bir Nisan’ın
Ardındaki gündoğumu
Doğumum
Birdenbire değil
Nisanlardan gelerek
Hatta daha da öte mevsimlerden

Kış vardı ya
Kara
bitmek bilmez
Kıyım dolu kış
İşte o kışta
Yaşamdan insandan yana
Saf tutanların birçoğu
Yitirmediler umudu
Baharın ucunu yakalayabilmek için
Bahar aşkına dövüşmekteler

Adım Mayıs
Size muştu getiriyorum
Sokaklarda uğultu var
Sessizliği değişmez sananlar
Yanıldınız

Adım Mayıs
Bir gecede çiçeğe durmuş bahar dalı misali
Toprağın ta derininden
Yeryüzünü Mayıslamağa geliyorum.
Toprağın derinindeyim
Ama gömülü değil
Yanı başınızdayım
Elle dokunacak kadar yakın
Ele geçmeyecek kadar uzak

Uyduruverilmiş bir gün değil
Ben gerçek bir bayramım
Bayram şen olmak
Bayram gökyüzü dolusu coşkulanmak
Bayram bir olmak eşit olmak özgür olmak
Bayram namludan uzak
Bayram işkenceden yoksun
Bayram darağaçsız
Bayram açsız
……………..bir yeryüzü bayramı

Mayıs’tan önce
Mayıs’a dair beklentiler bile yokken
Tek tek yaşandı acılarda mutluluklarda
Ve onlar
Ve öbürküler
Günler bazen nefret
Günler bazen tehdit
Günler bazen sahte sırıtışlarla dolu
Sütliman gibi görünen bir ortam

Mayıs gelinceye dek
Hissediyorlardı fark edemiyorlardı
Fark ediyorlardı birleşemiyorlardı
Birleşiyorlardı davranamıyorlardı
Davranıyorlardı patlayamıyorlardı
Bir gün Mayıs geldi
Kucakladı onları
Ve soruverdi usulca
Dünyayı kim dünya yaptı
Sustu birden kalabalık
Şaştı birden kalabalık
İncecik bir mırıltı yanıtlar gibi
Biz mi acaba

Dedi ki şair
Onca dünyanın balı
Üzümü inciri narı
Dünyayı dünyalaştıran eller
Yanaklarını aldılar avuç arasına
Yarattıkları ballara baktılar
Sanki ilk kez baktılar
Dağlar gibi ballara
Bakakaldılar
Gözler dağlardan ağır ağır inerek
Parmaktaki bir tadım bala
Bakakaldılar

Kimden ve nereden
Yayılır
Bu nefret
Bu kin
Bu ihtiras
Ve
Bitmek bilmez bir terane
Hep bana rap bana
Hep bana rap bana
Sanki her şey bu terane
Bana bana üretim
Bana bana yönetim
Bana bana tüketim
Bana banacı hukuk
Bana banacı felsefe
Bana banacı san’at
Hepsi aynı komutla işler
Hep bana rap bana
Hep bana rap bana

Bu böyle gitmemiş
Dünyayı dünyalaştırılanlar
Ve yana olanlar
Başlamışlar hareketlenmeye

Önce alışmış kulakların pasını silmeye
Ardından -olabilirse- yeni şarkılar söylemeye
Bu yol zor
Alışılmıştık ve tutuculuk
Sanki Kafdağı
Ve elbet bu teranenin
Bir de koruyanı var

Bilime giden yolda
El yordamı bir yol sayılır mı
El yordamı aydınlıkta
El yordamı alacakaranlıkta
El yordamı zifir karanlıkta
Arar kör kör arar durur
Onlar deneye araya sınaya
Belki de bilemeden bulamadan eğriyi doğruyu,
Bulundular bir dilekte
Madem gün yirmi dört saat
Bunun üçte biri uyku
Geri kalanım alır elimizden
Öbürküler
Peki ya bize
Bize yok mu
Olmaz böyle terane
Üçte biri uyumaya
Üçte biri öbürkülere
Üçte biri de bize
Bizzat kendimize
Bu fısıltı önce dolaştı makina aralarında
Sonra taştı sokaklara
İhtiyarın biri
Gözleri dolu dolu
Fısıldadı yan tezgâha
Ah eskiden çok eskiden
Vakit yoktu hiçbir şeye
Baş kaşımaya
Hatta gırtlak temizlemeye
Şimdi diyor ki bu yeniler
Sekiz saat bize
Sekiz saat öbürkülere

Kalabalığın zaman ve bal istemi
Dalga dalga yürüdü ortalığa
Ve dalga büyüyünce çığ misali
Kalabalık haykırdı bir şafak vakti
Neden olmasın
Bu yakınmanın sese dönüşü
Bu sessizliğin final çanları
Bu ayaklanmanın ilk şafağı
Sütlimanda fırtına
Sütlimanda bir curcuna
Sütlimanda birden değişti manzara
Düşmanlarımız için markalı namlular
Çıktı aniden ortalığa
Hedefi çok iyi biliyorlardı
Hedef vatandaş kalabalıklar
Kalabalıkların iyi niyeti
Silahsız birleştirilmemiş
Güzelim iyi niyet
En güleç gözleri ve tulumuyla
Dolanırken meydanlarda
Bir namlu ölüm kusuverdi ortalığa
Önce dalgalandı kalabalık
Sonra onlara özgü sessizlik
Bu sessizlik eskisinden ne farklı
Silindi tek tek gözlerden sütliman
Ve gözler
Sorgulamaya koyuldu
Namlulardan oluşmuş manzarayı
Kimi kimden
Kimden ve neden
Korumakta olduğunu
Namluların

Namluların ardında karaltılar
Karaltılar gözlere yabancı değil
Olanı biteni hâlâ çözememiş bazıları
Yine de tamdılar namluların ardını
Tanıdılar ve koştular
Seslendiler
Baba hey baba
Neden vurdun iyi niyeti baba
Oysa biz silahsız
Oysa biz saldırısız
Biz sizi böyle hem bilir hem bilmez idik
Baba bitti artık babalık
Olamazsınız baba
Kan girdi aramıza

Namluların ardında sessizlik
Yalnızca namluya yeniden sürülen mermi sesi
Sessizliği yırttı kadının biri
Durun dedi ve hesaplayın
önünü ve ardım
Karşıda namlular
Ardında mermi yığınları
Az önce üstümüze kusulan ölümle
Bir şey demek istediler
Madem günün üçte biri
Madem daha fazla bal
Gidecek içinizden daha birçok can
Sonra vurulanın yanına çöktü
Seviyordum dirisini
Birlikte güzele yola çıkmıştık
Seviyorum ölüsünü
Duruşu hâlâ güzele çağırıyor
Kalabalıklar güzele çağıran adamı kucakladılar
Ve ufka doğru yola koyuldular

Ufukta Mayıs parlıyordu
Yol uzundu
Ama yine de yürüdüler
Kölelikten kalma bir hesabı kapatmaya
Yıllardan Mayıs’tı
Günlerden Mayıs’tı
Ve saatler Mayıs’ı çalıyordu

Mehmet ESATOĞLU

Kayıpların telafisi toplatmalara karşı mücadeleden geçer
Yurt Kitap – Yayınevi Sahibi Ünsal Öztürk:
Özgürlük Dünyası: İlerici, devrimci, demokrat basın üzerinde uygulanan baskılar alabildiğine yoğunlaştırılarak sürdürülüyor. Gün geçmiyor ki bir dergi toplatılmasın, yayıncılara yönelik türlü soruşturmalar açılmasın. Sahibi bulunduğunuz Yurt Kitap-Yayıncılık’ın da geçtiğimiz günlerde bu baskıcı ve keyfi niteliklerdeki uygulamalardan bir kez daha payına düşeni aldı; Deniz-Yusuf-Hüseyin’i anlatan kitap nedeni ile savcılık ve polisin oldukça ilginç uygulamalarıyla karşılaştınız. Olayı anlatır mısınız?
Ünsal Öztürk: Yayınevimiz 17 Aralık 1988 tarihinden başlayarak art arda saldırılara hedef oldu. Her türlü basın, yayın, söz ve düşünce özgürlüğü hiçe sayılarak yayın faaliyetimiz engellenmeye çalışıldı.
Ozan-yazar N. Behram’ın “Hayatın Tanıklığı” üst başlığı altında oluşturduğu dizinin ilk kitabı “İşkencede ölümün Güncesi” 2. baskıdan sonra toplatıldı. Diğer kitap “Yürekleri Şafakta Kıvılcımlar” henüz matbaada forma aşamasında iken toplatıldı. Montajları yapan, kitabı basan ve yayıncı olarak üç kişi gözaltında 5 gün kaldık. Kitabın içerisine girecek resimler “çok fazla sayıda basılmış” olması nedeniyle, kitabın diğer bölümleri benzer nedenlerle taksit taksit toplatıldı. Her iki kitap gerekçesiz toplandığı için yapılan itiraz üzerine DGM tarafından serbest bırakıldı. İtiraz üzerine verilen kararların kesin olacağı hükmünü hiçe sayan savcı, bu defa sözde gerekçelendirerek tekrar toplatma istedi. DGM, savcının isteğine uydu. İtirazlarımız sonuç vermedi. Aynı kitaplar bir ay gibi bir süre içerisinde iki kere toplatılmış oldu.
Yayınlamış olduğumuz diğer bir kitap; Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) davası savunmalarını içeren “Yargılayan Savunma” derhal toplatıldı. Derleyicisi örnek insan, değerli Av. 72 yaşındaki İbrahim AÇAN tutuklandı ve 41 gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. İbrahim AÇAN hakkında 9,5 yıl hapis istemiyle dava açıldı.
N. Behram’ın “İşkencede Ölümün Güncesi” kitabına ilişkin dava sonuçlandı. Savcı iddianamesinde A. Arif, P. Neruda gibi şairlerin şiirlerinde suç aradıktan sonra Esas Hakkında Mütalaasında hiçbir gerekçe göstermemiştir. Gerekçesiz toplatma kararı veren, iddianamesinde hiçbir ciddi, somut iddiada bulunamayan savcı, mütalaasında da sadece cezaları alt alta sıralamakla yetindi. Göstermelik bir duruşmadan sonra dava bitti. N. Behram yurt dışında olduğundan yayıncısı olan ben 5.5 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldım ve bu da 613.500 TL para cezasına çevrildi. Karar tarafımdan temyiz edilmiştir.
Dava Yargıtay aşamasındadır… “Yürekleri Şafakta Kıvılcımlar” için 5 aydır yurtdışında olduğunu bildiği N. Behram’ın yakalanmasını bekleyen DGM savcısı, Behram’ın yakalanamayacağına kanaat getirmiş olacak ki, birden kitap hakkında dava açmamaya karar verdi. Henüz forma aşamasında topladıkları için basın kanununa göre “neşir” unsuru oluşmadığından takipsizlik kararı vererek konuyu bağladılar. Biz şimdi suç oluşturmayan formalarımızı geri isteyeceğiz, bakalım ne olacak. Hep beraber göreceğiz.
Özgürlük Dünyası: Yayıncıları yıldırmaya yönelik eylem ve işlemleri basın özgürlüğü açısından değerlendirir misiniz?
Ünsal Öztürk: Soruyu üzerinde konuşulur hale getirmek için, önce “basın özgürlüğü” kavramı nedir? Ete, kemiğe nasıl bürünür, gibi sorulara cevap aramak gerekiyor.
Diğer özgürlükler gibi basın özgürlüğü de mücadele ile kazanılacak bir özgürlüktür. Gerçek anlamdaki demokrasi mücadelesinden ayrılamaz. İşçi sınıfının ekonomik istekleri hakkındaki mücadelelerinin bastırılmaya çalışıldığı bir dönemde daha ileri mevzilerdeki basın özgürlüğü konusuna bilimsel olarak yaklaşmak gerekir. Demokrasi mücadelesi toplumsaldır. Eskiden düşünürlerin, yazarların kafaları uçurulur, ateşte yakılırdı. Dünyanın döndüğünü söyleyen ilericiler katledilirlerdi. Geniş kitlesel mücadeleler hâkim sınıfları geri plana attılar! Bazı ekonomik, demokratik haklarını zorla aldılar.
İlerici-devrimci eserler işçilere, emekçilere, tüm ezilenlere yepyeni bir dünya taşır, güzel bir geleceğin dünyasına işaret eder. En ileri entelektüel bilinç, topluma karanlıklar içinden yeryüzü cennetine giden yolu gösterir, aydınlatır. İşte burada baskılar ve yıldırmalar başlar. Eğer demokrasi güçleri düşünce özgürlüğünün hassasiyetini yeteri kadar kavrayamaz ve gereken tepkiyi göstermezlerse, hâkim sınıflar geçici olarak bir başarı sağlarlar. Ülkemizde hemen her gün kitaplar yasaklanıp yakılmakta, gazeteler, dergiler daha toplatma kararı dahi verilmeden “nasıl olsa toplatılacak” diye polis tarafından toplanmaktadır. Bu kıyımlara tepki yurtiçinden, daha çok yurtdışından gelmektedir. Bu da bize işçilerin ve halkın basın özgürlüğü kavramını kavrayamadıklarım gösteriyor. Örneğin işçi sendikalarının kitap ve dergi toplatmalarına ve yok etmelere karşı çıktıklarını hiç duymadım. Gerçi karşı çıkmak da yetmez. , Ne zaman ki kitap düşmanları ellerini bilimsel eserlere uzatamaz, düşüncelerini söyleyenlere uzanamaz, uzandığı zaman elleri yanarsa basın özgürlüğü konusu da ete kemiğe bürünür. İşte basın özgürlüğü kavramının özü bu.
Karşıt güçler misyonlarını hayatın her alanında yerine getireceklerdir. Kitapları, dergileri çağdışı bir şekilde yasaklayıp, yakıp insanlara ulaştırılmasını engelleyeceklerdir. Bunun yanı sıra öğrencileri robota çevirecek, işçilere sürünecek kadar para verecek, çocukları sokağa mahkûm edecek, yaşlılar ölüme terk edilecek, kadınlar amansızca ezilecektir. Köylüler ve diğer ezilenler paylarına düşeni alacaklardır. Bunlar bilinen ve çokça konuşulan şeyler. O halde tersini de söyleyelim: Öncelikle ileri işçiler, sendikacılar, demokratik kitle örgütleri kendi sorunlarını söylerken naçizane bir cümlecik de bizden bahsetmelidirler. Düşüncelerden, yazılanlardan dolayı gözaltına alınmalara, tutuklanmalara göz yumulması utanç verici boyutlardadır. İsmail Beşikçi gibi bir insanı düşünün; görüşlerinden ötürü gözaltına alınıyor ve bir gazetede küçücük bir yazı: “İsmail Beşikçi filan yazısından ötürü gözaltına alındı.” Daha sonra da serbest bırakıldığı yazılıyor kısaca. Hâlbuki en insani bir şeyi, insanın samimiyetle inandığı bir şeyi söylemesi kadar normal, ne olabilir. Başka bir ülkede olsa yer yerinden oynar, işçiler hayatı durdurur, aydınlar tepkilerini belirtirdi.
Özgürlük Dünyası: Söz konusu kitap nedeniyle gözaltında tutulmanız ve bu arada uğradığınız maddi ve moral kayıpları telafi etme koşulları üzerine düşünceleriniz?
Ünsal Öztürk: Kitabım konusunda gözaltında tutuldum. Moral kaybım yoktur. Meseleyi biliyorum. Fakat henüz doğum aşamasında, örneğin “çok sayıda basılmış olması” göz önüne alınarak Deniz’lerin resimlerinin toplatılması ve gereken gerçek tepkiyi kamuoyundan görmemesi beni üzüyor. Siz sevgili arkadaşlarım dahi 6 ay sonra bana yukarıdaki soruları soruyorsunuz.
Maddi kaybım büyüktür. Ama aşılamayacak gibi değildir. Kayıpların telafisi toplatmalara karşı mücadeleden geçer.
Bana sorduğunuz sorular için çok teşekkür ederken, sözlerimi okuyanları, tüm ilerici-devrimci basın-yayın kuruluşlarına sahip çıkmaya çağırırım.

Yazar Âdem Demaçi ile Dayanışmada Bulunalım
25 yıldan beri kitap yüzünden Yugoslav zindanlarında
Tam 25 yıldan beri Kosovalı yazar Âdem Demaçi yazdığı bir kitap nedeniyle zindanlarda, özgürlük tutsağı olarak mücadelesini sürdürüyor. 1936 yılında Kosova’nın Priştina kentinde doğan Demaçi, ilk yazdığı “Kan Yılanları” adlı romanında “Balkan devleti Yugoslavya’daki halkların ulusal yaşamına zarar veriyor”, gerekçesiyle tutuklanıp zindana atıldı. Toplumcu gerçekçi bir anlayışla yazdığı romanında Demaçi devlet aygıtındaki casusluk, entrika ve düzenbazlıkları teşhir etmişti. İlk üç yıllık bir tutukluluktan sonra serbest bırakılan Demaçi, daha özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz ikinci romanına başlar ve bu arada da okuyucularına yönelik okuma akşamları düzenlemek ister. Böyle bir toplantının ardından bir gece yine (1964 yılında) evi basılır, tüm orada bulunanlar gözaltına alınır ve tutuklanır. Ertesi günkü devletin resmi yayın organlarında onun tutuklanışı ile ilgili şu haber yayınlanır: “Yazar Demaçi Stalinist bir Halk Kurtuluş Hareketi kurarak, bugünkü Kosova’nın ve Makedonya’nın bir kısmının Arnavutluk topraklarına katılması için mücadele çağrısında bulunmuştur. Bu karşı-devrimci hareket bu amacına ulaşmak için, mezarlıkları yok etme, çeşmeleri zehirleme, Sırplara ve Karadağlılara karşı fiili saldırı düzenleme gibi her türlü araca başvurmaktadır.” Bu davadan 15 yıl daha ceza alan Demaçi’nin duruşmaları gizli olduğu için, dünya kamuoyuna yansıtılması engellendi ve yazması da yasaklandı.
1965 yılında Kosova halkı sürdürdüğü mücadele sonunda “kısmi özerklik” elde etti ve bunun sonunda Kosova halkı bazı demokratik haklar elde etti. Örneğin Arnavutça Sırpçanın yanı sıra ikinci resmi dil olarak kabul edildi. Kosovalı Arnavutlar ilk kez bir üniversiteye kavuştular ve kendi kültürlerini geliştirip yayma hakkını elde ettiler. İşte bu dönemde Demaçi’nin cezası 10 yıla indirildi ve daha sonra 1974 yılında 8 Haziran’da tahliye oldu. 1975 yılında tekrar tutuklandı ve 1976 yılında mahkemeye çıkarıldı. Yine aynı suçlar, aynı tanıklar ve aynı cezalar: Halk Kurtuluş Hareketi kurup mücadele etmek… Mahkemesi yine gizli yapıldı ve sonunda yine 15 yıla mahkûm edildi. Uluslararası çeşitli kuruluşlar girişimde bulundu. Uluslararası Af örgütü (Aİ) sahip çıktı. PEN-Kulübünün çeşitli seksiyonları serbest bırakılması için girişimde bulundular. Hatta Yugoslavya içinde diğer cumhuriyetlerdeki bazı kuruluşlar bile girişimde bulundular. Slovenya Cumhuriyeti’ndeki Yazarlar Birliği, Demaçi’nin politik bir entrikaya kurban gittiğini ileri sürerek serbest bırakılmasını istedi. Revizyonist Yugoslav rejimi daha önceden ölüme terk edip sakat ve sahipsiz bıraktığı diğer yazarlardan İvan Ciçak ve Mildrad Toderovic gibi, Demaçi’yi de yok etmeyi amaçlamakta. Şu anda on binlerce Arnavut zindanlarda özgürlük tutsağı olarak bulunmakta olup Demaçi en fazla ceza ile birinci sırada yer almakta, ama geleceğe güveni ve Kosova’daki Arnavut halkının eninde sonunda kendi kaderlerini belirleyeceğine inancı tamdır.
Her altı ayda bir bulunduğu cezaevi değiştirilen ve başka bir cezaevine gönderilen Demaçi ile dayanışma, özellikle yurt dışından sürüyor..
Kısa açıklamalar:
1) Romanı 1987’de Almanca dilinde yayınlanan Demaçi ile dayanışma için B.Almanya’daki bir komiteye başvurulup ayrıntılı bilgi alınabilir.
Adres:
Âdem Demaçi Komitee, Postfach 101371, 4630 Bochum/Almanya
2) Şu adreslere protesto mektubu, kartları ve telgrafları gönderilebilinir:
Predsedniston SFRJ Yugoslavya Sosyalist Federatif Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanlığına

Kavganın Şafağı
(Oda Yayınlan, 1980, İvan POPOV, 342 sayfa, Çev: Hikmet Vardar)
Semra ULUSOY
“Tek bir roman okuyarak, bir şiiri ezberleyerek sosyalizme adım atmış birçok insan vardır. Birçoğumuz Jack London’ın “Demir Ökçe”sinde, kendimizi bu mücadeleye atılmak zorunda hissetmemize yol açan bir şeyler bulmuştur. Ostrovski, “Ve Çeliğe Su Verildi”de bize devrimci mücadelenin sayısız acılarını, sonsuz fedakârlık ve cesaret isteyen çetin yolunu, fakat aynı zamanda zafere ulaşmak isteyen bir işçi için bütün bunların ne kadar kolay katlanılır şeyler olduğunu da göstermiştir.” (P. Bayrağı 19, Eylül 1979). Bu değerli devrimci yapıtlara hepimizin bildiği daha nicelerini ekleyebiliriz: Ana, Nasıl Yapmalı, Çimento vb. Bunların arasına bir yenisini daha eklemek gerek. 1980 yılında ilk kez dilimize kazandırılmış, fakat nasıl olduysa gözlerden kaçmış, pek tanınmamış. Kitabı tanıyan herkesin ilk söylediği söz bu oluyor. Kitabın tanınması geç kalmış olabilir, ama teslimiyetin ve tasfiyeciliğin yaşandığı bir dönemin ardından kitabın okunması şimdi daha da önemli.. Çünkü yenilgi döneminin ve tasfiyeciliğinin yarattığı devrim karşısında şüpheci, güçsüz, tövbekâr, devrimden yorulmuş, yasal rahatlığa dönme özlemi içinde, pasifist anlayışlara ve sapmalara karşı koyusun ve başkaldırmanın bir destanıdır bu kitap…

“Çarın bakanı Stolipin’in kanlı rejimi…
1907 devriminin başarısızlığından sonra işçi hareketi amansızca bastırılıyor… Küçük burjuva entelektüel unsurlar yüreksizlik ve teslimiyet içinde… Menşevikler ve Likidatörler duruma egemen görünüyor… İşte bu sırada Lenin’in öğrencileri binlerce kurban verme pahasına ayağa kalkıyor. Legaliteye ve teröre karşı oportünistlerin hilelerini ortaya serip, devrimci güçleri yeniden toparlıyor, partiyi yeniden kuruyorlar…
Yeni bir devrimci ilerleyişin sabahındadırlar artık.
KAVGANIN ŞAFAĞI sökmek üzeredir.”
İvan Popov’un bu kitabını basan Oda Yayınları kitabın tanıtımını bu sözlerle yapmış.
Kitabın esas kahramanı Pavel. Pavel sürgünde. Çeşitli zorluklarla ülkesine gizlice geri dönüyor. Yenilgi sonrası çok şey değişmiş ama… Eski yol arkadaşlarının bazıları pasifizmin, parlamentarizmin batağına batmışlar. Yenilginin nedenlerini illegal mücadeleye bağlayarak legal mücadele çağrıları yapıyorlar. Bir burjuva gazetesinde köşe yazısı yazmak, hükümetin ileri gelenleriyle “işçi hakları” konularında görüşmeler yapmak ve ortamı “demokratikleştirmek” onlar için yeterli!
Bir grup ise kitlelere güvensizlikleri nedeniyle bir avuç kişiyle silahlı eylem yapma yanlısı. Bolşeviklerin kitleleri harekete geçirme taktiklerini pasifist olarak suçluyorlar. Her ikisinin amacı da partiyi yıkmak, dağıtmak ve yok etmek.
Tüm bu çabalara karşın Bolşevikler, Lenin’in öğrencileri parti örgütlerini yeniden oluşturmak, kitlesel hareketleri başlatabilmek için her türlü işletmelerde faaliyetlerini başlatıyorlar. Polisin saldırısı vız geliyor onlara. İşçilerin hiçbir sorununu küçümsemeden, ama sanki en büyük sorun oymuş gibi sosyalizm mücadelesinin önüne geçirmeden eylemler örgütlüyorlar.
En zor koşullarda, en azgın baskı ve saldırılar karsısında dahi demokratik merkeziyetçilik ilkesini savunuyorlar ve uyguluyorlar. Her dönemde eleştiri-özeleştiriyi yaşama geçiriyorlar. Burjuvazinin kendilerine sunduğu her türlü olanağı reddederek kayıplar vermek pahasına Lenin’in, Stalin’in öğretileri ışığında parti konferansını toplayıp kavganın şafağını müjdeliyorlar…
Kitabın salt bir roman gibi okumak olası değil. Hele bizim gibi 1980-12 Eylül yenilgisini yaşayan bir ülkenin devrimcileri için ise hiç olası değil. Teslimiyete karşı direniş, kişisel çıkarların öne çıkarılması yerine fedakârlık, Menşevik “birlik” teorileri yerine Bolşevik ilkeli birlik çalışmaları… Her türlü gerici bombardımana karşı yılmaz kararlılık, Lenin’in, Stalin’in partiyle ilgili düşünceleri… Pavel’in, Sonya’nın, Klavdi’nin, Şuafistov ve benzerlerinin mücadelesi, Lefertovski’nin, Blagov’un, Vikenti’nin, Syivaskin’in teslimiyetçi tavrı… Menşeviklerin yanındayken Bolşeviklerin tavrı karşısında devrimde yerini alan özlü kişiler. Tüm bunları biz de yaşamadık mı? Yaşamıyor muyuz, daha da yaşamayacak mıyız?
Ben devrimci bir kadın olarak roman boyunca sürgünde elinden geleni esirgemeyen bir Marya Federovna, Klavdi Sonya olmayı düşledim. Yılmayan kişiliklerini özümlemeye çalıştım. Her devrimci arkadaşın romanın bir köşesinde mutlaka kendini bulacağını, çevresini, mücadelesini bulacağına inanıyorum.
Romanda altını çizdiğim çok yer var. Bazı yerleri birkaç kez çizdim. Örneğin “Ağlayarak yaşamaktansa, şarkı söyleyerek ölmek yeğdir” (s. 174). “Onları -direnen insanları- acıları, umutsuzlukları, haksızlığa uğradıkları için seviyor değildim. Tam tersine neşeli umutları, cesaretleri ve çözülmez kahramanlıkları için seviyordum, (s.188). “Dinle Pavel, buraya gökyüzünden ukala bir likidatör düştü. “Eski parti artık yaşamıyor, o ömrünü doldurdu! Leninistlerle birlik olmak ölüyü diriltmek demektir. Biz illegaliteyi tarihsel bir kalıtım olarak tarihe gömmeliyiz” dedi. Dayanamadım, ayağa kalktım ve bir sol patlattım.” (s.385).
“Hayır, Vasili, sen şu anda gücümüzü ortadan kaldırmamızı istiyorsun. Gericiler işte bizi bu yüzden dağıtamıyorlar, tutuklamalar, yakalamalar bu yüzden işe yaramıyor. Çünkü bizim örgütümüzde hem demokrasi, hem de merkeziyetçilik var. Ama eğer biz şimdi tutar da kendi kendimizi seçersek demokrasinin ne anlamı kalır?” (s.302)
“Bizi gömdüler!” diye bitirdi Şurabstov. “Ama biz yine de sarsılmaz bir güven ve sıkı bir yüreklilikle, bıkmadan, yorulmak nedir bilmeden onların, sömürü düzenleri için mezar kazacağız!” (s.432)
Karanlık günler arkamızda kalmıştı. Gece bitmişti artık. Önümüzde açık, sonsuz caddeler uzanıyordu.
EVET SÖKÜYORDU, SÖKÜYORDU KAVGANIN ŞAFAĞI!

İşkence İle Katledilişinin 16. Yıldönümünde İbrahim Kaypakkaya’yı Anarken…
Türkiye işçi sınıfının kendisi için sınıf olma sürecinin ivme kazandığı 1970’li yıllarda yaşanan ve yaşandığı tarihlere sığmayan önemli günleri var Türkiye Devrimci Hareketinin… Birbirlerine benzerlikleri var bu üç “gün”lerin… En önemli benzerlikleri, Türkiye işçi sınıfına ve halkına, devrim mücadelesinde kendi ayakları üstünde durmayı öğretmelerindeki katkıları… Bu üç “gün”de, bugün Türk ve Kürt halklarının bütün fertlerince tanınan ve bu “gün”de simgelenen üç kahramanı var. “Biz buraya, dönmeye değil ölmeye geldik” derken
Mahir, idam sehpasının altında ‘.’Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!” derken Deniz ve işkence altındayken “Esasen biz komünistler…” diye başlayan ifadesiyle İbrahim akla geliyor: İbrahim Kaypakkaya..
Tümü genç yaşında ölen ama gençlikleri, ölümsüzleşmelerini engellemeyen üç devrimci… Doğum tarihlerinden çok, düşünceleri ve tutumlarıyla simgeleşmiş üç insan… Bu üç insanın kavga arkadaşları ve yüz binlerce sürdürücüleri…
Bu üç gün ile Türk ve Kürt devrimciler ayrı ayrı ve çok önemli şeyler öğrenmiş. Bunlardan öğrenilenler örnek teşkil etmiş ve günümüze kadar tüm devrimcileri etkilemiş, tavırlarına damgasını vurmuş.
Artık yoldaşları için kendini feda eden her devrimcide Mahir ve arkadaşlarının; darağacında titremeden devrim sloganlarını haykırarak sandalyeyi tekmeleyen her militanda Deniz ve arkadaşlarının ve yoldaşlarını, örgütünü ve devrimci onurunu korumak için işkencede baş eğmeyen ve bu uğurda ölümü kucaklayan her insanda İbrahim Kaypakkaya’nın bir parçası var. Devrimciler, tavırlarında, Marksist teorinin yanı sıra onlardan da esinleniyorlar, onlardan da güç alıyorlar.
Görüşlerine, siyasi çizgisine katılınsın ya da katılınmasın İbrahim Kaypakkaya’nın polis işkencesindeki tavrı, Türkiye devrimci hareketi için yeniliktir. Kuşkusuz daha önceleri de bir çok devrimci işkence gördü ve işkenceye karşı devrimci onurunu korudu. Ancak hiçbir devrimcinin tavrı İbrahim Kaypakkaya’nın tavrı gibi kalıcı ve öğretici olmadı. Onun tavrının kalıcılığında, “71 Devrimciliği”nin sınırsız coşkusunun ve ’71 devrimciliğinin ilk kez bu kadar açık bir biçimde düzenle kendi arasında sınır çizmesinin rolü var. Bu, tüm devrimcileri derinden etkileyen bir faktör. Ancak, İbrahim Kaypakkaya ile, ilk kez, bir örgütün kurucusunun işkence sonucu ölümüne tanık olunuyor. İbrahim Kaypakkaya, örgütü TKP/ML-TİKKO ile ilgili tek bir somut bilgi vermeden işkencede öldürülüyor. Diyarbakır işkence hanelerinde 3 ay süren işkenceye karşın polis ve MİT, İbrahim Kaypakkaya’nın ağzından örgütü ile ilgili tek bir söz bile alamıyor. İbrahim işkence tezgâhını, işkencecileri çileden çıkarmanın ve devrim davasını savunmanın bir kürsüsü haline getiriyor:
“Esasen biz komünistler görüşlerimizi gizleme gereği duymayız. Ne var ki örgütümüzle ve yoldaşlarımızla ilgili bilgi vermeyi onursuzluk sayarız. Bu nedenle ne zaman ve kimin aracılığıyla örgüte girdiğimi söyleme gereği duymuyorum…” Bu ve buna benzer sözler İbrahim Kaypakkaya’nın son sözleri oluyor. Bu sözleri ve tavrıyla O, Türkiye devriminin bir parçası oluyor, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde bir onur simgesi haline geliyor.
Tarih, 18 Mayıs 1973…
Marksist-Leninist bir harekelin militanının işkencedeki tavrı, İbrahim Kaypakkaya ve onun gibi tavır alanların tavrı olmalıdır.

Mayıs 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑